Monday, February 6, 2012

Dünyaya Türkçe konuşturdunuz da bir Risale-i Nur'un diline mi bizi çıkaramadınız?

Benim bu noktadaki duruşumu önceki yazılarımdan bir nebze anladınız: Kendi adıma sadeleştirmeyi doğru bulmuyorum, ama bir başkasının sadeleştirmesine de “Vay densiz, bunu neden yaptın şimdi?” tarzında bakmıyorum. Zira bu ihtiyacın dışarıdan değil, içeriden gelen bir sesin yankısı olduğunu düşünüyorum. Hal böyle olunca da hazır durum sadeleştirme yapanları düşman ilan etmek gibi bir fikri kalbime, zihnime vermiyor. Onları düşman değil, kardeş gibi görüyorum. İkisi beraber olmuyor. Zaten ben ikisini birden kalbimde istemiyorum. Kardeş bana yetiyor...

Fakat bu noktada kardeşlerimi kardeş bilmem, onlara birazcık serzenişte bulunmama mani değil. Mesela şu noktada kardeşlerime biraz kırgınım: Siz ki, tüm dünyaya Türkçe konuşturan, bunun bilmem kaç ülkede, kaç senedir tekrarını yapan, büyük büyük organizasyonlara imza atan bir cemaatsiniz. Büyüksünüz, kemiyeten de büyüksünüz, keyfiyeten de büyüksünüz. İnkâr etmiyoruz. “Kim bunlar? Daha dünkü çocuklar! Ne anlarlar?” falan demiyoruz. Sizi kesinlikle kendimizden öte görmüyoruz. Lakin böyle büyük bir güce sahip olan sizler, evet sizler, acaba bu milletin gençlerinin fikrini Risale-i Nur’un diline daha yakın bir hale getiremez miydiniz? Böyle organizasyonlar tertip edemez miydiniz? Risale-i Nur olimpiyatları düzenleyemez miydiniz? Bunun seferberliğine giremez miydiniz?

Ama hayır, bunu yapmadınız. Metni sadeleştirdiniz, yalınlaştırdınız. Bizi o semaya çıkarabilecekken, semayı aşağıya indirdiniz. Bunu yapmaya imkan sahibiydiniz halbuki... Sayınız çoktu, kaynağınız çoktu, imkanlarınız bizden kat kat çoktu. Bakınız, bunlardan dolayı sizi eleştirmiyoruz, siz bizim kardeşimizsiniz. Okullarınız var, öğrencileriniz var, dersaneleriz var. Kanallarınız, şirketleriniz, holdingleriniz var. Belki bu ülkenin en büyük eğitim organizasyonu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sonra sizin kontrolünüzde... Sizler, evet sizler, böyle bir eğitim organizasyonuna sahipken bizi neden Risale-i Nur’un semasına çıkmaya yönlendirmediniz? Neden semayı aşağıya indirdiniz? Neden buna heves ettiniz? Bu kolaycılık olmadı mı?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir kitabını bazen beş editörle yayına hazırlıyorsunuz. O beş editör, beş kişi bir oluyorlar da metni sadeleştiremiyorlar mı? Ben kendi adıma söyleyeyim, bana Hocaefendi’nin kitapları Risale-i Nur metinlerinden daha ağır geliyor. Bazı kitaplar daha anlaşılmaz duruyor. Fakat bugüne kadar Hocaefendi’nin hiçbir kitabını sadeleştirmeye teşebbüs etmediniz. Metinler, olduğu gibi duruyor. Peki, onun kitaplarında denemediğinizi, neden bizim kıymetlimizde denediniz, canımızı yaktınız, içimize bu fitneyi saçtınız, bazılarımızı ağlattınız?

Şimdi bu çıkan yangından sizin payınıza hiçbir şey düşmez mi sanıyorsunuz? Herkes birbirine beddua ederken, gıybetini ederken, kardeş kardeşin etini dişlerken; sizin hanenize de puanlar yazılmaz mı sanıyorsunuz? Yoksa “Niyetimiz hayır” deyip teselli mi buluyorsunuz? Hayır, hayır, teselli bulmamalısınız. Şu insanların onca feryadına biriniz çıkıp; “Tamam, hata olmuş, kapağına bir dahaki sefere sadeleştirilmiş yazacağız!” bile demediniz. Belli ki, demeyeceksiniz. Ben olsam, ben kimim ki ya, ama yine de sizin yerinizde ben olsam; şu canı yananların hatrına bir iki sakinleştirici söz söyler, bir iki şeyi değiştirebileceğimi beyan ederdim. Ama yok, siz bunu da söylemediniz. Şimdi bu ateş iki tarafı da yakıyor...

Büyüğüz, güçlüyüz, kalabalığız, zenginiz diyorsunuz belki... Belki diğer kardeşlerinizi de kendinize muhtaç biliyorsunuz. Belki sizden hariç başka emanetçiler olduğunu da görmezden geliyorsunuz. Keşke böyle olmasaydınız. Böyle yapmasaydınız, bu mesele daha sakin halledilebilirdi. Daha az can yakıcı olabilirdi. Daha kavgasız, gürültüsüz olabilirdi. Herkes razı edilebilirdi. Şimdi; “Biz yaptık oldu” diyorsunuz. Oldu, evet oldu kardeşim, oldu; ama bir bak amel defterlerimize, nasıl oldu? Birbirimizin etini dişlemekte yamyamları geçtik, işte böyle oldu.

Saturday, February 4, 2012

Yakın tarihle neden hesaplaşmalıyız?

Emekli Askerî Hakim Yusuf Çağlayan, Nesil Yayınları’ndan çıkmış olan kitabı Darbeci Kuşatma’da birşeye önemle vurgu yapar: Darbeci zihniyetin kodlarına... Hatta kitabının bölümlerinden birisini (son bölümünü) bu başlık oluşturur. O bölümde Yusuf Çağlayan Hoca, olabilecek darbeleri engellemenin tek yolunun; darbeci zihniyetin arkasındaki zihnî kodlanmaların temizlenmesi sayesinde mümkün olabileceğini söyler. Hatta bunu (yani bizdeki darbecilik hastalığını) alıp Ernest Renan gibi Avrupalı düşünürlerin oluşturdukları “izm”lerle alakalandırır. Onların oluşturduğu felsefî akımların nasıl zihinleri böyle suistimallere açık hale getirdiğini anlatır...

Ben de bu noktada Yusuf Çağlayan Hoca’nın bu tespitlerine büyük haklılık veriyorum. Hatta sırf bu nedenle bile olsun yakın tarihin kirli, karanlık noktalarıyla ve onların arkasındaki zihniyetle hesaplaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada Mektubat’ta da geçen; “Allah bir topluluk için hayır murad ettiğinde, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:81) hadisini çok manidar buluyorum. Evet, bizler belki de Allah’ın haklarında hayır murad ettiği o topluluğuz. Ve Allah, bugün bize, yakın tarihin karanlık noktalarıyla yani nefsimizdeki ayıplarla hesaplaşma imkanı veriyor. Kafatasları, suikastler, darbe planları, soruşturmalar hep bunu ifade ediyor...

Böyle bir hesaplaşma zihniyetin kodlarının temizlenmesi açısından mühim. Zira onlar, o karanlık olaylar, Diyarbakır’daki kafatasları, Hrant Dink suikasti; Dersim, Menemen hadiseleri ve saire aydınlatılmadıkça kodların gizli kalması, kendilerini açık etmemeleri mümkün. Bazıları, suçluların büyük bir kısmının ölmüş olduğu böylesi bir durumda eski defterleri neden tekrar be tekrar açıp, dillendirip durduğumuzu soruyor olabilirler. Onlara da bu cevabı veriyorum: “Biz bu olayları, arkasındaki zihniyetin ölmesi için kovalıyoruz. Amacımız bu... Yapmaya çalıştığımız şey; sadece Ebu Leheplerin ellerinin kırılması değil, ayette dendiği gibi ellerinin kuruması. Onları yetiştiren yatakların, membalarının kuruması, dezenfekte edilmesi...”

Hatta bu noktada yine Mektubat’ta (On Beşinci Mektup) geçen; “Sahabeler nazar-ı velayetle müfsitleri neden keşfedemediler? Ta, Hulefa-yı Raşidinin üçünün şehadetini netice verdi?” sualine Bediüzzaman’ın verdiği cevabın ikinci makamı da, bana, çok muhteşem mesajlar da içeren bir metin gibi görünüyor. Orada Üstad’ın bu olayların birkaç münafık yahudinin işi olmadığını vurgulaması, arkasında kırılan millli gurura ve fikr-i milliyeye dayanan bir zihinsel kodlamanın olduğunu söylemesi ve hatta o münafıklar bilinseydi bile bu yaranın ıslahının mümkün olmadığını belirtmesi çok manidar geliyor... Ki aynı paragrafta Üstad Hazretleri şöyle bir cümle de kullanıyor:

“Demek, o hadisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.”

İşte arkadaşlar, biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Yani bugün bu yakın tarih hesaplaşmalarıyla bir zihniyet, bir zehirli ortam kurutulmaya çalışılıyor. Kem neticeler ve kötü sonuçlar ortaya konularak o fikrî arkaplan öldürülmeye gayret ediliyor. Bu nedenle bizim de yakın tarihin hataları üzerinde bu kadar tahdişat yapmamız garip görülmesin. Bu olaylar sadece bir Ogün Samast, bir İsmet İnönü, bir Mustafa Muğlalı, bir Mustafa Kemal hadiseleri değil. Arkasında ve arkalarında ıslah edilmesi gereken muhtelif efkâr var. Dehşetli ekoller var, herdem böyle neticeler vermeye münbit zeminler var. Zihinlerle savaşalım, kişilerle değil.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...