Wednesday, May 25, 2016

Yazmak da bir terapi çeşididir

“Tam iyiliğe karşı tam kötülük lazımdır. Böylelikle iyilik ortaya çıkar. Herşey zıddı ile anlaşılabilir. Hayr-kemal hazır olunca bunlara şer-naks lazım olur. Çünkü iyiliğe/güzelliğe elbette ayna lazımdır. Birşeyin aynası karşısında olur. İyiliğin aynası kötülüktür. Aşağılık da üstünlüğün aynasıdır. Bunun için abdiyyet her makamdan üstündür.” Mektubat-ı Rabbanî’den.

Bana öyle geliyor ki: Yazmak da bir terapi çeşididir arkadaşım. Yani kalemiyle de yaralarını sarabilir insan. İnşaallah. Metinleri üzerinden hayatının dakik bir MR’ını (emarını) çektirebilir. Dışarıdan dokunamadığı dokularını böylelikle seyredebilir. Öyle. Hakikaten kıymetli bir aynalıktır şu. Lazım bir seyirdir. Neden? Niçin? Ayna neden önemli çünkü? 'Ben'i bir parça 'o' kıldığı için değil mi? Evet. Aynada yansıyan ister istemez 'o’ olur bizim için artık. (Biz de olsak odur.) Yani insan kendisini yazarken bile bir başkasıdır. Kendim benden başkasıdır. Ben kendimin ötekisidir. Kendisinin 'o'su olmayan yaralarına merhem çalamaz. Şifa sunamaz. İyileşmek isteyen bir 'o' bulmaya muhtaçtır daima. Doktorlar bile kendi hastalıklarını kolay kolay teşhis edemez.

Terzi söküğünü dikemez. Berber saçını traş edemez. Bu zayıflık özüne dair yargılarında ‘ötekilik imkanını/kıyasını’ yitirmesinden kaynaklanıyor belki de insanın. Ötekisizlik insanın zayıflığıdır. Ötekisi olmayanın berikisi de olmaz. Herşey kıyaslandığı şeylerle birlikte varolur. Farklılık farklı olduklarınla güzel. Varolmak başka olduklarınla. En azından masiva için bu böyle. Bizim arızîliğimiz ben’imizi sen’lere, siz’lere, o’lara, on’lara muhtaç ediyor. Biz’le ben ‘ben’ oluyor.

İşte, hayatını metinlerinden izleyenler, kendilerine ‘üçüncü kişi’ nazarıyla bakmayı da öğrenirler. Bu duygusallığın bencillik yahut da körlük olduğu zeminlerde bizi âkil olmaya zorlar. Üçüncü kişi olmak ehl-i akıl olmaktır. Birinci kişi olmak ehl-i kalp olmaktır. Bir öyküde veya romanda, kurguyu/yaşanmışı üçüncü kişi olarak anlattığınızda, aktarımı da karakterin özüne sınırlamış olursunuz. Üçüncü kişi kahramanın dünyasına ne kadar girebilir? Ne kadar tahlil edebilir veya buna okurunu ne kadar inandırabilir? Fatiha’da "Malikiyevmiddin..." ile "İyya kena'budu..." arasında atlanan eşiği hatırlayalım. Aynı zamanda bize verilen bir üslûp dersidir bu sanki. An gelir ki hissedileni anlatmaya üçüncü kişi yetmez. Hesap gününün sahibine “Ancak sana kulluk ederiz...” diyerek yaklaşabilirsin. Orada 'o' kalamazsın. Sen olursun. En çıplak/aciz halinle sen...

Fakat 'ben' olmak yorucudur. Kalbin pervanesi aklın motorundan o kadar büyüktür ki dikkatin benzini ona çok dayanamaz. "Hanzala kafir oldu!" diye endişesini haykırırken Hanzala radyallahu anhın söylemek istediği belki de buydu arkadaşım. İnsan hayatı bazı bazı 'ben' makamında, ama çoğunlukla da 'o' makamında yaşıyor. Ben olmaya uzun süre dayanamıyor. İhsan makamı ağır geliyor. Yine Mektubat-ı Rabbanî’de bu makamda deniliyor ki: “Şeyhü’l-İslam Hirevî buyuruyor ki: ‘Beni az bir zaman Hak Tealadan gafil edenin günahlarının affolmasını umarım.’ İnsanın yaşayabilmesi için gaflet lazımdır. Allahu Teala çok merhametli olduğundan herbirini yaratılışlarına uygun işlerle uğraştırmaktadır. Böylece gaflet hasıl olmaktadır. Varlık yükü bu şekilde hafifletilmiştir.”

'O' olmamız aczimizdendir. 'Ben' olmamız lütfundandır. ‘O’ olmamız kurbiyettir. ‘Ben’ olmamız akrebiyettir. Yazmak 'ben' olarak yaşarken zorlandığımız yerlerde bize 'o' olmayı nasip ettiği için de kıymetli arkadaşım. Evet. Buna kesinlikle inanıyorum: Yazmak bir terapidir. Varlık yükünde bir hafifletmedir. Kimse okumasa da. Çünkü ‘ben’imizi 'o' olarak da görebilmeyi öğretir. Uzaklaşmayı öğretir. Teşhis öğretir. Tedaviye kapı açar. Çünkü illa ki itiraf ettirir. Kalemimizi içimize dokundurur. O olmak parçası olduğumuz resme daha yukarıdan bakabilmektir biraz da. En doğrusunu Allah bilir. Fakat belki Alak sûresinde zikredilen ‘kalemle öğretilme’ beyanın bir vechi de budur. İnsan kaleminden kendisine dair bilmediği çok şeyi de öğrenebilir. Bu da bir keremdir.

Mürşidim de sanki bu sırra dokunur gibi Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor: “Bunu neşretmeye hakkım olduğunu sanıyorum. Zira, kaleme alınmadığı müddetçe, herbir Remizde, tedaviye ihtiyaç tekerrür ediyor. Kaleme alınınca o ihtiyaç giderilmiş oluyor; fakat bu defa, neşredilmediği müddetçe bir nevi münakaşa temayülü devam ediyor. Neşredildiğinde o da zail oluyor ve kalb tatmin oluyor.” 

İnsanız. Taşıyamadığımız yüklerden yaslanmaya sığınırız. Ben olarak daraldığımız yerlerde Ona sığınmamız kaçınılmaz. Hodbin olmak daralttığında hüdabinin göğsü rahatlatır bizi. Hem, arkadaşım, gayba iman etmek de 'O'nun farkındalığıyla başlamıyor mu? İman da Allah’a, meleklere, ahirete, kitaplara vs. iman gibi rükünleriyle bir tür ‘ötedekiler bilgisi’ değil mi? Sahi. Kur’an’ın kendisini ‘hidayet ve şifa’ olarak anmasında da böyle bir yüce sır yok mu? Subhanallah! Öyle ya: O da bize bu âlemden olmayan en doğru bir hakikat bilgisi sunuyor. Böylelikle beşer her türden düşünüşünü/görüşünü Furkan’ın hikmetiyle mihenge vuruyor. Hatalarını tashih ediyor. Kuyularından kurtuluyor. Yaralarını sarıyor. Vahyin bize sağladığı bir anlamda bunun da imkanı değil mi?

Tuesday, May 24, 2016

Çatlaklar nasıl tedavi edilir?

İnsan olup da ayn(r)ılıkların etrafında dönmemek mümkün mü arkadaşım? Hafızanın getirisidir bu tekrar. Ruhun belirtisidir şu tavaf. Bizi ‘biz’ yapan da beni ‘ben’ yapan da o ‘biz'in ve ‘ben'in şifreleriyle kurabildiğimiz bağlardır. Elhamdülillah. Ve de bin şükür. O zaman mecburum ayn(r)ılıklarımı gezinmeye ben. Tavafım sayesinde ‘biz-ben’ bilincine sahip oluyorum çünkü. Neden küseyim? Hikmetleri hatırına barışmam gerek. Bazı yüzler ilk gördüğüm günkü gibi aklımda. Evet. Bazı kırgınlıklar aynı sızıyı saklıyor. Tamam. Ama, kabul edelim, şimdi aynı Ahmed olarak bakmıyorum onlara. Bütünle kurduğum ilgiler beni de değiştirdi. Manzarayı keşfettikçe detayları başkalaştı.

Yanlış biliyoruz. Yaşlanmak yıpranmak değildir belki de arkadaşım. Uzlaşmaktır. Uzaklaşmaktır. Resmin bütününe bakmaktır biraz daha. Evvelce canını yakan şeylere, bütünlükteki hikmetlerini farkederek, barış elini uzatmaktır. Kur’an’da buyrulduğu gibi: “Sulhte hayır vardır.” Hayır sulhle görünür çünkü. Parçalar barışmadan bütün olamazlar. Öyle ya: Düşmanlarımızla da barıştığımız birgün gelir. Her fırsatta kavga ettiğiniz o çocukla gün gelir geçmişi gülerek yâdedersiniz. Yaşlılık, vaktiyle ciddiye aldıklarınızla alay ettiğiniz, alay ettiklerinizi de ciddiye aldığınız bir süreçtir sanki. Gözler geriledikçe parçaların arasındaki uyum daha sıkı kollanır. Uyuma uyanıldıkça da detaylarla uzlaşılır.

Çocukken çocukluğumun her parçasıyla barışık değildim arkadaşım. Hatta pek tatsız bölümleri olduğunu hatırlıyorum. Fakat uzaklaştıkça güzel bulmaya başladım. Uzaklaştıkça dert hüsünleşti. Çirkinlik giderek ‘dolayısıyla güzel’ oldu. Bu, bir kısmını unutmamla ilgili olduğu kadar, bütünde ifade ettiği anlamı kavrayışımla da ilgiliydi. Yazmak uzlaştırıyormuş. Gördüm bunu. Tecrübe ederek hem de. Şunu da söyleyebilirim: Çocuklar çocukluğun hiç geçmeyecek bir devir sanıyorlar. Ama büyükler bir parçadan ibaret olduğuna uyanıyorlar. Sabır da biraz bu uyanıştan doğuyor sanki. Yaşadıklarının parça olduğunu düşünen sabredebiliyor. Bütün olduğunu sanrılayansa onda boğuluyor.

‘Güzel için’ olması, mürşidimin ifadesiyle, 'neticesi itibariyle güzel’ olması çirkini de ister istemez güzellik kılar. Dahil olduğumuzun sıfatlarından biz de istifade ederiz. Manzaraya iltifat edildiğinde en yoz kayaların dahi ondan bir hissesi vardır. Kur’an’da Musa aleyhisselama "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" diyen Hızır aleyhisselamın nazarımızı çevirdiği biraz da bu değil miydi? Bütünü sezemiyorsan parçaya nasıl sabredeceksin? Öyle ya: Birşeyin içyüzü anlamıdır aslında. Bütündeki yeridir. Özüdür. Arkadaşım buna da iyi kulak ver: İmanın en büyük 'bütünlük uyanışı’ olduğunu düşünüyorum ben bu eşikten bakınca. Yani en büyük resim imanla görülendir.

Tevhid herşeyi tek-bir manzaranın parçası kılar. O zaman hiçbirşey diğerinden kopuk olmuyor işte. Neye baksanız, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘mana-i harfî’ye mecbur oluyorsunuz. Hepsini yaratan aynı Allah olduğuna hiçbir varlık 'isim' olamaz. Yalnız kalamaz. Sırf kendisi için bakılamaz. Kısa bir mealiyle Kur’an’da buyrulduğu gibi yahut: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Sahi. Parça bütünden kopabileceğini mi sanır? 

Arkada bırakmak yok. Zamansal bütünlüğün parçasıyız hepimiz. Şecere-i kainatın dallarıyız ya da kökleriyiz. Üzerimizde kardeşliğin izleri var. Aynılığın tavafı var. Evet. Kalbinizin sızısı yüzyıl geçse de sizinle. Tamam. Ama ne mutlu ki sizinle! Onun sayesinde bütüne dahil oldunuz. Aklınızdan çıkmayanlar ruhunuza işleyenlerdir. En unutulmaz bağlarınızdır. Nakış kıpırdandığında ilmeklerini hatırlar. Kilimiyle bağ kurar. Dertlerini böyle de tasavvur edebilirsin belki: Allah, bir bütünün parçası olduğunu sana onlarla öğretti. "Nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar..." cümlesini bir de böyle düşün derim arkadaşım. Nihayetinde gökyüzü de içimize çatlaklarımızdan sızıyor. Doğurduğu ışıksa, çatlaklarda tekrara düşmenin ne tehlikesi olabilir, vesselam.

Monday, May 23, 2016

Kur'an kime yeter? (9): Yokluk tarlalarını yoketmek...

"Emre Dorman Nereye Koşuyor?" başlıklı yazı serimin içerisindeki birkaç yazı Deccaliyet/Süfyaniyet ayrımına ve ilişkisine dairdi. 5. Şua'da yeralan tahlillere dikkat çekiyor/dayanıyordu. Özetini aktarırsam: Bediüzzaman'ın mezkûr eserdeki hadis analizleri bize gösteriyordu ki; Deccaliyet 'inkar-ı uluhiyet' fikriyle ortaya çıkacak ve müslümanların hasımlığını tanıyabileceği bir şekilde tezahür edecekti.

Fakat Süfyaniyet böyle değildi. Daha fazla dikkat istiyordu. Çünkü o, 'sünnet-i seniyyeyi tağyir' amacıyla ortaya çıkacak ve teşhis edilmesi güç bir şekilde fitnesini yayacaktı. O yazılarda, Deccaliyet/Süfyaniyet arasında küresel düzlemde bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu da belirtmiş ve izah etmiştim. Şimdi ise, yine aynı noktaya, ancak daha küçük bir düzlemde dikkat çekmek istiyorum:

Bu yakınlarda izlediğim bir bilimkurgu filmi var: 5. Dalga. 2016 yapımı olan bu filmin konusu şöyle: Uzaylılar dünyaya saldırıyorlar. Fakat bu saldırılarını aşamalarla yapıyorlar. Bu aşamalarda yöntem de değişiyor. Bir dalgada dünyada büyük depremler oluşturuyorlar. Bir dalgada dev tsunamilerle saldırıyorlar. Bir dalgada ölümcül virüs salgını başlatıyorlar. Her bir dalganın şekli başka. Fakat her defasında insanlardan bir kısmı bu saldırılardan kurtulmayı ve sağ kalmayı başarabiliyor. Sonra bu sağ kalan insanların çocuklarını ordu topluyor. Ve onları 'beyinleri uzaylılarca elegeçirilmiş insanlarla savaşmak üzere' eğitiyorlar. 5. Dalga'nın bu olduğunu söylüyorlar. Filmin sürprizli yanı şu: İlerleyen kısımlarda bu çocuklar anlıyorlar ki, aslında uzaylılar tarafında çarpışanlar kendileri.

Bugün ortak yanlarını 'ehl-i sünnet düşmanlığı'nın oluşturduğu ehl-i bid'a/modernist fırkaların bize yaşattığı da 'kardeşini kardeşinin iyiliği için öldürmeye çalışan' o çocuk askerlerin haline benzemiyor mu? Hatta 'yetiştirilmeleri' açısından dahi bu böyle. Medreselerin değil, modern eğitim sistemlerinin ve kitaplarının mahsulü hepsi. Christian Kracht'ın, August Engelhardt'ın gerçek yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı Imperium romanında, onun çevresinden ayrılmayan bir yerli çocuk vardır. Engelhardt, adada yaşadıkları süre boyunca, bu çocuğa o kadar çok alman klasiği okur ki, adaya gelen başka bir alman (Slütter), çocuğun sömürgecilik konusunda kendi halkını değil de almanları savunması karşısında şaşkınlık içinde kalır.

Durumumuz bu yerli çocuğun kabilesinden farklı değil. Kemalist istibdadın baskısı ve uygulamalarıyla kendi köklerinden kopartılan çocukların, köklerine 'inandırıldıkları iyi amaçlar için' düşmanlık beslediği bir zamanda yaşıyoruz. Yüzyıllardır okuduğumuz/yazdığımız harfleri okuyamaz hale getirilişimiz bizi geçmişin kitabî irfanından mahrum bıraktığı gibi; medreselerden/tekkelerden mahrum bırakılışımız da ehl-i sünnet mirasının yaşatıldığı damarların zayıflamasını sağlıyor. Kemalizmin başardığı bu 'mahrum bırakışlar'dır ki, bugün 'sünnet-i seniyye düşmanlığı' veya 'hadis inkarcılığı' dediğimiz şeyin tarlalığını yapıyor. Dalgalar farklı, ama saldırıda bir bütünlük var. Şer ademîdir. Hayır vücudîdir. Oluşturulan boşluğun/yokluğun şiddetir ki, kendi evlatlarımızı bize düşman hale getirip başımıza bela eder. Kendi 5. Dalga'mızla bizi karşılaştırır.

Mürşidim de Sünuhat isimli eserinde bu tehlikeye dikkat çektiği bölümün başında der: "Şu zamanın medenî engizisyonu müthiş bir vesileyle, bazı ezhanı telkih ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyete karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laubaliliğe veya hıristiyanlığa temayüle veya İslâmiyetten şüpheyle soğutmaya bir kapı açmak ister..." O halde devamız da bu çarkın tersine çevrilmesinden başka yerde değildir. Kendi çocuklarımızla savaşmak istemiyorsak, onları modern medeniyetin askeri haline getiren yokluk tarlalarını yoketmeliyiz. Çünkü "Yok, yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, varolur..."

Sunday, May 22, 2016

'Selamsızlar' ittihad edemez

Şuradan başlayayım arkadaşım: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki: İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz birşey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!" hadis-i şerifini eksik anladığım kanaati hasıl oldu bende. Özellikle 'selamı yayma’yı sadece 'denk geldiklerime selam vermek' şeklinde anlamak pek az göründü. Peki bu ‘parıldama’ nasıl yaşandı?

Oraya geleyim: Hayat insanı bazen öyle yerlere savuruyor ki, pek yakın olduğunuz dostlarınızla dahi, ancak teknoloji vasıtasıyla görüşebiliyorsunuz. Belki bir zamanlar yediğiniz-içtiğiniz ayrı gitmeyen insanlar bunlar. 'Bir selam vermiş olayım!' diyerek ya yılda bir arıyorsunuz yahut da benim gibi ‘mailleşmeyi’ tercih ediyorsunuz. Peki bu selamlaşma ihtiyacı nereden geliyor?

Bu nokta önemli. Çünkü hadis-i şerifin nasihat ettiği hakikatin özü sanki burada saklanıyor. Yani ‘selam vermediğinizde’ birşeylerin giderek yitiyor olduğunu hissediyorsunuz. Aranızda muhabbetten bir bağ vardı. (Muhabbet ki öteki olanı parçamız kılar.) O bağ da bir açıdan imanınızla bağlı idi. (İman cümle mevcudatla tevhid bayrağı altında kurulan kardeşliktir.) İşte, evet, belki selamlaşmadığınızda giderek açıldığını farkettiğiniz mesafe aslında onlarla da aranızda açıldığını hissettiğiniz mesafe. Silsile halinde büyüyen bir çağrışım.

Bu yoksunluk korkutuyor. Yeniden hatırlamak-hatırlatmak gece rahat uyumanızı sağlayacak. Varlığını hissetmek-hissettirmek, bir parçanızın daha güvende olduğunu göstermekle, içinizi huzurla dolduracak. Uzun süre alçıda kalan parmaklarını oynatarak mutlu olan hasta gibi olacaksınız. O hâlâ orada yani. O hâlâ sizinle.

Birşeyin yokluğunu tanımak varlığını tanımaya bağlıdır. Varlığı tanınan/tadılan şeyin ancak yokluğu bilinir. Hiç varolmamışken yokolanın yoksunluk sancısı da varolmaz. ‘Panda’ diye bir hayvanın varlığını bilmeyenler için nesillerinin tükenmesinin acısı da yoktur. Acı ademden/yokluktan doğar. Varolmayan nasıl yokolabilir? İşte bu yüzden varlığı tadılmayanın yokluğu da tanınmaz.

Allahu’l-a’lem: İman böylesi tevhidî bir bakışla-uyanışla tanıştırdığı için 'selamlaşmamak' bize acı verir. Mürşidimin altını sıkça çizdiği birşeydir: İman varlığı insana dost kılar. Sahi, ehline meleklerin vereceği selam, cennetten daha mı az mutlu edecektir bizi? Bence selamlaşmadığımız yerde huzur da duymayız biz. Varlıklarına mutlu/duacı olduklarımızın yanındadır saadetimiz.

Meselenin bir de şu boyutu var: Selam, yukarıda saydığım şeylerin başı olduğu gibi, başka bir dizi eylemin de sonucudur. Ne demek bu? Yani 'yalnız bir eylem' değildir selam. Meyve gibi ağacıyla bağlıdır. Devamıdır. Selam vermek için öncesinde başka süreçlerin sizde (veya sizin tarafınızdan) işlenmesi gerekir. Hadis-i şerifin ‘dinamik sevgiyi netice verecek amel’ olarak zikrettiği selam aslında zaten ‘potansiyel sevginin neticesi olarak’ vücuda gelir. Yani başlangıcı sevgi olduğu gibi sonucu da o sevginin artmasıdır.

Burada selamın sağladığı şey, hiç duyulmamış bir hissi vücuda getirmek değil, potansiyel olarak varolanı açığa çıkarmaktır. Tanım olarak varolanı sahaya yansıtmaktır. Aralarında zaten imanın muhabbet/kardeşlik kıvılcımı bulunanların fırınına kömür atmaktır selam. O ateşi harlamaktır. Çünkü ancak beslenen ateş diri kalır. Bu yönüyle selam verilmesini sağlayacak her teknoloji-imkan yayımının bir parçasıdır. Yani, selamın yaygınlaşması emri içinde, Allahu’l-a’lem, mü’minler mabeyninde iletişim-ulaşım imkanlarının arttırılması emri de saklıdır. Ki mürşidim hacca dair der:

"Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu. Haccın bahusus taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.

İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu, ba'de harabi'l-Basra anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. Fa'tebirû."

Nihayet demem o ki arkadaşım: 'Selamın yayılması' emri içinde her yardımcının bir hissesi olabilir. Evet. Birbirimizi daha sık ziyaret etmemizden tutun (ulaşım), daha iyi haberdar olmamız (iletişim) ve hatta sohbet mekanizmalarını arttırmamızın da (istişare) bu hadiste payı mümkün görünüyor. Elhak: Sevmek tanımaktan geçiyor. İttihad-ı İslam'ın her açıdan şu 'selamı yayma' çabasına ihtiyacı var. Cennetimiz orada saklı çünkü. Hak Teala kavuştursun. Âmin.

Saturday, May 21, 2016

Leyla Mecnun'dayken güzeldir

Hepimiz bir yanımızla Abdullah b. Selam radyallahu anh gibiyiz arkadaşım. Elhamdülillah. Sırf yüzlere bakmakla da “Sahibinde yalan olmaz!” diye iman ederiz. Fakat, buraya dikkat buyur lütfen, bizimkiler o mübareğinkinden başka sûret giyer. Yüzün yaratıcısına gider. Yani ‘sanatının asıl sahibine.’ Öyle ya: Her yüzün Sânî-i Hakîm’i, dolayısıyla Mâlik-i Hakikîsi, Allah’tır. Öyle yüzler vardır ki, güzellikleri, en gafil yanlarımızı dahi Vacibü’l-Vücud’a ikna eder. Ki o kadar cemaldirler.

Bu farkediş bir parça sezgiseldir. Yani bilmeyiz ki hangi detay/detaylar güzel yaptı? Hangi kanunla-oranla bu tılsım yakalandı? Bu hususta hiçbir fikrimiz yoktur bazen. Lakin nasıllığını tarif edemesek de öyle olduğunu biliriz. Matematiğini teşhis edemeden nizamını sezeriz. İşte, arkadaşım, böylesi bir bilişle tanırım ben de güzelliği. Bir kere tanıdım mı da inkâr edemem.

Bütünden edinilen kanaattir sezgi. Gaybdan da haberli sanki. Parçalarla ifade edilmez. Tutmaya çalıştıkça dağılır. 'Hava gibi, nur gibi, su gibi.' Akılsa başka aşktadır. Kuşatabileceği şeyleri anlar. Kuşatamadığını parçalar. Güneşin varlığını ışığından/ısısından yani ki ‘tezahürünün parçaları’ diyebileceğimiz şeylerden hareketle isbat etmeye çalışır. Şems öylece gökte dursa da, her sabah doğsa ve akşam batsa da, akıl onu görebilmek için küçük delillere ihtiyaç duyar. Hansel ve Gretel'in, yani ekmek parçalarından yollarını bulmaya çalışan çocukların, şaşkınlığını yaşatır bize. Aradığının uzaktan görünen siluetine bakmak yerine yerdeki kırıntılarına bakar. Kırıntıları göremezse evin varlığına da güvenini yitirir. Bulamadığı kapıyı sarayın yokluğuna delil sayar.

Gösteremediğinde görünene güvenini yitirir. Çünkü akıl nakilcidir. İsbat edebilmekle varlığını eda eder. Bu noktada aklın nakilciliğini elbette hafızadan ayırıyorum. Hafıza birşeyi tutabildiği kadarıyla naklediyor. Ve mümkün mertebe saklayabildiğine sâdık kalıyor. Ama akıl aynı tutunmayı delalet yoluyla başarmaya çalışıyor. Akıl, hafızanın rağmına, işaret ettiğini değil işareti tutar. Düşünür ki: Parmak elde tutulursa gösterdiği zaten elegeçer. Kabul: Bu aklı bir açıdan avantajlı kılıyor. Çünkü tebliğ yapabiliyor. Farkındalığını naklediyor böylece. Başkaları da gördüğüne inandırabiliyor. Birini bin kılan bir zenginlik bu insanlık adına.

Güzelliğin matematikselliği elbette nizamı isbat eder. Nizamın isbatlanabilirliği de güzelliğin delilini oluşturur. Yani ki güzelliğin detayı düzenliliktir. Peki tek başına düzenlilik güzelliğin renklerini taşıyabilir mi? Hayır. Asla. Olmuyor. Hiçbir matematik cemali görmekle hissettiğimiz şeyi farkettirmiyor. O seziş başka bir biliştir. Şu biliş başka bir seziştir. Tamam. Elbette şahitliğimiz taşınabilir hale gelmiştir. Ancak kabından da epey dökülmüştür. Yitirmiştir. Kovanın altı delik gibidir. Öyle ki: Bazen bir denizi birkaç damla haline getirir. Ya, sahi, Mecnun ne kadar hoş şiirler de yazsa, okumak görmek gibi olmaz Leyla’yı. Bu da aklın acizliği, fakirliği.

Leyla ‘Leyla’ iken güzeldir. Ve hatta “Leyla Mecnun'dayken güzeldir.” İnsanın yaratılışındaki bir sır da böyle açılıyor sanki arkadaşım. Kalbimizden çıkmayanın sûreti, eğer kalbimize değmeseydi, yoz kayadan ne farkı vardı? Bir zevk dokunmadığı sürece metinlerin kıymeti nedir? Kıymetşinas bir nazar gezmezse tablo ne işe yarar? Mürşidimin 23. Söz'deki benzetmesiyle izah edersem: Demirciler çarşısında kaldığı sürece antikanın kıymeti ne ki? Yahut da kalbi görür Âşık Veysel’e müracaat edeyim: “Güzelliğin on para etmez./Şu bendeki aşk olmasa.”

Deistler yalan söylüyor. Öğretmensiz okul olmaz. Rabb-i Hakîmimiz kainat mektebini talebesiyle bir bütün olarak yarattı. Yokluğumuz elbette o sanatı kıymetsiz etmeyecekti. Hâşâ. Arızîler böyle iddialarda bulunamaz. Fakat Allah bereketi böyle yarattı. Böyle murad etti. Böyle diledi. Birimizi diğerimizle bin kıldı. Varlıktan geçen her insan ona bir ayna tutuyor. Varlık da insan sayısınca aynalı bir koridordan geçiyor. Ve biz şimdi 'bir güzel sûretin kalplerimize dokunmasıyla' neler olabildiğini/olabileceğini biliyoruz. Hem ne menem bir yangın olduğunu yana yana görüyoruz. Kudretine bir başka açıdan şahitlik ediyoruz. Cehenneme de imanımız tazeleniyor cennete de. Duygulandığımız kadar renk katıyoruz ilgilendiğimiz her varlığa.

Arkadaşım ‘kalp aynası’ başka birşey. Gördüğünden de fazlasını yansıtıyor. Fakat dikkat et: Gördüğünü de tastamam yansıtamıyor. Mecnun'dan Leyla'yı dinlemek elbette Leyla'yı görmek gibi değildir. Ancak Leyla'yı görmek de Mecnun'dan dinlemek gibi değildir. Tasavvufun zevkinde gördüğü ama ilm-i kelamın sofrasında bulamadığı bal böyle birşey belki. (En doğrusunu Allah bilir.) Balın formülünü kimyacı her insandan daha iyi bilse de tadını bala dili değmişler anlar. Ne dil kimyacının bildiğini küçük görebilir, ne de kimyacı dilin tattığını. İyisi mi hepimiz "Bu yüzde yalan olmaz!" diyeceğimiz yüzü arayalım. Bir Abdullah b. Selam radyallahu anh nasihatidir bu. Çünkü ciltlerle kitabın yapamayacağı bilişi bazen ferasetli bir seziş yapar. Âmenna.

Thursday, May 19, 2016

Kalp, parçası kılarak bilir. Akıl, öteki kılarak anlar

Birşeyin parçamız haline gelmesi ona olan farkındalığımızı hem arttırıyor hem azaltıyor. Şüphesiz arttırıyor, çünkü o artık bir parçamız. Şüphesiz azaltıyor, çünkü o artık bir parçamız. Ne demek istiyorum? İzah edeyim: İnsanın iki türlü farkındalığı olduğunu düşünüyorum ben. Bu farkındalıklardan birisi 'o farkındalığı.' Yani, birşeyi ötekimiz kılarak, ona karşı meraklı bir 'dışarı farkındalığı' geliştirebiliyoruz. Bu, mesafeli bir farkındalık. Karşısındakinin tastamam farkında olamayacağının da farkında. Hakkındaki marifetinin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu düşünüyor.

Bu yüzden bilişinde ve bu bilişten geliştirdiği hükümlerde temkinli. Söylediğinin bütüne dair genel-geçer birşey olup olmayacağını sınamada daha titiz davranmak zorunda. Hem hep tetikte kalmalı. Çünkü bütün ona her an yeni birşey söyleyebilir. Yeni bir yüz gösterebilir. Yeni bir tepki sergileyebilir. Yeni bir parçasını daha öğretebilir. Bu yepyeni farkındalık sayesinde bütüne dair daha önce belirginleştirdiği hükümlerde değişmeler olabilir. 'O farkındalığı' böyle endişelerle yaşamaya mecburdur. Bu yüzden de yorucudur. Diri tutulması kolay değildir.

İkincisi 'ben farkındalığı.' Ben farkındalığı birşeyin parçamız haline gelmesiyle yaşadığımız farkındalıktır. Nasıl? İnsan, herhangi bir parçasının maruz kaldığı etkiyi, 'kendisinin uğradığı' veya 'kendisine uğramış' bir etki gibi hissetmez mi? Elimizi ateşe soktuğumuzda yalnız elimiz mi ateşe sokulmuş olur? Böylesi her etkileniş aslında bütünün etkilenişidir. Evet, belki etkiye doğrudan maruz kalan organ/parça kadar zarar görmez diğer parçalar. Fakat farkındalık olarak parçanın yaşadığını neredeyse yaşarlar. Ve bütünün bütünleyicisi ve sahibi olan ruh, bu parçaların maruz kaldığı her etkiye (nasıllığını bilemediğimiz bir şekilde) maruz kalır.

Bu iki farkındalık arasındaki en temel ayrım, kalp ve akıl düzleminde değişen etkilenişler üzerinden okunur. 'O farkındalığı' duygusal yönleri büsbütün reddedilmemekle birlikte aklî bir farkındalıktır. Bu farkındalıkta bilgiler akıl kanalıyla gelir. Merak edilen şey akıl ve duyular kanalıyla okunur. O elek kendisinden geçen bilgileri hem sınırlar hem dengeler. Birşeyi salt akılla okumaya çalışan, o şey hakkında daha çok bilgi sahibi gibi görünebilir. Ancak bala parmağını batıracak kalptir. Ve kalp, balı diline değdirebilmek için, aklın getirdiği bal formüllerine değil, o şeyi bir parçası kılmaya muhtaçtır. "Damdan düşenin halini damdan düşen anlar." Çünkü damdan düşmek damdan düşenin bir parçasıdır. Tecrübe, insanın parçası haline gelmiş bir bilme çeşididir.

Peki, bu farkındalığın yanetkileri yok mu? Var elbette. 'O farkındalığı'nın sahip olduğu temkin, yani farkında olduğunun öteki olduğunu biliş, o uyanıklık, 'ben farkındalığı'nda zamanla kaybolur. Birşey hakkında duygu düzeyinde yaşanan farkındalıklar, bir noktadan sonra onun parçamız olmadığı gerçeğini unuttururlar. Ben, buna en açık örneği, nişanlılık-evlilik dönemleri arasındaki ilişki durumu farklılığına dikkat çekerek verebiliyorum. Nişanlılık dönemi boyunca onun 'o' olduğunun farkında olan bireyler; ilgilerini de, meraklarını da bu 'o'ya göre korumayı biliyorlar.

Fakat ne zaman ki evlilik hasıl oluyor, bu 'o' farkındalığı yitiriliyor ve yerine bir 'ben farkındalığı' yerleşiyor. Bu bir açıdan güzel. Çünkü bir bütün oluyorlar. Eşlerden birisi ötekine yapılmış olanı kendisine yapılmış gibi hissedebiliyor. Fakat bir açıdan kötü. Çünkü insanlar karşılarındakinin de bir öteki olduğunu, bu nedenle ötekiye karşı sergilenmesi gereken dikkatin/temkinin ona karşı da sergilenmesi gerektiğini unutuyorlar.

İnsan kendisini daha kolay affeder. İnsan kendi öfkesini/ilgisizliğini daha kolay affeder. Fakat kendisine öfkelenilmesini/kendisine karşı gösterilen ilgisizliği o kadar kolay affetmez. Eşine karşı sergilediği öfkeyi/ilgisizliği 'kendisine kendisinin sergilediği bir öfke/ilgisizlik' gibi gören eş, muhatabında bunun yaptığı yıkımı farkedemiyor. Hatta çoğu zaman kendilerine yansıtılan bu türlü rahatsızlıkları 'rahat batması' olarak isimlendirebiliyorlar. (Çünkü kendilerinin rahatı yerinde.)

Ben bu farkındalıklardan birisini seçmeye sizi yönlendirecek değilim. Ama ikisi arasında bir dengeyi gözetmek gerektiğini düşünüyorum. Hatta ebeveyn-çocuk ilişkisinde de bu böyle. Çocuğun ayrı bir birey olduğunu ve hissedişlerinin sizden başka olduğunu unuttuğunuzda, yani onu bir parçanız saydığınızda, kendinize yapılmasında sakınca görmediğiniz şeyleri ona yapabilirsiniz. Anneniz/babanız size vurmuşsa siz de ona vurabilirsiniz. "Ne olacak canım!" diyebilirsiniz.

Ancak bunun ondaki etkisini, sizin ruhunuz değil, onun ruhu belirler. Kırılganlıklar/alınganlıklar farklı olabilir. Üzerinizdeki esma tecellileri farklı renklerde olabilir. Allah onu sizden yaratmıştır, ama sizden başka birşey olarak yaratmıştır. Toprak öyle şeylere katlanır ki, ondan yaratılan insan katlanamaz. Fatır-ı Hakîm'in onda yarattığı fıtrat sizdekinin taklidi değil orijinaldir. 'O farkındalığı' bu orijinalliğin farkındadır, ama duygusal düzeyde zayıftır. 'Ben farkındalığı' duygusal düzeyde güçlüdür, ama bencilse karşısındakini kendinde yitirebilir. Bir ortayol/istikamet tutturmak gerek.

Wednesday, May 18, 2016

Özlemek de sonsuzluğun delilidir

Bence özlemek de sonsuzluğun delilidir. Varolmayan can acıtamaz. Gidenler bu yüzden canımızı acıtır. Yokolsalardı canımız yanmazdı. Yokun acısı da yoktur çünkü... 'Gitmek' ile 'yokolmak' arasında farklar var. Kanaatimce yokolmak, bıraktığın izlerle birlikte yokolmaktır. Hiç varolmamış gibi olmaktır. Onun dışında 'yokolmak' olarak andığımız herşey aslında sadece 'gitmek'tir. (Mutlak bir yokoluştan ziyade 'bir yanıyla/yönüyle yokoluş' denmeli ona. Belki yalnız 'azalmak' denmeli.) Yani diyebilirim ki: Bir kere varolan birşey asla tam anlamıyla yokolmaz. Bıraktığı izlerle varlığı devam eder. Suya atılan taşın, tam da atıldığı yerde varlığı son bulmuş olsa da, suda yaptığı artış ve oluşturduğu dalga ile varlığı devamlıdır. Demek varlığı yokolmamış, ancak başka şekle girmiştir.

Dedemin dedesinin adını hatırlayanın kalmaması, onun benimle varolmasını engellemez. Benim varlığım onun varlığının devamı ve delilidir. Meyve ağacın delilidir. O olmasa ben de varolamam. Tıpkı torumun torununun bensiz varolmaması gibi... O halde kim diyebilir ki: "Deden yokolmuştur." Dedemin yokluğu bütün varlığın yokolmasıyla mümkündür ancak. (Varın yokolmasıyla yokluk varolur.) O varlık denizine atılmış bir taştır. Bu taşın dalgalarının varlığın nerelerine kadar gittiğini ancak onu yaratan bilir. Dedemin dedesinin varlığın içinden mutlak bir şekilde çekilip alınması, yani gitmesi değil de yokolması, şu an varolmayan yeni bir düzenin varlığını gerektirecektir. İçine taş atılmış deniz, atılmamış denize benzer, fakat kesinlikle aynısı değildir. O halde taş yokolmamıştır.

Demek biz birşeyin yokluğundan bahsederken bile aslında varlığına yaslanıyoruz. 'Daha az var' olana, 'daha çok var' olana kıyasla 'yok' diyoruz. (Yakındığımız aslında varlığının yokluğudur.) Onun mutlak bir şekilde yokolması ise, bıraktığı her izle birlikte yokolmasıdır ki, o zaman bu yokluktan da bahsedilemez. Mutlak yokluk 'hakkında konuşulamaz' birşeydir. Çünkü farkına varılamaz birşeydir. Farkındalık bir bilgiye/kıyasa dönük olarak yaşanır. Biz ancak varlık mertebeleri arasında kıyaslamalarla bir kısmî yokluk (hakikatte sadece azlık) tahayyül ederiz ve ondan korkarız. Mutlak yokun bilgisi bizde yoktur ki, hakkında konuşalım veya ondan korkalım. Yokla tanışmak mümkün değildir. İz bırakmayanın hatırası da olmaz.

O halde bizde iz bırakan hiçbirşey hakkında yokolmuştur diyemeyiz biz. Dedemin dedesinin varlığının bende devam etmesi gibi, bizde yer tutanın varlığı da bizde devam eder. Bizi etkileyenin varlığı daima bizimledir. "O benim için artık yok!" diyen insan, aslında hiçbirşeyi yokedemediğinin farkındadır. Çünkü yokluğundan bahsettiği şey varolmadan bu yokluk vurgusu mümkün değildir. Hatta bunu söylediği muhatap için de o şey varolmamışsa bu yokluk bahsi saçma olur. "Benim hayatımda artık 'filanca' yok!" diyen kişi, 'o filancanın varlığını bildiğimi bildiği için' bunu söyler. 'Yok' der, ama bir varlık bilgisini kasteder. Bana anlatmak istediği varlığının şiddetini azalttığıdır.

Ateistin bahsettiği yokluk da bir varlık bilgisi olmadan konuşulabilir mi? Eğer mutlak bir yokluktan bahsediyor olsaydı ateist, bunu zaten konuşmuyor/konuşamaz olurduk. Konuşuyor olabilmemiz, bir 'ilah' varlığını kabul ettiğini, ancak bunu benim tarif ettiğim şekilde etmediğini gösterir. Bediüzzaman'ın 'bir ilahın inkarının her bir zerreye bir ilahlık payesi vermeden mümkün olamayacağını' söylemesi altını çizmeye çalıştığım şeye işaret eder. 'Nasıllık' taşınır, ama 'olmalılık' baki kalır. Düzen ortamızda durmaktadır. Düzenin bize dayattığı/öğrettiği varlık bilgisi ortamızda durmaktadır. Biz bu varlık bilgisi üzerinden ancak onun varlığına işaret ettiği şeyleri konuşabiliriz. Allah mutlak bir şekilde yokolsaydı, hakkında konuşamıyor olurduk, o halde vardır. Bizim girdiğimiz tüm tartışmalar bu varlığın 'nasıllığına' dair tartışmalardır. Nihayetinde mürşidimin dediği gibi derim: "Çünkü Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar."

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...