Monday, September 28, 2015

Tutmaya çalışıyorsun, fakat ellerin küçük

Allah'ın olanı sahiplenmek nasıl sağlıksız ve eziyet verici birşeydir, bunu size hayatımdan iki örnek ve Kur'an-ı Hakîm'den iki ayetle anlatmak istiyorum. Aslında bu örnekler 'iki yaratılmışlık sınırı' ve dolayısıyla sıkıntıma, ayetler de bu sınırlılıktan gelen sıkıntıyla barışmama vesile olan devalara işaret ediyorlar. Evet, az evvel yanyana anmakla da kastettiğim gibi; ben, yaratılmışlık sınırlılığı ile sıkıntılarımız arasında bir bağ görüyorum. Çoğu sıkıntının da sınırlarımızla barışmamaktan kaynaklandığı düşüncesine sahibim. Bu sınırlarla barışmak meselesi, aslında acziyetle barışmaya dayanır. Mahluk/kul oluşunla barışırsın en özünde. Ancak acziyete varmadan evvel, şunu konuşmak isterim ki: İnsan, sonsuzdan kalbinin bir yerinde (latife-i rabbaniye) haberdar ve onu ister/aç olduğundan, galat ile küçük dünyasında dahi onun tezahürünü ister. Bediüzzaman'ın muhabbet ve beka tevehhümü arasında kurduğu ilgi, bu noktada da öğreticidir:

"İnsanın fıtratında bekàya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi bekà tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekàdan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü bekà olmazsa muhabbet edemez."

Beka tevehhümü, sevmek, firâk, acı ve bu acının sezgisi/öngörüsü olan korku bir yönüyle yazmakla olan tuhaf sorunuma temas ediyor. Hani fıkradır, anlatılır: Temel, yürürken ilerisinde bir muz kabuğu görmüş ve söylenmiş: "Ula yine düşeceğum!" Bence korkularımız da Temel'in bu sezgisine benziyor. Mahlukata dair muhabbetimizin bir beka tevehhümüne/sonsuzluk sanrısına bağlı olması, diğer taraftan da gitmelere dair binler kere şahitliğimiz (ve yine öyle olacağına dair sezgimiz) korkularımızın analığını yapıyor. Bunun yazmak halini şöyle tadıyorum:

Ne zaman bir yazının sonuna gelsem, "Acaba bir tane daha yazabilecek miyim?" diye endişe ediyorum. Okuyana bu endişem komik gelebilir. Beni de Temel'le eş tutabilirler. Ama, ne yalan söyleyeyim, yaşıyorum bunu. Sebebi de ölüm korkusu falan değil. Doğuştan sahip olduğum ölmek hastalığı dışında, çok şükür, ölümcül bir hastalığa sahip değilim. Ben daha çok 'tükenme' korkusu çekiyorum. Çünkü biliyorum/seziyorum: Ben sonlu birşeyim. Bir kovanın suyu (ne kadar büyük olursa olsun) biter. Mantığım bunu her an söylüyor: Herkes kendi kıyametine koşmaktadır. Yani kovasının bitişine... Peki, yazmasam ne olur? Hiçbir şey olmaz. İşte ben de yazmayınca bana kalacak olan bu 'hiçbir şeyden' korkuyorum. Sonradan varolan yokluktan korkar. Tanır zira. Daha önce yokolmuştur.

Tam da bu noktada imdadıma Lokman'ın (sûresinin) 27. devası yetişiyor: "Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir."

Bu ayetle/ayete bakınca ferahlıyorum. Mürşidimin dersini hatırlıyorum: Yükünü gemiye bırak... Yazmak benimle ilgili birşey değil. Ben kalem olan ağacım. Mürekkep edilen denizim. Bahaneyim. Vesileyim. Benim varlığım tükense de tükenmeyecek olan bir sonsuz ilhamdan besleniyorum. Bütün mahlukat böyle besleniyor. İlham da hava gibi bir gıdadır. Ruhumuzun rızkıdır. Mezkûr ayeti tefsir ederken Bediüzzaman'ın ilham ve vahiy arasındaki nüanslara dair yaptığı analizler ve bu ayeti ilham penceresinden okuyuşu gönlümü genişletiyor: "Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır."

Yazmaktan öncesi de bizim istimdatımız/feryadımız değil mi? Kafamızda bir telaşlar var. Hayatımızda birşeyler oluyor. Şahit olduğumuz sancılar dürtüyor bizi. Bazı şeyler sinemize dokunuyor. Dertliyiz. Yazmalıyız. Yazmamak yokluk gibi görünüyor. Paylaşmak istiyoruz. Farkettirmek istiyoruz. Karşı koymak istiyoruz. İkna etmek istiyoruz kendimizi ve başkalarını vs... Bela deyince yalnız bedene musallat olanlar mı anlaşılır? Bedensel bir yokluğa maruz kalma mıdır yalnız musibet? Manevî çok yaralarımız var ki, yazmak onların devası gibidir. Tıpkı Paul Auster'ın Kış Günlüğü'nde dediği gibi:

"Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta baştan beri içinde yara taşıyan birisin (yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?)..." Bu biraz, Bediüzzaman'ın Sözler'e başlarken dediği şeye benzemez mi: "Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum." Veya şuna: "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Yazmayı sahiplenmemek, onunla ilişkiyi 'yaratmak' düzeyinde değil 'yansıtmak' düzeyinde kurmak, insanı benimkisi gibi bir endişeden kurtarıyor. Yani 'tükenme' endişesinden. Çünkü biliyorsun: 'Rabbinin kelimeleri bitmeden o denizler tükenir...' Yazmak benim kovamla ilgili bir mesele değilse, o zaman sonlanmasından da korkmamalıyım. Çünkü 'herşeyin hazinesi yanında olan' Zat, o hazineden yine bana verebilir. Demek iman etmek böyle de insana iyi gelen birşey. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

Yazı uzadı. Ama sözümü yemeyeyim. Paylaşmaya söz verdiğim ikinci sıkıntım 'tükenmekle' değil 'tutmakla' ilgili. Şöyle ki: Gün boyunca bazen hakkında yazılabilir birkaç konu aklıma geliyor. Fakat değil hepsi hakkında birşeyler karalamak, onları tutabilmek bile mümkün olmuyor çoğu zaman. Sağa sola notlar almıyor değilim. Ama bazen o notun bana ne hatırlatması gerektiğini bile unutuyorum. İlhamın doğasında varolan tutma sorunu, tıpkı Nilüfer Kuyaş'ın Başka Hayatlar'da dediği gibi karşıma çıkıyor: "İşaretler zorlanamaz, sadece beklenir, çünkü bazen gelmezler, görünmezler." O an etrafını çevirip yakalayamazsanız, lafız bedenine bürünmemiş manalar çabuk terk-i diyar eylerler. Siz yaratmadınız çünkü. Ancak üzerinden aktığı oluksunuz. İlhamın bir yaratış değil, duyuş olduğu buradan da anlaşılır:

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez."

Bunu sadece yazmakta değil, okumakta da yaşadığım bir sıkıntı olarak nakletmeliyim aslında: Okuduğum şeylerin de aklımda kalmaması beni çok üzer(di). Hem yazmakta, hem okumakta varlığa yetişemeyişimin bende bıraktığı bu gibi yaraları (evet, her yara bir yetişemeyişin de belirtisidir) iyileştiren ayetler ise, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın vahyi 'tutmak' hususunda gösterdiği telaşa deva olanlardı: "(Resulüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak da bize aittir."

Kıyame sûresinde geçen bu ayetler nasıl devam oldu? Anlatayım: Yine 'Yükünü gemiye bırak...' dedi bana bu ayetler. Nasıl ki vahyin aktarımı Allah'ın hıfzındaysa, hakikatin de vücudu Allah'ın himayesinde. Neden hepsi dilinden/kaleminden dökülmeye mecburmuş gibi davranıyorsun ki? Sahibi sen misin? Neden Alîm olan Allah'ın ilminde kalması yetmiyormuş gibi bir de hafızanda herşeyin kalmasını istiyorsun? Neden ellerin bu kadar küçükken bu kadar çok tutmak istiyorsun? Kayyum olan, Hafîz olan, Hak olan, 'sonsuz kudret eli' olan sen değilsin ki. Neden varlıkta işgal ettiğin alanı bu kadar önemsiyorsun? Aslolan sen değilsin ki. Kabında kalanla yetin. Eğer Allah, kaleminden çıkmasını istiyorsa o sözcüklerin, elbette senin kaleminden çıkacaktır. Vücuda gelmesini istiyorsa, elbet birisi yazacaktır. Ötesinden sana ne? Ne biliyorsun? Belki o ilhamların bir kısmı da akmak için vardır, tutmak için değil.

İşte böyle. İki ayetten aldığım iki teslimiyet dersi. Yazmaya ve okumaya dair iki ders... İki yaramın tedavisi anlamında bana çok faydalı oldu. Tutmaya çalışmıyorum artık. Tükenmekten de korkmuyorum. Huzur, aslolmadığımı anlamakla ilgili. Ve bu da aslında bir kelime-i tevhid sırrıdır. 'La ilahe illallah' dediğinde "Allah'tan başka ilah yoktur!" demiyorsun sadece. "Ben de ilah değilim!" diyorsun. O zaman arkadaşım, 'ilahmış gibi davranmayı' keseceksin. Ne kaynağı senmiş gibi yapacaksın, ne de hırsla tutmaya çalışacaksın. Tâbi ve parça olacaksın. Sahip ve asıl olmayacaksın. Çok mu cüretkâr buldunuz bu finali? Fakat benim kanaatim kat'idir: Her yaramız aslında dilimizle dediğimiz kelime-i tevhidi kalbimizle yapamadığımızdan.

Thursday, September 24, 2015

Müsbet milliyetçilik var mı?

Doğan Hızlan Eleği Duvardan İndirelim kitabında diyor ki: "Irkçılık; ekonominin, kapitalizmin zaman zaman hortlamasına müsaade ettiği bir eylemdir." Ben bu cümleyi Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra üzerine yaptığı eleştirilerle uyumlu buluyorum. Çünkü Bediüzzaman da seküler medeniyetin esaslarını sayarken, ırkçılığın kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkacağını ifade ediyor:

"(...) medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir."

Burada en ahirde 'unsuriyet ve menfi milliyet'in sayılması, fakat ondan önce hedef edinilen 'menfaate' dikkat çekilmesi, ırkçılığın ekonomi ve 'yoğunlaştırılmış ekonomi' olan kapitalist siyasetle ilgisini fısıldıyor. Haklılığınızı güçten aldığınızı düşündüğünüz, hedefinizin de salt menfaatinizin etrafında şekillendiği bir siyasette 'sınırlı kaynaklar' üzerine boğuşmanız kaçınılmaz. Kaynaklar üzerine boğuşurken de elbette bir 'biz' ve 'onlar' tayini yapmanız lazım. Bu tayin 'düşmanlaştırıcı' olmalı. Olmalı ki muhatabın kafasına vurup elinden ekmeğini aldığınızda vicdanınız sızlamasın. O zaman elbette yapacağınız tüm topluluk tanımları da menfi olacaktır. Menfi, yani kucaklamaya değil, itmeye çalışan. Ötekileştiren...

Bu zeminde, Bediüzzaman'ın "Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır..." diyerek devam eden analizlerinde 'müsbet fikr-i milliyet' ile 'menfi fikr-i milliyet' arasında yaptığı ayrımı, tanımların 'ötekileştiriciliği' veya 'kucaklayıcılığı' üzerinden ayırabiliriz gibi geliyor bana. Bir ekmeği daha çok kişiye bölen, yüzü genişlemeye ve kucaklamaya bakan, atmaya değil tutmaya bakan tanımlar müsbet fikr-i milliyet içinde sayılabilir. Fakat yüzü böldükçe bölmeye, yıkmaya ve yakmaya bakan tanımların müsbet olmakla işi yoktur. Onlar küçültücüdür. Tamamı menfi fikr-i milliyet içinde sayılır. Ötekini sinesine basmaya müsait veya ötekinin varlığından rahatsız olmayan tanımlar hakkında ancak 'müsbet' sıfatını kullanabiliriz.

Sırf bir lafzî ayrılık gibi görünse de bence mühim bir hatırlatmadır: Bediüzzaman 'müsbet milliyetçilik' diye birşeyden bahsetmemiştir. 'Müsbet fikr-i milliyet'ten bahsetmiştir. Neden kullanmamıştır milliyetçilik ifadesini? Allahu'l-a'lem. Kanaatimce: Sonuna '-çilik' koyduğunuz herşey bir derece zihinlerde menfileşmeye başlar. O yüzden bu ayrımın 'fikr-i milliyet' üzerinden yapılması daha sağlıklıdır. Fakat şunu da belirtmeden geçmeyelim: Hakkın sınırlarını tayin etme meselesinde, özellikle itikadî meselelerde, '-çilik'ler de gereklidir. Zira akaidde bitarafane muhakeme şeytanın bir oyunudur. Biz, '-çilik'lerin tehlike alanını, hakikatin 'tek renk' değil 'çok renkli' olduğu düzlemler için konuşuyoruz. Misalen: Küfre karşı "Allah birdir!" diye haykıran mü'min 'tevhidcilik' yapmakla itham olunmaz. Zira onun yaptığı hakkın tek olduğu düzlemde bir savunudur. Fakat "Namaz yalnız Hanefilerin kıldığı şekliyle doğrudur!" diyen kişi nazarımızda bir menfi mezhepçidir. Çünkü hak mezheplerin renklerini inkâr etmektedir.

Peki neden '-çiliği' özellikle milliyetçilikte olumsuzluyorum? Çünkü milliyetçi olan otomatikman tarafgirdir. '-çilik' yapmak, şıklar içinde birisinin, yalnızca o doğruymuş gibi arkasında durmaktır. Öyle yaratılmak değil yalnız, 'öyle yaratılmamayı eleştirmek' de vardır 'çilik'te. Ortaya bir yarış girer. Yarış ise hırssız olmaz. Hırs da haksızlığa yatkındır. İşte bu yağlı zeminde kaymalar başlar. Milliyetçiliğin hâkim olduğu ulus-devletler devrinde tarih/edebiyat gibi pekçok alanda 'hakkın/gerçeğin' bükülür, yani bir noktada 'çiliğin' menfaatine uygun kurgulanır hale gelmesi bundandır. '-çilik' yapan, kainata '-çiliğinin' merkez olduğu bir düzlemde şekil vermeye çalışır. Türk milliyetçiliğine göre insanlığın atası/merkezi Türkler, Kürt milliyetçiliğine insanlığın atası/merkezi Kürtler, Alman milliyetçiliğine göre de insanlığın atası/merkezi Almanlardır.

"Peki, kafamızdaki fikr-i milliyetin müsbet mi, menfi mi olduğunu nasıl ayıracağız?" derseniz, yine yüzünüzün Bediüzzaman'ın mezkûr metnine dönük olmasını tavsiye ederim. Haklılığı '-çisi' olduğunuz şeyin kuvvetinde mi arıyorsunuz? Hedefinizi '-çisi' olduğunuz şeyin menfaati mi biliyorsunuz? Yaşam şekli olarak '-çisi' olduğunuz şey için başka '-çilik'lerle mücadele etmeniz gerektiğini mi düşünüyorsunuz? O halde size yazık: Siz bir 'unsuriyet ve menfi milliyet' sahibisiniz. Muhtemelen ömrünüz boyunca birşeylerin üzerinde boğuşacak, genellemeler yapacak ve öfke saçacaksınız. Peki müsbet fikr-i milliyeti nasıl tanıyacağız? Yine Bediüzzaman'a dönelim:

"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."

Yani, hakkı '-çisi' olduğunuz şeyin elinde değil de, başka ellerde görünce kabul eder misiniz? Yoksa herşeye rağmen kendi '-çisi' olduğunuz grubun haklı olduğunu mu savunursunuz? Menfaatiniz bazen tersini gösteriyor bile olsa, sırf faziletli olan o olduğu için veya Allah'ın rızası orada olduğu için 'öteki adına' doğru olanı (hatta fedakârca olanı) yapabilir misiniz? Hayatı '-çiliğiniz' içinde görmediğiniz gruplarla yardımlaşma ekseninde yaşayabilir misiniz? (Yoksa, yaşadığım bir örnekte olduğu gibi, kurbanını yurtdışında kestiren bir ahbabınızı 'kurbanını ele yedirmek'le mi itham edersiniz?) Aynı dinden kardeşlerinizi, ırk farkı gözetmeksizin, aynı şekilde sevebilir misiniz? Dine rağmen ırk üzerinden tanımlanmayı mı, yoksa ırka rağmen din üzerinden tanımlanmayı mı hoşgörürsünüz? Bütün bu sorular eğer 'yüzünüz bütüne bakar' şekilde yanıt buluyorsa, sizi tebrik etmeli. Kafanızdaki millet fikri müsbete benziyor.

"Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez."

Bediüzzaman, her ne kadar (yüzü bütünleşmeye bakan) müsbet ve (yüzü ayrışmaya bakan) menfi olarak mezkûr ayrımı yapmış olsa da, fikr-i milliyet konusunda mütereddittir. Varlığı ona hoş gelmemektedir. Bu endişe belki de Hızlan'ın aynı kitapta Etienne Balibar'dan yaptığı şu alıntıyla anlaşılır: "Milliyetçilik, ırkçılığın tek nedeni değilse de, ortaya çıkışının belirli koşuludur." Yani ne kadar soft tanımlarsak tanımlayalım; ister tepkisel diyelim, ister zarurî bulalım, '-çilik' yapmaya yüzü yatkın şeyler gün gelip uygun ortamı bulduğunda '-çiliğini' yapar. (Bir dönem, sözde PKK'nın artan terör eylemlerine tepki olarak, suçu-günahı olmayan, hatta içlerinde şehit yakını da bulunan Kürt esnafların dükkanlarına yönelik düzenlenen saldırılar, bu ortaya çıkışa son zamanların en açık deliliydi sanırım.) Hızlan, aynı metnin devamında, Balibar'dan yaptığı alıntının ardından şunları da söylüyor: "Irk kavgaları, milliyetçilik ateşiyle hep harlı tutulduğundan çoğu zaman kamuoyu kullanılmıştır." Belki Bediüzzaman'ın fikr-i milliyet hakkındaki tereddüdü, 'kavgaları diri tutması' çerçevesinde daha anlaşılır oluyor. Evet, arkadaşım, bitirirken şunu nefsime/nefsine hatırlatmak istiyorum: Bu ateşin altına odun atan herkes bir gün o ateşte yanacaktır.

Monday, September 21, 2015

Kadere inanmayan Allah'ın birliğine inanır mı?

"Eşyadaki varlık nuru eşyaya taallûk eden ilmin nurunu gerekli kılar." 29. Lem'a'dan... 

Ebubekir Sifil Hoca'nın, İslamî Bilincin İhyası kitabında, Hz. Mu'âviye'ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde yaptığı bir alıntı var. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği bu söz şöyle: "Mu'âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz."

Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bu 'çorap söküğünün' sergüzeştisinin nasıl olabileceğini de detaylandırıyor mezkûr kitapta: Önce listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla ona yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların/ithamların, gözden çıkarılacaklar listesinin, önü alınamaz bir şekilde böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yani, tabir-i caizse, dansa yanlış ayakla başlayanın, ilerisinde de rezillik çıkarması kaçınılmaz oluyor. Yeter ki kapının kulbuna dokunma cür'etini kendinde bulsun.

Sahabenin büyükçe bir kısmını böyle 'güvenilmez' kıldıktan sonra İslamî kaynakların uğrayacağı güven problemini varın siz hayal edin. Kanaatimce: Akaidle ilgili her meselenin böyle bir yanı var. Yani, dansa yanlış ayakla başlamak gibi, silsile şeklinde bütün sistemi etkiliyor akaidle ilgili yanlış duruşlar. Küçümsemeye veya 'O kadarcık kusur kadı kızında da bulunur canım!' demeye gelmiyor. Ebubekir Hoca'nın belirttiğine benzer bir endişeyi Bediüzzaman'ın da 'imanın altı rüknü hakkında' belirttiğine şahit oluruz Meyve Risalesi'nde:

"Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor.

Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez.
"

İşte, ben de, alıntıladığım endişelerden hareketle kaderin inkârını savunanları aynı şeyle itham ediyorum. Hatta Vekî' b. el-Cerrâh'ın sözünü birazcık değiştirerek diyorum ki: "Kader iman kapısının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Bu yazımda da, mürşidimin Meyve Risalesi'nin 9. Meselesi'ndeki izah metodunu taklid ederek, erkân-ı imaniye ile kaderin arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Ve hamd yalnızca Ona.

Kadere iman ile 'nasıl bir Allah'a iman ettiğimiz' arasındaki ilişkiyi, serinin önceki yazılarında kısmen ifade etmeye çalışmıştım. Katkı olarak diyebilirim ki: Kadere iman tevhide imanın bir gereğidir. Eğer siz tevhide imanı 'herşeyi yaratanın o olduğuna iman' olarak anlıyorsanız (ki tevhid özetle bunu ifade eder) o zaman, yalnız mekana değil, zamana yayılmış hilkatlerin de tümünü ona vermek zorundasınız. İkinci bir ilahtan, kalbinizdeki iman gereği, bahsedemezsiniz. Bu bahsedemeyiş Allah'ın zatına layık şekilde bütün isimlerini/sıfatlarını da kapsar.

Bunu bir kenarda tutun. Daha evvel bir yazımda da izah etmeye çalıştığım, 'bizim bilişimizle Allah'ın bilişi arasındaki farka' gelelim buradan. Çünkü tevhid tam da bu zeminde herşeyin dengesini değiştiriyor. Allah'ın bilişiyle bilişimiz arasında kurduğumuz yanlış türde bir benzerliğin, subhaniyeti açısından, nasıl bir sorun içereceğini gözler önüne seriyor.

Evet. İnsan, yaratıcı olmadığı için, dilediği/irade ettiği fiileri yaratacak bir ilaha muhtaçtır. Eğer insanı 'kendi fiilerini yaratan' olarak görmüyorsak, tabir-i diğerle onu küçük bir ilahçık gibi düşlemiyorsak, o halde insan irade ettiği fiileri yaratamaz. Sadece diler ve lütfedilirse kazanır. Bu 'dileyiş ve kisb' onun sorumluluğunun kaynağıdır. Ancak burada bir nüansa dikkat çekelim: Yaratıcısı kendisi olmaması hasebiyle, insanın, iradesiyle yaratılan fiilerin mahiyetini öğrenmesine de gerek kalmaz. Bediüzzaman'ın misal olarak sıklıkla kullandığı mide ve gıda örneklemesi burada da işimize yarar:

"Zîhayat içinde en eşref ve ihtiyarca en geniş olan insandır. Hâlbuki, insanın, ef'âl-i ihtiyariyesi içinde en hafifi ve en zâhiri, söz söylemesi ve yemek ve içmesi ve düşünmesidir. Hâlbuki, insanın bunlarda dest-i ihtiyarının müdahalesi ne kadar az olduğu, azıcık düşünmekle anlaşılır. Hâlbuki, mahlûkatın en eşrefi olan insanın eli, tasarruf-u hakikîden bu derece bağlı olsa, başka hayvanat ve cemadat, sırf birer memlûktan ve Hâlıkın hesabıyla dönen ve çalışan birer mahlûk-u musahhardan başka birşey değillerdir."

Yani insanın fiilerinin yaratıcısı olmadığının en zâhir delili, o fiilerin mahiyetlerinden ve işleyiş süreçlerinden bihaber oluşudur. Yemeği ağzına koyan insan, o aşamadan ta hücrelere lazım olan gıdaların gerekli oranlarda ulaşmasına kadar geçen tüm aşamalardan habersizdir. Neler olduğunu ancak uzun araştırmalarla, o da kısmen, öğrenebilir. Dikkat ediniz, 'öğrenebilir' diyorum. 'Yaratır' demiyorum. Fiileri yaratan kendisi olmadığından fiilerin mahiyetinin ne olduğunu aklıyla bir derece keşfeder. Sonradan keşfeder.

Gözlemcidir. Bu keşfi bile o fiilin her tekrarlanışında şahidi olma değildir. Ancak özet bir bilgilenmedir. Bu noktada altını tekrar çizmemiz gereken şey: İnsanın ancak Allah'ın yarattığı fiilerin mahiyetini öğrenen pasif bir biliş konumunda olduğudur. Kur'an da bize meleklerin lisanıyla bunun dersini verir zaten: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur."

Peki, kaderi inkâr edenlerin çamurlu ağzıyla konuşursak, Allah olup olacak herşeyi bilmiyorsa, takdir etmiyorsa, yani bunları aynı bizim gibi (hâşâ) sonradan öğreniyorsa, onları kim yaratmaktadır? Biz, yaratmadığımız fiileri, onları yaratan Allah olduğu için, merakımızla ve aklımızla sonradan öğrenmekteyiz. Nasıl yaratıldıklarını bilmemiz zarurî değildir. Peki, Allah (hâşâ) kendisinden başka kimin yarattığı fiiller vardır ki, onların bilgisini sonradan öğrenecektir de bilişi insanın bilişi gibi sınırlı/sonradan olacaktır? Yani göklerde ve yerde Allah'tan başka bir ilah mı vardır ki, (hâşâ) Allah da onun fiilerinin mahiyetini sonradan bir bilişle "Aaa bak böyle yapmış!" diye öğrenecektir? Tevhide iman 'bilişlerin de tekliğini' zaruri kılmaz mı?

İşte, kader, tevhidin bir gereği olmaya bu noktada başlar. Herşeyi yaratan Allah olduğuna göre o zaten yaptığını bilendir. Birşeyi yaratmak, ancak bilmenin yaratmaktan önce veya beraber olmasıyla mümkündür.

Kelimelerin kifayet etmediği bu durumu ıstılahta 'ezel' diye tabir ediyoruz. Birşeyin nasıl yapılacağı bilinmeden o şey yapılamaz. "Yaratan bilmez olur mi hiç?" ayeti bize bunu hatırlatır. Yani herşeyin bilgisi yaratışından öncedir. (Bu 'öncelik' ve 'birliktelik' kafanızı çok karıştırmasın. İnsanın sınırlı penceresinden konuşuyoruz. Altını çizmek istediğimizse; ilim, irade ve kudret üçlüsünün birbirinden ayrılmaz oluşudur.) Bediüzzaman'ın 'yapan bilir...' cümlesiyle dikkatimizi çektiği şey de budur.

İkinci birşey: Unutmayalım. Allah'ın bilişi bizim fiilerimize veya irademize bağlı değildir ve olamaz. Çünkü bizim bilmemizle onun bilmesi arasında niteliksel bir fark var. Biz yaratmadığımız fiilerin mahiyetini bilmeye çalışıyoruz. Bilmesek de yaratılabilir veya yaratılacak olan şeyleri keşfetmeye gayret ediyoruz. Onlardan etkilenerek bizde bir biliş oluşuyor.

Duyularımız, hislerimiz, duygularımız, aklımız... Hepsi bu fiillerden 'etkilenerek' biliyorlar. Allah ise etkileyerek biliyor. Yani 'yaratarak' biliyor. Bizi etkileyecek olan fiiller zaten onun yaratışının ürünü. Cenab-ı Hak, kendisinden bağımsız, sonu ne olduğu kestirilemeyen fiiler yaratıp, sonra da onlardan etkilenip (hâşâ) "Aaa bak böyle oldu şimdi!" diye öğrenmiyor. Allah'ın bilişi böyle bir biliş değil. Allah yaratanın bilişiyle biliyor. Biz yaratılanın bilişiyle öğreniyoruz. (Arkadaşım, burası çok mühim, kaçırma.) Bu nedenle, tam da şu noktada Allah'ın 'bilmesinden' bahsedebiliriz, ama 'öğrenmesinden' bahsedemeyiz. Onun bilişi öğrenmenin ima ettiği acziyet kusurundan münezzehtir. Subhaniyetinin boyasıyla boyalıdır.

Gördüğünüz gibi bu noktada kadere iman ile Allah'a tevhid ile iman arasında yakın bir bağıntı var. Tevhide ne kadar kemal manada iman ediyorsanız, kadere imanınız da o kadar kaçınılmazlaşıyor. Herşeyi yaratanın o olduğuna iman eden bir mü'minin, herşeyi bilenin/takdir edenin de o olduğunu kabul etmesi kaçınılmaz oluyor. Bu yüzden ben, başta söylediğim gibi, kaderi inkâr edeni kapının halkasına elini uzatmakla itham ediyorum. Nereye varacağını bilmiyorsa aptaldır. Biliyorsa şirkini saklayarak ilerliyor demektir. (Yazı çok uzadığı için, imanın diğer şartları ile kadere iman arasındaki bağlantıyı sonraki yazı veya yazılarda idrak/izah etmeye çalışacağım, inşaallah.)

Sunday, September 20, 2015

Allah'ı hesaba katmamak

Bediüzzaman'ın, Birinci Söz'ün temsilî hikayesinde zikrettiği, 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' cümlesinin yeterince geniş anlaşılmadığı kanaati hasıl oldu bende. Bunu, şahit olduğum Birinci Söz okumalarında apaçık görüyorum. Bu cümle, öncesi ve sonrasıyla, 'Bismillah' diyenin işinin rastgideceği, zorunun kolaylaşacağı, sıkıntı çekmeyeceği bağlamında okunuyor. Bu mana doğru da. Hepimizin hayatında buna dair şahitlikler var. (Mümin olan kim bu manayı inkâr edebilir?) Fakat mesele salt bu manaya indirgendiğinde eksik kalıyor. Birinci Söz'ün bize öğretmeye çalıştığı sırr-ı besmeleye de tam tekabül etmiyor. Peki, daha geniş bir düzlemde 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' ifadesi bize ne söyler? Bunu, bir hadis-i şerifi de anımsatarak, konuşmak istiyorum.

'Din kolaylıktır...' buyuruyor aleyhissalatuvesselam. Biz bu kolaylığı daha çok 'şıklardan kolay olanla amel etme' bağlamında takva/fetva eksenli yorumlasak da, bence, ondan ötede dinin kainatla uyumudur vurgu yapılan. Biraz daha nitelikli bir tefekkürde görülür ki; bu uyum tevhidin hem delilidir ve hem lazımıdır. Tekvinî şeriat ve şeriat-ı Muhammediye aynı Allah'ın yarattığı iki şeriat/kitap olarak elbette birbirleriyle çelişiyor olamazlar. (Çelişiyorlarsa tevhid hakikatsiz demektir.) Bu nedenle din, aslında bize varlıkla 'uygun adım yürümeyi' öğreten şeydir. Şeriat-ı Muhammediye'nin dairesinin dışına çıkıp da tekvinî şeriatla çelişmemek mümkün olamaz. Ki, modern zamanlarda ekolojiye ödettiğimiz bedel, şeriat-ı Muhammediye ile ilişkisinde 'ahirzaman şiddetinde' problemler yaşayan insanoğluna, en büyük dersi vermektedir. Demek, hukukullahı inciterek hukuk-u mahlukat korunamaz. Birincisindeki sorun mutlaka bize diğerinde de bedeller ödetir.

Duhân sûresindeki; "Gök ve yer onların ardından ağlamadı..." ayetini tefsir ederken, benzer bir noktaya dikkat çeken Bediüzzaman der ki: "Ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar." Bu memnuniyeti, dikkat çekmeye çalıştığım 'uyumsuzluk' perspektifinden hareketle, 'verdikleri zararlara bir gönderme' olarak da anlayabiliriz. Hakikaten bugünün küfür medeniyeti kainata öyle zararlar vermektedir ki, tabiat bu medeniyetin yıkılmasıyla ne kadar sevinse yeridir. Bulabildiği her kaynağı çılgınca tüketen/sömüren, insan hayatına 'yere batasıca israfı' karşısında hiçbir saygı duymayan, ilgi duyduğu her coğrafyanın altını üstüne getiren bugünün küresel güçleri, herhalde bu ayete en sağlam masadaklar olurlar.

Buna ilaveten, yine Allah'ın bir kitabı olarak 'insan fıtratı' ile din arasında meydana gelen kopuş, küfrün ahirzaman şartlarındaki görece galibiyeti, hem psikoloji hem de sosyoloji alanlarında büyük yıkımlara, tabir-i diğerle 'uyumsuzluklara' neden olmuştur. Bugün İslam coğrafyasını 'kan dökücülük' ile itham eden Batı, salt kendi coğrafyasında değil dünya coğrafyasına da yayarak sürdürdüğü, iki dünya savaşıyla tarihin en büyük kan dökücülüklerini sergilemiştir. (Sömürü düzeninin üzerine kurulu olduğu kan emiciliği saymıyoruz bile. Onun verdiği zarar zaten tüm Afrika ve Asya'nın tarihçesine işlemiş durumda.) Modern insanın ruhsal durumunu anlamak içinse birazcık psikoloji merakına sahip olmak yeterli.

Küfür medeniyetinin hâkim kültür olmasıyla kendimize karşı hissettiğimiz özgüven eksikliği (daha doğrusu izzet-i İslamiye'de başlayan zaaf) müteselsil bir şekilde şeriat-ı Muhammediye ile bizim de aramızda mesafe açılmasına neden oldu. Özellikle; sünnet-i seniyyeye 'gelenek' adını verip, güya Kur'an namına onu dışlayan ve Batı'nın muharref İncil'de başardığı gibi yeni ve başarılı olanı bulacağını vâdeden 'beyni tecavüze uğramış' kardeşlerimiz, bu uzaklaşmanın en açık delilleri. "Bizi din mi geri bıraktı?" tartışmasının artık geride kaldığını, sorgulamanın daha çok; "Bizi sünnet mi geri bıraktı?"ya taşındığını görüyoruz. (Bu saded harici kısmı hızlı geçiyor ve baştaki meseleye geri dönüyorum.)

Birinci Söz'de geçen 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' ifadesini daha geniş anlayabilmek için Risale-i Nur içinde bir yolculuğa çıkmamız lazım. Özellikle küfür yolunun müşkülatını, suhulet yolunun ise iman olduğunu ifade eden metinleri tahattur etmekte fayda var. O metinler bize Bediüzzaman'ın bu temsilî hikayecikte kastettiği 'her yerde selametle geziş'in nasıl birşey olduğunu sanki tüm renkleriyle ifade ediyorlar:

Mesela; "Elhasıl, dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var; hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz suhulet var." Yine mesela; "Risale-i Nur'da kat'î ve kuvvetli çok burhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san'atça bütün bütün sukut edeceklerdi." Ve yine mesela; "Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib'âd ediyorsun. Onun acip san'atlarını ve hâlâtını akla sığıştıramadığından, inkâra sapıyorsun. Halbuki, asıl istib'âd, asıl müşkülât ve hakikî suûbetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır." Veyahut mesela; "Eğer o mevcudat doğrudan doğruya birtek Sânie verilmezse, o zaman herbir mevcut bütün mevcudat kadar müşkülâtlı olur ve bütün mevcudat birtek mevcut kıymetine sukut eder, iner. Şu halde ya hiçbir şey vücuda gelmeyecek veya gelse de kıymetsiz, hiçe inecektir."

Böyle o kadar çok metin var ki, hepsini alıntılasam herhalde bu bir yazı değil, bir küçük kitaba dönüşür. Özetle buralarda Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şudur: Kainatı Allah'la açıklamak kolaylıktır. İçinden çıkılmayan meseleler Allah'ı hesaba kattığınız zaman içinden kolaylıkla çıkılır hale gelirler. Bu hem mantık olarak böyledir, hem de hayatta yaşadığımız sıkıntıları kendi dünyamızda yüzleşirken böyledir. Yani, hem afakî tefekkür dediğimiz, hisle dahil olmadığımız dünyada yaptığımız tefekkürlerde tevhid bize bir netlik kazandırır; hem de enfüsî tefekkür dediğimiz, yalnız akılla değil kalple de dahil olduğumuz dünyada yaptığımız tefekkürlerde bir kolaylık sağlar. Allah'ın varlığı ve birliği afakta bütün müşkülatlarımızı çözerken; Rahman, Rahim, Hakîm, Kerim... gibi daha nice ismi de enfüste meseleleri anlamlandırırken bize 'selametle gezmenin' yollarını öğretirler. (Meselenin enfüsî yanına da örnek olarak da İhtiyarlar, Hastalar Risalesi gibi misaller verebilirim.)

Yani Birinci Söz'de zikredilen 'bir reisin ismini almak/almamak' meselesi, kainatı ve hayatı onunla açıklamak veya açıklamamak meselesidir. Bu, sadece bir başlangıç işi değil, her aşamada/anda tazelenen bir süreçtir. Yaşadığımız her musibette, daraldığımız her anda, hatta neşeyi ve mutluluğu bile anlamlandırırken biz 'bir reisin ismini almaya' muhtacız. Eğer almazsak, her yerde selametle gezemeyiz. Reisin ismini almak bir lüks değil, körkütük bir ihtiyaç bizim için. Zira 'dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var...' Hem mürşidim, almayanın da akıbetini söylemiyor mu bize, bu temsilî hikayecikte: "Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Hasılı; her yerde selametle gezmenin çaresi Allah'ın adını salt dilde değil; bakışaçısında, gönül açısında, yaşam açısında tutmakta. Hem ben gafletin tarifini de bir yerde şöyle işitmiştim: "Allah'ı hesaba katmamak." Bismillah ise, Allah'ı hesaba katmaktır.

Saturday, September 19, 2015

Olmayınca daha çok olmuyor

"Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor." Virginia Woolf, Günlük'ten...

Yazmak 'işe yaradığımı' hissettiriyor. Birkaç güzel cümlenin (kendimce) kalemimden/klavyemden dökülmediği gün, çöpe atmışım gibi içimi acıtır. Sanki kaçırılmış bir fırsattır zaman. Daha kalıcı birşeye dönüşmek için. Yazamadığım şeyleri ıskaladığıma inanıyorum. Hatta onlara haksızlık ettiğime. "Şunu da yazayım!" diye not aldığım bir sürü şey var. Bazen o notun neyi çağrıştırdığını dahi unutuyorum. Canım yanıyor. O bir kere varolmuştu. Bir kere lütfedilmişti bana. Fısıldanmıştı. Kıymetini bilmedim. Acele etmedim. Acaba bir daha varolacak mı? Birbirimizi görünce tanıyacak mıyız? Belki benden alındı. Başkasına bağışlanacak. Başkasından okuyacağım ben onu. Vizontele'de Yılmaz Erdoğan'ın dediği gibi diyeceğim: "Şerefsizim benim aklıma gelmişti!" Acaba diyebilecek miyim?

Yokluğun da bir vücudu olduğunu savunanlardanım. Fakat yokluk, varlıktan öncesi için konuşulamaz. Mutlak yokluk, hakkında konuşulamayacak, hatta farkına bile varılamayacak derecede yoktur. Hayal bile olmayanla meşguliyet için emare ister. Mutlak bir meçhülün üzerine hayal kurulamaz. Başta söylediğimi biraz daha düzelterek söyleyeyim:

Vücuda bir kere gelen şey, asla tastamam yok olmuyor. Yalnız varlığı türlü çeşit 'izlere' dönüşüyor. İz de bir varoluş şeklidir. Çağrışım da. Unutulmamak da varlığın bir çeşididir. Unutmadığınız şeyin vücudu da devam eder. Bu işin sizde olan kısmı... Sadece hayalinizde onunla meşgul olmak değil kastettiğim. Daha geniş düşünün: Siz aslında yazarak da onun varlığını devam ettiriyorsunuz. Farklı bedenler buluyor o sizinle. Gidenin ardından yazılan şiirler, nesirler; edilen sözler, sitemler... Onların da bir vücudu yok mu? Işığın güneşi gösterdiği gibi, sitemleriniz/pişmanlığınız da onu göstermiyor mu?

"Nasıl ki, meselâ bir çiçek vücuttan gider; fakat yüzer tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücutta bırakmakla beraber, küçük elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın küçük nümuneleri olan hafızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara etvâr-ı hayatıyla ifade ettiği tesbihât-ı Rabbâniye ve nukuş-u esmâiyeyi okutturur, sonra gider."

Ertelenen şeylerin de bir vücudu var. Yapılmamanın vücudu. Diyelim; birşeyi 'dem bu demdir' dediğiniz bir anda yapamadınız. Sonra o ne oluyor? Bence yok olmuyor. Onun yokluğunun varlığı, daha doğrusu ıskanlanmışlığın vücudu daha da büyüyerek hayatınızı işgal ediyor. "Keşke söyleseydim!" diyorsunuz mesela. İhmalin, hatanın, kararsızlığın, çekingenliğin, 'mış gibi' yapmanın... Hepsinin bir varlığı var, omuzlarınıza yük. Sonra yük giderek büyüyor. Ondan uzaklaştıkça, yani ki demden uzaklaştıkça, yükü ağırlaşıyor. Pişmanlık olarak algılıyoruz biz bu vücudun varlığını. Vicdanın çok sezişleri var ki, bir kısmı histir. Göz nasıl ölçerse, kalp de öyle ölçer. Erteledikçe yapması güçleşiyor. Çünkü büyütmüş oluyorsunuz yokluğun vücudunu. Büyüyor, büyüyor, büyüyor... Önce 'olmazsa olmaz' olan, sonra 'mümkün değil'e dönüşüyor. Olmayınca daha çok olmuyor.

Focus'ta Will Smith, yalan hakkında şöyle demişti vurulmadan hemen önce: "Yalanın sorunu şu: Seçeneklerini kısıtlıyor. Seni giderek bir köşeye sıkıştırıyor." Her yalancı hissetmiştir bunun sancısını. Etrafınızı sardıkça kaybolduğunuzu hissedersiniz. Yalanın da bir vücudu vardır ve boğar hakikati. Yalan yalanı doğurur. O da bir başkasını. Yalanı itiraftan başka hiçbir şey onaramaz. Çünkü kurgu dünya artık başlamıştır. Gerçek dünyadan bir kere çıkılmıştır. Tekrar itiraf/tevbe ile gerçek dünyaya dönülmezse giderek ayaklar yerden kesilir. Yalancı, gün gelir öyle bir hale gelir ki, söylediği yalanlara 'yalnız kendisinin inandığı' bir doğruluk atfeder. Çünkü gerçekten kopar. Kıyaslayacağı gerçeği kaybettikten sonra yalan neden yalan olsun? Fakat Rahman sûresi, böylesi ikinci bir dünyanın olmadığını ne kadar açık söyler bize: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse çıkın."

Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da diyor ki: "Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Neden Allah'a iftira olsun yalan? Çünkü o öyle yaratmadığı halde sen öyle olduğunu söylüyorsun. Yalan söylemenin hakikate vurduğu kılıç bu: 'Paralel' fakat 'vehmî' evrenler oluşturmak. Mahşer günü kaçılamayacak evrenler... Hakikati olmayan spekülasyon vücutlar... Yine mürşidimin dediği gibi: "Dalalet vehmîdir." Öyle olmayana 'öyleymiş' gibi davranmaya başladıktan sonra seni hakikatin yanında kim tutabilir?

Yalan söyleyenin etrafında sıkışan çember, bir önceki yalanının ne olduğunu hatırlamakta zorlanmasıdır. Vehmin hafızası, hakikatin ise öncesiyle çelişkisi yoktur. Bir adım ilerisiyse; yalanlarının, sonraki yalanlarının ayaklarına dolanmasıdır. Bunu bir düzlem içine çizdiğiniz doğru ve onunla şu an için olmasa bile eninde sonunda mutlaka kesişecek diğer doğrular üzerinden değerlendirin. Bir yalana, yalandan da olsa vehmî bir vücut veriyorsunuz. O vücut başladığı yerde bitmiyor. Sakın böyle düşünmeyin. Ekilmiş bir tohum gibi, büyümeye devam ediyor. Belki Bediüzzaman biraz da bu yüzden 2. Lem'a'da şöyle diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

Friday, September 18, 2015

Pişmanlığı diri tutmak...

Tevbeyi, günahın terkiyle kuyruğu birbirine çok bağlı birşey gibi düşünüyordum eskiden. Yani günahı terket(e)miyorsanız, tevbe etmeniz de boş gibi geliyordu. Kapağını bile açmamak lazımdı, dürüstlük adına. Çünkü bazı tevbeler, günahkâr hayatlarınızla altından kalkamayacağınız iddiaları da içinde barındırıyordu. Bile bile yalan söylemek gibi oluyordu. (Çünkü ne kadar tevbe etseniz de bırakamıyordunuz.) Sürekli sözümden döneceksem, Allah'a tekrar be tekrar söz vermenin ne anlamı vardı? Hem ayıp değil miydi?

Evet, sözüne kıymet verdiğim insanlar 'yine de tevbe etmek gerektiğini' söylüyorlardı. Evet, ben de bu nasihatlerin haklı olduğunun (en azından bir seziş mesabesinde) farkındaydım. Neticede Rahman'ın kapısından başka gidilecek kapı mı vardı? Elbette yüzüm Onda kalmalıydı. Elim kulpta durmalıydı. Fakat, ne yalan söyleyeyim, yine de tesirini göremedim bu tavsiyelerin.

Biz, tevbeyi, bir terkin taahhüdü ve bu ahdin dil ile ilanı/iddiası gibi düşünüyoruz sadece. Fakat tevbe aynı zamanda kötünün kötülüğünün de ilanıdır/şahitliğidir. Yani insan, tevbe ettiği herşeyde aslında o şeyin kötülüğünü diri tutmuş olur. Bu ne demek? Aslında şu demek: Eğer tevbelerimiz olmazsa, kötü 'kötülüğünü' (bizce) yitirir. Nötrleşir bizim için. Sıradanlaşır. Meşrulaşır. İşte tevbenin hoş zatıdır ki, kötünün 'kötü' oluşunu hem hatırlayıp hem de ilan/itiraf edişimizle içimizde ona karşı buğzu diri tutar. Yerinden oynayan taşları yerine bırakır. Tevbeyle, dilimizle olsun o kötüye 'kötü' diyerek, yaşam alanımızın algı alanımızı bozmasına izin vermemiş oluruz.

Bu, 'yaşadığımız gibi inanmak' ve 'inandığımız gibi yaşamak' arasında çokça sürçtüğümüz ahirzamanda ayrıca kıymetli birşey. İnandığımız gibi yaşayamasak da (Allah cümlemize yaşamayı nasip eylesin) en azından yaşadığımız gibi inanmaya da 'dur' diyoruz böylece. Her tevbe şöyle bir cümleyi söylemek gibi yani: "Ben yapıyorum, ama doğrusu bunun yapılmamasıdır!" Veya Kenan Demirtaş abinin ifade ettiği gibi: "Allahım, biliyorum ve kabul ediyorum ki bu kötüdür."

Yani yaptığının kötülüğüne, onu yapmış olmana rağmen, yeniden iman ediyorsun. Yahut da onu yaparken bozulan dengelerine yeniden itikadî bir ayar çekiyorsun. Hani hadiste vardır: "Zina eden kimse, zina ederken mümin olarak zina etmez. Hırsızlık yapan kimse, hırsızlık yaparken mümin olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen kimse de, içki içerken mümin olarak içmez. Fakat tevbe (kapısı) açıktır."[1] Bu mana seni Müsned'de geçen şu hadise de yaklaştıracak belki: "İmanın kulplarının en sağlamı; Allah için sevmen ve Allah için buğzetmendir."[2]

İtikat dediğimiz şeyin özü bundan başka nedir ki? 'Emredildiğin gibi dosdoğru olma hali' Kur'anî ifadesiyle. Allah'ın helal/haram, hayır/şer, iyi/kötü dairesinin Onun emrettiği gibi olduğunun tasdiki, ancak insanın duası/ubudiyeti ve tevbesi/takvasıyla kendisini ortaya koyabilen birşeydir: Duayla hayırlı olanı isteriz. Tevbeyle şer olandan Allah'a sığınırız. Kötüye kötü ve iyiye iyi demeye devam ederiz böylece. Yaşadığımız/kaçınamadığımız yanlışın itikadımıza tesir etmesine engel oluruz.

Dua ve tevbe arasında 'kabul edilmek' mevzuunda da bir benzerlik var. Nasıl ki, dua için 'kabul edilmedi' demektense 'vakti kaza olmadı' demek daha doğrudur; 'terkedişi yerine getirilememiş' tevbelerde de 'vaktinin kaza olmadığına' inanmak daha doğrudur: "Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki, 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı."

Bu meselenin birinci boyutu. İkinci boyutu ise, tevbenin pişmanlığı diri tutması. İnsan tevbe ettiği sürece o günahı terketmeye dair bir kapı açık bulunur. Kötü ancak 'insanın yapmaktan pişman olduğu'dur. Yine bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi "Pişmanlık tevbedir." Bu noktada tevbe araçsallaşıyor. Asıl diri tutulması gerekenin pişmanlık olduğu anlaşılıyor. Kötüye kötü demeye devam etmek de bu pişmanlığın canlı kalması açısından kıymetli. Günahları normalleştirmek belki de önce tevbelerde yaptığımız fireyle ortaya çıkan birşey. İkinci Lem'a'da yer alan 'herbir günah içinde küfre gidecek bir yol' uyarısı, tam da böylesi sakat bir normalleştirme/meşrulaştırma arayışını ifade ediyor:

"Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Tevvab isminin 'tekrar be tekrar affeden' manasına gelmesi bu açıdan ne kadar da anlamlı. Hak Teala zaten bizim tekrar be tekrar çukurlara düşesi bir canlı olduğumuzu biliyor. Bizden, birinci derecede onların terkini, fakat ikinci derecede de belki salt şunu itiraf edebilmemizi istiyor: "Allahım, bu çukurdu. Düştüm. Sen beni kurtarmazsan buradan nasıl çıkabilirim?" Bu noktada Hz. Yunus'un (a.s.) münacaatı ne kadar manidardır: "Allahım, senden başka ilah yoktur. Seni kusurlardan tenzih ederim. Ben kendine zulmedenlerden oldum!"[3]

O dua içinde Allah'ın 'subhaniyetini' ayrıca vurgulaması, bize tevbenin bir diğer özelliğini de haber veriyor: Tevbe, olandaki kusuru/kiri üzerimize almaktır. Onu normalleştirerek/meşrulaştırarak kusuru Allah'a da (hâşâ) bulaştırmaktan sakınmaktır. Zaten dikkat ediniz, itikadında tuhaflıklar oluşmaya başlamış insanların 'itirafa temayül gösteremedikleri' hataları olur. Kendilerini tenzih etmek pahasına itikadlarına ve (kendilerince) Allah'a bulaştırırlar o çamuru. Hasılı: Tevbenin bu yönüyle bize vereceği çok dersler var. Ve tekrarı, günahları terkedemesek bile, durduğumuz yerin ilanı açısından kıymetli.



[1] Tirmizî, İmân 11 (2627)
[2] Ahmed b. Hanbel, 30/488
[3] Enbiya sûresi, 87

Thursday, September 17, 2015

Eskimek, uyum sağlamaktır

Gençlerinizin en iyisi, ihtiyarlarınıza benzeyenlerdir. İhtiyarlarınızın en kötüsü de gençlerinize benzeyenlerdir.[1]

Bizde eskimek hep kötü anılıyor. Fakat eskimek aslında uyum sağlamaktır. Kalabildiğini, kabul edildiğini gösterir. Varolan her nesne, bir fıtrî temayül gibi, içinde varolduğu nesnelerle uyum sağlamaya gayret eder. (Tarihî eserler neden güzeldir?) İstediğiniz kadar sıradışı yapılar inşa edin. Onları sıradışı renklere boyayın. Sıradışı kılıflar giydirin biçimlerine. Bir süre geçtikten sonra, nesnenin, çevresine göre büküldüğünü görürsünüz. Bükülmek derken, sadece anladığımız tarzda bir bükülmeden bahsetmiyorum. Mesela; boyadığınız en parlak renkler solar. Yavaş yavaş çevresindeki renklere karışır. Kibri gider, tevazusu artar. "Bana bakın!" demekten vazgeçer. (Tevazu da bir uyumdur.) Verdiğiniz keskin hatlar, biraz da kullanılmanın verdiği yıpranmayla, o keskinliklerini yitirirler. Bazen çukurlaşır, bazen yuvarlaklaşır, bazen kırılırlar. Civarlarındaki sair nesnelerin/hatların devamı gibi olmaya başlarlar. Gözleriniz bile onu sıradanlaştırır.

Etraftaki bitkiler, herşeyin üstünü kapladıkları gibi, o nesnenin de üstünü sararlar yavaş yavaş. Ağır ağır kendileştirir çevre, sıradışıyı. Böcekleri, kuşları, kokuları, sesleri, tatları... Ve daha nice tür eskimeler var ki, aslında, hepsi bir tür uyumun ifadesi. Herşey, biz ne kadar onu sıradışı müdahalelerimizle bozmaya çalışırsak çalışalım, kevnî şeriata uyum sağlamaya çalışıyor. Yaşlanmak bile bir uyumdur. Yaşlılara biz neden olgun diyoruz? Çevreyle daha uyumlu (mantık da belki bu demek) kararlar verebildikleri için değil mi? Demek ki, insan da zamanla çevresine, daha doğrusu kevnî şeriata uygun adımlar atabilmeyi öğreniyor. İçimizdeki fıtrat, dışımızdaki fıtrat ile sulhün yollarını buluyor. Bana öyle geliyor ki; salt dünya için yaratılmış olsaydık, yani ki imtihan olmasaydı, en doğru formumuz yaşlılıktı. Daha az zarar verdiğimiz, daha az bencil olduğumuz bir devrimizdir çünkü yaşlılığımız. Ve bilirsin: Yaşlının değişmesi de zordur. Çünkü alışkanlıklarının üzerinde yılların izleri vardır.

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."

Pekçok ahlakî öğütün mahiyeti de bu perspektiften bakınca anlaşılıyor. "İsli kazana yaklaşma isi sana bulaşır..." veya "Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim..." gibi atasözleri bizim 'iradesiz' veya 'akılsız' oluşumuza değil, içimizde varolduğumuz dünyayla uyum arayışımıza işaret ediyor. Çoğu genç, bu sözleri duyduğu anda, aptallıkla veya iradesizlikle suçlandığını sanır. Fakat eskimek/uyum sağlamak insanda bir fıtrî temayül olarak hep varolmuştur. Bunu yaparken yaptığınızı bile farketmezsiniz çoğu zaman. Coğrafyanın karakter üzerinde yaptığı etkiler de bu nevidendir.

Sık rastlanan 'uzun boyluların kamburlaşması' biraz da çevrelerindeki kısalarla sağlamak istedikleri uyumun neticesidir. Eğilerek konuşurlar. O kadar sık yaparlar ki bunu, sonunda vücutları da uyuma geçer. Buradan seni bir ayete de götürmek istiyorum. Nisa sûresi, 140. Diyor ki: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Belki bu da söylemek istediklerime bir karine oluşturur. Neyin içinde eskiyorsan, hem onu normalleştiriyor, hem de ona uyum sağlıyorsun. Çünkü eskimek, uyum sağlamaktır. Zaman, bizi içinde bulunduğumuz ortamın rengine boyayan bir mürekkep gibi. Yalnız kendimize değil, ona da dikkat etmemiz gerek.



[1] Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’l-Aliye, III/3; Feyzü'-l Kadîr, 15:776.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...