Thursday, August 7, 2014

Kitab'a bakmak serbest

Neye inanıyorum biliyor musun? Üniversitede bir matematik dersi vardı, hocamız ufak tefek ve yaşlı bir kadındı. Hızlı Fourier dönüşümlerinden bahsediyordu ve bir cümlenin ortasında durup; ‘Bazen evren fark edilmek istiyormuş gibi görünüyor’ dedi. Ben de buna inanıyorum. Bence evren beklenmedik bir şekilde bilince eğilimli ve kısmen de zekayı mükafatlandırıyor. Çünkü zarafetinin gözlemlenmesinden keyif alıyor.John Green, Aynı Yıldızın Altında’dan…
Esma, bilmektir. İsim takmak, bildiğini işaretlemektir. İsmi anmak, bildiğini hatırlamaktır. Allah, bilmekle bitmeyecek olandır. Bu yüzden Cenab-ı Hakkın esması saymakla bitmez. Vahyin ifadesiyle ‘bütün güzel isimler’ onundur. Kur’an’da geçenler, hadis-i şeriflerde nakledilenler ve buna ilaveten Cevşen gibi dualarda zikredilen binlercesi.
Bitiremezsin.
Fakat bu durum, onu, bize açılan manalarla isimlendirmemize de engel olmaz. Hüdhüd kuşunun, Neml sûresinde, Allah hakkında söylediği; ‘göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran’ tarifi bile, Bediüzzaman’ın ilgili ayeti analiz ederken söylediği gibi; kendi sanatıyla (Hüdhüd’ün sanatı, arzın derinliklerinde ne saklı olduğunu bilebilmesiydi) Allah’ı isimlendirmesidir. O yüzden başta dediğim gibi derim ben: “Allah, bilmekle bitmeyecek olandır.” Ben de Rabbimi böyle isimlendiririm: ‘Bilmesi hiç bitmeyen…’
"Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim."
Böyle anlatıyor bir hadis-i kudsî bize yaratılışımızın hikmetini. Peki, neden bilinmek istedi Samed olan? Hiçbirşeye muhtaç olmayan neden bilinmek istedi? 30. Söz’ün 18. Pencere’sindeki şuunat arşına çıkarsam: İhsan etmeye duyduğu muhabbet-i münezzehe şuunatından olduğu için istedi bence. Tıpkı Bediüzzaman’ın ibadetlerin hikmetine dair bir soruya verdiği cevapta olduğu gibi: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, mânen hastasın." Yani güzelliğine bir güzellik daha katmıyor bildirmekle, kendini bildirecek olan. Ama sen onu bildikçe daha çok güzelleşiyorsun. İmam-ı Rabbani’nin Hz. Resulullah’a dair söylediği o güzel sözde olduğu gibi: "Ben sözlerimle Muhammed’i (a.s.m.) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan bahsetmekle sözlerim güzelleşti.
Ey nazın değil niyazın, aşk’ın değil acz’in talibi! Bu cümleye kanaat etmelisin, hukukumuz bundan ibarettir. Biz hep âleme ‘alan el’ olarak bakacağız. Allah da bizim için hep ‘veren el’ kalacak. Bize dua istemek değil, dilenmektir.
Şimdi bir de istersen ‘ahsen-i takvim’e uzanalım senle. Sonra, korkarak esfel-i safilin’e. Bak neyi tartışıyor Sokrates, Savunma’sında. “Bilmek, öğrenmek midir, hatırlamak mıdır?” Bunu tartışıyor. Muhatabını ilzam ediyor hatta bildiğin herşeyi aslında hatırladığına. Nasıl tarif etsem? Bir çocuğun kabiliyeti olmasa, asla konuşamayacağına; konuşma kabiliyeti olmayan bir köpeğin bin sene de insanlarla yaşasa konuşamayacağına, çünkü içinde ‘hatırlayacak’ bir kabiliyetin olmadığına ikna ediyor. Kimbilir, belki sen de ‘esfel-i safilin’ dediğin bir unutkanlık mertebesinden ‘ahsen-i takvim’ dediğin bir hatırlama düzeyine çıkmaya çalışıyorsun.
Öyle yaratılmıştın çünkü. Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu, seninse “Bela” diye cevap verdiğin o an’a. Cevapların çok net olduğu, talim-i esma sınavını meleklerin huzurunda başarıyla vermiş fıtratına dönmeye çalışıyorsun. İnsan ismi de nisyan’dan geliyor demiyor mu eskiler? Belki böylesi bir hakikati de var.
Hatırlanacak olanlar bütün kainata serpilmiş. Bilinmek isteyen, bilinebilir yaratmış herşeyi. Bakınız, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında Lee Strobel’ın söyleşi yaptığı bilimadamlarından Robin Collins bunu nasıl ifade ediyor: “Biz, fizikte esrarengiz denecek derecede uyum, simetri ve orantı görürüz. Ayrıca benim ‘keşfedilebilirlik’ adını verdiğim birşey ile karşılaşıyoruz. ‘Keşfedilebilirlik’ ile kastettiğim şu: Doğa kanunları adeta bizim akıl/zihin düzeyimizde birileri tarafından keşfedilsin diye dikkatle düzenlenmiş gibidirler.”
Aynı şeyin altını, Davies, Superforce adlı eserinde şöyle çiziyor: “Fizik kanunlarını ortaya çıkarmak çeşitli açılardan bir bulmacayı doldurmaya benzer.” Hani Tanrı Ölmüştü’nün  ilerleyen kısımlarda Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ise şunu ekliyorlar bu paralelde:
Evrendeki, galaksimizdeki, güneş sistemindeki yerimizin ve aynı zamanda Dünya’nın boyutları ve dönüşünün, Ay ve Güneş’in kütlesinin ve benzerlerinin—yani bütün faktörler dizisinin—Dünya’yı yaşanabilir bir gezegen yapmak için hayret verici bir tarzda bir araya gelerek işbirliği yaptığını bulduk. Ve bunun da ötesinde, Dünya’da akıllı bir yaşamın var olmasına izin veren aynı şartların, ayrıca evrenin gözlemlenmesi ve analiz edilmesine de tuhaf bir şekilde uygun olduğunu gördük. Ve bunun bir rastlantı olmadığına inanıyoruz. Aslında evrenin keşfedilmek üzere tasarlanıp tasarlanmadığı konusunu gündeme getiriyoruz. (…) Burada vurgulamak istediğim esas nokta, bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özelliklerin aynı zamanda etrafımızda olup bitenler hakkında keşifler yapmak için de en iyi ortamı sağladığıdır. Aslında Dünya’da bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki, bunları tamamen şansa atfetmek için kendimizi epeyce zorlamamız lazım.
Devamında güneş tutulmalarından tutun yerçekiminin oranına, gökyüzünün saydamlığından tutun güneşin ışık türüne kadar pekçok delil sırayan ikili, yazarın; “Uzayda bu kadar çok boş mekan var. Bu müsrifçe ve gereksiz değil mi?” sorusuna da şöyle cevap veriyorlar: “Çünkü evren keşif için tasarlandı. Bizlerin keşfedecek birşeylere ihtiyacımız var.”
Buradan istersen şimdi tekrar Bediüzzaman’ın ifadelerine uzanalım. Âlemin ve insanın uyumunu anlattığı o satırlara: “Şundaki san’atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitapçiçekleri suretinde açmıştır."  Ve yine diyelim: "Evet, insaniyet imân ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan, dünyaya geldiği vakit, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir. (…) İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil. (…) Demek, hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir. (…) Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. 
Demek, kendini keşşaf olarak bildin, ama âlemdeki keşfedilmeye muntazır duruşu farkedemesinse zarardasın. “Üstlerindeki semaya bakmazlar mı?” diye soranın, aynı zamanda semayı ‘bakılabilir’ şekilde ‘şeffaf’ yarattığını görmezsen, zarardasın. “O, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır…” diyenin aynı zamanda tutulmaları antik takvimlerle bugünün takvimlerini orantılama ölçüsü kıldığını bilmezsen, zarardasın. Sana verilen her emrin, o emre uymaya müsait bir yaratılışın ardından sana emredilmiş olduğunu okuyamıyorsan, zarardasın. Önündeki bulmacayı keyifle yanıtlıyorken her gün; önündekinin, sana doğru cevapları buldurmak için yaratılmış olduğunu farketmiyorsan, zarardasın. ‘Bilinmek isteyen hazinenin’ aynı zamanda âlemi ‘onu bilmeye müsait’ yarattığını göremiyorsan, zarardasın. Taktığın isimlerle, kazandığın sınavlarla fazla övünme bence. Nihayetinde; Ali Ural’ın Tek Kelimelik Sözlük’te dediği gibi; ‘Kitab’a bakmak serbest imtihan olunduğunu’ bilmiyorsan, zarardasın.

Sunday, August 3, 2014

Bir kendini kandırma yöntemi olarak: Herkesleşme

"Hem deme, 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır." Sözler'den.

Günahkârlık vicdan azabıdır. Ve insan içindeki bu baskıyı yenebilmek için demagojiye sapar. Aklını nefsi yoluyla iknaya çalışır. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında dediği gibi: '(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı'r. Bediüzzaman da benzer bir meseleye Lem'alar'da temas eder: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Vicdanın azabı 'hatırlatma' nevindendir ve insan en çok hareketin sarhoşluğu ile onu bastırmayı dener. (Meşgul olmak da bir sarhoşluktur.) Hareketin sarhoşluğundan sonra gafletin en etkili araçlarından birisi ise 'herkesleşme'dir. Yani; herkesin yaptığını yapma, söylediğini söyleme, yürüdüğü yöne yürümektir. Herkesleşme kurtuluş değil kaçıştır. Başını benzerleriyle dolu bir kitlenin içine sokmaktır. Meşrulaştırma aracı olarak kullanılır çoğu zaman. İncil'de bile denir: "Kötülük için kalabalığı takip etme..." Kur'an-ı Kerim de defalarca bu noktada uyarır insanları. Atalarının yaptıklarını yapmaya devam edenlere; "Ya onlar yanlıştaysa?" diye sorar. Hatta yine Bediüzzaman, insandaki bu hastalığa temas eder bir metninde:

"Deme: 'Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor. Hem deme: 'Ben de herkes gibiyim.' Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır."

Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü isimli eserinde modern bilimin 'üç herkesleştirme çabasını' masaya yatırıyor. Birincisi: Evrim. Kitabın evrimi analiz ettiği bölümlerde görüyorsunuz ki; evrimin felsefesi sadece bilimle ilgilenmiyor, teolojik zeminde insanın tasarım ürünü olduğunu inkâr etmek istiyor. Öyle ya! Özellikle yaratılmazsanız özel sorumluluklarınız da olmaz. Özellikle yaratmamışsa Allah sizinle neden ilgilensin? Neden sizin hayvanlardan daha fazlasını yapmak gibi bir sorumluluğunuz olsun? Evrim tam da bu maksatla insanın hilkatteki biricikliğini yitirmesini murad ediyor. Eğer insan gelişgüzelse, tesadüflerin ürünüyse, yani 'özel bir dokunuş' yoksa hilkatinde, o halde neden herkesleşemesin? Bir ayrıcalığı yok ki.

Kitapta analiz edilen ikinci 'herkesleştirme' taktiği ise şu: Çoklu/Paralel Evrenler Teorisi. Peki ne demek bu? Paralel evrenler düşüncesi, yine yaratılışın (ama bu sefer kozmik/makro âlemde yaratılışın) 'özelliğini' yitirmesini istiyor. Bakıyor ki: evrende çok hassas kanunlar ve o kanunlar işlemezse varolamayacak bir hilkat var. Allahın varlığını ve iradesini, bütün bu nizamın özel bir seçimle olduğunu kabullenmek istemiyor.

Peki, ne yapacak? Âlemin tevhidine/birliğine engel olmaya bakacak. Diyor ki o zaman: "Belki de ihtimal âlemlerinin hepsi oluştu. Ama bir tanesi, içlerinden yalnız biri, bütün şartları uygun olduğu için varlığını devam ettirebildi." Yani tabir-i caizse diyor ki: "Varlık için trilyonlarca kez zar atıldı. Artık bir tanesi de mutlaka doğru şıkka denk gelmiştir canım. Özel bir tasarım olduğumuzu düşünmeye gerek yok. Biricik değiliz." Fakat kitapta kendisiyle söyleşi yapılan bilimadamlarından William Lane Craig bu zandaki hatayı şöyle ortaya koyuyor:

"Bu sadece metafizik. Hiçbir bilimsel dayanağı yok. Teorinin öne sürdüğü şekilde paralel evrenler olmasına inanmak için elde ne bir delil ne de bir sebep var. Şüphecilerin böylesine tuhaf bir teoriyle ortaya çıkmalarının amacı, temelde, evrendeki hassas ayarın çok kuvvetli bir şekilde ve doğrudan doğruya şuurlu bir tasarımcıya işaret ediyor oluşu ve bazıları böyle bir sonuçtan kaçmak için herşeyi öne sürebilir."

Kitapta 'herkesleştirme'nin üçüncü yöntemi olarak anlatılan şeyse, modern bilimin, dünyanın özel kozmografik durumunu (ve dolayısıyla hayatı) evrenin her yerinde bulunabilir birşey olarak göstermesi. Kitapta bu düşüncenin özetleşinişi şöyle: "Onlara göre yaşam hazır çorba gibidir: Yalnızca su eklemek yeter. (...) Kısacası, yeryüzünün hiçbir ayrıcalıklı özelliği yoktur." Lee Strobel, devamında ise şu gerçeği haykırıyor: "Evrenin, gelişmiş medeniyetlerin çiçek açtığı bir sera olduğu fikri, yeni bilimsel keşifler tarafından bir kenara atılıyor."

Kopernik'le başlayan, hayatı ve dünyayı sıradanlaştırma, yani evrenin merkezinde değil, sıradan bir yerinde ve sıradan bir şekilde varolmuş görme meyli, giderek yok oluyor. Bilimin Yeni Hikâyesi isimli eserlerinde Robert Augros ve George Stanciu bu durumu şöyle özetliyorlar: "İnsanın fiziksel olarak evrenin merkezinde olmasa bile, onun (evrenin) amacının merkezinde olduğu aşikâr." Fizikçi Freeman Dyson'ın New York Times'ta yayınlanan kanaati ise şöyle: "Evren bir şekilde bizim geliyor olduğumuzu bilmiş olmalı."

Evrenin başka köşelerinde hayatın varolmasının güçlüğü, dünyanın evrende bulunduğu uygun yer, güneşimizin özellikleri, diğer gezegenlerin, özellikle jüpiterin, bize sağladığı koruma; konumumuz ve ayın buna kattığı denge... Daha bunun gibi yüzlerce delille kitapta anlatılıyor ki, insan/dünya hakikaten biricik. Ve hakikaten bütün bu düzen onun hilkatini bekler yaratılmış. Ve bu biriciklik: "O zaman beni böyle ince ince tasarlayan benden ne istiyor?" sorusunu sormaya mecbur ediyor onu. Ve bu soru gafletin dağılma sürecinin başı oluyor. Bediüzzaman'ın pekçok yerde (özellikle hayattaki) bu merkeziyete temas eden izahları dikkat edilesi:

"Demek, 'Bismillahirrahmanirrahim' sahife-i âlemde bir satır-ı nurânî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvânıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, 'Bismillahirrahmanirrahim' yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Kainatın meyvesi olmak, yani biriciklik, insanî arşa nasıl çıkarıyor bizi? Durduğun yerin sorumluluğunu kabul ederek mi? Peki insanî arş nedir? Acaba bir farkındalık mertebesi midir? Allah'la arandaki ilişkinin diğer varlıklardan daha üst ve daha biricik olduğuna uyanmak mıdır insanî arşa çıkmak?

Buradan bakarsan; "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" sırrı ne düzeyde görünür? Belki de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama verilen önem, bu değer bildirimi, onun sembolize ettiği varlık sırrına verilen önem, insanın evrendeki biricikliğine çekilen dikkat ve onun arkasından gelen karşıkonulmaz sorumluluktur. Öyle ya! Özellikle yaratıldıysan özellikle sorumlu tutulduğun şeyler de olmalı.

Allahu'l-A'lem. Bütün bunlar birbirine bağlı galiba. Eğer biricik olduğunuzu farkederseniz, hatta ne kadar çok farkederseniz, o kadar çok kulsunuz. "Ben de herkes gibiyim" dedikçe de kesrette kayboluyorsunuz. İsterseniz buradan da Nur sûresi 63'e gidelim: "Allah arkadaşlarını siper ederek gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir..." Herkesleşme arkadaşım. Başkasının omuzlarının ardına saklanmaya çalışma. Çünkü herkesleştikçe kaybediyorsun.

Saturday, August 2, 2014

Bir Gülen Örgütü sendromu olarak: Tokpınar çelişkisi

Kıssa-yı Musa'da (a.s.), Hz. Musa'nın asâsını yere attığında yılan olması ve o hakiki yılanın, sihirbazların bütün sahte yılanlarını yutması, ayrıca manidar gelir. Üstadından ders aldığı şekilde hakikat mesleğinde kalmaya çalışan birisi olarak, bunu, Musa aleyhisselamın hakikat mesleğinin bir vechini izah eder görürüm: "Elinizdeki hakikati ortaya koyduğunuzda ehl-i cerbezenin oyunlarının kıymeti kalmaz. Yutar, bitirir hepsini. Cerbezenin ömrü hakikat karşısında kısadır." Zaten bize nakledildiği şekilde, Firavun'un büyücülerinin en çok şaşırdığı da budur: "Bir sihir başka bir sihri yutamaz!" derler. "Şüphesiz sen Allahın Resulüsün." İman ederler. Firavun, onların bu imanının cezası olarak kollarını ve bacaklarını çaprazlama kestirir. Neden çaprazlama? Bir fikrim var, ama bunun tefekkürünü başka yazıya bırakayım. Hakikat ve cerbezeden devam edelim.

Peki, ben bu sihir ve cerbeze arasındaki bağı nereden kuruyorum? 1. Üstadın Nâs sûresi tefsirinden. 2. Otuzuncu Söz'deki şu haşiyeden: "Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafında sihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır." Peki, cerbezenin ömrünün kısalığıyla sahte yılanların yutulması arasındaki bağ nereden? Zahirinin göstericiliği dışında şuradan: "Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. (...) Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah."

Peki, bu mesele ile neden bu kadar ilgileniyorum? Onu izah edersem: Hz. Musa aleyhisselamın asâsıyla (bunun hakikat mesleğini sembolize ettiğini düşünüyorum) sınanmamış hiçbir muğalata/cerbeze/demagoji/felsefe hakikat sınıfından sayılamaz, sayılamamalı. Burhan ile kazıye arasındaki fark bu. Burhan sınanabilir ve bu sınanma sonucu inanılabilir bilgidir, yani delildir. Kazıye ise, ancak söyleyenin makbuliyetine dair bir önkabulünüz varsa sizde tesir eder. Ama ancak sizde tesir eder. Genele açık değildir burhan kadar. Bunun da izahı Emirdağ Lahikasında, şurada:

Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkta; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.

Bu nedenle bir Nur talebesinin, eğer hakikaten talipse hakikate, kuşanması gereken ilk özellik, makbul bildiği şahısların bile sözlerini sınamaktır. Burhansa almak, yalnız kazıyeyse yanına bir acaba bırakıp yoluna devam etmektir. Ben de bunu yaparım. Sevdiğim insanlar sözkonusu olsa bile, yaparım. Bu yazıda da bunu yapacağım. Çünkü at izinin it izine karıştığı zor zamanlardan geçiyoruz. Fitne zamanı durmak/durulmak, bir noktada, 'hareket etmeden önce daha fazla düşünmeye' de işaret eder. Demek fitne zamanı analiz ve tefekkür, hamlenin önüne geçmelidir. Her neyse... Asıl meseleme dönersem:

Gülen Örgütü ve AK Parti arasındaki gerilim sırasında pekçok insan kendisinden beklenen veya beklenmeyen saflara yerleşti. Taraflar kutuplaştı. Öyle ki, benim gibiler, evde özabisiyle bile konuşamaz oldu. Neden? Çünkü çatışma hak/batıl düzlemine hızla taşındı. Siyasi bir mesele olarak konuşmak yerine, taraflar meseleyi iman/küfür düzlemine çektiler. Bunu önce Gülen Örgütü yaptı. Tartışmanın ilk başladığı andan itibaren, kendi hareketini dinî yörüngede konumlandırdığı için, muhatabını da dine saldırıyormuş gibi göstermeye çalıştı. Sonucu: Şimdi muhatapları da onları 'sapkınlıkla' suçluyor. Bazı noktalarda, hassaten rüyalar, bazı fıkhî meseleler ve iradesiz teslimiyet noktasında ben de Gülen Örgütü'nün sapkınlık yaptığını düşünüyorum. Bu ülkenin dindar diye adlanrılılabilecek yüzde ellisi de benimle hemfikir sanıyorum. Kamuoyu yoklamaları bunu gösteriyor.

Bir tarafta Gülen Örgütü, Haydar Baş, CHP vs. Diğer tarafta neredeyse geri kalan bütün dindarlar. Böyle bir saflaşma var şu an. Bunun ufak ufak istisnaları da var. Mesela Nurcular içinde Yeniasya, diğer Nurcuların rağmına Gülen Örgütü'ne yakın. Bazı isimler var ki, asıl ciğer yakan budur, onlar da içlerinde yetiştikleri ortamın aksine Gülen Örgütü safındalar. Kimler mi? Yakınımda oldukları için (her ne kadar altı ay önce Nesil'den ayrılmış olsam da) hemen aklıma gelen üç örnek: İhsan Atasoy, Cemil Tokpınar, Nuriye Çeleğen. (Cemal Uşşak'ı da ekleyecektim, ama onun ne derece cemaatin ne derece diğer Nurcu grupların içinde olduğunu tayin edemiyorum.) Peki, bu insanlar kötü insanlar mı? Hayır, öyle olduklarını hiç düşünmedim ve düşünmem. Hepsiyle dostluğum var(dı). Hatta Cemil Tokpınar abiyi evimde misafir ettim ve evinde misafir oldum. İyiliğini de gördüm, iyilikte de bulundum. İhsan Atasoy Hocayı ise tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Çünkü çok hoşsohbet, alçakgönüllü bir insandır. Nuriye abla, yine öyle biliyorum.

Ama bu Gülen Örgütü-AK Parti gerilimi öyle bir bıçak gibi saplandı ki, ortamıza, tamamen karşı saflardayız şimdi. Örneğin; İhsan Atasoy birkaç yıl önce Erdoğan'la aynı okuldan mezun olmakla iftihar eden (iki sınıf gerisindeymiş galiba) ve onu öven birisiydi. (Bizzat bize anlatırdı bunu.) Fakat bugünlerde hiç öyle düşünmüyor diye duyuyorum. Yine Cemil Tokpınar abi, Erdoğan hakkında pekçok kereler sitayişlerini işittiğim bir isim, şimdi tamamen başka bir noktada. Bir tek Nuriye ablanın evvelden ne düşündüğünü bilmem. Ama onun da bugün Gülen Örgütü yanında olduğu kesin. Benim Erdoğan'ın yanında olduğumun kesinliği kadar kesin hem de. Benimse yazdıklarım ortada. (Herhalde bir darbe daha deneseler ve yapabilseler, beni asarlar.)

Fakat ben, bugün, bütün uzatılmış girizgâhın üzerine, Cemil Tokpınar abinin söylediği (çünkü kendisi de kişisel hesabında, kendisinin böyle söylediğini söyleyen birisini rt'lemiş, bu herhalde onay demektir) bir sözü analiz etmek istiyorum. Bakalım kazıye-i makbulemiz ne kadar burhan-ı yakini'ye yakın, bir görelim istiyorum. Cümle şu: "Ömrü hizmetle geçen Hocaefendi'ye 'hain' diyebilmek için ya din düşmanı ya ahmak ya dünyaperest ya kıskanç ya da aldanmış olmak gerekir." Sanıyorum bu saldırı cümlesiyle kastettiği öncelikle Erdoğan. Sonrasında Gülen'i böyle gören herkese yapılıyor bu taşlama. Gerekçesi ne? Çünkü Gülen 'ömrü hizmetle geçen' birisi. Ama durun! Peki ya Erdoğan?

Kendisini tanıyanlar da bilirler ki; Cemil Tokpınar abi, şu son gerilim olana kadar Erdoğan'ı yere göğe sığdıramayan, dualayan, destekleyen birisiydi. Her Gülen Örgütü mensubu gibi. Bu demektir ki; Cemil Tokpınar, Erdoğan'ın da 'ömrü hizmetle geçen' birisi olduğunu düşünüyor. Bu, kendisine sorulsa, inadı elinden tutmazsa, herhalde aksini söylemez. Çünkü ilk dönemler cemaat ile partinin barışması için dua da ediyordu. O zaman da şöyle bir sorun karşımıza çıkıyor: Bir dönem vatana hizmet edene hain demek bir din düşmanlığı, dünyaperestlik, aldanmışlık vs. ise, Gülen neden Türkiye'ye ve İslam'a hizmetleri gayet ortada/reddedilmez olan bir siyasetçiye 'hain' dedi/diyebildi? Ve ikinci soru: Onun Erdoğan'a hain demesi, Cemil Tokpınar abinin yaptığı tesbite (eğer bu tesbit Gülencil değilse) onu da dahil eder mi? Yani şunu diyebilir miyiz: "Ömrü hizmetle geçen 'Erdoğan'a 'hain' diyebilmek için ya din düşmanı ya ahmak ya dünyaperest ya kıskanç ya da aldanmış olmak gerekir." Bunu da yazabilir miydi Cemil Tokpınar?

Gülen bunu ne zaman mı dedi? Dostlarım, nete düşen ve Gülen Örgütü tarafından da gerçekliği reddedilmeyen bir ses kaydında Melih Gökçek'in Erdoğan'la ilgili yapılan bir belgesele Gülen'den de birkaç sözle katkıda bulunmasını istediği (ki gerilimden çok önce yapılan bir telefon görüşmesi bu) fakat Gülen'in kendisini arayan şahsa önce "O kadar hainlik etti ki, hâlâ da ediyor!" dediği malum. (Sonra yola geliyor, ok veriyor. Ses kaydının devamında bu da var.) Nette bir aratmayla kolayca bulunabilir birşey bu. Zaten dinleyenler anımsamışlardır.

Neyse... O halde biz şunu diyebiliyoruz: Gülen'e hain diyen ya din düşmanıdır ya bla bla. Ama Erdoğan'a hain diyen böyle bir kapsama girmez. Yahut girer mi? Girerse bu bir paradox mu? Sanıyorum Gülenistlerin ilk cevap vermesi gereken çelişki bu: Kendileri her haltı yiyorlar da kendilerine hiçbir şey yapılamıyor, Gayretullaha dokunuyor. Hemen dini bir kalkan gibi giyiyorlar üstlerine. Fakat ne zamana kadar? Ne zamana kadar akkaşık olabileceksiniz? Şu an mızrak o kadar keskin ki, neyi kendinize kalkan etseniz delip geçecek bir gücü var. Devletin başında olduğu için mi? Hayır, öncelikle haklı olduğu için. Zaten bu yüzden kaybediyorsunuz: Haksızsınız.

Thursday, July 31, 2014

Bediüzzaman da ayraç kullanır mıydı?

"(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte mâbeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder." (25. Söz'den.)

Caner Taslaman (bakınız bu sefer kendisini iyi anacağım); Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli eserinde birşeyin altını tekrar tekrar çizer: İnsanın eşya algısının (dolayısıyla bilimin) itikadî boyutta kaçınılmaz etkileri vardır. "Bilim ayrı bir dünyadır. Din ayrı bir dünyadır..." diyemezsiniz. İkisini birbirinden kesin çizgilerle ayıramazsınız. Örneğin: 138. sayfada, Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini kurarken Newton fiziğinden ne denli etkilendiklerini aktarır okurlarına. Başka bir yerde ise; "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basar. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığını, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatır. Bütün bu örnekler de gösterir ki; insan, eşyayı nasıl algılıyorsa, bunun bir izdüşümü şeklinde de Allah'ı sistem içinde (veya üstünde) bir yere koyar. Bazen de koyacak yer bulamaz ve inkâr eder.

Bu yüzden, mürşidim türünden, hayatını ehl-i sünnet çizgisinde Kur'anî tefekküre adayan bir âlimin Tabiat Risalesi gibi, Ayetü'l-Kübra gibi, Hüve Nüktesi gibi, Zerre Risalesi gibi fennî analizler de içeren eserler yazması kaçınılmazdır. Âleme bakışı düzeltmek (afakî tefekkür) nefiste yapılacak cihadın (enfüsî tefekkür) üzerine inşa edilebileceği uygun bir zemin teşkil eder. 'La ilahe illallah' yolculuğunu âlemin dipköşe her yerinde yapan ve ondan emin olan bir akıl, elbette 'Muhammedun Resulullah' kılıcının içinde işlemesine izin verir. İlkinin delili âlemden gelir. İkincisinin kılıcı enfüste işler. Biri diğerisiz olmaz. Yukarıdaki misallerden devam etmek gerekirse: enetiğe dair malumatımızdan'anyi anacağım)iç?toparlamaya çalışalım: ebilir. edilmez oldu. bi algılıyorsunuz. rsunuz.i hakkında bÂleme determinist algıyla bakan bir insanın sebep ve sonuç arasında bıraktığı hiçbir boşluk yoktur ki Allahın esması oraya sığsın ve müdahale etsin. Her sonuç sebeplerdendir ona göre. Ve Ockham'ın Usturası gibi güç verdiği gafletli nazarı Allahın ehadiyetini keser alır âleminden. Yerine birşey koymaya da ihtiyaç duymaz.

Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, 'iki şahid-i sadık' terkibi içinde formülleştirdiği öğretisinde, tefekkürünün kılıcını buraya sallar. Sebep ve sonuç arasındaki mesafeyi açarak birinin diğerinin yaratıcısı veya yaratığı olamayacağını gösterir. Bu şekilde dışarıda, gaybda, aşkın ve üstün bir neden aramaya zorlar bizi:

"Hem, her bir zerrede, vücûb ve vahdet-i Sânia iki şâhid-i sâdık daha var. Birisi, her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber, pek büyük ve pek mütenevvi' vazifeleri kaldırıyor ve cümûdiyeti ile beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizâm-ı umumîye tevfîk-ı hareket eder. Demek, her bir zerre, lisân-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna ve nizâm-ı âlemi gözetmesiyle, vahdetine şehâdet eder."

Her bir zerrenin, aczinden beklenmeyecek büyüklükte işler başarması ve yaptığı eylemin kainatın düzeniyle de uyumlu olması, o neden ve sonucun arasına "Ve lehü'l-esmaü'l-hüsna..." ayıracını koymak gibidir. (Esma, bu açıdan, insanın kesrette kaybolmasını önleyen, varlığa konulmuş ayıraçtır.) Bu ayıraç konduğu vakit anlaşılır ki: Nedenler sonuçları kaldıramaz ve mutlaka araya tüm isimleriyle hazır ve nazır bir Allahın katkısı/yaratışı lazımdır. (Bir nevi Esma berzahı.) Mürşidim yine bu meseleyi izah sadedinde şöyle bir örnek verir:

"Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe' olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan; bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtâtın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanâtın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf mânevî olarak aslının programı tevdî edilmiş; işte o tohumları nöbetle o kâseye koysak, her biri hârika cihazâtıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku' bulmuş gibi inanırsın."

Birşeyin herşey, herşeyin birşey olması. Önemli bir ders! Fakat dediğim gibi: Âlem algımız 'alacağımız dersi' çok etkiliyor. Kanaatimce: Genetiğe dair malumatımızdan yerleşmiş olan determinist algı da bizim Bediüzzaman'ın bu dersini anlamamıza engel oluyor. Çoğumuz böylesi örnekleri işittiğimiz anda diyoruz ki: "İşte genleri başka ya. DNA'ları ayrı ayrı olduğundan canlılar da farklı farklı oluyorlar." Acaba gerçekten böyle mi? Genetik bilimi sandığımız kadar determinist sabitliğe sahip mi? Ben bu noktada bakış açımın yanlış ve yanılmış olduğunu bugünlerde okuduğum (bu ifade 2014 yılına aittir) bir kitap sayesinde farkettim: Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü'sü.

Çabuk geçeyim: Jonathan Wells ile yaptığı söyleşide, genlerin farklılıkların nedeni oluşu üzerine yaptıkları bir sorgulamada, Wells şunları anlatıyordu Strobel'a:

"Eğer Neo-Darwinistler gibi bizim, genlerimizin bir ürünü olduğumuzu kabul ediyorsan, o zaman bizimle şempanzeler arasındaki dramatik farklılığı sadece bu %2'lik farkla açıklayabilmen lazım. Buradaki problem vücut yapıcı genler tabir edilen genlerin bu %98'in içinde olması. %2'lik farkı oluşturan genler anatomiyle işi olmayan oldukça ehemmiyetsiz genler. Yani insan ile şempanze DNA'sı arasındaki bu sözde benzerlik aslında bu noktada Neo-Darwinistler için yeni bir problem teşkil etmekte."

Devamında bunu yine başka bir örnekle açıklıyordu. "Bir tasarımcı farklı organizmalar yaratmak için benzer yapı malzemeleri kullanabilir. Tıpkı inşaatçıların sonuç itibariyle birbirinden farklı gözükecek köprüleri yaparken aynı maddeleri (demir çubuk, çimento vs) kullanması gibi."

Başka bir yerde ise bu gen benzerliği farklı canlılar üzerinden şöyle örneklendiriyordu:

"Size bir misal vereyim: Gözler. Farelerde, ahtapotlarda ve meyve sineklerinde benzer bir gen var. Bir farenin gözüne ve bir ahtapotun gözüne baktığınızda çok yüzeysel bir benzerlik bulabilirsiniz. (...) Ama daha ilginci meyve sineğinin gözüdür. Çünkü o, bu ikisinden tamamen farklıdır. Birçok yüzden müteşekkil bir göz. Sonuç itibariyle ise bu üç gözün üçü de aynı veya çok benzer genlere dayanır. Hatta o kadar benzerdirler ki, bir farenin genini, bu genin olmadığı bir meyve sineğine koyabilirsiniz ve sonrasında gözünü olması gerektiği gibi geliştiren bir meyve sineği elde edersiniz."

Bediüzzaman'ın 'her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe' olabilir bir kâse' örneğini, şimdi, buradaki 'her üç canlının da gözünün kalıbı olabilir gen' üzerinen analiz edin. Sanıyorum gen dünyasında da her sebep sonucu kaldırmıyor. O kodlara da fazla güvenmeye gelmiyor. Nihayetinde, tıpkı fizikte olduğu gibi biyolojide de madde tasavvurumuz Kuantum kararsızlığına ve bir yönüyle irade-i ilahîyeye aç ve muhtaç hale doğru ilerliyor.

Aynı genden farklı canlılar yaratıldığı sırrını anladığımız zaman belki, Hz. Meryem annemizin kromozomları XX'ken nasıl Hz. İsa gibi XY kromozomlu bir evlada sahip olabildiğini veya Hz. Âdem babamızın neslinden nasıl bu kadar farklı renkli/özellikli ırklar meydana gelebildiğini daha iyi anlayacağız. Madde düşüncemiz daha da latifleşek belki. Ama illa Esmayı hesaba katacağız. Sebep ve sonuç arasına onun berzahı girmeden fennin açmazlarını aşabilmek güç.

Tuesday, July 29, 2014

Hani tanrı ölmüştü?

"Algıladığımız ancak yüzeydir." Jan-Philipp Sendker, Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler

Allan Rex Sandage bir kozmolog. Fakat sıradan bir kozmolog değil. Sebebi: 'Galaksiler arası uzaklıkları' veya 'evrenin genişleme hızını' bulabilecek kadar başarılı olması. Mesleğinde parmakla gösterilen tiplerden yani. Bir röpotajında diyor ki: "Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü birşeylerle anlayabiliyorum." Bunu okuduğum an nedense aklıma Bakara sûresinin 3. ayeti geldi. Duymuşsunuzdur sıkça: "Onlar ki gayba iman ederler." Ne demek gayb? Gayb, beş duyu ile bilinmeyen, yani bir yönüyle tabiatüstü...

Lee Strobel'ın hem kendi hakikat yolculuğunu hem de kendisi gibi birçok bilimadamının Allahın varlığına dair buldukları kanıtlarını anlattığı "Hani Tanrı Ölmüştü?" kitabını okuyorum bu sıralar. (Bu ifade 2014 yılına aittir.) Yukarıda yaptığım alıntı da o kitaptan. Lee Strobel kitap boyunca birçok söyleşi yapıyor ve muteriz edasıyla ateizmin argümanlarını savunuyor. Söyleştiklerinin açıklarını bulmaya çalışıyor. Fakat bir süre sonra Allahın varlığına dair delillerin karşıkonulmazlığını da kabul ediyor. Kitap bu nedenle hem sürükleyici hem bilgilendirici. Okurken hem yeni sorularınız hem de yeni cevaplarınız oluyor.

Söyleşi yaptığı isimlerden birisi de Stephen Meyer. Onunla yaptığı söyleşide altı çizilen şeyse daha çok şu: "Ona göre bilim, bizi 'İlk Olay'a götürdü, fakat daha da ötesine gidip 'İlk Sebep'e ulaştıramadı." Çünkü 'İlk Sebep' tefekkürü yukarıda Sandage'ın da dediği gibi yalnızca tabiat ile açılamıyordu. Daha üstünde birşeylere (bir gayba) bakmak gerekiyordu. Modern bilimse yapısı gereği bunu reddediyordu. Bu yüzden yine Sandage Newsweek dergisinde şunları söylemişti yıllar önce: "Bilim adamları, evrenin sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor." Yahut Galileo'nin de dediği gibi: "Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır. İncilse göklere (cennete) nasıl gidileceğini."

Bu iki (gayb'lı ve gayb'sız) dili yahut da ikili düşünme yapısını daha basit bir şekilde aklımıza yerleştirense kitabın daha sonraki bölümlerinde kendisiyle söyleşi yapılan W. Lane Craig oluyor. T. School of Theology'de profesör olan Craig bir çaydanlık örneğiyle bu tefekkür şekillerinin farkını ortaya koyuyor:

"Mutfakta olduğunuzu ve ocakta kaynamakta olan bir çaydanlık olduğunu düşünün. Soruyorsunuz: 'Çaydanlık neden kaynıyor?' Karınız şöyle cevap verirse: 'Ateşin sahip olduğu kinetik enerji çaydanlığın metali vasıtasıyla onun içindeki suya iletilir. Bu nedenle su molekülleri gittikçe daha hızlı hareket etmeye başlar ve sonunda buhar şeklinde çaydanlıktan dışarı çıkar.' Bu, bilimsel bir açıklama olur. Yok, eğer kanırız derse ki; 'Çay yapmak için onu ben koydum.' İşte bu kişisel bir açıklamadır. İkisi de doğrudur. Sadece söz konusu olguyu dile getiriş tarzları farklıdır."

"Gördüğünüz gibi evrenin ilk hali hususunda bilimsel bir açıklama sözkonusu değildir. Çünkü bu ilk haldir ve ondan daha önce bulunan başlangıç koşulları ve doğa kanunları olmadığından o durum bunlar vasıtasıyla açıklanamaz. O nedenle eğer evrenin ilk hali açıklanacaksa bu açıklamanın kişisel olması, yani onu yaratmayı dilemiş bir faille açıklanması kaçınılmazdır."

Söz 'fail'e gelince İkram Arslan abiyle 2014'te TV111'de yapmış olduğumuz Nur Penceresi programına atıf yapmam kaçınılmaz oldu. 33. Söz'ün 18. Penceresini konuştuk ve bu pencere A'râf sûresindeki şu ayet-i kerime ile başlıyordu: "Onlar göklerin ve yerin içyüzüne (özüne) bakmadılar mı?” Sanki içerisinde "Baksalar göreceklerdi" veya "Bakanlar görecekler" manalarını da barındıran bu ifade, 'içyüzü' diye karşılık verdiğimiz şeye 'melekut' diyordu. Ben de tam bu noktada İkram abiye şöyle bir soru yönelttim: "Bu içyüzden/melekuttan kastedilen nedir? Eğer bu içyüz ile kastedilen detaysa, daha derinlere inmekse, daha çok şey bilmekse eşya hakkında, bugün Batılı bilimadamlarından daha çok şey bilenimiz yok. Fakat o bilgiye rağmen yine de en çok ateist onların içinde?"

Bu soruma cevap olarak İkram abi, melekuttan kastedilenin o olmadığını, 18. Pencere'de de okuyacağımız üzere, Bediüzzaman'ın bu ayeti tefsir edişinin eserin derinliğinden ziyade; eserden fiile, fiilden faile, failden isme, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata ulaştıran bilgi/düşünme şekli olduğunu belirtti. Yani ona göre melekut eserin kendisinden de aşkın yanıydı. Risale'den o kısmı da alıntılayayım:

"İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir."

Bu kısma bakınca da aklıma yine Craig'in çaydanlık örneği geldi. Sanıyorum ayet-i kerimenin 'melekut'tan kastettiği eşyanın derunu değil, üstü idi. Yani bir nevi gayb'tı. Kendisinden ötesiydi. Kendisinde kalınarak açıklanamayacak olandı. Aşkın olandı. Sandage'ın dediği gibi: 'Varlık sırrı ancak tabiatüstü birşeylerle anlaşılabiliyor'du. Bilgi bilginin kapısını açıyor. Yıllardır kavrayamadığım Bediüzzaman'ın bir sözünü de böylelikle birazcık anladım:

"Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."

Acaba bu metinde kastedilen enfüsî tefekkür 'melekuta dair tefekkür' olabilir miydi? Afakî tefekkürden kastedilen de Craig'in 'bilimsel açıklama' dediği şey? Neden-sonuç ilişkisi bol ama asıl faili eksik derinlik. Acaba o yüzden mi Bediüzzaman; "İçine dalma, boğulursun" derken, Sandage; "(...) derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor" diyordu? Âlemde ondan aşkın bir fail tasavvur etmeden iz sürmek miydi bizi kör eden? Enfüsî (içsel) tefekkürü daha güvenli kılansa, faille eylem arasında, dış âlemde olduğu kadar neden-sonuç ilişkisi olmaması mıydı? Mutluyum. Bir sürü yeni sorum oldu böylelikle. Ne de olsa öğrenmek, sorularımızı arttırmaktır. Soruların sonuna gelmek cehaletin başına gelmektir.

Monday, July 28, 2014

Kork bayramdan korkmayandan!

"En korkulacak an, zafer anıdır."
Napolyon Bonapart

Ümit Meriç Hocanın kendi seyr-i sülûkunu tarif ettiği İçimdeki Cennete Yolculuk kitabını yıllar önce okumuştum. Hem de bir kez değil iki kez. Yine de her yanını tam bir uyanıklıkla hatırlayamıyorum. Ahirzaman çocuklarının en güvenilmez yanları hafızaları. (Bu konuda her güzel duaya muhtacım.) Fakat kitabın içinden bir sahneyi unutamam. Benzerlerini defalarca hissettiğim için belki. Orası hafızama kazınmıştır. Meriç Hocanın uzun bir süre oruç tuttuktan sonra (iki yıla yakın bir süre diye anımsıyorum) bir piknik esnasında mürşidi tarafından oruç tutmayı bırakmaya teşvik edildiği yerdir orası. Peki, bir mürşid, oruç tutmayı neden bıraktırır?

Kitapta anlatıldığına göre; müridinin, oruç tutma sıklığından dolayı, o ibadete karşı ülfet peyda ettiğini düşünüyordu merhum Muzaffer Ozak. Meriç Hoca, o gün orucunu ısrarlar eşliğinde bozduğunda, nefsinin varlığını yeniden nasıl hissettiğini şuna benzer bir şekilde anlatıyordu: (Kitap elimde olsaydı alıntılayacaktım. Netten de bulamadım. Kendi cümlelerimle yazıyorum.) "Sanki kafeste uzun süredir uyuyan bir aslan (kaplan da olabilir), aniden dışarıya çıkmak için saldırdı."

Ben de aynısını her Ramazan arkasında yaşarım. Ramazan boyunca (bir ölçüde) köşesine sindirdiğim nefsin, bayramın birinci günü kafesine saldırıp ve parmaklıkların sağlamlığını yoklayan aslan kadar istekli olduğunu görürüm. Bu beni korkutur. Kederin fazlalığı gibi neşenin fazlalığı da ürkütücüdür. Yeis, "Allah'tan ümidinizi kesmeyin!" emriyle yasaklandığı gibi, akıbet noktasında endişesiz bir neşe de; "Dikkat edin de şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın!" emriyle yasaklanmıştır. Hadd-i vasatta, yani ortayolda/dengede/adalette, kalmaktır bu ümmetin imtihanı.

Çılgınlıklarla değil çıldırmamakla imtihan oluyoruz. İfrat ve tefritimize değil itidalimize sevap yazılıyor. Gevşekliğimiz uyarıldığı gibi ibadette aşırıya gitmemiz de uyarılıyor. Hem de bizzat Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından Osman b. Maz'ûn'a (r.a.) yapılıyor bu uyarı: "Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, senin üzerinde hakkı var. Bedeninin hakkı var, ailenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allahu Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.”

Dedim ya. Korkarım bu yüzden bayramlardan. Hem sadece bayramlardan mı? Bayram kokulu zamanlardan da korkarım. Mesela: Nasr sûresinde; "Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et; O'ndan bağışlama dile, çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir..." denilmesi endişelendirir beni. Fethin ve istiğfarın birbirine bağlanması dokunur yüreğime. Zafer zamanlarının aynı zamanda gaflet ve ifrat zamanları olabileceği düşüncesi sarar her yanımı. Ya "Ramazan'da sırtını yere getirdim!" derken, arkamı döndüğümde, sırtı yere getirilen ben olduysam/olursam?

28. Lem'a'ya gider aklım: "Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. (...) Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır."

Sizce çok mu vehimliyim? Fazla mı abartıyorum herşeyi? Peki o zaman Tabiat Risalesi'nin başındaki şu ifade neyin nesi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm." Bir zındıka fikri? İçine girmek? Bozmak? Zehirlendirmek? Dessasane çalışmak?

Hadi hepsi tamam da, peki bu 'neşe alan'ı nasıl açıklayacağız? Niye söylüyor bunu Bediüzzaman Hazretleri? Neşe zamanlarının arkayı dolaşanlara kör olduğumuz vakitler olduğuna dikkat çekmek için olabilir mi? Böylesi vakitlerde akla karayı ayırma teennisini yitirme durumları yaşamamızdan mı? Her neyse... Asıl ben şey diyecektim size: Ramazan'dan sonra Şevval'in altı günü oruç tutmakla ilgili konuşacaktım.

Hani hadis-i şerifle övülen ve teşvik edilen Şevval'in altı gün orucu. Sakın o da Ramazan'dan birden çıkmamak için olmasın? Kafese saldıran aslana karşı kapıyı hemen bırakmamak? Ramazan'a iki mübarek ayla kontrollü bir şekilde girdiğimiz gibi yine kontrollü bir şekilde ayrılmak? Kazandım sanarken kaybetmemek? Hikmeti böyle birşey olabilir mi? Kur'an'dan, sünnetten ve mübarek mürşidlerden aldığımız dersler bize hep 'kıymetli bir temkin' öğütlüyor. Bu kıymetli temkini yitirmekten korkmalı. Bayramları hem sevmeli hem onlardan korkmalı.

Sunday, July 27, 2014

Tarafsızlık mümkün mü?

"Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, 'Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!' (Mecmûatü'l-Ahzâb, el-Gümüşhânevî; Nakşibendî, Evrâd-ı Nakşibend: 7) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor." 9. Mektup'tan.

'Tarafsızlık' ahirzamanın pek sevilen mottolarından birisi. 'Hakkaniyetin' veya 'insaf'ın yerine sessizce alarak adalet tahtını ele geçirdi. Öyle bir güce sahip ki, anıldığı her meselede, meşruiyeti bir anda tekeline alıyor. Taraf olduğunu söyleyen 'yuha'lanıyor. Gözden düşüyor. Dinlenmez oluyor. Sanılıyor ki: Doğru birşey söyleyeceksen mutlaka tarafsız olacaksın. Taraflı adam doğru konuşamaz. Fakat, bir saniye, durun bakalım: Doğruyu konuşan da ona taraf olmalı değil midir? Veya en azından onun doğru olduğuna inandığı için onu söylüyor olmalı değil midir?

Bir müslüman hangi konularda tarafsız olabilir? Veya olabilir mi? Buna cevap ararken külliyat içerisinde karşılaşacağımız en kritik metinlerden birisinin 15. Söz'ün Zeyli olduğunu düşünüyorum. Mürşidimin 'bitarafane muhakeme'nin bazı durumlarda 'taraf-ı muhalifi iltizam' anlamına gelebileceğini beyan ettiği yerdir 15. Söz'ün Zeyli:

"Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: 'Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?' dedi. Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor."

Metinde biraz ilerleyince de der ki: "İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak."

Bu izahlardan bencileyin anladığım şudur: İmanın bulunduğu bir kalple hak-bâtıl düzleminde bir tarafsızlık mümkün olamaz. İman, bizatihi varlığıyla, bu düzlemde bir tarafın seçildiğini gösterir. Bunun için vardır. Buna sahip olabilmek için kalbe alınır. Bu yüzden, mü'min kişiden hak-bâtıl zemininde tarafsız kalmasının istenmesi, ona "Objektif ol!" çağrısının yapıldığı anlamına gelmez. Bilakis, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'taraf-ı muhalifi iltizam'dır bu. Karşı tarafa geçmesinin istenmesidir. İslam'da akaidî konuların ortası yoktur. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel!' olmaz. Buralarda ortayol aranmaz. Yine mezkûr eserde der ki mürşidim:

"Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir."

Peki bir müslüman hiç mi tarafsız olmaz? Hak-bâtıl düzleminden uzaklaşıldığında tarafsızlık bir derece mevzubahis olabilir. Hatta gereklidir. Yine Bediüzzaman'ın; "Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir..." diyerek başladığı 22. Mektup isimli metinde; "Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur..." denmesi buna işaret eder.

Kıyas zeminin değiştiği, yani hak-bâtıl düzleminden hak-ehak (doğru-daha doğru), hasen-ahsen (güzel-daha güzel) zeminine geçildiği yerlerde tarafgirliğin şiddetlisi bir maraz olmaya başlar. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman, bir müslüman davranışı olarak tavsiye ettiği 'hakta tarafgirliği' ehakkı aramakta hoş bulmaz. Bence bu durum şöyle bir cümlede özetlenebilir: "Hakta taraf ol. Fakat ehakta tarafgir olma. Hak-bâtıl düzleminde ısrarcı ol. Fakat hak-ehak düzleminde ısrarcı olma!"

Ben, Bediüzzaman'ın bu izahlarının sahabe mesleğinin Kur'an'da tarif edildiği Fetih sûresindeki şu ayetle de irtibatlı olduğunu düşünüyorum: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı izzetli, kendi aralarında merhametlidirler." 'Kendi aramız' elbette ehak dairesidir. 'Kafirlere karşı duruşumuz' hak-bâtıl meselesidir.

15. Söz'ün Zeyli'nde giriş kısmında yazan ayetin kısa bir meali şöyle: "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki, O, herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir." Bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretleri genelde, metnine girizgâh kıldığı ayetin tefsirini yapar ilerisinde. (Başka ayetlere de dokunur ama ana tema sanki baştaki ayetle şekillenmiştir.) Peki 'bitarafane muhakeme' bahsinde şu ayetin tefsiri nerede?

Bence işte tam da 'bitarafane muhakeme' ifadesinin içinde. "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın" ifadesi, bir açıdan dil ile yaptığımız istiazeyi/euzüyü içerirken; diğer yandan da Bediüzzaman'ın tefsir ettiği şekliyle 'fikrini, duruşunu, kalbini, iradeni, tefekkürünü, gayretini imanının sana hak olarak gösterdiği şeyi ispatta kullanmayı kapsıyor.

"Allah'a sığın!" içinde "Tarafsız kalma! İnandığın tarafa koş! Allah'ın tarafına koş!" manası da gizli. Ki bakınız Bediüzzaman ne demişti: "Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak." Onun elinde kabul et, Allah'a sığın, bunlar birbirini çağrıştırmıyor mu sizce de?

Bu nokta çok önemli bir nokta zira hak-bâtıl düzleminde bir duruşsuzluk ile hak-ehak düzleminde bir tarafsızlık (veya ısrarsızlık) birbirine çok karıştırılıyor. Hak-ehak düzleminde şefkat ehl-i sünnetin ahlakı iken (ki bu sayede birçok mezhep, meslek, meşrep, ekol vs. var) diğerindeki yumuşaklık/zayıflık Kur'an'da da tehdit ediliyor. Buna şahidim de Bakara sûresinin 14-15. ayetleridir: "Mü'minlere rastlayınca; inandık, derler. Şeytanları ile başbaşa kalınca da; biz sizinle beraberiz, onlarla sadece istihza etmekteyiz, derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar."

Hasılıkelam: İmanî bir meselenin inkârının konu olduğu yerde bizim için tarafsız bir duruş mümkün değildir. Çünkü böyle şeylerin ortası olduğuna imanımız yoktur. Hakkın dairesi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin dairesidir. Fakat bunu söylerken şunu da ihmal etmeyiz: Güzel ve daha güzel seçimlerinde veya düzleminde tüm güzelleri sevmek de mü'minane şefkatin gereğidir. Ehl-i sünnet içinde kaldıktan sonra her mü'mine kalbimizde yer vardır. Hatta, kâfire ve küfrüne değil amma, kâfirin taşıdığı mü'minane bir sıfata dahi muhabbet duyabiliriz. Çünkü "Hikmet mü'minin yitiğidir." O meziyet de aslında müslümanların malıdır.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...