Wednesday, April 30, 2014

Günahımı seviyorum

"Bütün sanatçılar aynı kaynaktan beslenir: İnsan kalbi. Çünkü farklılıklarımızdan çok benzerliklerimizi anlatır o bize." Maya Angelou, Kızıma Mektuplar'dan...

En tesirli yazılar itiraf ile başlayanlardır. İnsan, eğer özündeki insana dokunursa önce, itiraf ile insan olmak zemininde eşitlenirse herkesle (ki bizi en çok zaaflarımız eşitler), o zaman ürettiği de başkalarına tesir eder. Şöyle tarif edeyim: Sen yazdığında ne kadar insan olursan, okurunu da o kadar karşında insan bulursun. Yalnız empatiyle olmuyor bu. İtirafla da oluyor. Vaizlerin sözlerine tevbeyle başlamaları boşuna değil. Nefsini söylüyor önce, sonra nefsine söylüyor başarabilirse.

Kusurundan kurtulacaksın. Kusursuz olmakla değil ama, itiraf etmekle kurtulacaksın. Sahip çıktıkça alacak Rabbin onu omuzlarından. Sevaplarını terkettikçe verecek. Günahlarını, sahip çıktıkça sen, alacak, affedecek. Rabbin senden böyle bir aynalık bekliyor. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Sen de itiraf ile sorumluluğunu alacaksın. Payına düşeni yani. Sana düşeni. Tevbeni. Zaten senin olanı. Sen payına düşeni aldığında insanlar da senin metinlerinde paylarına düşeni alacaklar.

Allah Resulü aleyhissalatu vesselamın sıklıkla söylediği (Buharî'de 15 ayrı hadiste geçer) "Nefsim kudret elinde olsan Allah'a yemin ederim ki..." meşhur kasemi/yemini bir ders vermeli. Bana verdi. Anladım ki: İnsan bir başkasına söz etmeden önce kendini ortaya koymalı. Fıtratının tüm köklerine inerek yüzleşmeli kendisiyle. Acziyle, fakrıyla ve düşkünlükleriyle... Önce kendisinden, ama tasannu ile kirlenmemiş kendisinden, başlamalı ki; bir başkasının özündeki insana varmalı. O bir başkasını kendisine dönmeye zorlamalı. Aynı olanı göstermekle bir ayna olmalı. Kabuktan konuşan kabuğa konuşur. Kalpten konuşan kalbe. Ve ancak nefsinı ıslah eden başkasını ıslah eder.

"Ve bu kasem gösteriyor ki; şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehâsı ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad'in kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselamın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef'alinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe'n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüzî olsun küllî olsun, o muhît iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz."

Yalnız bu da değil arkadaşım. Bir de bu itirafın barıştırıcı bir yanı var. Bakara sûresi, Hz. Âdem efendimin kıssasını aktarırken, iki şeye dikkat çekiyor. 1) Dünyaya inerken 'birbirlerine düşman olarak' indiklerine. 2) Barışın (yalnız birbirleriyle değil bence varlıkla da barışın) tevbe ile gerçekleştiğine:

"Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik. Sonra Âdem, Rabbinden öğrendiği sözlerle tevbe etti; Rabbi de onun tevbesini kabul etti."

O yüzden diyorum işte: Tevbe ettiğinde yalnız günahının affını istemiyorsun, aynı zamanda kendinle de barışıyorsun. Kusurlarının sen olduğuna, onlarla sen olduğuna ve onlarsız hikmetsiz kalacağına kanaat getiriyorsun.

“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı” hadisi belki biraz da buna işaret ediyor. İnsanı kıymetli kılan yanının, hakikatini inkâr eden bir mükemmellik arayışında değil, zaaflarıyla yüzleşip "Ben buyum Allahım, yardım et!" deyişinde yattığını gösteriyor.

"O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki; aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: 'Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım.'"

Bu da ilginç birşey arkadaşım. Islah kelimesi, köken olarak sulhle/barışla kardeştir. O zaman hemen sormalı: İnsanları ıslah etmek, onları düzeltmek midir yalnız, yoksa Allah'la ve varlıkla onları barıştırmak mıdır? Cevabını bulmadan şunu da eklemeli: Kendisiyle barışık olmayan, başkasını nasıl barıştırır? Eh, neyse. Sonuçta ben de günahlarımı seviyorum. İşlediğim için değil ama, tevbe etmeme ve yalnızca bir insan olduğumu nefsime hatırlatmama vesile oldukları için.

Monday, April 28, 2014

Çürümüş kalpleri kim diriltecek?

Bazen karamsarlığın eline düşüyor insan. Ne kadar ‘düşmemek lazım’ dese de, düşüyor. Nasihatler havada kalıyor. Umutsuzluk, iki umut arasında gidilen yol gibi. Kalıcı olmasın, yeter. Meleke halini almasın. Yoksa arada bir hüznün girdabına düşmek de yanlış değil. Allah, insana hayatı zıtlar arasında koşturarak öğretiyor. Bazen mutlusun, bazen hüzünlü; bazen iyimsersin, bazen kötümser; bazen neşe saçarsın; bazen öfke. Bunlar normal. Hepsiyle barışman lazım. Ama birşeye dikkat: Birisinde ‘mantıksız bir kalıcılık’ yakalamaktan korkmalısın.

İnsanın bu dünya hayatını bir misafir gibi yaşamasını öğütleyen hadisi ele alalım. Acaba o misafirlik, nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı? Yoksa yaşadığın hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya; zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe... Hepsi Allah’ın elinde ve hikmet gereği bazen yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın, onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Allah korusun, yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Hazır mısın olanca neşeni bohçana sarıp yerini kedere terk etmeye?

Şimdi bana diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan böyle sahiplenmeden yaşayamaz.” Neden olmasın? Eğer bütün bu kederleri, neşeleri birbirinden farklı ama kaynağı aynı görürse ve en nihayet her birisinin aynı Zat’ın (c.c.) tecellisi olduğunu anlarsa, neden olmasın? Sen, sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin; ara sıra tuz yedirmesini yadırgar mısın? Halbuki aşinasın onun ikramlarına. Tanıyorsun onu. Biliyorsun: Sana aslında ne kadar şefkatlidir. Seni aslında ne kadar çok sever, biliyorsun. O böyle şefkatliyken sana, neden birden kötü davranmaya başlasın?

Bazen "Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?" diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: “De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.”

O zaman üzerimden bir ton yük kalkıyor sanki. Umutsuzluğum gidiyor. Aslında bu umutsuzluk, taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte ben de kendi kalbimin ıslahını kendi omuzlarıma alıyorum, umutsuz oluyorum. Ayet-i kerime aslında o yükü kime bırakmam gerektiğini söylüyor bana: İlk başta yaratana. O yaratmanın her türlüsünü bilir. O yüzden karamsarlığa kapılsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır, karamsar olmak başka. Ayrım için bir de ayıraç öğreteyim sana: Dua etmeyi bıraktığında, ümit etmeyi de bırakırsın.

Wednesday, April 23, 2014

Muvazenesiz vaiz

"Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır." Muhakemat'tan...


Seçimler geçti, ama ortalık daha durulacak gibi değil. The Cemaat, seçimlerden önce başladığı kamikaze dalışına, seçimlerden sonra da devam etmek niyetinde belli ki. En azından cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar tamtamlı günler bizi bekliyor. Onlar için bu, bir memleket meselesinden ziyade, cemaatlerinin varoluş mücadelesi. Paylaşımlardan anlıyorsunuz. Sonuçta Türkiye'nin ne hale geldiğini veya ekonomisinin ne duruma düşeceğini hiç umursamıyorlar.

Önemli olan, ne olursa olsun, hatta gerekirse başa en kötü iktidar gelsin, Erdoğan'ın koltuktan indirilmesi. Başka amaçları yok. Onu indirdikten sonra, elbette sıra kendilerine muhalif olanların ayaklarının kaydırılmasına gelecek. Diğer dinî gruplar, kanaat önderleri özellikle baskılanacak. Ama öncelikle Erdoğan gitmeli. Başka türlü başaramazlar çünkü. Zayıf bir hükümet olmalı başta paralel yapılanmalarını sürdürebilmeleri için. Baştaki kendilerinden daha güçsüz olmalı ki, rest çekmeyi göze alamamalı. Erdoğan lafını da, restini de esirgemiyor maşaallah.

Bu kısımları zaten biliyorsunuz, bildiğiniz şeyleri tekrar söylemiş oldum. Benim asıl bu yazıda altını çizmek istediğim şey, The Cemaat'in AK Parti'yi (ve özellikle Erdoğan'ı) dindar seçmenin gözünden düşürebilmek için seçtiği iki argüman: Hırsızlık ve muta nikahı meseleleri... Gerçi, muta nikahı mevzuuna tam dalamadılar, zira seçimlerde bir etkisinin olmayacağını erken farkettiler. Ama birkaç gün twitter tag'ları, köşeyazıları ve konferanslarla bunun denemelerini yapmışlardı. Hatta kendileriyle irtibatlı yayınevlerinden muta nikahı üzerine kitaplar bile çıkarmışlardı aynı dönemde.

Her neyse: The Cemaat, taktiksel olarak, seçmenin fikrini değiştirmek için hükümetin dinî kimliğini ve buna bağlı güvenirliliğini çürütmeye çalışıyor. Bunu iki yolla yapıyor işte: 1) Sürekli hırsızlıkla/yolsuzlukla ilgili paylaşımlar yapıyor. 2) AK Partililerin muta nikahı, dolayısıyla zina ettiği üzerinden bir yaygara koparmaya çalışıyor. Tabii The Cemaat'in hizmet faaliyetlerini bırakıp ne zamandır uçkur ve cüzdan takipçiliği yaptığını ben bilmiyorum. Ama belli ki, epeydir çalışıyorlarmış. Kayıtlar alıyor, mamaların genelev defteri tutması gibi muta nikahı defterleri tutuyorlarmış.

Sırf o kitapların paralel zamanlamayla yayınlanması bile hazırlığın aylar öncesinden olduğunun kanıtıdır. Başka delil göstermeye gerek yok. Çok organize bir darbe girişimiyle karşı karşıyayız. 27 Aralık'ın bir darbe girişimi olduğunu bugün söyleyemeyenler, yıllar sonra ayrıtılar tamamiyle ortaya döküldüğünde çok utanacaklar. Şu an parçaların tamamını birleştirebilenlerin sayısı az. Ama zaman geçtikçe, uzaklaştıkça, kuşbakışı daha net görünecek. Neyin içinde olduğumuzu, nasıl bir süreç yaşadığımızı, nasıl bir tehlike atlattığımızı daha iyi anlayacağız.

Ben bu yazıda, özellikle bu iki başlıkla ilgili yapılan bir baskı yöntemini deşifre etmek istiyorum. Bu baskılama yönteminin ismini de, Bediüzzaman'ın birkaç eserinde kullandığı bir ifadeyle adlandırmak istiyorum: "Muvazene-i şeriatı bozmak."

Evet, yöntemin ismi bu. Uygulanışı ise şöyle: 1) Önce beğenmediğiniz insanların günahlarını tesbit edersiniz. 2) Sonra o günahla ilgili hadis, ayet, vecize ne varsa toplarsınız. 3) O günahla ilgili değişik zamanlarda yaşanmış bütün örnekleri toplarsınız; gerekirse bekletirsiniz, hemen açıklamazsınız. 4) Aynı anda hem bütün bilgileri zaman/kişi/gerçeklik farkını ortaya koymadan ortalığa saçar ve topladığınız hadis, ayet, vecize ne varsa, hepsini 'söyleniş şartlarını' ve 'şeriatın muvazenesini' ıskalar bir şekilde hazır bütün zihinlere kusarsınız. 5) O günah üzerinde zihinleri ondan nefret ettirecek kadar öyle durursunuz ki, sonunda, iman-küfür denkleminde bir yeri olmamasına rağmen o günahın, kişiyi kafir ilan edersiniz. 6) Suçladıklarınızın iyilik ve hayır namına ne varsa, bütün davranışlarını ya unutturur veya kötüleyerek çürütmeye çalışırsınız. 7) Böylece o kişi veya kişileri hem gözden düşürmüş hem de işlerini bitirmiş olursunuz.

Bence yöntem bu. The Cemaat bu sistemle çalışıyor. Yaptığı şeyin adı, Bediüzzamanca, cerbeze:

"(...) Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.

Meselâ, şu aşiretin herbir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-i mekân ederek, birden bir şahısta tahayyül edip, başka efrâdı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i kerîheyi, cerbeze ile, tayy-i zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vâhidede o şahıstan sudurunu tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralatından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.

İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temâşâ eder. Hakikaten cerbeze, envaıyla garâibin makinesidir.
"

Biz de acayip gariplikler gördük bu cerbeze döneminde. 40 yıldır varolan bir cemaat, darbe dönemleri de dahil hiçbir iktidara itaat etmekten çekinmemişken; hiçbir iktidarı yolsuzluklar nedeniyle, bırakın tehdit etmeyi, uyarmamışken; birdenbire yolsuzlukla mücadeleyi birincil amaçları haline getirdiler. Sonra 'la tecessesu'yu unutup, zina isnadında aranan dört şahit meselesini bir tarafa bırakıp, yakaladıklarına zina isnadında bulundular. Hatta bu noktada öyle ileri gittiler ki, twitter üzerinden canlı şahidi olduğumuz şekilde, mesture/dindar kimlikleriyle tanınan, ama kendilerine muhalif kadın yazarlara bile isnadlarını açık açık yazdılar. Sonra özür dileseler de bu yaptıkları tamamıyle şeriatın muvazesine aykırı idi:

"Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: 'Onu işittiğinizde, 'Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?' şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: 'Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.' Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."

Ama bu arkadaşlar, çok akıllılar, kendi kafalarında büyük günahların da sıralamasını değiştirdiler. Onlara göre önce en büyük günah önce yolsuzluk, sonra da muta nikahı idi. Ve her ne şekilde şüphelenilirse şüphelenilsin, gerekirse mahkeme beraatla neticelensin, yine de yakaladıkları suçlulardı. Onlar emindi ya, gerisi hiç önemli değildi. Gerekirse telefon da dinlenirdi. Evlere kamera da yerleştirilirdi. En mahrem yerlerden kayıtlar da alınabilirdi. Kardeşlerinin günahını ortaya çıkarmak ve onları rezil etmek için her yol mübahtı. Makyavelizmle İslam adaletini kaynaştırmanın böyle bir yolunu buldular. Kendilerince harikaydılar, ama ümmetin ehl-i sünnet çizgisi onları kustu. "Bu benden değil" dedi, reddetti.

Hatta bu insanların twitlerine bakın, hırsızlık konusunda ne kadar hadis varsa çalışmış, derlemişler. Bazıları hiç kaynak da göstermiyor, salladığını hadis diye yazıyor; ama bazısı var, hakkını takdir edelim, azıcık hadis kitabı karıştırmış. Fakat o da fıkıhtan anlamıyor. Anlamadığını da bilmiyor. Ne büyük günahların sıralamasını ne de bunların iman eksenindeki konumunu biliyor. En küçük hırsızlığı olanı bile ebedî cehennemde yanacak gibi lanse etmekten çekinmiyor. Fakat başka hadisler de var, affa dair şeyler, tevbenin geniş dairesine dair şeyler ve hatta kalbinde iman olanın kurtulacağına dair şeyler. Onları hiç anmıyorlar. Varsa da yoksa da yolsuzluk deyip duruyorlar. Ama tabii bu muvazenesizlik, bu dengesiz şeriat anlayışı, insanlara soğuk geldi ve geliyor.

"Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir."

Bunlar da 12 yılda her ne kötülük yaşanmışsa, her kimden dolayı yaşanmışsa hepsini toplayıp bir zaman-ı vahidde ve bir şahs-ı vahidden (bu elbette Erdoğan oluyor) sudurunu tevehhüm edip saldırıyorlar. Adalet ettiklerini sanırken zulmün en şiddetlisini yapıyorlar. Ama kardeşlerim, böyleleri eskiden de vardı. Bediüzzaman Muhakemat isimli eserinde şöyle belirtiyor bunların halini:

"Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü't-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü'l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü'l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (...) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ'e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır."

Kimsecikler alınmasın. Mevzu bizi buraya çekiyor. Yoksa bana ne? Yine başka bir yerde vaizlere dair yaptığı bir eleştirisi de şöyledir:

"Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar."

Bediüzzaman'ın bu bahsini okurken aklıma hep bir kişi geliyor. İsmini vermeyeyim, ama siz anladınız zaten. Onun ve takipçilerinin halini de buna çok benzetiyorum. Neye saldırsalar, neyi hedef tahtasına koysalar, sanki en büyük günah oymuş ve o olmasa kıyamet kopacakmış gibi coşuyorlar. Hangi kurumlarına bağlansalar '(...) olmasaydı' tagları açıp, o kurum zaruriyat-ı diniyedenmiş gibi savunmamızı bekliyorlar. Yahu nedir bizim bu coşkun vaizlerden çektiğimiz? Ne zaman koruyacaklar muvazene-i şeriatı da dengelerini bulacaklar? Çok kötülük gördük, ama yine de mesleğimiz beddua değil, "Allah ıslah etsin" deyip geçiyoruz.



Tuesday, April 22, 2014

Paralel yapı

"Gafletle bakan adam, âlemin mevcudatını düşman gibi muzır telakki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebîler gibi görür. Çünkü, dalâlet nazarında mâzi ve istikbal zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve bağlanış yoktur. Ancak eşya arasında küçük, cüz'î bir alâka olur." 29. Lem'a'dan...


Yaşarken pek başaramıyorum. Ama yazarken tasannu yapmamaya çalışırım. Hissetmediğim şeyleri, öyle hissediyormuşum gibi, söylemekten korkarım. Bazıları, okurun heyecanını hoş bir fayda olarak görerek, böyle bir yola girebilirler. Şatafatlı ifadelerden medet umabilirler. Ben girmemeliyim. Çünkü beceremiyorum. Aşk nedir bilmeden ilahî aşktan bahsetmek yahut rüyamda bile görmediğim makamlardan raconlar kesmek bana göre değil. Gücüm: Hakikatin, en azından bana görünen kısmının, karşıkonulmazlığıdır.

İnandığım şeyleri söylerim. Başka da belagat bilmiyorum. Hiçbirşeyi/kimseyi kendim kadar bilmem. Halimi tarif ederim bu yüzden. Düşünürüm ki; içimdeki insana, evet yalnızca insana, dokunursam; içinizdeki insana da dokunmuş olurum. Çünkü biz, yani Âdem'in (a.s.) çocukları, hep kendimiz, hep insan gibiyiz. Bütün farklılıklarımızın altında ve 'insan' ism-i şerifi üstünde vahdet sikkesi var. Eğer ona inebilirsek hepimiz kardeşiz, yoksa değiliz. Küçük küçük yalnızlıklarız ondan gayrı. Bir yığın farklılıklarız. Kendi kulelerimizde esiriz.

Peki özdeki insana nasıl dokunulur? Bence en çok empatiyle. Kardeşimiz dediğimiz insanın nazarını kuşanarak. Ona, en az kendisi kadar, merhametli olarak. Şartlarını anlamaya çalışarak. Bunlar insanı güzel kılar. İnsan, aczi ve fakrı, tevazu gibi değil, olması gereken gibi değil, zaten olduğu şey olarak görürse insan kalır. Yoksa nemrutlaşır.

Çok kusurlu bir ifadeyle (amaç zihne yaklaştırmak) diyebilirim ki; vahiy de bir yönüyle muazzez ve mukaddes böylesi okumalar içerir. Tenezzülat-ı ilahî diye tarif edilen vahyin merhameti budur. İnsana her vesile ile yakınlığını hatırlatan Allah'ın, bu yakınlığı belirtirken kullandığı isimleri; yani Semî, Basîr gibi isimleri; herşeyi işitip görmesi yanında, içindeki insanı da görmesi şeklinde anlaşılabilir. Şahdamarından daha yakın olanın, kişi ile kalbi arasına girenin; elbette senin içindeki sen'e de senden daha yakın olduğu ve dolayısıyla emrettiği şeylerin o asl-ı sen'e, daha uygun olduğu söylenebilir.

"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın..." demekle altı çizilen şey de budur bence. Yani Cenab-ı Hakkın bize emrettiği şeyler, murad-ı ilahî olduğu kadar, fıtrat-ı insanî'ye de uygun olanlardır. Zaten tevhidî bakış, yani herşeyi yaratanın aynı Allah olduğu inancı, aynı elden çıkanların elbette birbirine de uygun parçalar olduğunu vurgular.

Bu nedenle bizim bakışımızda; Kur'an'da olan, insan'da ve kainat'ta da olandır. Çelişik değil, paraleldir. Cetvelleri esma-i ilahîdir. Öyle olmak zorunda kalınılan değil, varlığın ve fıtratımızın da bizi zevkle ittiği yoldur. "Dinde zorlama yoktur" hükmü, bu açıdan, kanaatimce, bizim varlıkla uyumumuzu da ifade eder. Din, insanı, fıtratının veya fennin aleyhine zorlamaz. Bilakis teşvik eder, ama taşmasını önler.

"Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, "Keserseniz ceza veririm!" diye değil yalnız, kesmek bizzat insana kötü geldiği için, yani Hz. Yunus'un (a.s.) ifadesiyle; 'nefsimize zulmetmek' olduğu için bunu yasaklar. İnsanın bu noktada vahye muhatap oluşunun da nedeni, Hz. Âdem'in tek ağaç sınavında gösterdiği gibi; zararına olduğu söylense bile seçebilmeye meyli bulunmasıdır. Vahiy, bize o zararlı şıkları seçmemeyi öğütler, yine bizim iyiliğimiz içindir bu.

Ümitsizlik barbarlaştırır. The Colony (2013) filmini izleyenler mutlaka hatırlar Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın, insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca, insan, hayal bile etmeyeceğin şeyler yapabilir." Filmin konusu da, böylesi bir ümitsizlik sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluktan kaçan insanların kaçış öyküsüdür. Karamsarlık, hayatta kalma arzusuyla birleşince, bu insanları canavarlaştırmıştır.

Benzer bir mesajı, Noah filminde de görmüştüm. İtikadî anlamda pek çok noktadan eleştirilebilecek bu filmde, birşeyin altını çok güzel çizmişlerdi kanaatindeyim: Vahiy olmadan insanın düşeceği yalnızlığı. (Filmde, Kabil soyundan gelenlerin kralı Samyaza'yı canladıran Nick Nolte'nin "Neden benimle konuşmuyorsun?" diye haykırdığı yerde bu mana iyice açığa vurmuştu kendini.) Hem yalnızlardı hem de doğruyu bilmiyorlardı. Bu durum onları, evlatlarını bile bir parça et karşılığında satacak kadar vahşileştiriyordu. O filmi izlerken nedense aklıma şu bahis geldi:

"İkinci kısım, lisân ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gâyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder."

Birisinin işitiyor olması ne güzel! Yalnız olmamak ne büyük mutluluk âlemde! Fakat bu neşenin akabinde, orada da kalamadım, aklıma şu ayet geldi:

"Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik."

Burada özellikle 'birbirinize düşman olarak inin' ifadesi içindeki hikmet, bana, tevbeleri kabul edilinceye kadar yaşadıkları yalnızlığı, düştükleri ümitsizliği ve bunun onları vahiyle okuyamadıkları (çünkü tevbeleri kabul edilinceye kadar vahye dair bir sessizlikle cezalandırılmışlardı diye biliyoruz) varlığa karşı yaşadıkları yabancılaşmayı tek kelime içinde ders veriyor gibi geldi. Evet, düşmanlaşmışlardı, çünkü varlığı vahiyle okuyamamak, yabancılaşmayı beraberinde getirir:

"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder!' âyetini okudu, dedi: 'Bunun harika telakki edilen belâgatını göremiyorum.'

Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle!' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü:

Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti.

Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
"

İşte arkadaşım, seni kelimelerimin ardından sürükleyişim bunun içindi: Biz, ömrü bin yılları kapsayan aynı insanız, yaşıyoruz. Ve vahiy, hep bu insana temas ettiği için, eskimiyor, taze kalıyor. Dersi her zamana tesir ediyor. Eskimemeye yol arıyorsan, hakikatinde ara.



Monday, April 21, 2014

Keşke toprak olsaydım!

"Bu adama (Cuma'ya) öğretmek isterken bilmediğim birçok şeyler aklıma geliyor ve doğal olarak ben de öğrenmiş oluyordum." Daniel Defoe, Robinson Crusoe'dan...


İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de 'müslüman kalmaya' niyet etme.

İmanda hiyerarşi yoktur. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, katkılarını dikkatle farkedebilir. Yanlışlarını, tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an'ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayetin ifadesiyle; "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." Çünkü süreç boyunca kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak dolanır, çetrefillidir.

Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam'ı, yaşadığım İslam'dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri, çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.

Katılır mısınız, bilmem: Bilgi, akıldan şuura düştü mü heyecan yapmaz oluyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiği ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia'nın "İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!"[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var.

Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak lazım olan nazarı kuşanınca bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: "Müslümanlar ancak kardeş." Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavim, hidayetinden sonra 'bir daha erişilemeyecekler' olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine, özlemle, Asr-ı Saadet denmezdi.

Ashabın üstünlüğü, kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor. "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz!" buyuran Allah Resulü, yalnız takip edilebilirliği açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevisinin bir yerinde:

"Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara."[2]

Şimdi sen, Mevlana'nın penceresinden, Allah Resulü'nün dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların akıllıca verdikleri tavsiyelerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle 'beraber öğrenmek' olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.

"Meselâ, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: 'Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.'

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: 'Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?'

Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.
"

Asr-ı Saadet'e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti... Hatta o zaman Hz. Useyd b. Hudayr'ın, bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: "Ey Ebu Bekir'in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir."

Bir de zamanın varsa, Mevlana'nın dediği: "Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!" cümlesini, Bediüzzaman'ın İhlas Risalesi'ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi, "Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!" sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah'ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. "Ben ateştenim, o topraktan..." diyordu. Allah, ondan da bunu kabul etmedi. Senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana'nın dediği gibi; "Tevazuda toprak gibi ol" ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Sonra çok feryad edersin: "Ya leyteni küntü turaba: Keşke toprak olsaydım!"[4]






[1] İmam Gazalî, Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia'dan nakleder.

[2] Etkileşim Yayınları'ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca'nın derlediği, Mesnevi'den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.

[3] "Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir..." cümlesiyle başlar.

[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: "Keşke toprak olsaydım!"

Sunday, April 20, 2014

Bir öpücük, tek ağaç

Kalemimde bir dağınıklık var ki, çokları bundan şikayetçidir. Ben de bir yönüyle şikayetçiyim. Çünkü asıl anlatmak istediğime gelmekte zorlanıyorum. Bazen yetiştiremiyorum da. Uzadıkça uzuyor, yoruluyorum. Kafamda gezineni avlamak için yazdığım her metin; o maralın arkasında dolaşırken yüzüme gülen her diğerinin peşine takılmayı da terketmediğim için sırf, dağınık şeyler anlatıyor. Bir onu söylüyor, bir bunu söylüyor. Böyle hoplayıp zıplarken yoğunlaşmak da mümkün olmuyor.

Çocukluğumdan beri, faydalarını ezber etsem de, kalıplara giremiyorum. En nihayet, göstermek istediğim gül, gizemini merak ettiğim her çeşit ot içinde karışıyor. Elimdeki bukette ya görünüyor ya görünmüyor. Hemen görmeyen acemi bahçıvana merhamet etsin, biraz daha arasın. Gören de "Bu demet yalnız güldür!" demesin, diğerlerine de baksın. Bu âlem 'birbirine bakar şe'n ve namlar' ülkesidir. Bir definenin içine düşen elbette hangisini alacağını şaşırır! Yazdıklarım, bir şaşırmışın notlarıdır.

"Derler: 'Sözlerin iyi anlaşılmıyor?' Bilirim ki; kah minare başında, kah kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat öyle..."

Bir yönüyle de razıyım böyle yazmaktan. Çünkü 13. Söz'de 'intizamsızlık içinde kemal-i intizam' dediği şey Bediüzzaman'ın, sanki bu 'hikmetli gelişigüzellik' (ironinin farkındayım) içinde kendisini ortaya koyuyor. Bir kalıpsız serbestî ki, fıtrat belki ancak o serbestî içinde bulduğu rahatla kendi hakikatini ortaya koyuyor, görevini tam yapıyor:

"(...) Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, bürhanları üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lakin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.
"

İşte benim yazmakla halim de 'su gibi, hava gibi, nur gibi...' Tutmak istesem, kalıplara sokmak istesem, durmaz ki onlar öyle yazayım, mahvolurlar. Mecburen ve memnuniyetle 'külliyetle ona dalmak' ve sonra 'o rahmet nesimine karşı teveccüh etmek' ve sonra 'kendini ona mukabil tutmak'tır yalnız elimden gelen. Bu üçünü başarmışsam, artık konanın nasıl konduğuna bakmam.

Bu yüzden yazdığım metinler makale, deneme, hatıra, bilmem daha başka kaç tür içinde savrulup duruyor. Bazen makale niyetiyle başlıyorum deneme oluyor. Bazen deneme niyetiyle başlıyorum makale oluyor. Bazen şiir yazmaya çalışıyorum, yazamıyorum. Bazen nesir diye başlıyorum, şiir oluyor. İnsanım işte. Bazen sırf sınırlandırıldığımı, kalıplara sokulmak istendiğimi hissettiğim için kalıpları terkediyorum. Montaigne gibiyim. Hani o der Denemeler'inde:

"Hindistan'a hiç gitmedim. Ömrümün geri kalanında da gitmeyi düşünmüyorum. Ama bir gün biri gelir ve 'Ey Montaigne bundan sonra Hindistan'da şu köye girmen yasaktır!' dese geceleri huzursuz olurum."

Ben de öyle olurum. Çünkü insanın bir gerçeği de yaratılışının taşıdığı ehadiyet cilvesi sebebiyle orijinal olmaktır. Kendinin ilki olmaktır ve öyle kalmaktır. Bu nedenle bir şekilde kırar mutlaka kalıplarını. Hikmetini anlamazsa, kırar. Ta ki, o kalıplandırmanın aslında iyiliği için olduğunu anlayana kadar:

"(...) Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Fakat nihayetinde hepimiz dedemiz Hz. Âdem, ninemiz Hz. Havva gibi âdemîyiz. Ayaklarımıza cennet de serilse, yine yasaklanan o tek ağaca meylederiz:

"Dedik ki: 'Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.' Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik.
"

İmtihan nedir arkadaşım? İmtihan sırf cezalandırma mıdır? Eğer böyle düşünüyorsan yanlıştasın. Bence biz bu dünyada ceza çekmiyoruz, eğitimden geçiyoruz. Allahın bizim için kötü olduğunu söylediği şeylere gerçekten 'kötü' muamelesi yapabilmek; Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi; arkasında bir ceza olduğu için değil yalnız, 'kötülüğü canı istemediği için yapmamayı öğrenebilmek' amacıyla buradayız.

Taklitten tahkike geçeceğiz. Bize emredilenin bizim için olduğunu, bizim menfaatimize olduğunu ve ona uygun davranmakla hakikaten insan olacağımızı öğrenmek için buradayız. Varoluşumuzun bir yanı özgürlük yani, fakat bir yanı da eğitim. Had konulmamış kuvvelerin eğitimi. İstidatların inkişafı eğitimi. Sonsuz hayat eğitimi. Metin Karabaşoğlu abinin dediği gibi: Cennet tembellik mekanı değil. Öğrendiklerimizi uygulama yeri. Mektep burasıydı yani, meslek orada.

Bu arada arkadaşım, nedense her okuyuşumda Hz. Âdem, Hz. Havva ve o tek ağaç kıssasının bir dersini sakladığını düşündüğüm bir yeri de alıntılayacağım:

"Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi 'of, of' deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.
"

Sen bizi küçük gördüklerinde boğulanlardan eyleme Allahım. Bir öpmeye, tek ağaca kapılanlardan eyleme.



Saturday, April 19, 2014

Sırılsıklam açım

"O zat müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır."

Barla Lahikası'ndan...



Kur'an, beşerin sorularını cevaplamak için değil yalnız, 'sorularını arttırmak' için de nâzil olmuştur.[1] Evet, Kur'an, bir öğretmendir; ama talebesinin sorularına kilitlenen ve yalnızca onlara cevap veren bir öğretmen değildir. Aynı zamanda muhatabına yeni yeni sorular öğreten ve bu sorular eşliğinde arayışa zorlayandır. Sûre-i celileler içinde sıklıkla geçen; (...) sormazlar mı, '(...) bakmazlar mı, (...) görmezler mi, (...) akletmez misiniz, (...) hiç düşünmez misiniz?' tarzı ifadeler (daha niceleri) ve öncesinde zikredilen varlığın parçaları, aslında insanın mevcut sorularının ne kadar yetersiz olduğunu da ihtar eder bizlere.

"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez..."

Hiç bitmeyecek olanı hep okumak; ancak sürekli soran, arayan ve doymayan kafalarla/kalplerle mümkündür. İnşaallah, cennetteki sonsuz hayat da, ancak soruları bitmeyen bir kafayla/kalple yaşanabilir. Bu yüzden, marifet-i ilahi ile kul arasındaki ilişkiyi kimileri 'aşk' kelimesi ekseninde anlatmayı sevse de; ben, 'açlık' demeyi tercih ederim. Çünkü aşka, aklımın tutarlı elleriyle dokunamam, gözleriyle göremem, soyut bir iddia gibi gelir bana. Ama Ona (c.c.) açlığımın her yanı somut, her yanı aklîdir. Soruları olanın açlığı geçmez. Açlığı geçmeyenin de muhtaçlığı bitmez. İlk şahidi benim.

Eleştiri sayılmasın, kendi hissiyatımı yazıyorum. Allah'a âşık olduğunu söyleyenin bu iddiasını tebrik etmekle birlikte; nedense aynı cümleyi bağrım yanarak, açık açık, hatta gizlisini bile, büyüklük taslamadan söyleyemem ben. Ona âşık olmanın, her nedense, insanın kendisinde de bir hüner iddiası (Fuzulî'nin ifadesiyle âşıklık istidadı) olduğunu düşünürüm. Herkes Allaha âşık mı? Elbette değil. O zaman burada 'olabilenler' ve 'olamayanlar' var. Bir hiyerarşi var, bir altlık/üstlük var sanki. Ben o kelimeyi, benim kalbimin kirinden belki, böyle bir çağrışımı da yaptığından ötürü kullanamam. Âl-i İmran'daki 'yapmadıkları ile övülmek isteyenler' ifadesi titretir beni. Yalan söylermişim gibi gelir.

Ama Allah'a aç mıyım? Evet, hem de nasıl! Hem de deliler gibi! Hem de sırılsıklam! Bu benim şerefim. Övündüğüm tek şeyim. Ve bunda yalnız da değilim. Bütün varlık benim kadar aç ve muhtaçtır Ona. Burada bir hiyerarşi yok. Bir altlık/üstlük mümkün değil. Zerreler ve güneşler eşit bu terazide: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir..." Kimse kimseye; "Ben senden daha çok/az açım!" deyip hava atamaz. Demek bir ayrıcalık, bir ayrı hüner değil. Açlık bizi eşitleyen birşey. İsm-i Kayyum'un gölgesi altında, bir an kudret elini çekse, yokluğa gidecek, kıyameti kopacak eşitleriz biz. Ne bahtiyar dilencileriz biz!

Hem bu açlık bahsi, beni nedense Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğine de götürüyor. Bunlardan ilk ikisi, acz ve fakr yani, benim bu açlık dediğim şeyin iki tarafı gibi bence. Aşktan alınan bir şevk değil, açlıktan alınan bir şevkle Allahı anma, arama, okuma ve anlamaya çalışma.

Anlatma, biraz daha şefkate dahil. Kendi aklının/kalbinin karnını doyuran, yanıbaşında başka açları farketse, içindekini saklayabilir mi? Şefkat, tebliğcinin gayret merkezi bu yüzden. Allah Resulünün vahiyle övülen meziyeti: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."

Demek, bu arayış yalnız bizim sorularımızdan da beslenmiyor. Başkalarının soruları da bizi şefkat damarıyla arayışa itiyor. Ortak bir dua belki, beraber edilen. Bizi sıkıntıya düşüren, Efendimizi de (a.s.m.) sıkıntıya düşürmüş ki, böylesi sorularımız için göğe başını kaldırmış. Vahye muntazır, beklemiş. Yalnız kendi soruları için değil, tüm ümmetin sorunları için beklemiş. Şefkati olmayan, cahilin sorusunu da, sorununu da önemsemez. Nitekim, Mesnevi-yi Nuriye'de, ayna ve mürşid örneklemesinde şöyle denmez mi:

"İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir aynadır, Cenab-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hatta bazı olur ki, masdar telâkki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarla, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, üstadının mir'ât-ı ruhundan gelmiş görüyor. (...) Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur."

Hz. Âdem'in talim-i esma kıssasında meleklerin itaatkâr tavrını, iblisin isyanını biraz bu açlığa bağlarım ben. Neden mi? Bakara sûresindeki ilgili ayetlerde meleklerin de önceleri "Kan dökecek birini mi yaratacaksın?" diyerek Cenab-ı Hakkın hikmetini sual ettikleri anlatılır. Yani meleklerin bir soruları (dolayısıyla açlıkları) ve buna mukabil talim-i esma ile aldıkları bir ders vardır. Onlar bu açlıkla ve soruyla baktıkları için olaya, hakikat kendilerine öğretildiğinde, açlıkları gider ve secde ederler. Fakat iblisin öncesinde de, sonrasında da Hz. Âdem'in yaratılışına dair 'acaba'sı yoktur. Acaba'sı olmayanın açlığı yoktur. Hiyerarşi de kendi yerinden emindir. Ve Hz. Âdem elbette bunu bozamayacaktır ona göre.[2]

"Hani meleklere, 'Âdem için saygı ile eğilin' demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu."

Bediüzzaman, talim-i esma meselesini İşaratü'l-İ'caz'da tefsir ederden şöyle birşeyin altını çiziyor:

"(...) talim-i esma meselesi, ya Hazret-i Âdem Aleyhisselamın melaikenin inkarlarına karşı mucizesi olup, melaikeyi inkardan ikrara icbar etmiştir; yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mucizedir."

20. Söz'de de aynı mesele hakkında şunları söylüyor:

"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hasselerinin bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nevin istidâdâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerîre ile onların mümessileri ve sekene-i habîseleri o nev-i beşerin tarîk-ı kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, birtek Âdem'le (a.s.) cüz'î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Şimdi sen söyle arkadaşım: İnsanlığın kemalat yolculuğunu, yani gelişimini en çok engelleyen yine bu 'sorusuzluğu' değil midir? Tasavvufta da nefsin yedi aşamalı yolculuğunun ilk aşaması emmare'den levvameye geçiş, yani mevcut hali sorgulamaya başlamak değil midir? Sorusu olmayanın cevapları bulduğuna şahit oldun mu sen hiç? Demek o kadar döndük dolaştık, İbn-i Arabî (k.s.) o sözüne geldik yine: "Her arayan bulamaz ama, bulanlar ancak arayanlardır." Aramaktan üşenme arkadaşım. Hem de korkma: Âşık değilsin belki amma; eğer soruyorsan, aç olduğun kesin.





[1] Böyle bir tahlil, tasnif yapılmış mı bilmiyorum. Kur'an'da kaç soru cümlesi vardır acaba? Google arattım, soranı gördüm de cevaplayanı bulamadım. Sorduklarımdan da cevap alamadım. Ama şöyle bir meal karıştıran herkes bilir ki, bir hayli fazla.

[2] İblisin, meleklerin öğretmeni olduğu meselesi; kaynağı sahih midir bilmiyorum ama, burada bana şöyle bir ihtarı yapıyor: Melekler hep öğrenciydi, hep açlardı marifete. Ama öğrenciliğini unutan öğretmen, açlığını da yitirdi.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...