Wednesday, December 9, 2020

Allah'ın Webo kadar hatırı yok mu?

Böyle şeylerin yaşanmasına insan sevinmez ya. Fakat tam yerine rastgeldi. Gökte ararken yerde bulundu. Yok. Özür. Dünde ararken günde bulundu. Neden bahsediyorum? İki şeyden. Birincisi: PSG-Başakşehir maçında yaşanan tatsızlıktan. İkincisi: Hasan Ali Toptaş ile başlayıp başka isimlere de sıçrayan taciz iddialarından. Aslında ikincisini anmayacaktım. Çünkü iftiraya maruz kalıp-kalmadığını bilmiyordum. Ancak beyan ettiği özür metnine bakınca anmanın bu açıdan sakınca oluşturmayacağına kanaatine vardım. Onları bağlayacağım vakıa ise daha eski bir olaydır. Evet. Başlıktan düğümü çözmüştünüz zaten: Mustafa Öztürk'ün Kur'an'ın insan sözü olduğu yönündeki iddiası/iftirası üzerine yaşananları konuşacağız yine. Yani kendisinin uğradığı 'linç'in meşruiyetini savunacağız.

Benim bu konuda karnımda hiç ağrı yok arkadaşlar. İlk yazımdan itibaren de belirtmiştim. Çerçeve içinde kalındıktan sonra 'kalbindeki iman yalan olmayan' her müslümanın geleceği bir gayretin sonucuydu yaşananlar. Yani, çoluğumuza-çocuğumuza Allah'ı-Kur'an'ı-Peygamberi öğretsin diye beklediğimiz bir ilahiyat hocası, bizzat kendi alanında dinin altını oyuyordu. Öğrencilerinin aklını bulandırıyordu. İtikatlarını bozuyordu. Üstelik bunu da neredeyse Velid bin Muğire alaycılığıyla yapıyordu. Hoş, hocanın(!) kırdığı fındıkların ilki bu değildi ya, neyse. Ama en boyasını dökeni buydu. Ne sandınız. Allah elbette Kitabına düşman olanı rezil eder. Kendisinin vakt-i merhunu da o günmüş.

İlk yazımda da işaret etmiştim: Bu mevzuda karın ağrısı çekenlerin çoğunun sancısı başka hastalıkların tezahürüdür. Gazıdır. Kabızlığıdır. Sözgelimi: Mevzuun arşı titreten yanını boşverip "Canım, Mustafa Öztürk hususi bir sohbette dilegetirmiş, böyle sohbetleri yayınlayıp lince sebep olmak çok yanlış. Asıl konunun bu yanına bakmalı..." deyu, mü'minlere "Canbaza bak canbaza!" çeken zümrenin rahatsızlığı özünde 'linç'ten değildir. Ya? Bu alanda 'artık rahat at koşturamama korkusu'ndandır. Neden böyle söyledim? Açayım. Birincisi: Görüntülerin gizli kaydedilmediği bizzat Öztürk'ün çekimin sonunda kamerayı selamlamasıyla sabittir. İkincisi: Çünkü bu lince kızanların kendileri de birçok benzerine maaliftihar katılmışlardır. Şu sosyalmedyada kırk kardeşiz. Kırkımız da birbirimizi biliriz. Kıvırmaya gerek yok. Hatta işte daha bugün yaşanan iki mevzuda da o kimseleri linçlere dahil olmuş olarak müşahede ettik. Bütün o bize okudukları mavalları, pardon, hassasiyetleri unuttular. Gerek Romen hakemin hususi olarak Webo'ya söylediği ırkçı ifadeleri, gerekse Hasan Ali Toptaş'ın hususi ortamlarda birçok bayana karşı takındığı uygusuz tavırları konuştular, gocunmadılar, alınmadılar.

Birinci linçlerinden dolayı Romen hakemin meslek hayatı bitti. Haketti mi? Haketti. İkinci linçlerinden dolayı da muhtemelen Hasan Ali Toptaş'ın yazarlık kariyeri bitecek. Çünkü, şimdiden kitaplarının basılıp yayınlanmamasını, hatta basılmış kısmının da toplanıp satıştan çıkarılmasını talep eder oldular. Twitter'da gezinirken yayınevlerine baskı yapmaya çalışan yüzlerce mesaja denk geldim. Bunlar sadece tek mecrada rastlananlar. Daha kimbilir nerelerde ne kıyametler kopuyordur. Nereye bağlanacağınıysa göreceğiz.

Efendim, görüyorsunuz ya, mevzu 'hukuk-u ibâd' olunca kimsenin böyle mevzulara ses çıkarası, "Ama hususiydi o!" diyesi, "Nasıl serrişte edersiniz?" diye gücenesi gelmiyor. Fakat 'hukukullah' oldu mu ver gözüne! Kur'an'a insan sözü mü diyorsunuz? Deyin gitsin. Hadisleri mi inkâr ediyorsunuz. Edin gitsin. Öyle inanmanın küfür olduğu bir meselede gençleri mi zehirliyorsunuz? Zehirleyin gitsin. Liberal alışımlı hiçbir gönlün bunlara takıldığı yok. Hatta bir de beğeniyorlar. "Üniversitelerde fikir özgürlüğü..." falan. Romen hakemin fikir özgürlüğü yok mu? Yok. O ayrı. Onun yaptığı hukuka aykırıymış. Bugün birisi bana öyle yazmıştı. Peki, aga, Kur'an'a insan sözü demek itikada-fıkha aykırı değil mi? Müslümanın asıl sorumlu olduğu hukuk, hem de öncelikli olarak, 'hukukullah' değil mi?

Deriz, deriz de kardeşlerim, yine Ehl-i Sünnet müslümanlar birbirimizi işitiriz. Mezhebi genişler endişelerimizi işitmezler. Onların yanında Cenab-ı Hakkın hatırı Webo'nun hatırı kadar yoktur. #Blacklivesmatter'dır da #müslümanitikadıtırttır. Hasan Ali Toptaş vakıasına #MeToo çekerler de bize çektikleri #Yuh-Tüü! ayarında kalır. Eh, ne yapalım, onların sahipleri lobileriyse bizim de sahibimiz Allah'tır. Yakub aleyhisselamın ders verdiği gibi hüznümüzü Ona arzederiz. O elbette dini için dertlenenleri boşvermez. Bana sorarsanız asıl sakınılması gereken linç de budur. Öyle ya. Meleklerin linç ettiğini artık hangi sosyalmedya çalışması düzeltir? Kaç para eder? O ulu günde Rahman u Rahim olan Rabbimizin ayaklarımızı sırattan kaydırmamasını dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.

Saturday, December 5, 2020

Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (3)

"Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki benimle konuşan şeytandır."

15. Söz'ün Zeyli'nden.


Mustafa Öztürk'i kimileri bir 'ilim adamı' sayabilir. Ancak bence 'tarihselcilik' üzerinden harcadığı mesai 'ilim' değildir. Ya? Tastamam 'cerbeze'dir. Çünkü şu çok temel ayrımı kasten-inatla ıskalamaktadır: Öznenin nesneyi muhatap alması 'öznenin nesne türünden olmasını' zaruri kılmaz. Peki neyi zaruri kılar? Öznenin nesneyi kuşatabilmesini zaruri kılar. Hep verdiğim misaldir: Ben bir yaşındaki yeğenimle kimi bebekçe ifadeler üzerinden iletişim kurarım. Pek güzel anlaşırım da. Fakat bir insan o sözlerimi önüne alıp beni tartmaya mizan olarak kullansa çok kolay akıl sağlığımın yokluğuna hükmeder. Zira o sözlerde benim büyüklüğümü kuşatmak yoktur. Ne vardır peki? Benim 'bebeklerle iletişim yeteneğimi ortaya çıkaracak' yönler vardır. Bunu görmek için de sadece 'söz'e bakmak yetmez. 'Muhatab'a da nazar etmek gerekir. Gerektiği yerde muhataba bakmayan hem 'hakkımdaki' hem de 'sözün hakikati hakkındaki' hükümlerinde hata eder.

Bu nedenle Bediüzzaman Öztürkgilleri isabetle teşhis ettiği o muhteşem paragrafın âhiri şöyle getirir: "(...) muhatabın hissine-fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan elbette dalâlete düşer." Bir İngilizle konuşmak için İngiliz ırkından olmak zorunlu olmadığı gibi Cenab-ı Hakkın bizimle konuşması da Kur'an'ı da beşer kelamı saymaya mecbur etmez. İşte, arkadaşlar, biraz da noktadan hareketle derim ki: Öztürk'ün yıllardır savunageldiği argümanlar 'mantığa' değil 'cerbezeye' dayanmaktadır. Yaptığı da 'ilim' değildir. Ağdalı üslûbu seçmesinin nedeni de budur. Delille yapamadığını üslûpla başarmaya çalışmaktadır.

Üstelik yeni birşey de değildir. Furkan'ı hatırlayalım: Orada müşrikler de Aleyhissalatuvesselamın 'insanîliği' veya Kur'an'ın nüzûlünün 'zamana yayılmış olması' gibi hususlar üzerinden benzeri 'beşerîlik' iddialarında bulunurlar. Evet. "Ona gökten bir kitap indirilmeli değil miydi?" veya "Peygamber olarak bir melek gelmeli değil miydi?" manasındaki itirazları hep aynı 'şüphe uyandırma arzusuna' dönüktür. Bir farkla: Onlar Mustafa Öztürk gibi 'belagat zevkinden yoksun' olmadıkları için Kur'an'ın bu yönüyle 'beşerîliği' iddiasında bulunamazlar. Hatta harikalığını 'sihir' gibi ifadelerle açıklamaya çalışırlar. Fakat nüzûl sürecinin, tabir-i caizse, kitap telifi sürecine benzerliği üzerinden, yani vahyin peyderpey gelişi üzerinden, yine bir cerbeze kapısı kollarlar. Tek seferde, belki de meleklerin kanatları üzerinde, insanüstü bir şekilde gelmesi gerektiğini ifade ederler. (Onlara göre Allah ancak böyle konuşur.) Yahut da, diğer bir kısım ayetlerde olduğu gibi, elçinin neden meleklerden değil de insandan olduğunu masaya yatırırlar. Sözde masaya yatırırlar. Özde yaptıkları cerbezedir. Cevap arıyor değillerdir.


Zaman değişir, ifadeler değişir, ama hakikatler değişmez. Evet. Biz aslında Asr-ı Saadet'in farklı sûretlerde tekrarını yaşamaktan öteye gidemiyoruz. Belki kendi çağımıza göre sanjanı değişiyor mevzuun. ('Vahyin mahiyeti' falan gibi başlıklar altında üstüne azıcık fıstık serpiliyor.) Yoksa özü hep aynı kalıyor. Başkalaşmıyor. Bizde olmayansa şu: Bediüzzaman misal ehl-i sünnet uleması gibi 'bizimle konuşanın şeytan olduğunu' tayin edemiyoruz. Açık yüreklilikle mevzuun adını koyamıyoruz. (Liberal gönlümüz elvermiyor.) Veya, Allah hepsinden razı olsun, sahabe kadar salabetli duramıyoruz. Öyle ya: Onlar asla Ebu Cehil'in, Ebu Leheb'in veya bir başkasının argümantasyonu üzerinden Kur'an'ı tartmaya kalkmazlardı. Bir ilahiyat fakültesinde tefsir kürsüsünü onlara vermezlerdi. Hoca yetiştirme işini böylelere bırakmazlardı. Biz şaşkınız. Bırakıyoruz. Hatta, bırakınız bırakmayı, hasbelkader "Yahu nereye gidiyoruz?" diye soranların ensesine de çöküyoruz. Ellerimizle Mushaf-ı Mübareği yırtacak İbrahim Atabey'ler yetiştiriyoruz.

Değil mi ama: İnsan Kur'an'ı 'Allah sözü' olarak bilirse yırtmaya cüret edebilir mi? Saygısızlık edebilir mi? Hükümlerini inkâra kalkışabilir mi? Bağlayıcılığını sorgulayabilir mi? Ama onu bir parça beşerîleştirdiniz mi, yani öğrencilerinizin kalbinde/kafasında 'manen yırtılmasını' sağladınız mı, artık demeyin keyfinize! Artık lafzullahın başına herşey gelebilir. Ne de olsa insanîdir. İnsandan bilinmiştir. İnsan da insanın kurdudur. Başına getirmedik bırakmazlar. Cenab-ı Hak bu fitne-i ahirzamanın karanlığından cümle mü'min gözlerini muhafaza eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

Thursday, December 3, 2020

Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (2)

Yazılarımın ikincisinde itiraz edeceğim argüman 'üniversitelerin hürriyet, tartışma ve açıkgörüşlülük yeri olmakla Mustafa Öztürk'e gadretmenin yanlışlığı' üzerine olacak. Öncelikle yine mürşidimin bir metnine uğramak istiyorum. Muhakemat'ta diyor ki o: 

"Mesail iki kısımdır. Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır. Kısm-ı diğerîde esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de bir de birdir. Nasıl ki hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez. Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserî ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î yahut def'î gibi olur. Bu ise ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir. Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir."

Bu metin bize ne anlatıyor? Bu metin bize özünde 'bilim' ile 'dinin' yapısal bir ayrımını haber veriyor. Nedir o ayrım? Bilim tedricen gelişen birşeydir. Üç yüzyıl önceki fizikle bugünkü fizik bilimi elbette aynı düzeyde değildir. Bugünün fiziğinin geçmişe kıyasla pekçok yeni şeyden haberdar olmuştur. İleride daha fazlasından olacaktır da. Ancak aynı şey din hususunda geçerli değildir. Ulûm-u ilâhiye def'î olarak tekemmül eder. Sözgelimi: Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselam bir gelir, kendinden önceki marifeti bir ömürde, beşerin nübüvvetsiz yüzbin yılda aşamayacağı bir noktaya çıkarır. Bu bir sırr-ı akrebiyettir. Ötekisi kurbiyettir. Peki dinî ilimlerde hiç mi gelişme olmaz? Finaldeki cümle bu mevzuun çerçevesini de çiziyor: "Lâkin, eğer çendan telâhuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemezse de, burhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir." Mürşidimin başka bir yerdeki ifadesine uğrarsak: 'Dava' konusunda dine yeni birşey eklenmez. Fakat 'dava içinde burhan' noktasında içerik artımı sağlanabilir.

Misalle açmaya çalışalım: Allah'ın varlığı konusunda itikad umdelerinde bir artım yapmak mümkün müdür? Yani vardır, daha vardır, daha daha vardır... vs. gibi bir artış olabilir mi? Yahut 'Yoktur!' demekle dinle ileriye gidilmiş sayılınabilir mi? el-Cevap: Olamaz. Sayılınamaz. Fakat Allah'ın varlığını isbat etmede yeni deliller geliştirilebilir. Sözgelimi: Dün hiç hesapta olmayan bigbangi bugün bir delil olarak kullanabilirsiniz. Kelam âlimlerinin hudus-imkân türünden delillendirmeleri de böyledir. Yani temel umdeye bir ekleme-çıkarma-değişiklik yapamazsınız. Ya? Ancak onların sübûtuna veya içeriğine dair malumatlar/marifetler üretebilirsiniz. Çünkü siz vahiyle münasebette naklin önüne geçemezsiniz. Din nakildir. Öncelikle nakildir. Akıl bu naklin anlaşılmasına sarfedilir.

Bu nedenle üniversiteler isterlerse kuantumu, isterlerse karadelikleri, isterlerse bilmem hangi sistemi tartışabilirler de tedricen gelişmeyen din ilimlerini böylesi tartışma konusu yapamazlar. Çünkü tartışarak ondan ileriye varamazlar. Tedrici ilimlerin tartışılması telahuk-u efkâr içindir. Yani tartışma görünümlü bir nevi yardımlaşmadır. Hürriyet elbette burada lazımdır. Ancak, dinin temel itikadî umdeleri, değil onlara burhan-marifet üretmek niyetiyle, bizzat cerhetmek niyetiyle tartışma konusu yapılırsa, hafazallah, varılacak yer esfel-i sâfilîn olur. Daha ileriye gidilmez. Ancak geriye düşülür.

Bu yüzden Mustafa Öztürk'ün tartışmaya açtığı konu, daha doğrusu baya-epey karşısına geçip mücadele verdiği husus, yani Kur'an'ın hem lafız hem manaca Allah'tan geldiği meselesi, üniversitelerin üzerine serbestçe kalem oynatabileceği bir alan değildir. Biz müslümanlar itikadî açıdan böyle bir özgürlük tanımıyoruz. Böyle bir tedrisle yetişecek ilahiyatçıdan da dalaletinden başka beklemiyoruz. Ancak, bize hoca olmamak ve hoca olacakları yetiştirmemek kaydıyla, zaten cümle küfür ehlinin yaptığı gibi, İslam aleyhinde argümanlarını yumurtlamaya devam edebilir. Biz de onun cevabını veririz. Ama böylesinin ne kendisini ne talebesi önümüzde hoca olarak görmek istemeyiz. Kur'an'a beşer kelamı diyen adamın hakiki müslümanlıkla ne ilişkisi vardır? Kaldı ki hocalıkla bir ilişkisi olsun.

Üniversiteyi bu anlamda bir hürriyet mekanı görenler herhalde dinlerini bilmiyorlar. Yahut da yeniden dinlerine müşteri olmak istiyorlar. Eğer üniversiteler bu meslek üzere dini ele alacaklarsa, Allah şerlerinden hepimiz saklasın, gelecek nesiller bizzat hocalardan-ilahiyatçılardan imanlarını korumaya çalışacaklar demektir. Ne diyelim? Kışı yaza çevirmek Cenab-ı Hakkın kudretinden hariç değil. Bizi rahmetinden uzakta koymasın. Âmin. Âmin.


Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (1)

Bediüzzaman Hazretlerinin 'mutezile' ile 'ehl-i sünnet' arasındaki bir farklılığa işaret ettiği şurası bana çok yol açıcı görünür: "(...) Bu gibi vesvese ehl-i i'tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: 'Medar-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir.' (...) Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: 'Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.' Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder." 

Yani Ehl-i Sünnet olan bizler iman ederiz ki: Birşeyin güzelliği-çirkinliği emr-i ilahîye tâbidir. Allah yasaklarsa çirkindir. Yapılmasını emrederse güzeldir. Bu nedenle zina haramken nikah helaldir. Hatta ibadettir. Cinayet haramken cihad helaldir. Hatta ibadettir. Hülasa: Amellerin durumu, eylemin kendisinden ziyade, Kur'an ve sünnetle bize tevarüs eden fıkha bağlıdır. O fıkhın tayin ettiği sınırlarla ilgilidir. Aynı fiilin helal olduğu yerler de vardır. Haram olduğu yerler de vardır. Müslüman amellerinde böyle bir ayrım gözetir. Bu kısma yaşarken hepimiz şahit olduğumuzdan uzatmıyorum. Hemen asıl itiraz noktama geçmek istiyorum:

Bugünlerde toptancı bir cerbezeye çokça kapılıyoruz. Sözgelimi: Mustafa Öztürk'ün hâdisesi üzerinden konuşursak. Müslümanların ona haklı olarak gösterdiği tepkiyi 'linç' başlığı altında, aynı eylemin her türeviyle eşitleyip, 'tukaka' etmeye yatkın bir kitle var. Halbuki, yukarıda altını çizmeye çalıştığım gibi, biz eyleme böyle iman etmeyiz. Masum bir insanın iftirayla veya hain bir tecessüsle veyahut başka bir mağduriyetle 'linç' edilmesi başkadır; hakedenin hakettiği tepkiyi görmesi başkadır. Bunlar sırf eylemin kendisi üzerinden eşitlenemez. Hepsi aynı kategoriye sokulamaz.

Ya? Yine emr-i ilahiye ve nehy-i ilahiye bakılır. Yapılan emr-i ilahiye uygun düşüyorsa güzeldir. Nehy-i ilahiye uygun düşüyorsa kötüdür. Yazdıklarında sınırı aşmış olanların gadri kendilerini bağlar. Ancak ben Mustafa Öztürk olayına kuşbakışı baktığımda herhangi bir 'şeriat dışı' davranış görmüyorum. Zaten 'tarihselcilik' illetiyle gittiği yol belli bir profesöre, hamiyet-i diniyeden kaynaklanan bir gayretle, dindarane bir uhuvvetle tepki gösterildi-gösteriliyor. Böyle bir tepkiyi eliyle-diliyle-kalbiyle sıkı sıkıya tutmak imanın gereğidir. Zemini sosyalmedya olur, medya olur, başka bir yer olur, ama lazımdır. Bu nedenle 'linç' başlığı altında başka haksız uygulamalarla eşitlenemez. Bu haklı tepki böyle bir manipülasyonla pasifize edilemez. Üstelik şöyle ikinci bir durum daha var:

Bu 'linç' hâdisesini karalayanların çoğu başka zeminlerde 'linç'leri haklı birer davranış olarak görüyorlar. Evet. Çoğu o tagların altında yazıyorlar. Mesela: Liberal camiadan bu lince tepki gösterenler herhangi bir devlet erkanının benzeri bir duruma maruz kaldığı hangi noktada tepki koydular? Bilakis. Tepki koymadıkları gibi parçası da oldular. Tepki gösterenlerle beraber tepki gösterdiler. Haklı-haksız. İşin bu kısmını umursamayanları da biliyoruz. Hülasa kardeşlerim: Bu cerbezeyi yemeyelim. Mustafa Öztürk olayında yapılan şey bence hem dünyada hem ahirette yüzünüzü ak edecek bir tutumdur. Siz hamiyet-i diniyenizle 'buğzunuzu' ortaya koydunuz. İfrat edenlerin ifrat hesabı ayrı. Ama büyük çoğunluğunuz sadece hakkın peşindeydiniz. Lütfen böyle eylem üzerinden hüsün-kubuh eşitleyicilerine kapılmayın. Pasifliği omuzlamayın. Amma istikameti de elden bırakmayın. Tevfik her vakit Allah'tandır. Hamdımızı da yalnız Ona ederiz. Âmin.

Monday, November 23, 2020

Konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız

Geçenlerde yine A'râf sûresini okurken İblis'in kıssasına takıldım. Kulluk yolunda ayağı ilk takılanın 'takılma öyküsü' benim de kafama takıldı. Arkadaşım, insan dışında her neye takılırsa, aslında içinde bir yere takılıyor. Bir daha gördüm bunu. Anladım. İblis'in takıldığının da Âdem aleyhisselam değil 'kendi yanlış varlık algısı' olduğunu sezdim. Belki benim de bu kıssaya takılmamın sebebi başka bir takıntıydı. Çünkü benim de topraktan yaratıldığını düşünüp ateşimin üstünlüğünden(!) dolayı isyan ettiğim hiyerarşiler vardı. Göremediğim değerler vardı. Edemediğim secdeler vardı. Kuşatamadığım hikmetler vardı. Kovulduğum makamlar vardı. Kur'an'da her anlatılan bir parça da kendi hikâyem olduğunu yeniden hatırladım. Halbuki mürşidim bunu ta 20. Söz'ünde ders vermişti: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor."

Dünya varolalıberi düşen her nesnenin yerçekimi kanunundan bir hissesi vardır. Hiçbirisi kendileri hakkında söylenmiş 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'lerin tesirinden hariçte değildir. Benim de imtihan edilen bir yaratılmış olmak hasebiyle hem Âdem aleyhisselamın hem de İblis'in yaşadıklarından almam gereken dersler var. Dönmem gereken düşüşler var. Teşhis etmem gereken hastalıklar var. Sarmam gereken yaralar var. Keşfetmem gereken kusurlarım var. Var, var, varoğlu var. Ancak Kur'an'la ve sünnetle böyle muhatap olmak için anlatılanların 'benim hikâyem de' olduğunu sezebilmeliyim. İşte, mürşidim, 20. Söz'ünde bunu öğretiyor. Ben de, eğer iyi bir talebeysem, aldığım bu dersi her menzilde tekrar etmeliyim.

A'râf sûresinin 12. ayetinin kısa bir mealinde deniliyor: "Allah buyurdu: 'Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?' (İblis): 'Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi." Bunu diyen biraz da ben değil miyim? Nerede diyorum peki? Yaratılana razı olmadığım her yerde söylüyorum. Her hasedimin arkasında bu hüküm var. Dilimi "Maşaallah!" demekten alıkoyduğum her yerde bu iddiaya sığınıyorum. "Böyle olmamalıydı!" diyorum içimde bir yerlerde. "O koltuk benim hakkımdı. O ilgiyi ben görmeliydim. O yâr bana varmalıydı. Böyle olmamalıydı." O yüzden belki de "Allah ne güzel dilemiş!" diye içimi teskin etmediğim her yerde 'nazar etme tehlikesi' yaşatıyorum. Ve bu yüzden Aleyhissalatuvesselam Efendim, çok beğendiğim şeylerde, böyle bir hatırlatmayı kendime hemencecik yapmamı emrediyor. Onun öyle olmasını Allah diledi. Maşaallah. Ne güzel diledi O.

Her "Maşaallah!" attığın bir tokattır aynı zamanda. Kime? İçine. Kendi şeytanına. Semadan ta kalbime kadar uzanan recmü'l-şeyatîn kanununun bir ferdidir yaşadığın. Gökte melekler onları taşlar. Yerde mücahidler cihad eder. Kalbimde şeytanımla ben uğraşırım. Cihad her katmanda mütemadiyen sürer. Hatta gece "Aman uyuyayım!" dersen uykun neden tersine kaçar? Bunun cevabı da Bediüzzaman'a göre aynı kanunla alakalıdır: "Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz..." Maksada çıkamaz? Burası mühim. Çünkü şu düşüşün İblis'in düşüşüyle bir arkadaşlığı var. A'râf sûresi 13'ün kısa bir mealine bakıyoruz bu sefer: "Allah: Öyle ise, 'İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!' buyurdu."

Hırsın, kıskançlığın, hasedin ve kibrin neticesi her zaman böyle değil midir? Olana rızasını yitirenin içinde büyüyen itiraz, eylemlerinden önce, psikolojisini etkiler. Ahlakını kemirir. Hased hâsidin amelinden önce içini yakar. Platonik âşıkların maşuklarının her iltifatını kendi üzerlerine alınması gibi hâdis de hased ettiğinin gördüğü her iltifatı kendine hakaret sayar. Dahası: Düşmanlarının sayısı kendi hiyerarşisine hakvermeyenler sayısınca büyür. Ateşi üstün görmeyen yanmalıdır. Fakat ne tuhaf. Yanan kendisi olur: "Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir. Zira mürettep basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden, harîs muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye'se düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır." Evet. İçindeki kötülük öyle büyümüştür ki ulaştığından da artık bir lezzet alamaz. Ancak haklılığını isbat etmek için mücadele etmeyi de bırakmaz.

A'râf sûresi 14'te bu durum kısa bir mealiyle şöyle haber veriliyor: "İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi." Mühletini de aldı. Sonrasında vaadettiği birçok şeyi de başardı. Ancak bu İblis'in asıl yanılgısını düzeltmedi. Mağlubiyetini zafere dönüştürmedi. Cenab-ı Hak ondan Âdem aleyhisselama secde etmesini istediğinde neslinden gelecek hiçkimsenin sapmayacağı yönünde bir vaadde bulunmamıştı. İblis konuyu yanlış anladı. Yahut da anlamak arzuladı. Secde edilen Âdem aleyhisselamın şahsı değildi sadece. Âdemiyetin potansiyeliydi. Ki bu da Âdem aleyhisselamın şahsî tecrübesinden ziyade hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselama bakıyordu. O hakikati yaratan Hakîm-i Mutlakın hikmetine dayanıyordu. Hak Teala âdemiyetin 'elmas olabilme ihtimalini' nazarlarımıza veriyordu. İblis 'kömür olabilme yollarına' dikkati çekiyordu. Kendisine verilen son dersi bu yüzden kavramadı: "Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!" Evet. Başkasını kömür etmekle kemale eremezsin. Başkalarını yanacak hale getirmek ancak yanıcılığını arttırır. Onlarla beraber sen de yanarsın.

Halbuki tevekkül de sabrın bir çeşididir: "Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vazetmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkülâtın anahtarıdır. (...) Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir." İblis'in mahrumiyetinde bu sırrın da dersi vardır. Damından düşmüştür. Makamından kovulmuştur. Çünkü kesin hükme varmakta acele etmiştir. Çünkü basamakları atlamıştır. Çünkü öğrenmek istememiştir. İman ettiği kem hiyerarşinin haksızlığını görmeyi beklememiştir. Melekler gibi sırrın dersini alıncaya kadar merakla tevekkül edememiştir. Talip olmadığından talebe de olamamıştır. Kaybetmiştir.

"Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. (...) hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, 'Aman, ne yaptım, böyle başıma geldi?' diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir."

Bugün biz de böylesi kaybedişler yaşıyoruz. Rahman u Rahim'in fazlından bir ihsanı: Tevbemiz var. Âdem aleyhisselam gibi hatamızı itiraf edebiliyoruz. Bununla İblis'ten ayrılıyoruz. Yoksa düşüşümüz kıyamete kadar sürecekti. Kaderi değiştirmek elimizden gelmediği için, razı olmadığımız her hâdisede, göğsümüzde bir karanlık büyüyecekti. Devleşecekti. Belki yalnız bizi değil çevremizdekileri de yutacaktı. Evet. Kabil'in Habil'i niye katlettiğine dikkat et. Bugün de "Ya benimsin ya toprağın!" deyu cinayetler işlenmiyor mu? Yahu daha ne kadar kendi hikâyene bigane kalacaksın? Ne kadar anlatılanın 'sen' olduğundan kaçacaksın? Kur'an, bindörtyüz yıldır uyarıyor, konu başkasıymış gibi yaşamayı bırakmalıyız.

Friday, November 20, 2020

Avcı avını görülmediği yerden vurur

"Bir hükümdarın ordusu ne denli güçlü olursa olsun, yabancı bir ülkeye girebilmek için, o ülke halkının desteğine gereksinmesi vardır." Niccolo Machiavelli, Prens'ten

Mürşidim 21. Söz'ünde diyor ki: "Şu vesvese öyle birşeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder." Hem de ekliyor: "Tanımazsan gelir, tanısan gider." Eyvallah. Bu düğüm çözücü bahis beni A'râf sûresinin 27. ayetine götürüyor arkadaşım. Hani orada kısa bir mealiyle buyruluyor: "O (şeytan) ve yandaşları onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler." İşte bu iki hakikati birbiriyle ilişkilendiriyorum. Çünkü biliyorum: Cehalet de körlüğün bir çeşididir. Algının bozulduğu bir yerdir. Bunu sadece 'gerçekleri görememek' bağlamında da kullanmıyorum arkadaşım. Hayır. Fazlası var. Cehaletin en kötüsü düşmanını sezememektir. Hatta onu dost bilmektir. Belki biraz da bu nedenle Olağan Şüpheliler'de Kevin Spacey'in dilinden denir: "Şeytanın en büyük hilesi tüm dünyayı aslında varolmadığına inandırmakmış." Yine benzeri bir ifade Şeytanın Avukatı'nda Al Pacino'nun ağzından tekrarlanır. Nurcularsa mezkûr manaya tâ Lem'alar'dan aşinadır: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir."

Yani 'görülmedikleri yerlerden görmek' cümle iblislerin sahip olduğu bir avantaj. Bir strateji. İmtihan sırrı gereği bağışlanmış bir imkan. Hatta bir gelenek. Onlar da tuzaklarını böyle menzillere kuruyorlar. Dikkat edin: Küresel güçlerin 'toplum mühendisliği' çalışmaları da yine aynı taktiksel zemin üzerinden yürütülüyor günümüzde. Felak sûresindeki o sırlı anlatıma dokunursak: 'Düğümlere üfleyenlerin kötülüğü' bizim onları sezemediğimiz yerlerden bünyeyi sarıyor. Aldatıyor. Kandırıyor. Yandırıyor.

Öyle ya: Düğüm nedir? Düğüm iki nesnenin birbirine tutturulduğu kısımdır. Düğümler sayesinde birliktelikler varolurlar. Onların varlığıyla çözülmezler. Ancak düğümler aynı zamanda zaaflardır. Birliktelikler yine en kolay düğümlerinden ayrılır. Bir ilmeği çözmekle koca bir bütünlüğü beraberliğinden edebilirsiniz. Tıpkı bugün sahip olduğumuz toplumsal fayhatları gibidir onlar. Türk-Kürt, Sünni-Alevi vs. birçok ipimiz var bugün de. Bugün de onları birarada tutan düğümlerimiz var. Farklılıklarımızı barıştıran üstkimliklerimiz var. Ancak düğümlere üfleyenler kötülüklerini bu hassasiyetlerle tutuşturmaya çalışıyorlar. Hilelerini üflüyorlar. Öğütlüyorlar. Tetikliyorlar. Manipüle ediyorlar. Kaşıyorlar. Kızıştırıyorlar.

Ben Bediüzzaman'ın "Garp husumeti bâki kalmalı!" derken dikkat çektiği şeyin bir parça da bu olduğu kanaatindeyim. Bu temkinin devamı ancak düğümlerimiz hakkında 'koruyucu bir endişe' sahibi olmamızı sağlayabilecektir. Aksi takdirde, yani şeytanın şeytanlığı unutularak, erişilecek bir kemal yoktur. Şeytana karşı gayet uyanıkken koruyamadığımız zaferi onu göremeyeceğimiz bir yere geçerek elde edeceğimizi düşünen, en hafif ifadesiyle, aptaldır. Yahut da tembel bir devekuşudur. Başını kuma sokmakla hevakâr nefsini aldatmaktadır. Halbuki onun bu sûrette saklanışı(!) sayyad için en kolay avlanıştır.

Bugün liberal siyaset tam da böylesi bir avcılık sezonu geçiriyor. Gittiği ülkelerde öncelikle kendisinden kaçmayı bırakmış evcil devekuşları yetiştiriyor. Sonra bu yarı aydınlar sayesinde diğer devekuşlarının düğümlerine üflüyor. Herşeyin başının hayat olduğunu, hayatsız hiçbir albenili kavramın anlam taşımadığını, toplumun hayatının da ittihadda saklı bulunduğunu unutan basiretsiz bireyler de, çeşitli manipülasyonlar eşliğinde, kendi elleriyle bağlarını çözüyorlar. Bunu yaparken de savundukları davanın adını "Yaşasınlar!" ile haykırıyorlar. Çünkü iyi birşey yaptıklarını sanıyorlar. Çünkü artık İblis'in varlığına inanmıyorlar. Husumetlerini unutmuşlar. Gardlarını bırakmışlar. Bu nedenle de kolay avlanıyorlar.

Arkadaşım, Felak sûresinin en yakın arkadaşı Nâs sûresi ise, Mushaf'a hâtime verirken şöyle bir uyarı yapıyor bizlere: Kalplere vesvese verenlerin şerrinden bütünlüğünüzün sahibine sığının. "İnsanların Rabbine. İnsanların Melikine. İnsanların İlahına..." Evet. Hak Teala dinini tamamladı. İslam kemalini buldu. Fakat imtihan sürüyor. Furkan'ın bu iki sûreyle sonlanması bana bu açıdan da manidar geliyor. İkisi de hiçbirşeyin 'çantada keklik' olmadığını hatırlatır türden çünkü. Güvercin tedirginliğinin hep korunmasını öğütler cinsten. Ve sanki onlar da bir tür husumetin bâki kalması lüzumunu tekrar ediyorlar. "Basiretsizlik etmeyin!" diyorlar. "Siz avcıyı kollama tedirginliğini terkederseniz avlanmaktan kurtulamazsınız."

Yine, A'râf sûresinin 27. ayetinde aktarılan Hz. Âdem ile Havva'nın o şaşkın çıplaklık hissi, 'ummadığı anda-makamda-mekanda-kişide tuzağa düşürülenin hissine' ne çok benzer değil mi arkadaşım? Ve mezkûr ayetin nihayeti aynı sadedde ne güzel söyler: "Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık." Evet. Dininin sana öğrettiği dostluklarda-düşmanlıklarda imanın ne kadar zayıflıyorsa, ne kadar sebatın gevşiyorsa, ne kadar dikkatten düşüyorsan, o kadar şeytana avlaşıyorsun arkadaşım. Yoldaşlaşıyorsun. Arkadaşlaşıyorsun. Çünkü ferasetle göremiyorsun. Evet. Evet. Cennetinden olmak istemiyorsan tıpkı bir maral gibi avcılarına iman et. Hem aczine yaraşır bir şekilde dörtbiryanını rasat et. Yoksa avlanacaksın. Bitirirken Rabbü'l-âlemîn'den dileğim: Seni de beni de böyle cahil davetçilerden eylemesin. Âmin. Âmin.

Monday, November 16, 2020

Celal korkutucu güzelliktir

Mürşidim bir yerde "Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar, dört arş-ı İlâhîsi var..." diyor. Bunlardan 'dördüncüsü'nü de "Emir ve irâdenin arşıdır ki unsur-u havadır..." diyerek tesbit ediyor. Ben, "Allahu'l-a'lem!" kaydını unutmadan konuşursam, burada söylenileni bir nebze 'rüzgarın tabiatına bakarak' çözebildiğimi zannediyorum. Sıcağından soğuğuna, esintisinden fırtınasına, melteminden ayazına cümle rüzgarlarda aynı çevik-çalak hizmetin tezahürü var. Yani, sürekli emir bekliyor, hem alıyor ve hem de hemen ittiba ediyor bir ahlakı var rüzgarların. Böyle eliçabuk bir hizmetkârın üzerinden de elbette 'emir' ve 'irade'nin okunması daha kolay oluyor. Hem de zaten onun bu hali, yoğunluğu, mesaisi, telaşı, böyle bir aynalıkta istihdam edildiğini gösteriyor. Sanki. En doğrusunu Sahib-i Arş-ı Âzam bilir.

Yine "İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur..." diyor Bediüzzaman. Şunun düşündürdüklerini de burada arzetmek belki yazıyı uzatacağından, eteğini öperek, bana sırlı gelen bir ayet-i kerimeye dair konuşmak istiyorum. Ancak, hepten de ümidini kesmeyeyim arkadaşım, belki o ayeti konuşurken bu bahse de değinmiş olacağız. İnşaallah. Evet: A'râf sûresi 57. ayettir peteğinden ballanmak istediğim. Orada bir kısacık mealiyle buyruluyor ki:  "Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız."

Ayetin bize evvelemirde söylediği açık: Diriliş hakikati kainatta her an yaşanmakta. İnsanoğlu, eğer merak gözünü açıp da bakarsa, zaten haşir hakikatini kainatın her anında müşahade etmekte. Yani: Topraktan yeniden yeniden bedenini kaldıran, yeniden yeniden meyve veren, yeniden yeniden başak çıkaran, yeniden yeniden köklerinden yeşeren canlıları görmekte. Elhamdülillah. Bunlar arzda her an olmakta. Toprak emanet edileni hatırlamakta. 

Düzen eşyanın hafızasıdır. Tekerrür bu hafızanın tezahürüdür. Kur'an'da gösterilen ayetleri tefekkür etmesini bilen her mü'min için, 'haşir' sırf kıyametten sonra yaşanacak insana özgü bir hâdise değil, varlıkta sürekli tekerrür eden kanundur. Kıyametten sonraki dirilişse bu kanunun mâkul, mümkün, hatta beklenir tekrarıdır. Nasıl ki havaya atılan her nesne düşer. Nasıl ki kaynatılan her su buharlaşır. Nasıl ki şartlarına uyulduğuna su üstündekini yüzdürür. Bunlarda dün-bugün-yarın ayrımı gözetilmez. Aynen öyle de şartları oluştuğunda Allah'ın bir emriyle cümle ölüler dirilir. Toprak altındakini unutmaz. Zaten hep dirilmektedir. Haşir Risalesi'nin merkezi/ruhu sayılan Rum sûresinin 50. ayeti aynı 'muhyi'l-mevta' yasasına dikkatimizi çeker: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah'tır. Onun gücü herşeye yeter!" 

Sırası geldi. Analım: Mürşidim arşlardan birincisini şöyle tarif eder: "Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır." Şimdi üç arşımız tamam oldu. Yani yukarıdaki ayette üç arşa dair de izler bulduk. 1) Rüzgarların müjdeciliğini işittik. 2) Rahmetin gönderilmesine neşelendik. 3) Topraktan meyvelerin çıkarıldığına sevindik. Peki dördüncüsü? Dördüncüsü de ayette geçiyor aslında. Ama üstü biraz daha örtülü şekilde. Nasıl? Meyvelerin olgunlaşması için gereken dördüncü şeyi düşündüğünüzde hemen gülümsüyor. "Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur." Öyle ya: Işığın bahşı olmadan meyveler pişirilmez ki. Böylece arşlarımız tamam oldu. Dört arşımız birden bir ayet-i kerimenin içine sığdı. Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı olandan ne 'yaş' arşlarımız ne de 'kuru' arşlarımız kaçabildi.

Fakat, arkadaşım, şu 'rüzgarların müjdeciliği' de sanki başka bir kanuna dikkatimizi çağırıyor. Hani yine Kur'an'da buyrulur: Cenab-ı Hak Zülcelal-i ve'l-İkram'dır. Yani celalî tecellilerinin içi ikramlarla doludur. Bunu bize bahsimize misafir olan yağmur da söyler: Gök gürlediği zaman insan işitir: Zülcelal'dir. Yağmur yağdığında hisseder: Ve'l-İkram'dır. Hatta Mesnevî-i Nuriye'de celal-cemal ilişkisine dair ufuk açıcı şu tesbitte bulunulur: "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir." Misal: İnsan baharda şöyle bir kıra çıkıp koca bir gelincik tarlasıyla karşılaşsa heybetinden irkilir. Güzelliğin türdeki görünüşü şiddetli gelir. O yüzden bazı ârifler derler: Celal korkutucu güzelliktir. Yani tezahürürün şiddeti insanın hayretine sebep olmuştur. Ancak tarlanın içine girilse, tek tek gelincikler görülse, ele alınsa da bakılsa, farkedilir ki: Cemalîdir. Nazenin bir heybeti vardır.

İşte, şimdi diyorum ki arkadaşım, artık hayatımızdaki herşeyi bu tezahürler eşliğinde tefekkür etmeliyiz. Yani rüzgarların soğukluğu/şiddeti arkalarından gelen rahmeti görmemize engel olmasın. Onların o çabuk çabuk hizmetlerindeki gelişigüzellik(!) fehmimizi aldatmasın. Bu işlerde bir düzen var. Bu düzende bir tesbit var. Bu tesbitte bir kanuniyet var. Hayatındaki gelişigüzellikleri(!) ömrünün rüzgarı gibi göremeyenler, ne yazık, rahmeti sezemiyorlar. Gelişigüzellik diyoruz ya, katıldığımızdan değil, kuşatamadığımızdan. Sanatın şekli kitabete vardığında okumanın şekli de bütünü kuşatmaya mecbur olur. Yahut da yine Bediüzzaman'ın o müthiş cümlesine uğramalı: "İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al." 

Ben, rüzgara uğradım da yağmura vardım, sen başka şeylerden yola çıkıp farklı sonuçlara varabilirsin. Ancak her nereyi bu gözle zevketsen balından kaçamazsın. Çünkü bu bal da bir kanuniyettir. Allah rüzgarları müjdeci olarak gönderir. Bugün nasıl bir düzenle hareket ettiğini çözemediğimiz emirler-iradeler yine dizginleri o Rahman u Rahim'in elinde piyadeler. Başka yöne gitmiyorlar. Başka yöne götüremeyecekler. Arşların birbirinden farklı hükümlerini/tezahürlerini karıştırıp rüyalarını zehirleme. Emirlerin çabukluğunu çözemeyip rahmetin varlığını da inkâr etme. Bu ölüler elbette dirilecekler. O vaadinden dönmez. Âmin.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...