"Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar..."
Hüda müslüman Türkleri aziz eylesin. İslamiyeti onlardan, onları da İslamiyetten, ayırmasın. Din-i Mübîn'e hizmetleri çoktur. Dua ederiz. Teşekkür ederiz. Destekleriz. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi 'Dindar bir Türkü fâsık çok ırkdaşımıza tercih ederiz.' Fakat bazı düğümler bu kadarcık kabullerle çözülmüyor ki... Çünkü işin ucu 'kizbe/yalana' varıyor. Ve yine mürşidimiz bize öğretiyor: "Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Yani öyle yaratmadığı halde 'Öyle yarattı' demektir. Daha başlangıçta bu yüzden kendimize Türk demeyi beğenmeyiz. Zira 'Türk' bir ırk ismidir. Cenab-ı Hak bizi o ırktan yaratmamıştır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz 'kendisini nesebinden başka nesebe atfedeni' kınamıştır. "Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıttır." Bu tavrımız mübarek Türklere husumetten değildir.
Hikmet-i Hüda öyle eda etmediği halde öyle yapmak asla fıtrî değildir. Şer'î değildir. Hakiki değildir. Nitekim İslam tarihimiz boyunca muazzez büyüklerimiz isimlerinin arkasına el-Arabî, et-Türkî, el-Kürdî gibi takılar yerleştirmekten teberri etmemişlerdir. Milletlerini yalnız İslamiyet bilmekle birlikte kavmiyetlerini reddetmemişlerdir. Bilakis, birbirlerinin kavmiyetlerini tanıyarak, ayette buyrulduğu gibi "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir..." sırrına uygun hareket etmişlerdir. Yani, ne kavmiyeti yabanîliğe kullanmak caizdir, ne de onu reddetmek mümkündür. Evet. Yurdumuzdaki 'Türklük' giysisi, bu İslamî arkaplana boşverdikçe, bedenimize oturmaz olmuştur. Yani, Fransız ulusalcılığının tangocu kadın libası, ümmet-i Muhammed'in hocalarına giydirildikçe, kalıbımızdaki güzellik zedelenmiştir.
Tabiî, biz böyle söyleyince, hemen şu tarz itirazlar yükseliyor: "Türklük bir ırk değildir. Türk aslında 'müslüman' demektir. Kendine Türk demekten çekinen müslümanlıktan çekiniyordur..." Hâşâ! Niye böyle olsun? Neden böyle ittirmeye-çektirmeye mecbur kalalım? Türklük bir ırk manasına gelmiyorsa, tamam, biz de seve seve Türk olalım. Eyvallah. Fakat insafını/aklını yitirmemiş hiçbir muallim diyebilir mi ki: Sözün etimolojisinde ırk yoktur. Hayır. Bunu insafını/aklını yitirmemiş hiçbir Allah'ın kulu diyemez. Bu kelime tarih boyunca ırk manasına kullanılmıştır. Selefimizin dev kütüphanelerini ateşe atıp yandıracak halimiz yok. Beyanları apaçık ortada.
Peki kelimelerin manaları değişmez mi? Değişebilir. Yeterli zamanı-edebiyatı tanırsanız, evet, mümkündür. Ancak Türklüğün artık ırk manasına kullanılmadığını sahiden söyleyebilir miyiz? Serdar Kaya'nın Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği kitabında arzettiği vechile, bu konuda, Türkiye'nin ciddi çelişkileri vardır. Bu çelişkilerden birazına Şener Aktürk Hoca da Türkiye'nin Kimlikleri isimli eserinde dikkat çeker. Türklük şu anda Türkiye'de devekuşu gibi 'ne deve ne kuş' bir pozisyonda sürdürülmektedir. Mesela: Herhangi başka ırkın 'Türkiyeliliği' sözkonusu olduğunda Türklüğün 'Türkiyeli Müslüman' tanımına yaklaştırıldığı olur. Hatta uzun yıllar Türkiye'de yaşamış gayrimüslimlerin de 'artık Türk olduğundan' bahsedilir. Burada Türk daha çok 'Türkiyeli' manasınadır.
Ancak ulus-devlet cenderesinden çıkıldığında 'Türkî Cumhuriyetler' diye bir başlık belirir. Bu başlığın içine Arap, Afgan, Kürt, Afrikalı müslümanlar giremez. Burada 'Türk' demekle kastedilen kesinlikle ırktır. Yani bu devletler aynı ırktan gelenlerin devletleridir. Sonra yüzünüz Batı'ya döndüğünde, bu defa, Avrupa'nın 'Türk' demekle aslında 'müslümanı' imâ ettiği belirtilir. Yani, Avrupalı, birisine 'Türk' diyorsa aslında 'müslüman' demek istemiştir. "O yüzden Türk 'müslüman' demektir." Fakat bu defa okullarımızda okutulan tarih derslerine gider aklımız. Ta Hunlara, asıl adı Mao-Tun olan Mete Han'a, kadar uzandırılan bir tarih müfredatı vardır. Oralarda Türke artık 'müslüman olma şartı' koşulmaz. Şaman, hindu, manici, mecusi, hatta hristiyanlığa mensup olanlar dahi bu dairenin içine girebilir.
O yüzden Macarlar, Bulgarlar, Gagavuzlar vs. 'Hristiyanlaşmış Türkler' olarak aksettirilir. Hülasa: Resmi söylem hep 'bir öyle bir böyle' yapar. Hangi delikte yakalamaya çalışsanız, başka bir delikten başını çıkarıp, 'Naaniik!' çeker. Kimse Türklüğün tam olarak ne olduğunu bilmez. Bilemez. Çünkü Türkçülüğümüz, umdeleri belli bir itikattan çok, nabza göre şerbet bir taktiksellikten ibarettir.
Hülasa: Türkiye şu an neye 'Türk' dediğini kendisi de tam bilmez bir haldedir. Vatandaşlarını Türk olarak tanımlar. Tamam. Ama Türkiyeli olmayan bir Türkü de vatandaşı kabul etmez. "Ne mutlu Türküm diyene!" derken sanki herkesi kucaklayacakmış gibi yapar. Ama "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" dediğinde işi genetiğe döker. Nesillerdir Türkiyeli olan bir Arabı, Kürdü, Çerkezi, Boşnağı, Arnavutu vs. pekâlâ Türk sayabilir. Maşaallah. Ancak iş tarih tedrisatına geldiğinde onları da Türkten bilmemeye başlar. Çünkü Türkler Ortaasya'dan kalkıp göç etmiş bir 'çekik gözlüler' nesebidir. Bozkır çocuklarıdır. Yafes'in evlatlarıdır.
Cumhurreisimiz dahi, cumhurbaşkanlığı forsundaki devletleri temsil eden askerlerin arasından inerken, sağına-soluna Arap, Kürt vs. almamıştır. Temsil edilen devletler sırasıyla şunlardır: Büyük Hun, Batı Hun, Avrupa Hun, Ak Hun, Göktürk, Avar, Hazar, Uygur, Karahan, Gazneliler, Büyük Selçuklu, Harezmşahlar, Altınordu, Timur, Babür ve Osmanlı... Bunların tamamı ırken(!) Türk devletlerdir. Karahanlılardan sonrası müslümanlardır. Eyvallah. Ancak çok büyük sınırlara hükmetmelerine rağmen, Emevîler-Abbasîler vs. yoktur. Memlükler yoktur. Eyyübîler yoktur. Yani burada da devletin Türklüğü gayet be gayet ırkîdir. 'Türkiyeli müslüman' falan gibi değildir.
Resmi söylem kendinden bu ikirciliği kaldıramadığı için tartışmalar da dinmiyor. Üç Tarz-ı Siyaset'teki İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ekolleri, üçü birden, artık tek 'Türk' kelimesinde halledilmeye çalışılıyor. Bazen Türklük İslamcılık anlamına geliyor. Bazen Türklük Osmanlıcılık anlamına geliyor. Bazen de Türklük düpedüz Türkçülük oluyor. 'Ne deve ne kuş' sistemiyle bu gemi yalpalayarak gidiyor. Gönül istiyor ki, yeni anayasada, bu iş artık bir rayına otursun. En azından Türkiyeliler Türkiye'de ne olduklarını çelişkisiz şekilde bilsinler. Hoş, ona da "Türkiyeli değil Türküm!" taifesi mâni olacak gibi, çünkü bunlar Türk olmayı diğer ırklara bahşedilmiş bir lütûf olarak görüyorlar. Ellerinde bir aşı var. En kara zencileri dahi beyaz yapabilen bir aşı. Şırıngayla dolaşıyorlar. Ve bazı zenciler her nedense aşıyı istemiyor. Onlar da şaşırıyorlar: "Neden kabul etmiyorsunuz? Zenciliğin rezilliğinden(!) kurtulup lebaleb şeref beyazlar meclisine katılmak bahşediliyorken neden direniyorsunuz?" Bu üstencilik aynı Batılının Asya'ya-Afrika'ya bakışı gibi... X Man serisinin üçüncü filminde normal insana dönüşmek istemeyen mutantlara insanların bakışı gibi... Kizb bahsinin tamamını alırsak şöyle deniyor:
"Kizb küfrün esasıdır. Kizb nifâkın birinci alâmetidir. Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır. Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzâb ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir..." Her zamanın bir Müseylemesi var. Biz de kendi zamanımızın Müseylemesine çattık. Başımızda sahabe yoktu. Hırpalandık. Başka milletlerin görmediği toplumsal mühendislik çalışmaları gördük. Balyozlarla dövüldük. Süngülerle delindik. Harflerimizi kaybettik. Medreselerimizi-tekkelerimizi kaybettik. Sarığımızı-çarşafımızı kaybettik. Şükür, hamdolsun, ölmedik. Gayrı kemalizmden kurtulmanın vaktidir. Çünkü kemalizm bu millete söylenilen en büyük yalandır. Kezzâb Süfyan'ın ayakizlerine bakarak yürürsek yollar düzelmez. İlla ki reddetmeliyiz arkadaşım.
"(...) Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Sûrî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsille onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki: Deniliyor: Devekuşuna demişler, 'Kanatların var, uç.' O da kanatlarını kısıp 'Ben deveyim' demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler, 'Madem deveyim diyorsun, yük götür.' O zaman kanatlarını açıvermiş, 'Ben kuşum' demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş..."
5 Ekim 2025 Pazar
2 Ekim 2025 Perşembe
Erdoğan Enver Sedat olmuyorsa biraz da Bediüzzaman sayesinde
Bediüzzaman Hazretlerini sevmemek için herkesin bir gerekçesi var. Mesela: Irkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Türkçüyseniz 'Kürtlüğü ile barışıklığı' üzerinden hasım olabilirsiniz. Yahut yine ırkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Kürtçüyseniz 'Türklere muhabbetini izhârı' üzerinden düşmanlık yapabilirsiniz. Eğer bir kemalistseniz, eh, zaten ikinci bir gerekçeye ihtiyaç yok. Âlim olması kin beslemenize yeter. Eğer ehl-i bid'aysanız ehl-i sünnet ve'l-cemaate yaptığı vurguya bozulabilirsiniz. Hülasa: Elhamdülillah, Bediüzzaman Hazretleri bu coğrafyada çok oyunu bozduğu, çok fayhattını yapıştırdığı, çok çatışmayı önlediği için o tip çatlaklara oynayanların kalbini kendisinden razı edemez. Aman efendim, olmazlarsa olmasınlar, önemli olan zaten Hüda'nın razılığıdır.
Bu sıralar Bediüzzaman'dan Razılığı Olmayanlar listesine yeni yeni isimler de ekleniyor üstelik. Evet. Mesela? Mesela: Selefîler. Türkiye'de 'Ebu Hanzala' vs. gibi isimler üzerinden taban tutmaya başlayan bu ekol de Bediüzzaman'ı bir türlü beğenmiyor, sevmiyor. Hoş, onların dünyada kendilerinden başka sevdikleri kimse var mı, o da tartışılır ya. Oraya girmeyelim. (Adamlar gölgeleri karşı duvara vursa onu bile tekfir edecek tiynetteler.) Dünyayı kurtarmak için sarfettikleri mesai iki merkezde temerküz ediyor: 1) Ne yapıp edip Allah'ı bir mekan sahibi yapacaklar. 2) Ne yapıp edip birilerini dinden çıkaracaklar. Takva ehli bir müslimin her gece uyumadan önce nefis muhasebesi için kendisine sorması gereken "Bugün Allah için ne yaptın?" sualini bu arkadaşlar şöyle çeviriyorlar: "Bugün Allah için kimi tekfir ettin?" Tabii böyle tahtieci bir zihniyetten de düzgün bir iş çıkmıyor. Nereye çöreklenseler orada kardeş kardeşi yiyor.
Ne demiş Sünuhat'ında mürşidim efendim: "Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş'et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz." Fakat bazılarının memurluğu bugün suizan, husumet ve ayrılık üzerinedir, maalesef...
Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Bence selefîlerin Bediüzzaman Hazretlerini sevmemelerinin nedenlerinden birisi de onun 'cumhurî sistem' ile İslam arasında kurduğu sulhten dolayıdır. Hatta 'ehven-i şer'i bir oy verme yöntemi olarak ihtiyar etmesidir. Evet. Bediüzzaman'a göre, cumhurî sistemde, sisteme başkaldırmak, sırt dönmek, reddetmek bir çözüm değildir. Ya? Sistemin elverdiği ölçüde hayra, adalet-i mahzaya, o da olmuyorsa, bir adalet-i izafiye olarak ehven-i şerre (yani kötülerden en iyisine) rey verme yolunu tutmaktır. Çünkü bizzat kendisinin beyanıyla "Ehvenüşşer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..."
Söyleyeceklerimi tamamlamadan önce küçük bir iktibas yapmalıyım. Kendisini 'seküler' olarak tarif eden Mısırlı düşünür Fuad Zekeriya, Çağdaş İslamcı Harekette Hakikat ve Hayal eserinde, İhvan'ın Enver Sedat'a neden suikast düzenlediğini şöyle analiz ediyor:
"Sedat'ın onları cezalandırış biçimi, Nasır'ınkiyle karşılaştırıldığında, çok daha hafif olmasına rağmen İslamcı gruplar öfkelerini neden Sedat'a kustular? (...) Sedat aslında İslamcılara çok yakın olduğu için öldürülmüştür. İhvan, Sedat'ın kendisine çok yakın oluşuna epey umut bağlamış ve Sedat da İhvan'ı 'birçok amacını gerçekleştirmek için çalıştığına' inandırmıştı. Ayrıca, Sedat onlara üyelerini çoğaltma fırsatı vermiş ve İhvan da bu jeste 'hayal ettikleri İslamcı devletin kurulmasının eşiğine gelindiği' beklentisine kapılarak yanıt vermişti. Ancak, dışarı yansıttığından daha farklı hesaplar ve planlar yapmakta olan Sedat, iktidarının son iki yılında, İhvan'ın ümitlerini boşa çıkardı. Batı'yla ilişkisini ve sayısı milyonları bulan hristiyan Mısır vatandaşlarını koruma gereksinimini hesaba katınca İhvan'dan uzaklaşmaya başladı. Ancak İslamcı grupların gücü rejim tarafından konan sınırları aşınca bu soğuma şiddete dönüştü. Şeriatın eksiksiz bir şekilde uygulanma olasılığının azalmakta olduğunun farkına varınca İslamcı gruplar da rejimle aralarına mesafe koymaya başladılar. Sedat'a karşı, onları hapse atan ve işkence eden Nasır'a yaptıklarından daha çok şiddete başvurmalarının sebebi buydu. Sedat'ın, kendilerine yakınmış gibi davrandıktan sonra aldattığını, bütün taleplerini kabule yanaşmayacağını keşfettiler."
Türkiye'de İslamcılığın hikâyesi Mısır'daki yolu izlemediyse bunda Bediüzzaman Hazretlerinin payının çok büyük olduğunu düşünüyorum. Elbette pay sahibi olan tek kişi o değildi. 'Müsbet hareketi' usûl edinmiş herkesin bugünlere sarsıntısız gelinmesinde hissesi vardı. Fakat Bediüzzaman'ın devr-i hayatında takındığı tavır ayrıca 'geniş kitlelere ulaşma-etkileme' yeteneğine sahipti. Yani tesiri çoktu. Ve o 'gerçekten seçim denilebilecek seçimler'in yapıldığı 1950 sonrasında rey kanaatini talebelerine şöyle izhâr etmişti:
"Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, 'ehvenüşşer' deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur'a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; 'ehvenüşşer' olarak bakınız. Daha âzamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara fâideniz dokunsun..."
Bugün de Türkiye'nin benzer bir dönemden geçtiğini söylemek hata olmaz diye düşünüyorum. Evet... 2002'de, maşaallah, mührü eline alan AK Parti'den beklediklerimizin tamamını gördüğümüzü söyleyemeyiz. Evet. Alınması gereken daha epey mesafe var gibi görünüyor. Ve, evet, bazen AK Parti'nin bizzat kendisi de bu mesafenin alınıp-alınmayacağı konusunda bizi tereddüde düşürüyor. Lakin Türkiye'deki dindarların zihninde şöyle bir ferasetli 'sağlama yapma yöntemi' var: 'Ehven-i şer düsturu.' Yahut daha bilinen ismiyle 'ehvenü'ş-şerreyn kaidesi.' Seçeneklerin hiçbirisi hayr-ı mahzı tam ifade etmediğinde 'en az zararlısını' veya 'kötülerin en az kötüsünü' seçme. Bu fıkıh kaidesini, Üstad Hazretleri, 'Türkiye müslümanlarının siyaset algısına' merkezî bir şekilde yerleştirmiştir.
'Türkiye müslümanları' mevzua böyle ferasetle baktıkları için, kemalizmi yıkması için oy verdikleri AK Parti artık kemalizme yanlamaya başlasa bile, Filistin için büyük umutlar bağladıkları hükümet Gazze'de hüsrana uğratsa bile, sokaklarda açıklık-saçıklık, ahlaksızlık, LGBT, yozlaşma artsa bile, büsbütün sırtlarını dönüp hasma dönüşmüyorlar. Bir adım ötesini de hesaba katıyorlar: "Ben buna hasım olursam kime yolvermiş olurum? Yoksa 'azamüşşer'e kapı mı aralarım? Eğer öyle olacaksam, aman, durayım. İleri gitmeyeyim." O yüzden her seçimde solcuların hiç beklemedikleri neticeler sandıktan çıkıyor. Yani, bir dindar, ne kadar hükümeti eleştirirse eleştirsin, ki eleştiri yapmak 'insafı katık ettikten sonra' hakkıdır da, iş 'Mührü kime vermek lazım?' sorusuna geldiğinde 'Mührü azamüşşerre vermem! Kan içer kızılcık şerbeti derim. Tamam. Lakin ehven-i şer makuliyetinden ayrılmam!' refleksi gösteriyor.
Bu makuliyet refleksi de Türkiye'yi siyasi çalkantılardan büyük ölçüde koruyor. Evet. Biz siyasetin 'kusurlu bir alan' olduğunu kabul etmişiz. O alanda faaliyet gösterenlerin de 'sütten çıkmış ak kaşık' olamayacağını bilmişiz. Hayra sevkedebilmek için elimizden geleni yapsak da, ellerinden şer sâdır olduğunda, durup tekrar düşünürüz: "Şimdi ben buna küsüp gitsem sonuçta kazanan kim olur?"
Türkiye müslümanlarının bu özelliği ile iftihar ediyorum arkadaşım. Böyle davranmanın da mümkün yollar içinde en güzel yol olduğunu düşünüyorum. Ve 'mümkün olmayanı isteyenler'den bir zümreyi de selefîler olarak düşünüyorum. İşte, onlar, dahilde kılıç çekmeye kadar giden kaotik şeriatçılıklarını bizim bu mâkul şeriatçılığımızın yerine yerleştiremedikleri için bize düşman kesiliyorlar. Onlara göre Bediüzzaman devrimin yolunu kapattı. Halkı sakinleştirdi. Sakinleştirdiği için de aradıkları kıvamda cinnet bulamıyorlar.
Bu sıralar Bediüzzaman'dan Razılığı Olmayanlar listesine yeni yeni isimler de ekleniyor üstelik. Evet. Mesela? Mesela: Selefîler. Türkiye'de 'Ebu Hanzala' vs. gibi isimler üzerinden taban tutmaya başlayan bu ekol de Bediüzzaman'ı bir türlü beğenmiyor, sevmiyor. Hoş, onların dünyada kendilerinden başka sevdikleri kimse var mı, o da tartışılır ya. Oraya girmeyelim. (Adamlar gölgeleri karşı duvara vursa onu bile tekfir edecek tiynetteler.) Dünyayı kurtarmak için sarfettikleri mesai iki merkezde temerküz ediyor: 1) Ne yapıp edip Allah'ı bir mekan sahibi yapacaklar. 2) Ne yapıp edip birilerini dinden çıkaracaklar. Takva ehli bir müslimin her gece uyumadan önce nefis muhasebesi için kendisine sorması gereken "Bugün Allah için ne yaptın?" sualini bu arkadaşlar şöyle çeviriyorlar: "Bugün Allah için kimi tekfir ettin?" Tabii böyle tahtieci bir zihniyetten de düzgün bir iş çıkmıyor. Nereye çöreklenseler orada kardeş kardeşi yiyor.
Ne demiş Sünuhat'ında mürşidim efendim: "Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş'et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz." Fakat bazılarının memurluğu bugün suizan, husumet ve ayrılık üzerinedir, maalesef...
Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Bence selefîlerin Bediüzzaman Hazretlerini sevmemelerinin nedenlerinden birisi de onun 'cumhurî sistem' ile İslam arasında kurduğu sulhten dolayıdır. Hatta 'ehven-i şer'i bir oy verme yöntemi olarak ihtiyar etmesidir. Evet. Bediüzzaman'a göre, cumhurî sistemde, sisteme başkaldırmak, sırt dönmek, reddetmek bir çözüm değildir. Ya? Sistemin elverdiği ölçüde hayra, adalet-i mahzaya, o da olmuyorsa, bir adalet-i izafiye olarak ehven-i şerre (yani kötülerden en iyisine) rey verme yolunu tutmaktır. Çünkü bizzat kendisinin beyanıyla "Ehvenüşşer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..."
Söyleyeceklerimi tamamlamadan önce küçük bir iktibas yapmalıyım. Kendisini 'seküler' olarak tarif eden Mısırlı düşünür Fuad Zekeriya, Çağdaş İslamcı Harekette Hakikat ve Hayal eserinde, İhvan'ın Enver Sedat'a neden suikast düzenlediğini şöyle analiz ediyor:
"Sedat'ın onları cezalandırış biçimi, Nasır'ınkiyle karşılaştırıldığında, çok daha hafif olmasına rağmen İslamcı gruplar öfkelerini neden Sedat'a kustular? (...) Sedat aslında İslamcılara çok yakın olduğu için öldürülmüştür. İhvan, Sedat'ın kendisine çok yakın oluşuna epey umut bağlamış ve Sedat da İhvan'ı 'birçok amacını gerçekleştirmek için çalıştığına' inandırmıştı. Ayrıca, Sedat onlara üyelerini çoğaltma fırsatı vermiş ve İhvan da bu jeste 'hayal ettikleri İslamcı devletin kurulmasının eşiğine gelindiği' beklentisine kapılarak yanıt vermişti. Ancak, dışarı yansıttığından daha farklı hesaplar ve planlar yapmakta olan Sedat, iktidarının son iki yılında, İhvan'ın ümitlerini boşa çıkardı. Batı'yla ilişkisini ve sayısı milyonları bulan hristiyan Mısır vatandaşlarını koruma gereksinimini hesaba katınca İhvan'dan uzaklaşmaya başladı. Ancak İslamcı grupların gücü rejim tarafından konan sınırları aşınca bu soğuma şiddete dönüştü. Şeriatın eksiksiz bir şekilde uygulanma olasılığının azalmakta olduğunun farkına varınca İslamcı gruplar da rejimle aralarına mesafe koymaya başladılar. Sedat'a karşı, onları hapse atan ve işkence eden Nasır'a yaptıklarından daha çok şiddete başvurmalarının sebebi buydu. Sedat'ın, kendilerine yakınmış gibi davrandıktan sonra aldattığını, bütün taleplerini kabule yanaşmayacağını keşfettiler."
Türkiye'de İslamcılığın hikâyesi Mısır'daki yolu izlemediyse bunda Bediüzzaman Hazretlerinin payının çok büyük olduğunu düşünüyorum. Elbette pay sahibi olan tek kişi o değildi. 'Müsbet hareketi' usûl edinmiş herkesin bugünlere sarsıntısız gelinmesinde hissesi vardı. Fakat Bediüzzaman'ın devr-i hayatında takındığı tavır ayrıca 'geniş kitlelere ulaşma-etkileme' yeteneğine sahipti. Yani tesiri çoktu. Ve o 'gerçekten seçim denilebilecek seçimler'in yapıldığı 1950 sonrasında rey kanaatini talebelerine şöyle izhâr etmişti:
"Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, 'ehvenüşşer' deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur'a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; 'ehvenüşşer' olarak bakınız. Daha âzamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara fâideniz dokunsun..."
Bugün de Türkiye'nin benzer bir dönemden geçtiğini söylemek hata olmaz diye düşünüyorum. Evet... 2002'de, maşaallah, mührü eline alan AK Parti'den beklediklerimizin tamamını gördüğümüzü söyleyemeyiz. Evet. Alınması gereken daha epey mesafe var gibi görünüyor. Ve, evet, bazen AK Parti'nin bizzat kendisi de bu mesafenin alınıp-alınmayacağı konusunda bizi tereddüde düşürüyor. Lakin Türkiye'deki dindarların zihninde şöyle bir ferasetli 'sağlama yapma yöntemi' var: 'Ehven-i şer düsturu.' Yahut daha bilinen ismiyle 'ehvenü'ş-şerreyn kaidesi.' Seçeneklerin hiçbirisi hayr-ı mahzı tam ifade etmediğinde 'en az zararlısını' veya 'kötülerin en az kötüsünü' seçme. Bu fıkıh kaidesini, Üstad Hazretleri, 'Türkiye müslümanlarının siyaset algısına' merkezî bir şekilde yerleştirmiştir.
'Türkiye müslümanları' mevzua böyle ferasetle baktıkları için, kemalizmi yıkması için oy verdikleri AK Parti artık kemalizme yanlamaya başlasa bile, Filistin için büyük umutlar bağladıkları hükümet Gazze'de hüsrana uğratsa bile, sokaklarda açıklık-saçıklık, ahlaksızlık, LGBT, yozlaşma artsa bile, büsbütün sırtlarını dönüp hasma dönüşmüyorlar. Bir adım ötesini de hesaba katıyorlar: "Ben buna hasım olursam kime yolvermiş olurum? Yoksa 'azamüşşer'e kapı mı aralarım? Eğer öyle olacaksam, aman, durayım. İleri gitmeyeyim." O yüzden her seçimde solcuların hiç beklemedikleri neticeler sandıktan çıkıyor. Yani, bir dindar, ne kadar hükümeti eleştirirse eleştirsin, ki eleştiri yapmak 'insafı katık ettikten sonra' hakkıdır da, iş 'Mührü kime vermek lazım?' sorusuna geldiğinde 'Mührü azamüşşerre vermem! Kan içer kızılcık şerbeti derim. Tamam. Lakin ehven-i şer makuliyetinden ayrılmam!' refleksi gösteriyor.
Bu makuliyet refleksi de Türkiye'yi siyasi çalkantılardan büyük ölçüde koruyor. Evet. Biz siyasetin 'kusurlu bir alan' olduğunu kabul etmişiz. O alanda faaliyet gösterenlerin de 'sütten çıkmış ak kaşık' olamayacağını bilmişiz. Hayra sevkedebilmek için elimizden geleni yapsak da, ellerinden şer sâdır olduğunda, durup tekrar düşünürüz: "Şimdi ben buna küsüp gitsem sonuçta kazanan kim olur?"
Türkiye müslümanlarının bu özelliği ile iftihar ediyorum arkadaşım. Böyle davranmanın da mümkün yollar içinde en güzel yol olduğunu düşünüyorum. Ve 'mümkün olmayanı isteyenler'den bir zümreyi de selefîler olarak düşünüyorum. İşte, onlar, dahilde kılıç çekmeye kadar giden kaotik şeriatçılıklarını bizim bu mâkul şeriatçılığımızın yerine yerleştiremedikleri için bize düşman kesiliyorlar. Onlara göre Bediüzzaman devrimin yolunu kapattı. Halkı sakinleştirdi. Sakinleştirdiği için de aradıkları kıvamda cinnet bulamıyorlar.
Halbuki bu adamların parmak karıştırdıkları hiçbir yerde hakkıyla şeriatın geldiği görülmemiş. Aksine, şeriat yerine, cinneti hükümferma etmişler. Kardeşi kardeşi yedirmişler. Kardeşi kardeşe tekfir ettirmişler. Kafirler için uygun operasyon alanları açmışlar. Yoksa, Allah korusun ya, bu kadar inkisar-ı hayale bir 'Enver Sedat vakası' da Türkiye'de meydana gelebilirdi. Elhamdülillah ki gelmiyor. Gelmeyecek de... Çünkü Türkiyeli müslüman şöyle diyor: "Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de, hal-i âlemin salâhını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum. Fakat irade edemiyorum; çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var..." Hakikat ile hayal arasına 'mâkuliyet' ayracı koyduğu için Türkiyeli müslüman hata değil isabet ediyor.
28 Eylül 2025 Pazar
Bayram değil, seyran değil, Trump enişte bizi niye öptü?
İmam Şafiî rahimehullaha atfedilen bir söz var: “Fitne zamanı düşman oklarını takip edin. O sizi Hak ehline götürür.” Doğrusu o büyük imamın böyle bir sözü gerçekten var mıdır bilmiyorum. Google'da yaptığım aramalardan da bir sonuca ulaşamadım. Kaynağını bulamadım. Akıbetinin, İmam Ali radyallahu anha atfen sosyalmedyada çokça gezdirilen, “Bir zulme engel olamıyorsanız, onu duyurun!" sözüne benzemesinden korkuyorum. Zira, mezkûr kelamın Hz. Ali radyallahu anha değil, Ali Şeriatî'ye ait olduğunu İranlı bir yazarın kitabından öğrenmiştim. (Sorularlaislamiyet sitesinde de 'kaynaklarda böyle bir sahabi sözüne rastlanmadığı' belirtilmiş.) Eh, evet, günümüzdeki anlamda basın-yayın olmayan bir devirde 'zulmü duyurmak' nasıl olabilirdi ki? İşin içinde bir gariplik bulunduğu belli...
Fakat, Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade ettiği gibi, ilm-i siyasette maslahat mülahazasıyla böyle yollara çok sülûk ediliyor. Hatta, şu sadece siyasetin hastalığı değil, zamanın hastalığı: "Şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hatta, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor..." Tuttuğu partinin propagandasına yardımcı olacak diye İmam Şafiî rahimehullanın ağzına böyle bir beyanı yerleştirmeyi hoşgörmüş olabilir birileri. Peki seçilen neden o olmuş olabilir bu defa? Herhalde Kürtler arasındaki itibarından kaynaklanmıştır. Eğer propagandanın hedefinde Hanefîler değil Şafiîler varsa, sözü elbette İmam-ı Âzâm rahimehullah yerine, İmam Şafiî'nin ağzına koymak daha mantıklı. Ancak baştaki beyanımı tekrar edeyim: O büyük imamın hakikaten böyle bir sözü bulunup bulunmadığını bilmiyorum.
Focus filminde, Will Smith, yalan hakkında şöyle demişti vurulmadan hemen önce: "Yalanın sorunu şu: Seçeneklerini kısıtlıyor. Seni giderek bir köşeye sıkıştırıyor." Her yalancı hissetmiştir bunun sancısını. Evet. Yalanın doğurgan bir vücudu vardır. Yalan yalanı doğurur. Onu itiraftan başka hiçbir şey onaramaz. Çünkü kurgu dünya artık başlamıştır. Gerçekten bir kere çıkılmıştır. Tekrar itiraf/tevbe ile dönülmezse giderek ayaklar yerden kesilir. Yalancı, gün gelir öyle bir hale gelir ki, söylediği yalanlara 'yalnız kendisinin inandığı' bir doğruluk atfeder. Kıyas ölçüsünü yitirdikten sonra yalan neden yalan olsun? Fakat, Rahman sûresi, ikinci bir gerçekliğin olmadığını ne kadar açık söyler bize: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse çıkın."
Bediüzzaman Hazretleri de yine diyor ki: "Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Neden Allah'a iftira olsun yalan? Çünkü, O öyle yaratmadığı halde, sen öyle olduğunu söylüyorsun. Yalan söylemenin hakikate vurduğu kılıç bu: 'Paralel' fakat 'vehmî' evrenler oluşturmak. Hakikati olmayan spekülasyon vücutlar... Yine mürşidimin dediği gibi: "Dalalet vehmîdir." Öyle olmayana 'öyleymiş' gibi davranmaya başladıktan sonra seni hakikatin yanında kim tutabilir? Kezzâbı sıkıştıran çember bir önceki yalanının ne olduğunu hatırlamakta zorlanmasıdır. Vehmin hafızası yoktur. Hakikatinse öncesiyle çelişkisi yoktur. Zamanın müfessirliği vehim ile hakikati ayırır. Bir adım ilerisiyse, yalanlarının, sonraki yalanlarının da ayaklarına dolanmasıdır. Bunu, aynı yöne gitmeyen, eninde sonunda çakışacak doğrular gibi düşünün. Yalana söylemekle vehmî bir vücut veriyorsunuz. O vücut başladığı yerde bitmiyor. Ekilmiş bir tohum gibi büyümeye devam ediyor. Belki biraz da bu yüzden 2. Lem'a'da şöyle deniliyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."
Haydi, küfre gitmese bile, şu tehlike mevcut: Artık kendinizle çelişmeye başlıyorsunuz. Sözgelimi: Erdoğan'ın son ABD ziyareti sırasında gördüğü ilgiden dolayı 'itibarının büyüklüğüne' hükmedenler, daha önceleri İmam Şafiî rahimehullaha atfettikleri o cümleyi unutuyorlar. Bu defa düşmanın okunu aramıyorlar. Düşmanın öpücüğünü arıyorlar. O zamanlar Erdoğan'la uğraştığı için bize hakikati işaret eden ABD, şimdi Erdoğan'a değer verdiği için hakikati işaret eder hale geliyor. Elbette bu tastamam pragmatizmdir. 'Dün dündür, bugün bugündür'cülüktür. Bu hususta da Üstad Hazretlerinin şu sözü çok gözaçıcıdır:
"Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır."
Yanlış anlaşılmasın. Şu hayatta pragmatizmin hiç yeri olmadığını söylemiyoruz. Vardır. Ancak 'kâfir gözünde değer aramanın' sakıncalı olduğuna dikkat çekiyoruz. Onlarla elbette belli düzeylerde 'ortak düşmanlara karşı' ittifak ilişkileri sürdürülebilir. Lakin onların dostluklarına asla güvenilmez. Nitekim, ABD de, 'ne delikanlı bir dost olduğunu' yakında Katar'a gösterdi. NATO dışından en büyük müttefiki gibi gördüğü bir ülkeyi itine ısırttı. Hem de ne ısırtma! Hainliğin daniskası. Gözlerimiz bu yüzden hep açık tutulmalıdır.
Hakkını yemeyeyim. Bence Erdoğan da bu durumun kendi içinde farkındadır. Trump'ın yüzüne gülmesinin, elini sıkmasının, iltifatlarının 'koparacağı anlaşmalarla' ilgili olduğunu bilmektedir. Zaten Trump kendisine haraç vermeye gelmiş hiçbir İslam ülkesine kötü davranmamıştır. Hepsini cilalayıp ağırlamıştır. Alacağını aldıktan sonra da kendi işine dönmüştür. Trump'ın husumet gösterdiği 'para vermeye gelenler' değil 'para almaya gelenler'dir ki, Zelenski mesela, bunlardan birisidir. O yüzden Trump'ın veya daha genel manada Amerika'nın veyahut en geniş manada ehl-i küfrün gösterdiği iltifata itibar edilmez. "Bu bizi niye oklamıyor?" diye huylanılır.
Fakat, Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade ettiği gibi, ilm-i siyasette maslahat mülahazasıyla böyle yollara çok sülûk ediliyor. Hatta, şu sadece siyasetin hastalığı değil, zamanın hastalığı: "Şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hatta, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor..." Tuttuğu partinin propagandasına yardımcı olacak diye İmam Şafiî rahimehullanın ağzına böyle bir beyanı yerleştirmeyi hoşgörmüş olabilir birileri. Peki seçilen neden o olmuş olabilir bu defa? Herhalde Kürtler arasındaki itibarından kaynaklanmıştır. Eğer propagandanın hedefinde Hanefîler değil Şafiîler varsa, sözü elbette İmam-ı Âzâm rahimehullah yerine, İmam Şafiî'nin ağzına koymak daha mantıklı. Ancak baştaki beyanımı tekrar edeyim: O büyük imamın hakikaten böyle bir sözü bulunup bulunmadığını bilmiyorum.
Focus filminde, Will Smith, yalan hakkında şöyle demişti vurulmadan hemen önce: "Yalanın sorunu şu: Seçeneklerini kısıtlıyor. Seni giderek bir köşeye sıkıştırıyor." Her yalancı hissetmiştir bunun sancısını. Evet. Yalanın doğurgan bir vücudu vardır. Yalan yalanı doğurur. Onu itiraftan başka hiçbir şey onaramaz. Çünkü kurgu dünya artık başlamıştır. Gerçekten bir kere çıkılmıştır. Tekrar itiraf/tevbe ile dönülmezse giderek ayaklar yerden kesilir. Yalancı, gün gelir öyle bir hale gelir ki, söylediği yalanlara 'yalnız kendisinin inandığı' bir doğruluk atfeder. Kıyas ölçüsünü yitirdikten sonra yalan neden yalan olsun? Fakat, Rahman sûresi, ikinci bir gerçekliğin olmadığını ne kadar açık söyler bize: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse çıkın."
Bediüzzaman Hazretleri de yine diyor ki: "Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Neden Allah'a iftira olsun yalan? Çünkü, O öyle yaratmadığı halde, sen öyle olduğunu söylüyorsun. Yalan söylemenin hakikate vurduğu kılıç bu: 'Paralel' fakat 'vehmî' evrenler oluşturmak. Hakikati olmayan spekülasyon vücutlar... Yine mürşidimin dediği gibi: "Dalalet vehmîdir." Öyle olmayana 'öyleymiş' gibi davranmaya başladıktan sonra seni hakikatin yanında kim tutabilir? Kezzâbı sıkıştıran çember bir önceki yalanının ne olduğunu hatırlamakta zorlanmasıdır. Vehmin hafızası yoktur. Hakikatinse öncesiyle çelişkisi yoktur. Zamanın müfessirliği vehim ile hakikati ayırır. Bir adım ilerisiyse, yalanlarının, sonraki yalanlarının da ayaklarına dolanmasıdır. Bunu, aynı yöne gitmeyen, eninde sonunda çakışacak doğrular gibi düşünün. Yalana söylemekle vehmî bir vücut veriyorsunuz. O vücut başladığı yerde bitmiyor. Ekilmiş bir tohum gibi büyümeye devam ediyor. Belki biraz da bu yüzden 2. Lem'a'da şöyle deniliyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."
Haydi, küfre gitmese bile, şu tehlike mevcut: Artık kendinizle çelişmeye başlıyorsunuz. Sözgelimi: Erdoğan'ın son ABD ziyareti sırasında gördüğü ilgiden dolayı 'itibarının büyüklüğüne' hükmedenler, daha önceleri İmam Şafiî rahimehullaha atfettikleri o cümleyi unutuyorlar. Bu defa düşmanın okunu aramıyorlar. Düşmanın öpücüğünü arıyorlar. O zamanlar Erdoğan'la uğraştığı için bize hakikati işaret eden ABD, şimdi Erdoğan'a değer verdiği için hakikati işaret eder hale geliyor. Elbette bu tastamam pragmatizmdir. 'Dün dündür, bugün bugündür'cülüktür. Bu hususta da Üstad Hazretlerinin şu sözü çok gözaçıcıdır:
"Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır."
Yanlış anlaşılmasın. Şu hayatta pragmatizmin hiç yeri olmadığını söylemiyoruz. Vardır. Ancak 'kâfir gözünde değer aramanın' sakıncalı olduğuna dikkat çekiyoruz. Onlarla elbette belli düzeylerde 'ortak düşmanlara karşı' ittifak ilişkileri sürdürülebilir. Lakin onların dostluklarına asla güvenilmez. Nitekim, ABD de, 'ne delikanlı bir dost olduğunu' yakında Katar'a gösterdi. NATO dışından en büyük müttefiki gibi gördüğü bir ülkeyi itine ısırttı. Hem de ne ısırtma! Hainliğin daniskası. Gözlerimiz bu yüzden hep açık tutulmalıdır.
Hakkını yemeyeyim. Bence Erdoğan da bu durumun kendi içinde farkındadır. Trump'ın yüzüne gülmesinin, elini sıkmasının, iltifatlarının 'koparacağı anlaşmalarla' ilgili olduğunu bilmektedir. Zaten Trump kendisine haraç vermeye gelmiş hiçbir İslam ülkesine kötü davranmamıştır. Hepsini cilalayıp ağırlamıştır. Alacağını aldıktan sonra da kendi işine dönmüştür. Trump'ın husumet gösterdiği 'para vermeye gelenler' değil 'para almaya gelenler'dir ki, Zelenski mesela, bunlardan birisidir. O yüzden Trump'ın veya daha genel manada Amerika'nın veyahut en geniş manada ehl-i küfrün gösterdiği iltifata itibar edilmez. "Bu bizi niye oklamıyor?" diye huylanılır.
"Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı."
Maşaallah Erdoğan'ın siyasetine ki, şark husumetini, siyasete ilk girdiği günden beri boğuyor. Boğmaya da devam eder inşaallah. İslam'ın inkişafı buradan doğacaktır. Türkiye'nin bahtı da buradan aydınlacaktır. Varsın İslam ülkelerinin tamamı yeterince müsbet yaklaşmasınlar. İlanihayet kâfirin zulmü bizi birbirimize yakınlaştıracaktır. Gönlümüzle olmazsa, Hak Teala, zalimler eliyle bizi birbirimize mecbur edecektir. Fakat, Erdoğan'ın etrafında, Batı'ya teşne, kâfirin yanağından makas almasından sevince boğulan pek acayip tipler de var. Yukarıdaki cümlenin ikinci yarısı onlara bakıyor. Aman, dikkat, teyakkuz! "Garp husumeti bâki kalmalı!" Çünkü Batı'yla dostlaşmak kendi felaketimizi çağırmaktır. Yaptıkları iltifata dahi 'hasmın gülümsemesi' gibi şüpheyle yaklaşılmalıdır. Bu şüphe ancak bizi onlardan gelecek saldırılara karşı tedbirli kılar. Allah ululemrimizi istikametten ayırmasın. Âmin.
26 Eylül 2025 Cuma
Aman yine arkamızı dolaşmasınlar
Bir Yazar Nasıl Okunur'da John Freeman'ın söyleşi yaptığı yazarlardan birisi de Norman Mailer. Mailer, söyleşinin son kısımlarında, hayatı üzerine bir roman kaleme aldığı Hitler'e dair şunları söylüyor: "Almanya'nın I. Dünya Savaşı sonrası berbat koşulları gözönüne alındığında bir canavarın ülkeyi ele geçirmesi için bütün şartlar yaratılmıştı." Yani, ona göre, ilk dünya savaşındaki yenilginin Almanlara verdiği utanç, onları, 'kurtarıcı her sese koşulsuz kapılacak' bir pozisyona getirdi. Benzer bir tesbiti tarihçi John Lukacs da Modern Çağın Sonu'nda yapar.
Ona göre de Hitler'in 'tek adam' olması sürecinin taşları halkına aşıladığı 'özgüvenle' örülmüştür. Almanlar kendilerini o kadar aşağılanmış hissetmektedirler ki, bu aşağılanmadan kurtulmak için, tutulacak her ışığa delice koşmak eğilimindedirler. Hitler'in hüneri bu psikolojiyi hitabetiyle yönetmesindedir. Sonraki olağanüstülüklerse halkın bu hitabete verdiği coşkulu karşılıktır. Kitapta Simone Weil'in 1942'de dillendirdiği şu ifadeler iktibas edilir:
"Hitler ekonomiyi küçümsüyorsa, nedeni, ekonomiden hiç anlamıyor olması değildir. Ekonominin bağımsız bir gerçek olmadığını ve sonuç olarak gerçek kuralları bulunmadığını bildiği içindir. (Bu Hitler'in sahip olduğu basit sağduyu anlayışlarından birisidir ve bu tür fikirler pek az anlaşıldığı için ilham edilmiş olarak nitelenebilir.) Hitler'in, bir tür insan meselesinin fiziğini idrak ettiğini, açıkça idrak ettiğini inkâr etmek güç görünüyor. O 'zorlamanın gücüne' dair şaşmaz bir inanca sahip. Hitler'in olağanüstü gücü, olağanüstü yükselişi, olağanüstü başarıları halkını olağanüstü derecede cezbetmesi büyük ölçüde onun aklın maddeden üstün olduğu kanaatinden kaynaklanıyor."
Evet. Hitler'in 'sıradışı yükselişi' konunun uzmanlarına göre böyle bir içeriğe sahip. Fakat, bu hikâye bize, hemen hemen aynı dönemlerde yaşanan bir başkasını hatırlatmıyor mu? Soru şu: Neşe ne zaman tehlikeli olur? İşte, Bediüzzaman Hazretlerinin, Tabiat Risalesi'nin başına koyduğu 'İhtar' bu konuda da gözümüzü açar cinsten:
"1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!' (...) Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."
Demek Hristiyan takvimine göre 1922 yılında, yani Cumhuriyet'in kurulduğu dönemde, mezkûr tehlike kendisini bizde de göstermiş. Balkan harpleri, 93 Harbi, I. Dünya Savaşı vs... Üstüste yaşanan mağlubiyetlerden izzet-i nefsi iyice kırılan müslümanlar büyük bir zafer elde etmişler. Elhamdülillah. Ancak... Zafer sarhoşluğu içinde kimlerin arkamızı dolaştığı anlaşılamamış. Tıpkı Uhud harbinde, galibiyet sevinciyle, okçular tepesi terkedilip düşmanın taarruzuna uğranıldığı gibi, Kurtuluş Harbi'nde de, yine galibiyetin sevinciyle, iman tepesinde dikkat kesilmesi gereken mü'minler bu önemli mesailerini unutmuşlar. Yahut bakacak dermanı bulamamışlar. Devletin direksiyonunun kimlerin eline geçtiğini anlayamamışlar. Bedeli Uhud'dan da ağır olmuş üstelik. Bin yıl İslam'ın bayraktarlığını yapmış bir mücahidler topluluğu, dedelerine, "Eliyazübillah!" dedirtecek deneate sürüklenmişler. ne medreselerini ne İslam harflerini ne de ezanlarını ellerinde tutabilmişler... Hüda tekrarını yaşatmasın. Âmin.
Dua ediyoruz ama dikkatli olmakta da fayda var. Çünkü 'neşe zamanlarının körleştirici etkisi' her zaman câri. Nitekim 15 Temmuz'da kazandığımız zafer de bizi bir ölçüde sarhoşluğa düşürdü. Öyle ki, kemalizmle yüzyıllık hesaplaşmamızı yapmasını beklediğimiz hükümetimiz, bu hesaplaşmayı 'önemsememeye' başladı. AK Parti'de artık eskisi kadar coşkulu bir 'kemalizm eleştirisi' göremiyoruz. Başını biraz Atatürk'e doğru kaldıranı ise, 5816'dan önce, partinin kendisi buduyor. Misalleri bir değil yüzü geçti. O yüzden Ahmed kardeşiniz de kendisine sormadan edemiyor: Acaba yine birileri arkamızı mı dolaştı? Neşemizi dikkatsizliğimize fırsat mı bildi? Böyle birşey olduysa tekrar nasıl toparlanacağız? Aynı şeyleri yaşamadan evvel direksiyonu elimize nasıl alacağız? Sorularım var. Fakat cevaplara sahip değilim. Belki bileniniz vardır. Yine hidayetini Hak Teala'dan dilemekten başka çare bulamıyorum.
Ona göre de Hitler'in 'tek adam' olması sürecinin taşları halkına aşıladığı 'özgüvenle' örülmüştür. Almanlar kendilerini o kadar aşağılanmış hissetmektedirler ki, bu aşağılanmadan kurtulmak için, tutulacak her ışığa delice koşmak eğilimindedirler. Hitler'in hüneri bu psikolojiyi hitabetiyle yönetmesindedir. Sonraki olağanüstülüklerse halkın bu hitabete verdiği coşkulu karşılıktır. Kitapta Simone Weil'in 1942'de dillendirdiği şu ifadeler iktibas edilir:
"Hitler ekonomiyi küçümsüyorsa, nedeni, ekonomiden hiç anlamıyor olması değildir. Ekonominin bağımsız bir gerçek olmadığını ve sonuç olarak gerçek kuralları bulunmadığını bildiği içindir. (Bu Hitler'in sahip olduğu basit sağduyu anlayışlarından birisidir ve bu tür fikirler pek az anlaşıldığı için ilham edilmiş olarak nitelenebilir.) Hitler'in, bir tür insan meselesinin fiziğini idrak ettiğini, açıkça idrak ettiğini inkâr etmek güç görünüyor. O 'zorlamanın gücüne' dair şaşmaz bir inanca sahip. Hitler'in olağanüstü gücü, olağanüstü yükselişi, olağanüstü başarıları halkını olağanüstü derecede cezbetmesi büyük ölçüde onun aklın maddeden üstün olduğu kanaatinden kaynaklanıyor."
Evet. Hitler'in 'sıradışı yükselişi' konunun uzmanlarına göre böyle bir içeriğe sahip. Fakat, bu hikâye bize, hemen hemen aynı dönemlerde yaşanan bir başkasını hatırlatmıyor mu? Soru şu: Neşe ne zaman tehlikeli olur? İşte, Bediüzzaman Hazretlerinin, Tabiat Risalesi'nin başına koyduğu 'İhtar' bu konuda da gözümüzü açar cinsten:
"1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!' (...) Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."
Demek Hristiyan takvimine göre 1922 yılında, yani Cumhuriyet'in kurulduğu dönemde, mezkûr tehlike kendisini bizde de göstermiş. Balkan harpleri, 93 Harbi, I. Dünya Savaşı vs... Üstüste yaşanan mağlubiyetlerden izzet-i nefsi iyice kırılan müslümanlar büyük bir zafer elde etmişler. Elhamdülillah. Ancak... Zafer sarhoşluğu içinde kimlerin arkamızı dolaştığı anlaşılamamış. Tıpkı Uhud harbinde, galibiyet sevinciyle, okçular tepesi terkedilip düşmanın taarruzuna uğranıldığı gibi, Kurtuluş Harbi'nde de, yine galibiyetin sevinciyle, iman tepesinde dikkat kesilmesi gereken mü'minler bu önemli mesailerini unutmuşlar. Yahut bakacak dermanı bulamamışlar. Devletin direksiyonunun kimlerin eline geçtiğini anlayamamışlar. Bedeli Uhud'dan da ağır olmuş üstelik. Bin yıl İslam'ın bayraktarlığını yapmış bir mücahidler topluluğu, dedelerine, "Eliyazübillah!" dedirtecek deneate sürüklenmişler. ne medreselerini ne İslam harflerini ne de ezanlarını ellerinde tutabilmişler... Hüda tekrarını yaşatmasın. Âmin.
Dua ediyoruz ama dikkatli olmakta da fayda var. Çünkü 'neşe zamanlarının körleştirici etkisi' her zaman câri. Nitekim 15 Temmuz'da kazandığımız zafer de bizi bir ölçüde sarhoşluğa düşürdü. Öyle ki, kemalizmle yüzyıllık hesaplaşmamızı yapmasını beklediğimiz hükümetimiz, bu hesaplaşmayı 'önemsememeye' başladı. AK Parti'de artık eskisi kadar coşkulu bir 'kemalizm eleştirisi' göremiyoruz. Başını biraz Atatürk'e doğru kaldıranı ise, 5816'dan önce, partinin kendisi buduyor. Misalleri bir değil yüzü geçti. O yüzden Ahmed kardeşiniz de kendisine sormadan edemiyor: Acaba yine birileri arkamızı mı dolaştı? Neşemizi dikkatsizliğimize fırsat mı bildi? Böyle birşey olduysa tekrar nasıl toparlanacağız? Aynı şeyleri yaşamadan evvel direksiyonu elimize nasıl alacağız? Sorularım var. Fakat cevaplara sahip değilim. Belki bileniniz vardır. Yine hidayetini Hak Teala'dan dilemekten başka çare bulamıyorum.
21 Eylül 2025 Pazar
'Elif Şafak' mı yoksa 'Bediüzzaman' mı çok satar?
Bugünü Yaşama Arzusu'nda Irvin D. Yalom'un aktardığına göre, filozof Arthur Schopenhauer'ın annesi, döneminin 'çok satar' bir aşk romanları yazarıymış. Schopenhauer, Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü'nü yazdığı zaman, biraz da alaycılıkla oğluna takılmış: "Korkarım senin bu kitapların hep raflarda kalacak..." Yani "Kimse alıp okumayacak. Öyle duracaklar. Çürüyecekler..." demeye getirmiş. Schopenhauer abimizse, hey maşaallah, kendinden emin bir şekilde raconu kesmiş: "Evet, anne, senin kitapların unutulup gittiğinde dahi benim kitaplarım hâlâ raflarda olacak!" Hakikaten de zaman Schopenhauer'ı haklı çıkarmıştır. Bugün annesinin ismini/kitaplarını hatırlayan yoktur. Ama Schopenhauer'ın eserleri felsefe meraklılarının ilgi gösterdiği metinler olarak varlıklarını hâlâ sürdürmektedir.
John Freeman'ın 'Bir Yazar Nasıl Okunur'unda misafirim ben de bugünlerde. Kitabın altbaşlığı içeriğini fısıldıyor zaten: 'Çağdaş Dünya edebiyatından Yazarlarla Söyleşiler...' Tanıdık isimler var tabii. Bir tanesi Elif Şafak. Şafak, Türkiye'de bir dönem, kitapları 'çok satanlar' listesinde yeralmış bir isim. Evet. Ben de bazı kitaplarını okudum. Romancılığının abartıldığını düşünürüm hep. Hem de onu 'yerli oryantalistler' zümresinden sayarım. 'Oryantalist' demem yurtdışında dünyaya gelmesinden veya şimdi orada yaşamasından vs. değildir. Müslüman Türkiye'yle ilişkisinin bir Batılının nazar-ı sathîsine sahip olmasındandır. Yani, Elif Şafak, bilâd-ı İslam'ı incelerken ne 'Elif' ne de 'Şafak' olabilmektedir. Pierre Loti kıvamında, tam Batı'nın Asya'yı seyretmeyi sevdiği tepeden, metinlerini üretmektedir.
Freeman'la söyleşisinde de aynı ham tavrın izlerini görmek mümkün. Her neyse... Bu bahsi uzatmayayım. Fakat mezkûr bölümde dikkatimi çeken, Şafak'ın verdiği, Kur'an'la ilgili yanlış bir bilgi var. Yerinden okuyalım: "Kur'an'da, kökleri yukarı doğru, havada olan bir ağaçla ilgili çok sevdiğim bir metafor var. Milliyetçi eleştirmenler bana, 'Köklerin yok, sözde bir Türksün' dedikleri zaman 'Hayır, köklerim var, sadece yerde değiller. Yukarıda, havadalar' diyorum." (Bir Yazar Nasıl Okunur, Hep Kitap, s. 186) Müteyakkızların yakaladığı üzere, Elif Şafak, burada birşeyleri fena karıştırıyor. Evet. Kur'an'da bir ağaç tasviri var. Doğru. İbrahim sûresinin 24. ayetinde. Ki kısacık bir meali de şöyledir: "Görmedin mi, Allah güzel sözü güzel bir ağaca benzetti ki, kökü sabit, dalları ise semâdadır."
Tasvir tamam. Ancak, hemen farkettiğiniz gibi, ağaçta Elif Şafak'ın bahsettiği türden bir acayiplik yok. Yani, Kur'an-ı Hakîm, bu ağacı tasvir ederken 'kökleri gökte, dalları aşağıda' demiyor. Ya? Bilakis, 'kökü sabit, dalları ise semada' normal bir ağacın tasviri bu. Şafak'ın tahayyül ettiği gibi değil. Peki, Elif Şafak, Kur'an'da böyle bir ağacın tasvir edildiği fikrine nereden kapıldı? İşte, zurnanın 'zort' dediği yere geliyoruz, çünkü 'yerli oryantalizm' illeti burada başlıyor. Evet. Din hakkında nazar-ı sathî ile konuşmak gabîleşmenin başlangıcıdır. Elif Şafak, cennetteki Tûbâ ağacı ile ilgili işittiği tasvirleri, Kur'an'daki bu ayette geçiyor sanıyor. Belki merak edip hiç "Tam olarak ne söyleniyor yahu?" diye bakmamış. Kulağına geldiği kadarıyla yaşayıp gitmiş. Yerli oryantalistler hep böyle yapar zaten.
Kur'an'da, Ra'd sûresinin 29. ayetinde zikredilen 'Tûbâ'nın ne olduğu ise, mübarek müfessirlerimiz tarafından başka başka şekillerde açıklanmaya çalışılmıştır. Sorularla İslamiyet'te, Abdulbaki Turan imzalı 'Tûbâ' makalesinde, şöyle icmalî bir bilgi veriliyor:
"İman edip güzel amel edenler için Tûbâ ve dönüp gidecek güzel yurd vardır, (er-Ra'd, 13/29) ayetinde geçen 'tûbâ' hakkında İbn Abbas'tan iki rivâyet vardır: Birisi Cennet veya Cennette bir ağaç. Müfessir Kurtubî, Tûbâ'nın Cennette bir ağaç olduğu görüşünü tercih eder ve 'Sahih olan görüş, Tûbâ'nın bir ağaç olduğudur' der (Kurtubî Tefsiri, IX, 317). Zira Süheylî'nin zikrettiği gibi, Utbe İbn Abd es-Sülemî'den rivâyet edilen merfü bir hadis vardır: 'Tûbâ diye adlandırılan ağaç ne iyi ağaçtır!' Tûbâ ile ilgili olarak İmam Ahmed'in Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği mevzu bir hadis de şöyledir: 'Tûbâ, Cennette bir ağaçtır. Uzunluğu yüz yıldır. Cennet ehlinin elbisesi onun çiçek kapçıklarındandır.' Buharî ve Müslim, Sehl İbn Sa'd'dan rivâyet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: 'Şüphesiz Cennette bir ağaç vardır ki, bir binici gölgesinde yüz yıl yürür de o gölgenin sonuna erişemez' Bir rivâyete göre 'süratle koşan at binicisi' olarak geçer. Bundan maksat, o ağacın büyüklüğünü belirtmektir. Mezkûr ayette geçen Tûbâ'ya güzellik, hayır anlamını verenler de olmuştur. Saîd İbn Cübeyr'den gelen bir rivâyete göre Tûbâ'nın hintçe Cennet'in adı olduğu da söylenmiştir."
TDV İslam Ansiklopedisi'ndeki 'Tûbâ' maddesindeyse şu bilgi nakledilmiş: "Mi‘râciyyelerde anlatıldığına göre tûbâ cennetteki ağaçların en büyüğüdür. Kökü arştadır. Dalları cennet halkının meyvelerini kolayca toplayabilmesi için cennetin üstünden zemine doğru sarkmış, ters duran bir ağaçtır. Yüz bin dalı budağı vardır. Budakları la‘l, yaprakları mücevherdendir. Her bir yaprağı binbir türlü görünür. Her dalında çeşit çeşit, bir yiyenin bir daha yediği, dünyadaki yemişlere benzemeyen meyveleri vardır. Baldan, şekerden tatlı ve lezzetlidir. Tûbâ ağacı Hz. Muhammed’e ve ümmetine hastır..." Yani, hülasa, Kur'an'da 'kökleri yukarı doğru' bir ağaç tasviri yok. Bu tasvir Tûbâ ağacına dair rivayetlerde yeralan bir tasvir. Şafak, Tûbâ ağacına dair tasvirlerle İbrahim sûresindeki tasviri karıştırmış, öyle söylemiş.
İlginçtir, Bediüzzaman Hazretleri de, mezkûr ayetin 'tevafuk-i cifrî' ile Risale-i Nur'a baktığını düşünüyor. Daha doğrusu: "Risale-i Nur'a da baktığını düşünüyor." Evet. Kastamonu Lahikası'nda bununla ilgili bir mektubu var. (Kastamonu Lahikası, Söz Basım, s. 82) Demek ki, o ayetten asıl anlaşılması gereken, köklerini havaya/hevaya salmış olmak değil. Hayır. Asla. (Zaten ayetin lafzı da böyle anlaşılmasına izin vermiyor.) Aksine, kökünü hakikatin zeminine sabitleyerek, Kur'an'a-sünnete uygun beyanlarda bulunarak, ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinde ilim izhâr etmektir. Dalları semada ağacımız işte budur. Özsuyunu toprağımızdan alacaktır. Ve bu sahih istikamette zaman sayfasına 'Sözler-kelimeler' eken herkes ayetin kanunu dairesine dahildir. Yani himayesindedir. Onların dallarını Allah göklere kadar uzatacaktır. Ki uzatıyor da... Risale-i Nur'un telif-neşir süreci bu konuda da ayetin tam bir masadakıdır. Hem de bir delilidir. Cenab-ı Hak, kökü hevâda Elif Şafakların değil, kökü Asr-ı Saadet'te Bediüzzamanların sözlerini yeşertmektedir. Tek sezonluk 'çok satan' listelerine aldanmamak gerek. Allah'ın pazarında neyin 'çok satar' olduğu mahşer günü teraziye vurulunca belli olacaktır.
John Freeman'ın 'Bir Yazar Nasıl Okunur'unda misafirim ben de bugünlerde. Kitabın altbaşlığı içeriğini fısıldıyor zaten: 'Çağdaş Dünya edebiyatından Yazarlarla Söyleşiler...' Tanıdık isimler var tabii. Bir tanesi Elif Şafak. Şafak, Türkiye'de bir dönem, kitapları 'çok satanlar' listesinde yeralmış bir isim. Evet. Ben de bazı kitaplarını okudum. Romancılığının abartıldığını düşünürüm hep. Hem de onu 'yerli oryantalistler' zümresinden sayarım. 'Oryantalist' demem yurtdışında dünyaya gelmesinden veya şimdi orada yaşamasından vs. değildir. Müslüman Türkiye'yle ilişkisinin bir Batılının nazar-ı sathîsine sahip olmasındandır. Yani, Elif Şafak, bilâd-ı İslam'ı incelerken ne 'Elif' ne de 'Şafak' olabilmektedir. Pierre Loti kıvamında, tam Batı'nın Asya'yı seyretmeyi sevdiği tepeden, metinlerini üretmektedir.
Freeman'la söyleşisinde de aynı ham tavrın izlerini görmek mümkün. Her neyse... Bu bahsi uzatmayayım. Fakat mezkûr bölümde dikkatimi çeken, Şafak'ın verdiği, Kur'an'la ilgili yanlış bir bilgi var. Yerinden okuyalım: "Kur'an'da, kökleri yukarı doğru, havada olan bir ağaçla ilgili çok sevdiğim bir metafor var. Milliyetçi eleştirmenler bana, 'Köklerin yok, sözde bir Türksün' dedikleri zaman 'Hayır, köklerim var, sadece yerde değiller. Yukarıda, havadalar' diyorum." (Bir Yazar Nasıl Okunur, Hep Kitap, s. 186) Müteyakkızların yakaladığı üzere, Elif Şafak, burada birşeyleri fena karıştırıyor. Evet. Kur'an'da bir ağaç tasviri var. Doğru. İbrahim sûresinin 24. ayetinde. Ki kısacık bir meali de şöyledir: "Görmedin mi, Allah güzel sözü güzel bir ağaca benzetti ki, kökü sabit, dalları ise semâdadır."
Tasvir tamam. Ancak, hemen farkettiğiniz gibi, ağaçta Elif Şafak'ın bahsettiği türden bir acayiplik yok. Yani, Kur'an-ı Hakîm, bu ağacı tasvir ederken 'kökleri gökte, dalları aşağıda' demiyor. Ya? Bilakis, 'kökü sabit, dalları ise semada' normal bir ağacın tasviri bu. Şafak'ın tahayyül ettiği gibi değil. Peki, Elif Şafak, Kur'an'da böyle bir ağacın tasvir edildiği fikrine nereden kapıldı? İşte, zurnanın 'zort' dediği yere geliyoruz, çünkü 'yerli oryantalizm' illeti burada başlıyor. Evet. Din hakkında nazar-ı sathî ile konuşmak gabîleşmenin başlangıcıdır. Elif Şafak, cennetteki Tûbâ ağacı ile ilgili işittiği tasvirleri, Kur'an'daki bu ayette geçiyor sanıyor. Belki merak edip hiç "Tam olarak ne söyleniyor yahu?" diye bakmamış. Kulağına geldiği kadarıyla yaşayıp gitmiş. Yerli oryantalistler hep böyle yapar zaten.
Kur'an'da, Ra'd sûresinin 29. ayetinde zikredilen 'Tûbâ'nın ne olduğu ise, mübarek müfessirlerimiz tarafından başka başka şekillerde açıklanmaya çalışılmıştır. Sorularla İslamiyet'te, Abdulbaki Turan imzalı 'Tûbâ' makalesinde, şöyle icmalî bir bilgi veriliyor:
"İman edip güzel amel edenler için Tûbâ ve dönüp gidecek güzel yurd vardır, (er-Ra'd, 13/29) ayetinde geçen 'tûbâ' hakkında İbn Abbas'tan iki rivâyet vardır: Birisi Cennet veya Cennette bir ağaç. Müfessir Kurtubî, Tûbâ'nın Cennette bir ağaç olduğu görüşünü tercih eder ve 'Sahih olan görüş, Tûbâ'nın bir ağaç olduğudur' der (Kurtubî Tefsiri, IX, 317). Zira Süheylî'nin zikrettiği gibi, Utbe İbn Abd es-Sülemî'den rivâyet edilen merfü bir hadis vardır: 'Tûbâ diye adlandırılan ağaç ne iyi ağaçtır!' Tûbâ ile ilgili olarak İmam Ahmed'in Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği mevzu bir hadis de şöyledir: 'Tûbâ, Cennette bir ağaçtır. Uzunluğu yüz yıldır. Cennet ehlinin elbisesi onun çiçek kapçıklarındandır.' Buharî ve Müslim, Sehl İbn Sa'd'dan rivâyet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: 'Şüphesiz Cennette bir ağaç vardır ki, bir binici gölgesinde yüz yıl yürür de o gölgenin sonuna erişemez' Bir rivâyete göre 'süratle koşan at binicisi' olarak geçer. Bundan maksat, o ağacın büyüklüğünü belirtmektir. Mezkûr ayette geçen Tûbâ'ya güzellik, hayır anlamını verenler de olmuştur. Saîd İbn Cübeyr'den gelen bir rivâyete göre Tûbâ'nın hintçe Cennet'in adı olduğu da söylenmiştir."
TDV İslam Ansiklopedisi'ndeki 'Tûbâ' maddesindeyse şu bilgi nakledilmiş: "Mi‘râciyyelerde anlatıldığına göre tûbâ cennetteki ağaçların en büyüğüdür. Kökü arştadır. Dalları cennet halkının meyvelerini kolayca toplayabilmesi için cennetin üstünden zemine doğru sarkmış, ters duran bir ağaçtır. Yüz bin dalı budağı vardır. Budakları la‘l, yaprakları mücevherdendir. Her bir yaprağı binbir türlü görünür. Her dalında çeşit çeşit, bir yiyenin bir daha yediği, dünyadaki yemişlere benzemeyen meyveleri vardır. Baldan, şekerden tatlı ve lezzetlidir. Tûbâ ağacı Hz. Muhammed’e ve ümmetine hastır..." Yani, hülasa, Kur'an'da 'kökleri yukarı doğru' bir ağaç tasviri yok. Bu tasvir Tûbâ ağacına dair rivayetlerde yeralan bir tasvir. Şafak, Tûbâ ağacına dair tasvirlerle İbrahim sûresindeki tasviri karıştırmış, öyle söylemiş.
İlginçtir, Bediüzzaman Hazretleri de, mezkûr ayetin 'tevafuk-i cifrî' ile Risale-i Nur'a baktığını düşünüyor. Daha doğrusu: "Risale-i Nur'a da baktığını düşünüyor." Evet. Kastamonu Lahikası'nda bununla ilgili bir mektubu var. (Kastamonu Lahikası, Söz Basım, s. 82) Demek ki, o ayetten asıl anlaşılması gereken, köklerini havaya/hevaya salmış olmak değil. Hayır. Asla. (Zaten ayetin lafzı da böyle anlaşılmasına izin vermiyor.) Aksine, kökünü hakikatin zeminine sabitleyerek, Kur'an'a-sünnete uygun beyanlarda bulunarak, ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinde ilim izhâr etmektir. Dalları semada ağacımız işte budur. Özsuyunu toprağımızdan alacaktır. Ve bu sahih istikamette zaman sayfasına 'Sözler-kelimeler' eken herkes ayetin kanunu dairesine dahildir. Yani himayesindedir. Onların dallarını Allah göklere kadar uzatacaktır. Ki uzatıyor da... Risale-i Nur'un telif-neşir süreci bu konuda da ayetin tam bir masadakıdır. Hem de bir delilidir. Cenab-ı Hak, kökü hevâda Elif Şafakların değil, kökü Asr-ı Saadet'te Bediüzzamanların sözlerini yeşertmektedir. Tek sezonluk 'çok satan' listelerine aldanmamak gerek. Allah'ın pazarında neyin 'çok satar' olduğu mahşer günü teraziye vurulunca belli olacaktır.
16 Eylül 2025 Salı
Yoksa Kur'an nükleer savaştan mı bahsediyor?
Stefan Zweig, Günlükler'de, I. Dünya Savaşı'nın Avrupa halkları üzerindeki etkilerine dair ilginç şeyler söyler. Tesbitlerinden birisi de şudur: "Herşey son bulsun diye inanmak, inanmak, inanmak istiyorlar. Modern insanın içinde unutulan bütün dinsel duyarlılık şimdi dışarı fışkırıyor."
Benzer bir etkiyi II. Cihan Harbi adına Bediüzzaman Hazretlerinin de umduğunu şu satırlarından anlıyoruz:
"Nev-i beşer, bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve bir düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebed-perest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, en sert, sağır olan tabiatın Kur'ân'ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyasetin rû-yi zeminde pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle; elbette, hiçbir şüphe yok ki, şimalde, garpte, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviyesi böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak..."
Carl Sagan, 'Nükleer Kış' kitabında, aynı değişimin 'muhtemel' bir III. Dünya Savaşı'nda da gerçekleşeceğini öngörüyor. Rus bilimadamı Adrei Sakharov'dan naklen 'inancın toplumu ele geçirmesi' diye tesmiye ettiği bu durum 'küresel felaketin şiddetine göre artacak' bir dönüşüm.
Evet. Dünyevîleşme çok kuvvetli bir bağımlılık. Hayatın tadı kaçmadığı sürece kendi isteğimizle bırakmak pek mümkün görünmüyor. En azından geniş kitleler tarafından reddi 'dünya hayatın gözden düşmesine' bağlı. Kur'an-ı Hakîm, Ebubekir Sifil Hoca'nın da derslerinde dikkatleri çektiği gibi, 'dünya hayat' demekle bu hayatın 'denîliğine' vurgu yapıyor. Ancak bugün albesini o kadar yüksek ki, paketi o kadar janjanlı ki, insanlar pervanelerin ateşe atıldığı gibi dünya hayata atılıyorlar. Nasihatçilerin nasihati ancak nefsi hüşyarlara tesir ediyor.
Fakat, belli ki, 'umumi felaketler' nehri tersine akıtmak kabiliyetine sahipler. Tıpkı düşen uçakta ateist kalmaması gibi. Muhammed Şevket Hoca da bir Buharî-i Şerif dersinde kıyamet alametlerinin böyle bir fonksiyon icra ettiğini anlatmıştı. Yani, kainat makinesi, beşeriyetin yanlış ameli/hayatı nedeniyle bozuldukça, alametler zuhura başlıyor. Ve bu alametler bize şöyle sinyal veriyor: "Bak, sadece senin hayatın değil, artık bu dünyanın da sonu yaklaştı, kendini düzelt."
Carl Sagan da, Nükleer Kış'ta, olası bir nükleer savaşın sonuçları üzerine görüşlerini beyan ediyor. Ona göre asıl felaket savaşın kendisi değil. Çünkü savaşın kendisinin insanoğlunun neslini kurutması mümkün değil. Ölümler ne kadar büyük olursa olsun savaşın etkilerinden uzakta kalmış coğrafyalar bulunması mümkün. Oralardaki insanlar üzerinden âdemiyet devam edebilir.
Ancak nükleer savaşın ardından uzun zaman sürecek olan yangınlar, gökyüzünün en üst katmanlarına kadar, öyle bir kurum-duman-toz zerkedecek ki, güneşten istifade etmek mümkün olmayacak. Yazı olmayan kışlar yaşanacak. Bu uzun kışların bozduğu dengeler nedeniyle meydana gelecek ölümlerin miktarı savaş sırasında yaşanan ölümleri de geçecek. Üstelik bu etkilerden kaçılabilecek yer de kalmayacak. Sagan, kitabında, bu görüşlerini araştırma sonuçlarıyla da destekliyor. Hatta küçük çapta bir benzerinin Endonezya'daki volkanik patlamanın ardından yaşandığını söylüyor. 1816'da havaya yükselen kurum-duman-toz nedeniyle Kuzey Yarımküre'de yaz görülmemiş. Açlıktan dolayı büyük ölümlerin yaşandığı o felaket senesi 'yazsız sene' olarak tarihte yer bulmuş. ('Kıtlık senesi' olarak isimlendirenler de var tabii.)
Sagan'ın kitabının henüz başlarındayken, Kur'an'da da zikredilen, 'göğü kaplayacak duman' hakikati aklıma geldi. Malumunuz, kıyamet alametlerinden birisi de, 'göğü kaplayacak duman'dır. İsmini de ayette geçen 'duhân/duman lafzından alan Duhân sûresinin 10. ayeti kısacık bir mealiyle şöyledir: "Sen göğün aşikâr bir duman çıkaracağı günü bekle." Devamıysa o dumanın mahiyetinden haber verir: "Bu pek elemli bir azaptır." İşte bu çağrışımı da sosyalmedyada paylaşmıştım. Lakin, acele etmişim, Sagan kendisi de bu ayeti kitabın sonlarına doğru alıntılıyormuş. (Ancak ayetin numarası '10' değil '1' olarak verilmiş.) Sonra o sayfanın da görüntüsünü paylaştım.
Demek Sagan da bu ayetten haberdarmış. Yaşanacaklara dair yaptıkları tahminlerle ayetin haber verdiği hakikat arasında bir bağ kurmuş. Kıyamet alametine benzetmiş. Akıllı adam. Bizim ahirzaman zıpçıktısı 'hadis inkârcılarına' benzememiş. 'Olmaz öyle şey' deyip tümden reddine koyulmamış. Olabileceğine ihtimal vermiş. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Yaptığımız küçük aklımızla tevillerden ibaret. Bütün bu yazdıklarımla birlikte şöyle bir tahminim de var:
Mehdi aleyhisselamın tebliğinin muvaffakiyeti hakkındaki rivayetler, sanki, ahirzamanda bir/birçok etken nedeniyle, dünyevîleşmeye dönük akışın tersine evrileceğini düşündürüyor. Evet. Sanki bir/birçok etken sebebiyle dünyanın tadı bir hayli kaçacak. Ve insanlar uyanıp hakikati arıyacaklar. Bu arayış döneminde Mehdi aleyhisselamın tebliği azîm bir tesir uyandıracak. Tekrar aramıza dönen İsa aleyhisselamın da tebliği hristiyanlarda muvaffak olacak. Onlardan büyük bir kitle İslam'a girecek. İsa aleyhisselam Mehdi'nin arkasında namaz kılacak...
Benzer bir etkiyi II. Cihan Harbi adına Bediüzzaman Hazretlerinin de umduğunu şu satırlarından anlıyoruz:
"Nev-i beşer, bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve bir düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebed-perest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, en sert, sağır olan tabiatın Kur'ân'ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyasetin rû-yi zeminde pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle; elbette, hiçbir şüphe yok ki, şimalde, garpte, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviyesi böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak..."
Carl Sagan, 'Nükleer Kış' kitabında, aynı değişimin 'muhtemel' bir III. Dünya Savaşı'nda da gerçekleşeceğini öngörüyor. Rus bilimadamı Adrei Sakharov'dan naklen 'inancın toplumu ele geçirmesi' diye tesmiye ettiği bu durum 'küresel felaketin şiddetine göre artacak' bir dönüşüm.
Evet. Dünyevîleşme çok kuvvetli bir bağımlılık. Hayatın tadı kaçmadığı sürece kendi isteğimizle bırakmak pek mümkün görünmüyor. En azından geniş kitleler tarafından reddi 'dünya hayatın gözden düşmesine' bağlı. Kur'an-ı Hakîm, Ebubekir Sifil Hoca'nın da derslerinde dikkatleri çektiği gibi, 'dünya hayat' demekle bu hayatın 'denîliğine' vurgu yapıyor. Ancak bugün albesini o kadar yüksek ki, paketi o kadar janjanlı ki, insanlar pervanelerin ateşe atıldığı gibi dünya hayata atılıyorlar. Nasihatçilerin nasihati ancak nefsi hüşyarlara tesir ediyor.
Fakat, belli ki, 'umumi felaketler' nehri tersine akıtmak kabiliyetine sahipler. Tıpkı düşen uçakta ateist kalmaması gibi. Muhammed Şevket Hoca da bir Buharî-i Şerif dersinde kıyamet alametlerinin böyle bir fonksiyon icra ettiğini anlatmıştı. Yani, kainat makinesi, beşeriyetin yanlış ameli/hayatı nedeniyle bozuldukça, alametler zuhura başlıyor. Ve bu alametler bize şöyle sinyal veriyor: "Bak, sadece senin hayatın değil, artık bu dünyanın da sonu yaklaştı, kendini düzelt."
Carl Sagan da, Nükleer Kış'ta, olası bir nükleer savaşın sonuçları üzerine görüşlerini beyan ediyor. Ona göre asıl felaket savaşın kendisi değil. Çünkü savaşın kendisinin insanoğlunun neslini kurutması mümkün değil. Ölümler ne kadar büyük olursa olsun savaşın etkilerinden uzakta kalmış coğrafyalar bulunması mümkün. Oralardaki insanlar üzerinden âdemiyet devam edebilir.
Ancak nükleer savaşın ardından uzun zaman sürecek olan yangınlar, gökyüzünün en üst katmanlarına kadar, öyle bir kurum-duman-toz zerkedecek ki, güneşten istifade etmek mümkün olmayacak. Yazı olmayan kışlar yaşanacak. Bu uzun kışların bozduğu dengeler nedeniyle meydana gelecek ölümlerin miktarı savaş sırasında yaşanan ölümleri de geçecek. Üstelik bu etkilerden kaçılabilecek yer de kalmayacak. Sagan, kitabında, bu görüşlerini araştırma sonuçlarıyla da destekliyor. Hatta küçük çapta bir benzerinin Endonezya'daki volkanik patlamanın ardından yaşandığını söylüyor. 1816'da havaya yükselen kurum-duman-toz nedeniyle Kuzey Yarımküre'de yaz görülmemiş. Açlıktan dolayı büyük ölümlerin yaşandığı o felaket senesi 'yazsız sene' olarak tarihte yer bulmuş. ('Kıtlık senesi' olarak isimlendirenler de var tabii.)
Sagan'ın kitabının henüz başlarındayken, Kur'an'da da zikredilen, 'göğü kaplayacak duman' hakikati aklıma geldi. Malumunuz, kıyamet alametlerinden birisi de, 'göğü kaplayacak duman'dır. İsmini de ayette geçen 'duhân/duman lafzından alan Duhân sûresinin 10. ayeti kısacık bir mealiyle şöyledir: "Sen göğün aşikâr bir duman çıkaracağı günü bekle." Devamıysa o dumanın mahiyetinden haber verir: "Bu pek elemli bir azaptır." İşte bu çağrışımı da sosyalmedyada paylaşmıştım. Lakin, acele etmişim, Sagan kendisi de bu ayeti kitabın sonlarına doğru alıntılıyormuş. (Ancak ayetin numarası '10' değil '1' olarak verilmiş.) Sonra o sayfanın da görüntüsünü paylaştım.
Demek Sagan da bu ayetten haberdarmış. Yaşanacaklara dair yaptıkları tahminlerle ayetin haber verdiği hakikat arasında bir bağ kurmuş. Kıyamet alametine benzetmiş. Akıllı adam. Bizim ahirzaman zıpçıktısı 'hadis inkârcılarına' benzememiş. 'Olmaz öyle şey' deyip tümden reddine koyulmamış. Olabileceğine ihtimal vermiş. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Yaptığımız küçük aklımızla tevillerden ibaret. Bütün bu yazdıklarımla birlikte şöyle bir tahminim de var:
Mehdi aleyhisselamın tebliğinin muvaffakiyeti hakkındaki rivayetler, sanki, ahirzamanda bir/birçok etken nedeniyle, dünyevîleşmeye dönük akışın tersine evrileceğini düşündürüyor. Evet. Sanki bir/birçok etken sebebiyle dünyanın tadı bir hayli kaçacak. Ve insanlar uyanıp hakikati arıyacaklar. Bu arayış döneminde Mehdi aleyhisselamın tebliği azîm bir tesir uyandıracak. Tekrar aramıza dönen İsa aleyhisselamın da tebliği hristiyanlarda muvaffak olacak. Onlardan büyük bir kitle İslam'a girecek. İsa aleyhisselam Mehdi'nin arkasında namaz kılacak...
(Enteresandır, hikmetlidir, Duhân sûresinin 12. ayeti de kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor: "O gün insanlar: 'Ey Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Artık biz inanıyoruz' derler.")
Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri küfrün inşikakından ittihad-ı İslam'ın göründüğünü de söyler. Bu inşikak nedir? Amerika-Rusya mıdır? Amerika-Çin midir? Avrupa-Asya mıdır? Kimbilir. Birbirlerini güçten düşürecek bir çatışmadan bahsedildiğini anlıyoruz. Belki dünyanın tadını da bu çatışma kaçıracak. Ve 'tadı kaçma' bir musibet gibi görünse de arkasından 'uyanış' gelecek. Zaten bugün artık sıklıkla dillendirilen küresel ısınma, iklim değişikliği, çevre kirliliği vs. nevinden felaketler az-çok birşeylerin habercisi gibi... Bu musibetlerin İslam coğrafyasını daha az etkileyeceğini ama tersine büyük ölçüde küfür ehline ilişeceğini zannediyorum. O yüzden de İslamî medeniyetin yükselişine tanık olacağız. Elbette dünyanın bunları yaşamaya ömrü kaldıysa...
Bir yerde Bediüzzaman Hazretleri küfrün inşikakından ittihad-ı İslam'ın göründüğünü de söyler. Bu inşikak nedir? Amerika-Rusya mıdır? Amerika-Çin midir? Avrupa-Asya mıdır? Kimbilir. Birbirlerini güçten düşürecek bir çatışmadan bahsedildiğini anlıyoruz. Belki dünyanın tadını da bu çatışma kaçıracak. Ve 'tadı kaçma' bir musibet gibi görünse de arkasından 'uyanış' gelecek. Zaten bugün artık sıklıkla dillendirilen küresel ısınma, iklim değişikliği, çevre kirliliği vs. nevinden felaketler az-çok birşeylerin habercisi gibi... Bu musibetlerin İslam coğrafyasını daha az etkileyeceğini ama tersine büyük ölçüde küfür ehline ilişeceğini zannediyorum. O yüzden de İslamî medeniyetin yükselişine tanık olacağız. Elbette dünyanın bunları yaşamaya ömrü kaldıysa...
7 Eylül 2025 Pazar
Mucizat-ı Ahmediye'den 'Bitki Zekası' çıkar mı?
Stefano Mancuso'nun 'Bitki Zekası' isimli eseri bazı konulara bakışımı zenginleştirdi diyebilirim. Mesela 'zeka' konusu. Bizim şöyle bir hatamız var: Zeka ile sürati bir değerlendiriyoruz. Yani birşey süratli şekilde hareket etmiyorsa onun zekasının da yokluğunu sanrılıyoruz. Mancuso bu ezbere ciddi itiraz ediyor. Asıl odaklanmamız gerekenin 'çözüm üretme' olduğunu söylüyor. Birşey önüne çıkan problemler karşısında, ne kadar yavaş olursa olsun, çözüm üretiyorsa zeka sahibidir. Bitkilerin bunu bizden daha yavaş yapıyor olmaları aptal oldukları anlamına gelmez. Onların da, belki bizim anlayamayacağımız kadar yüksek düzeyde, bir zekası var. Fakat biz 'zeka' ararken hep kendimiz gibi şeylere bakındığımız için farketmemiz biraz geç oldu. İnsanoğlu ancak 21. yüzyıla gelindiğinde bu konuya dair hipotezler geliştirmeye başladı. İspatlanması içinse daha zaman lazım.
Mevzuu bir de kendi satırlarından okuyalım:
"Çoğu hayvanın zekasını kabul etmekten çekinmeyiz. Çünkü alet kullanarak yiyecek elde etme, bir dil geliştirme, bir labirentten çıkma ya da diğer türden sorunları çözme yetenekleri gösterirler. Öyleyse şimdi şunu soralım: Bitkiler de aynısını yapabilir mi? Evet. Sürekli yapıyorlar! Diğer türleri kullanmayı içeren karmaşık stratejilerle kendilerini yırtıcılardan koruyorlar. Tozlaşmada güvenilir 'taşıyıcılar'dan yardım alıyorlar. Engellerden kurtuluyorlar. Birbirlerine yardım ediyorlar. Hayvanları avlayabiliyorlar ya da kendilerine çekebiliyorlar. Besine, ışığa ve oksijene ulaşmak için hareket edebiliyorlar. Öyleyse neden bitkilerin zeki canlılar olarak kabul edilmeyi tamamen hakettiklerini itiraf etmiyoruz? Davranışlarını gerçekten gözlemlemiş herkes için açıkça ortada olan bir gerçeği inkâr etmek yerine, sorun çözme yöntemlerini biz insanlar için de değerli bilgi kaynakları olarak değerlendirmeliyiz. Zeka yaşamın özelliğidir. En mütevazı tek hücrelinin dahi sahip olması gereken birşey. Her canlının devamlı, temelde bizim karşılaştığımız sorunlardan çok da farklı olmayan, sorunları çözmesi istenir. Bir düşünün: Besin, su, barınak, yoldaşlık, savunma, üreme... Bunlar en zorlu sorunlarımızın altında yatan unsurlar değil midir? Zeka olmasaydı canlılık da olmazdı. Bu basit gerçeği kabullenmek bizi rahatsız etmemeli. İnsanların zekası elbette ki bir bakterinin ya da tek hücreli alginkinden daha fazladır. Ancak temel nokta bu farkın yalnızca sayısal olmasındadır, niteliksel değil..."
Kitapta konuyla ilgili birçok misal de yeralıyor. Sözgelimi: "(...) Tohum dağılımı için rüzgara güvenen bitkileri düşünün. Mesela: Üfleyip tohumlarını uçurmaya bayıldığımız ünlü karahindiba. Bu çiçek olağandışı bir mühendislik başarısıdır. Minik tohumları en küçük bir rüzgar estiğinde uçabilecek, bazen kilometrelerce gidebilecek şekilde yapılmıştır. Bir başka anemofil bitkinin, ıhlamur ağacının, tohumları hafif esintilerde süzülerek tekli kanatları üzerinde uzun süre uçabilir. (...) Meyveler aslında bitkilerin hayvanları 'tohumlarını dağıtması için' ikna etme yoludur. Tıpkı tozlaşma için nektarın kullanılması gibi. Elma, hindistancevizi, kiraz ya da kayısı olsun; lezzetli, tatlı meyve etleri iki ana amaca hizmet eder: Olgunlaşma tamamlanana kadar tohumları koruma ve tohumları taşıyan posta sistemini ödüllendirme..."
Bir başka misal Ceset Çiçeği: "Gerçekte böceklerin koku ile çekimlenmesine dayanan çok sayıda örnek vardır. Tuhaf bir örnek, doğru bir şekilde 'iri ölçekli' denilebilecek olan, Arum Titanium bitkisininkidir. Genellikle 'Ceset Çiçeği' olarak anılır. Ve dünyadaki en büyük çiçeklere sahiptir. Her yıl çiçek açtığında tuhaflık arayanları botanik bahçelerine getiren bu bitkisel süper-star, etkili fakat sevimsiz bir tozlaştırıcı seçmiştir: Leş sineği. Çekici olabilmek için, bitki, sineğin en sevdiği kokuyu mükemmel taklit eder: Çürüyen etin pis kokusu! Bitkilerin kesinlikle harika manipülatif yetenekleri var. Kim bundan şüphe duyabilir ki?"
Son misal olarak da 'Lima fasulyesini' alıntılamak istiyorum: "Özellikle açgözlü uyuz böcekleri (tetranychus urticae) tarafından saldırıya uğradıklarında, lima fasulyeleri, etçil olan başka bir böcekçiği (phytosetlus persimilis) çekimleyen uçucu kimyasal bileşik karışımı salgılar. Bu etçil böcekçik 'vejetaryen' böcekçiklere saldırmada uzmanlaşmıştır. Ve kısa sürede tüm nüfuslarını imha eder. Bir hayvan türü ile bir bitki türü arasındaki işbirliğinin başka inanılmaz örneği! Bu örnek, çok daha inanılmaz bir yeteneğe, lima fasulyesinin saldırganını tanıyabilmesi ve saldırganının biyolojik düşmanlarından birini kendisini kurtarması için çağırabilmesine dayanan bir örnektir. Kaç hayvan bu kadar gelişmiş bir strateji kurabilme yeteneğine sahip?"
Elbette bu bakış açısı bizim zeka için şart olarak gördüğümüz çoğu şeyi ıskartaya çıkarıyor. Bir beyin? Gerekmeyebilir. Merkezi bir sinir sistemi? O da lazım olmayabilir. Zekanın tek görünüşü hayvanî şekli değildir. Bitkilerin de, Mancuso'nun tabiriyle 'sürü zekası' denilebilecek bir zeka türü vardır ki, bazen sadece tek bir dalı kalacak kadar zarar verseniz bile o daldan hayata tutunabilmeyi başarabilir. Fakat kendini daha üstte gören insan türü bazen çok cüzî yaralanmalarla hayata tutanamaz.
Buradan şuraya geçeceğim: Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde Bediüzzaman Hazretleri bir başlık da 'nebatî mucizelere' açıyor. Ve 9. Nükteli İşaret'te diyor ki: "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın envâ-ı mu'cizâtından birisi de, ağaçların insanlar gibi emrini dinlemeleri ve yerinden kalkıp yanına geldikleridir ki, şu mu'cize-i şeceriye, mübarek parmaklarından suyun akması gibi, mânen mütevatirdir. Müteaddit suretleri var ve çok tariklerle gelmiştir." Devamında da birçok misalini peşpeşe sıralıyor. Zâhirî nazar "Yahu bitkiler nasıl söz dinleyip yapar?" deyu şaşırabiliyor. Fakat, Allah, 'herşeye gücü yeten'dir. Dilerse ağaçları dahi 'söz dinler' hale getirebilir. Zaten mucizelerin bir hikmeti de Allah'a 'herşeye gücü yeten' olarak iman edip-etmediğimizin sınanmasıdır. Yani, mucizelere iman eden birisi, Rabbisini 'Halık-ı Rabbü'l-Âlemîn' olarak tam kavramıştır. İman etmeyense tamamen kendi bakış açısıyla ilgili olan arızaları, sınırları, tutup Rabbinde tevehhüm etmiştir. O yüzden vartaya yuvarlanmıştır.
Başa dönersek: Mancuso, bitkilerin, 'biz insanlar için de değerli bilgi kaynakları olarak değerlendirilmesi' gerektiğini söylemişti. Aleyhissalatuvesselam Efendimize bağışlanan bu nevi 'nebatî mucizeler' de, bir anlamda, bizim dikkatimizi onlara çekmek için olabilir mi? Neden olmasın? Mancuso, eserinde, semavî dinlere 'bitkilere bakışları açısından' rencide edici şeyler söylüyor. Ancak acaba İslamiyetin bitkilere nasıl baktığını derinlemesine biliyor muydu? Bilmediği ortada... Yoksa kitabında iddia ettiği 'Bitki Zekası'nın bu neviden mucizeler eliyle 1400 yıl önceden işaret edilmiş bir mesele olduğunu görebilirdi. Evet. Aleyhissalatuvesselamı dinleyen ağaçlar bize söylemiş oluyorlar ki: "Ey âdemoğlu bizim de bir zekavetimiz var. Sizin kadar hırslı olmayabiliriz. Sizin kadar hızlı hareket etmeyebiliriz. Sizin kadar gürültü çıkarmayız. Fakat bunlar zekanın olmazsa olmaz parçası değildir. Hatta bizdeki hayat bu itibarla sizinkinden daha nezihtir. Meleklere daha yakındır. Belki de bizim zannettiğiniz zeka bizden sorumlu müekkel meleklerinkidir. Onlar söyler, gösterir, biz de yaparız. Nasıl ki mucizeler eliyle birazını gösterdik."
Mevzuu bir de kendi satırlarından okuyalım:
"Çoğu hayvanın zekasını kabul etmekten çekinmeyiz. Çünkü alet kullanarak yiyecek elde etme, bir dil geliştirme, bir labirentten çıkma ya da diğer türden sorunları çözme yetenekleri gösterirler. Öyleyse şimdi şunu soralım: Bitkiler de aynısını yapabilir mi? Evet. Sürekli yapıyorlar! Diğer türleri kullanmayı içeren karmaşık stratejilerle kendilerini yırtıcılardan koruyorlar. Tozlaşmada güvenilir 'taşıyıcılar'dan yardım alıyorlar. Engellerden kurtuluyorlar. Birbirlerine yardım ediyorlar. Hayvanları avlayabiliyorlar ya da kendilerine çekebiliyorlar. Besine, ışığa ve oksijene ulaşmak için hareket edebiliyorlar. Öyleyse neden bitkilerin zeki canlılar olarak kabul edilmeyi tamamen hakettiklerini itiraf etmiyoruz? Davranışlarını gerçekten gözlemlemiş herkes için açıkça ortada olan bir gerçeği inkâr etmek yerine, sorun çözme yöntemlerini biz insanlar için de değerli bilgi kaynakları olarak değerlendirmeliyiz. Zeka yaşamın özelliğidir. En mütevazı tek hücrelinin dahi sahip olması gereken birşey. Her canlının devamlı, temelde bizim karşılaştığımız sorunlardan çok da farklı olmayan, sorunları çözmesi istenir. Bir düşünün: Besin, su, barınak, yoldaşlık, savunma, üreme... Bunlar en zorlu sorunlarımızın altında yatan unsurlar değil midir? Zeka olmasaydı canlılık da olmazdı. Bu basit gerçeği kabullenmek bizi rahatsız etmemeli. İnsanların zekası elbette ki bir bakterinin ya da tek hücreli alginkinden daha fazladır. Ancak temel nokta bu farkın yalnızca sayısal olmasındadır, niteliksel değil..."
Kitapta konuyla ilgili birçok misal de yeralıyor. Sözgelimi: "(...) Tohum dağılımı için rüzgara güvenen bitkileri düşünün. Mesela: Üfleyip tohumlarını uçurmaya bayıldığımız ünlü karahindiba. Bu çiçek olağandışı bir mühendislik başarısıdır. Minik tohumları en küçük bir rüzgar estiğinde uçabilecek, bazen kilometrelerce gidebilecek şekilde yapılmıştır. Bir başka anemofil bitkinin, ıhlamur ağacının, tohumları hafif esintilerde süzülerek tekli kanatları üzerinde uzun süre uçabilir. (...) Meyveler aslında bitkilerin hayvanları 'tohumlarını dağıtması için' ikna etme yoludur. Tıpkı tozlaşma için nektarın kullanılması gibi. Elma, hindistancevizi, kiraz ya da kayısı olsun; lezzetli, tatlı meyve etleri iki ana amaca hizmet eder: Olgunlaşma tamamlanana kadar tohumları koruma ve tohumları taşıyan posta sistemini ödüllendirme..."
Bir başka misal Ceset Çiçeği: "Gerçekte böceklerin koku ile çekimlenmesine dayanan çok sayıda örnek vardır. Tuhaf bir örnek, doğru bir şekilde 'iri ölçekli' denilebilecek olan, Arum Titanium bitkisininkidir. Genellikle 'Ceset Çiçeği' olarak anılır. Ve dünyadaki en büyük çiçeklere sahiptir. Her yıl çiçek açtığında tuhaflık arayanları botanik bahçelerine getiren bu bitkisel süper-star, etkili fakat sevimsiz bir tozlaştırıcı seçmiştir: Leş sineği. Çekici olabilmek için, bitki, sineğin en sevdiği kokuyu mükemmel taklit eder: Çürüyen etin pis kokusu! Bitkilerin kesinlikle harika manipülatif yetenekleri var. Kim bundan şüphe duyabilir ki?"
Son misal olarak da 'Lima fasulyesini' alıntılamak istiyorum: "Özellikle açgözlü uyuz böcekleri (tetranychus urticae) tarafından saldırıya uğradıklarında, lima fasulyeleri, etçil olan başka bir böcekçiği (phytosetlus persimilis) çekimleyen uçucu kimyasal bileşik karışımı salgılar. Bu etçil böcekçik 'vejetaryen' böcekçiklere saldırmada uzmanlaşmıştır. Ve kısa sürede tüm nüfuslarını imha eder. Bir hayvan türü ile bir bitki türü arasındaki işbirliğinin başka inanılmaz örneği! Bu örnek, çok daha inanılmaz bir yeteneğe, lima fasulyesinin saldırganını tanıyabilmesi ve saldırganının biyolojik düşmanlarından birini kendisini kurtarması için çağırabilmesine dayanan bir örnektir. Kaç hayvan bu kadar gelişmiş bir strateji kurabilme yeteneğine sahip?"
Elbette bu bakış açısı bizim zeka için şart olarak gördüğümüz çoğu şeyi ıskartaya çıkarıyor. Bir beyin? Gerekmeyebilir. Merkezi bir sinir sistemi? O da lazım olmayabilir. Zekanın tek görünüşü hayvanî şekli değildir. Bitkilerin de, Mancuso'nun tabiriyle 'sürü zekası' denilebilecek bir zeka türü vardır ki, bazen sadece tek bir dalı kalacak kadar zarar verseniz bile o daldan hayata tutunabilmeyi başarabilir. Fakat kendini daha üstte gören insan türü bazen çok cüzî yaralanmalarla hayata tutanamaz.
Buradan şuraya geçeceğim: Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde Bediüzzaman Hazretleri bir başlık da 'nebatî mucizelere' açıyor. Ve 9. Nükteli İşaret'te diyor ki: "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın envâ-ı mu'cizâtından birisi de, ağaçların insanlar gibi emrini dinlemeleri ve yerinden kalkıp yanına geldikleridir ki, şu mu'cize-i şeceriye, mübarek parmaklarından suyun akması gibi, mânen mütevatirdir. Müteaddit suretleri var ve çok tariklerle gelmiştir." Devamında da birçok misalini peşpeşe sıralıyor. Zâhirî nazar "Yahu bitkiler nasıl söz dinleyip yapar?" deyu şaşırabiliyor. Fakat, Allah, 'herşeye gücü yeten'dir. Dilerse ağaçları dahi 'söz dinler' hale getirebilir. Zaten mucizelerin bir hikmeti de Allah'a 'herşeye gücü yeten' olarak iman edip-etmediğimizin sınanmasıdır. Yani, mucizelere iman eden birisi, Rabbisini 'Halık-ı Rabbü'l-Âlemîn' olarak tam kavramıştır. İman etmeyense tamamen kendi bakış açısıyla ilgili olan arızaları, sınırları, tutup Rabbinde tevehhüm etmiştir. O yüzden vartaya yuvarlanmıştır.
Başa dönersek: Mancuso, bitkilerin, 'biz insanlar için de değerli bilgi kaynakları olarak değerlendirilmesi' gerektiğini söylemişti. Aleyhissalatuvesselam Efendimize bağışlanan bu nevi 'nebatî mucizeler' de, bir anlamda, bizim dikkatimizi onlara çekmek için olabilir mi? Neden olmasın? Mancuso, eserinde, semavî dinlere 'bitkilere bakışları açısından' rencide edici şeyler söylüyor. Ancak acaba İslamiyetin bitkilere nasıl baktığını derinlemesine biliyor muydu? Bilmediği ortada... Yoksa kitabında iddia ettiği 'Bitki Zekası'nın bu neviden mucizeler eliyle 1400 yıl önceden işaret edilmiş bir mesele olduğunu görebilirdi. Evet. Aleyhissalatuvesselamı dinleyen ağaçlar bize söylemiş oluyorlar ki: "Ey âdemoğlu bizim de bir zekavetimiz var. Sizin kadar hırslı olmayabiliriz. Sizin kadar hızlı hareket etmeyebiliriz. Sizin kadar gürültü çıkarmayız. Fakat bunlar zekanın olmazsa olmaz parçası değildir. Hatta bizdeki hayat bu itibarla sizinkinden daha nezihtir. Meleklere daha yakındır. Belki de bizim zannettiğiniz zeka bizden sorumlu müekkel meleklerinkidir. Onlar söyler, gösterir, biz de yaparız. Nasıl ki mucizeler eliyle birazını gösterdik."
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
Altay tankı Kur'an'da geçiyor mu?
Bizi aptallaştıran hasma karşı hüsnüzannımızdır. Ancak bir aptal düşmanına karşı hüsnüzan eder. Ve başına gelecek felaketlere böylece daveti...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...