Tuesday, June 25, 2019

Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (1)

Biz görmedik ya anlatıyorlar. Bir zamanlar Türk milliyetçiliğinin şöyle bir tartışması varmış: "Türklük mü önce gelir yoksa İslamlık mı?" Kimileri "Türklük!" der, sonra semaya doğru ağzını diker ve şöyle candan-ciğerden bir "Aaauuuuuu!" çekerlermiş. Yani, hâşâ huzurdan kârilerim, ulurlarmış. Kimileri de "İslamlık!" der, sonra ciğerlerini taze bir rüzgârla doldurup, akabinde kelime-i tevhidi şahitleri kılarlarmış. Elhamdülillah. Şimdi benzeri bir tartışma Nurcuların kucağında da büyüyor. Onun da şablonu şöyle: "Demokrasi mi önce gelir yoksa din mi?"

Tabii milliyetçilerin hakkını yemeyelim. Onlar ideolojilerini her zaman daha açıktan tüketmeyi seçtiler. Nurcuların hesaplaşmaları ise derinlerde/sessizlikte yaşanıyor. Perdeli yürütülüyor. Saman altından yol alınıyor. Zira Nurcular özlerinde, elhamdülillah ki elhamdülillah, dinî bir hareketler. Ve dinî bir hareketin mezkûr sual gibi bir cümleyi kurması, yani tutunmak istediği herhangi birşeyi açıkça dinin karşısına koyması, düşünülemez. Ya? Daha gölgeli şekilde sürer bizde mücadeleler. Daha alengirli yollar izlenir. Atılacak adımların ötesine-berisine "Aman kazlar uyanmasın!" hassasiyetiyle daha bir dikkat edilir.

Hasbelkader bu yolu gerektiğince izlemeyen çıkarsa, yani ki hırs yapılırsa, ümmet de alnına kaşeyi basar ve onu derhal ıskartaya çıkarır. Iskartaya çıkan da tartışmaların içine bir daha dönemez. Dönse de aynı etkiyi gösteremez. Çünkü varacağı yer anlaşılmıştır. Varacağı yer anlaşılınca birlikte yürümek isteyenlerin sayısı da azalır. Malum ya, hakkında hadis-i şerif de vardır, ümmet dalalet üzerine birleşmez. Bunun yazımızla ilgili bir türevini şöyle dillendirebiliriz: Ümmet dalalete gidildiğini bile bile hiçbir argümanın peşine düşmez. Ama? Ama bilmezse düşer. Düşürülebilir. Bu nedenle dinî hareketlerde sapmalar 'senin-benim-Mehmed amcanın' kadarcık kalmaz. Kitleselleşir. Bünyeyi sarar.

Çünkü dinî hareketler tartışmalarını açıkça yürütmezler. Azar azar, tevil tevil, yorum yorum, gıdım gıdıp, sapmacık sapmacık, tabir-i caizse yağmurseven edasıyla (sümüklüböcek tabirini sevmiyorum) yürümeyi tercih ederler. Bu küçük ayaklı seferîlikler elbette devrimler gibi hemen sonuç vermezler. Fakat yeterince sabrederseniz, Hz. Ali sevgisinden bir Şiilik, Hakem ayetinden bir Haricilik, Tevhid ayetlerinden bir Selefilik, demokrasi muhabbetinden de bir CHP'cilik çıkarabilirsiniz. Ay, ben ne dedim, pardon. Son kısmı dikkate almayın. Ağzımdan kaçtı. Şimdi söylememem gerekiyordu bunu.

Orwell, Dali'den Karakurbağasına Bazı Düşünceler'de der ki: Demokrasilerde doğruya ulaşmak totaliter rejimlerden de daha güç bir hale geliyor. Neden? Çünkü totaliter rejimler zaten halkın düşüncesine önem vermedikleri için gerçeği çok iğreti şekillerde çarpıtıyorlar. Halk da çarpıtılanın gerçek olmadığını farkediyor. Ama demokrasiler halkı etkilemek, manipüle etmek ve kendileriyle beraber sürüklemek zorundalar. Bu nedenle bilgiyi avamın uyanamayacağı şekillerde bükebiliyorlar. Bu meşum yetenekte kendilerini geliştiriyorlar.

İşte dinî hareketlerde, Allah eksikliklerini göstermesin, işin böyle bir riskli yanı var: İstikametten sapmaya görsün, zehirli meyveleri kırk yıl sonra ortaya çıkıyor, evvelinde ancak ferasetli gözler tarafından sezilebiliyor. Ve bu teşhis güçlüğü nedeniyle hastalık bünyeyi sarmış oluyor. Tedavi müşkülleşiyor. Hatta imkansızlaşıyor. Bazen kıyamete kadar yaşayacak bir fırka-i dalle vücuda geliyor. Çünkü onların da, tıpkı demokrasilerde olduğu gibi, kitleleri etraflarında tutmaya temayülleri var. Evet. Şu kesin: Herhangi bir seküler aydın İslam toplumuna meydan okuyarak konuşabilir. Hakkında neler denileceğini umursamayabilir. Ancak sapkın bir kanaat önderi böylesi bir meydan okumayı göze alamaz. Çünkü bu zeminde işler öyle yürümez. Bu yüzden kafasındaki kaymaya etrafındaki kuşları ürkütmeyecek bir yol döşemek zorundadır.

Bu nedenle birincisi "Mini etek giymek kadının özgürlüğüdür!" diye bağırabilir de ikincisi Adnan Oktar gibi tutup mevzuyu Kur'an'daki tesettür emrine, bu emrin kat'iliğine, bu kat'iliğin teviline, bu teville beraber kuşanılabilecek tesettür şekillerine falan getirir, yani işi dallandırıp budaklandırır, herşeyi azar azar havaya kaldırır, altlarını oylum oylum oyar, ağzına bakan kalpleri gıdım gıdım çevirir, sonra en mutaassıp tâbileri bile bir noktada ikna olup "Kur'an aslında mini etek giymeyi yasaklamıyor!" demeye başlar. Disko müzikleriyle hoppala hoppala kıvırtır. Hatta bunu ibadet olarak sanrılar. Halbuki yolun başında aynı kişilere rastlasanız belki bu şu sözden 'nevzubillah' çektiklerini duyacaktınız. Şimdi duyamazsınız. Çünkü süreç onları da bir kıvama getirdi.

Buradan şuraya bağlayalım: Mürşidimin Münazarat isimli eserinde 'istibdad-ı ilmî' dediği birşey var. Maalesef bu kavramlaştırmanın geçtiği yer Münazarat'ta en yanlış anlaşılan yerlerden birisidir. Daha doğrusu: Her nasıl olmuşsa olmuş, metnin en aktif yorumcuları elinde ehl-i sünneti suçlayıcı bir yorum gelişmiş, fakat isabetine dair hiçbir eleştirel süreç yaşanmamıştır. Kanaatimce; Nurculara da sirayet eden modernist bir damar, geleneği suçlamaya dayanak ararken bu metne rastlamış, "Belki işime yarar!" diyerek üzerine bir analiz yumurtlamıştır. Kimse de "Hakikaten bunu mu söylüyor?" diye sormayınca, mezkûr yorum genel-geçer hale gelmiş, istibdad-ı ilmî hakkında kendisine has istibdad-ı ilmîsini oluşturmuş. Fakat ona varmadan önce metni alıntılayalım:

"İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır. Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."

Adım adım ilerleyelim: 1) Bu metnin içinde/devamında Bediüzzaman'ın ehl-i sünneti suçlayıcı bir izahı yoktur. 2) Bu metnin ne öncesinde ne de sonrasında ehl-i sünnete dair (konuyla ilgili-ilgisiz) olumsuzlama yoktur. 3) Münazarat'ın genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir menfî yaklaşım yoktur. 4) Risale-i Nur'un genelinde ehl-i sünnete dair hiçbir olumsuzlama yoktur. 5) Bilakis Bediüzzaman'ın kendisini de ehl-i sünnetten saydığını gösterir şekilde kullandığı birçok ifade vardır. 6) Ehl-i hak ve istikametin ehl-i sünnet olduğunu belirtir birçok ifadesi vardır. 7) Mezkûr dönemlerin 'ümmetin en faziletli zamanları' olduğuna dair cümleleri vardır. 8) Selef-i salihînin müstebitlik yaptığına dair hiçbir ifadesi yoktur. 9) Bu bid'a fırkaların başlangıçlarının Hulefa-i Raşidîn dönemine kadar izleri sürülebildiğine göre, Bediüzzaman'ın Hulefa-i Raşidîn dönemini hiçbir zaman istibdatla suçlamadığı hatırda tutulmalıdır. 10) Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasını istibdatla suçladığı vâki değildir. Her neyse. Adımlar çoğaltılabilir. Sonuçsa şudur:

Bu metnin bir ehl-i sünnet eleştirisi olduğu metazoridir. Yani ehl-i sünnetin zorbalığından dolayı dalalet fırkalarının ortaya çıktığı-tutulduğu-yayıldığı düşüncesi bu metinden hareketle söylenemez. Bu, Umberto Eco'nun tabiriyle, metne uygulanmış bir 'aşırı yorum'dur. Ve 'sahici yorum'u 'aşırı yorum'dan ayıran şey; metnin bütünlüğüne, yazarın tüm metinlerinin bütünlüğüne ve yazarının genel duruşunun bütünlüğüne uygun/uyumlu olmasıdır. Eğer böyle bir uyum kollanmazsa, bu yorum çıkartmak değil, düşünce dayatmak olur. Arzuya fikir sûreti giydirmek olur. Bugün Kur'an üzerinden yeni bir din inşasına girişen modernist-reformist-bid'a akımların düştüğü yanlış da budur.

Burada asıl suçlanan; cadde-i kübra, sahabe mesleği, istikamet dairesi, fırka-i naciye ehl-i sünnet ve'l-cemaat değil; bu fırkaların kendi içlerinde oluşturdukları ilmî istibdattır. Bilgi/yorum tekelciliğidir. (Zaten ehl-i sünnetin kanaatini zorbalıkla yaydığına dair, oryantalist okuyuşlar dışında, bir kanıt da bulamazsınız.) Yani bu fırkalar ilmî istibdatları sayesinde toplulukları kitlesel şekilde dönüştürmüşlerdir. Bunu günümüzde örneklemek de basittir. FETÖ sapması, bu ülkenin ehl-i sünnet müslümanları onlara istibdat uyguladığı için değil, kendi içlerinde bir endoktrinasyon sistemi kurguladıkları için meydana gelmiştir. Onların bu noktada kendi etbalarına nasıl bir 'duvarsız hapishane' inşa ettiklerini az-çok onlarla temasta bulunanlar bilirler. İşte ilmî istibdat budur. Ve bu ilmî istibdat onların fırkalarını büyütmüştür. Yavaş yavaş ama kalıcı şekilde tâbilerini dönüştürmüştür. Ki bazılarını halen ayıltamıyoruz.

Yani, bıraktıkları talebelerden kendilerine muhalif müçtehidler çıkabilen bir İmam-ı Azam, bir İmam Malik, bir İmam-ı Şafii, bir İmam-ı Ahmed b. Hanbel (radyallahu anhum ecmain) değildir müstebit olan; asıl müstebitler, kendi görüşlerinden farklı görüş duyunca kulaklarını kapayan ve kapattıranlardır. Delilsiz yorum yapanlardır. Bu yorumları dayatanlardır. Salih selefimiz değildir.

Çok dağıttım. Şurada toparlayıp bitirmeye çalışayım: Arkadaşlar, bugün de 'demokrasi-din' ikilemi üzerinden yürütülen bir endoktrinasyon var. Ağır yürüyen bir iş fakat meyveleri de görülmüyor değil. Bediüzzaman'ın meşrutiyet-i meşruaya, meşverete, istişareye, dindar demokratlara taraftarlığı üzerinden neredeyse 'dininin demokrasi olduğu' noktasına varılıyor. Neden böyle söylüyorum? Çünkü bu arkadaşlar, bazı noktalarda 'daha dinî' ile 'daha demokratik' olanın arasında kalınsa, Bediüzzaman'ın seçiminin 'daha demokratik'ten yana olacağını söyleyebiliyorlar. Bu nedenle Liberal söylemleri de kolaylıkla içselleştirebiliyorlar. Malum perspektifte artık odağın din değil demokrasi olduğunu, yani araç ile amacın birbirine girdiğini, hatta dinin demokrasi için araçsallaştırıldığını görmüyorlar veya görmek istemiyorlar. Halbuki yazdıklarından-çizdiklerinden biz görüyoruz. Her neyse. Bu yazıda bu işi toplayamayacağım galiba. Bir sonraki yazıyı tastamam buna hasredelim. İnşaallah. Tevfik ise Allah'tan. İstikametimizi de ondan dileriz.

Yıldızlar kaybolurken neden Allah'ı anayım ki?

Şualar'da bir kısacık mektup var. Allah ikisinden de razı olsun. Bediüzzaman'ın talebesi Re'fet abiye yazdığı bir cevap. Şöyle başlıyor: "Âlimâne suallerin Risale-i Nur'un Mektubat kısmında çok ehemmiyetli hakikatlerin anahtarları olmasından senin suallerine karşı lâkayt kalamıyorum." Re'fet abinin neyi sorduğunu ise mektubun şu kısmından sezinliyoruz:

"Madem, Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir, nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün tâifeleriyle konuşur. Elbette onlara göre müteaddit mânâları ve küllî mânâsının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumî veya en sarih veya vâcip veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden mânâyı tercih eder."

Yani? En doğrusunu Allah bilir amma sanki 'işarî tefsire' dair bir izaha ihtiyacı var Re'fet abinin. Sorusu da büyük ihtimal bunun üzerine. Bediüzzaman da, müfessirlerin ekserce yaptığı tefsirler ile aynı ayetlere yapılan işarî tefsirlerin, elbette ehl-i sünnet usûlüne bağlı kalınmak şartıyla, birbirlerini yanlışlamadığını, Kur'an'ın her muhatabına 'onun ihtiyacına göre görünür' şeyler de söyleyebildiğini, bunun da kelamullahın mucizeliğinin bir başka yönü olduğunu vurguluyor.

Ve devamında Tur sûresinin 49. ayetinden misal getiriyor: "Gecenin bir kısmında ve yıldızların kayboluşunda da Onu tesbih et!" Ayetinin manasının hem sünnet olan 'teheccüd namazına' ve hem de sünnet-i müekkede olan 'fecir sünnetine' işaret ettiğini, müfessirlerin de genelde bu manaların üzerinde durduklarını söylüyor, ancak şunu da fısıldamadan elimizi bırakmıyor: "Yoksa evvelki mananın daha çok efradı var."

Daha evvel de bir yazımda belirtmiştim: Ben bir hocanın talebesine bıraktığı boşlukların onun yetişmesinde büyük öneme sahip olduğuna inanırım. Fakat yanlış anlaşılmasın. Bu boşluklar talebeyi 'ne yapacağını bilemez' hale düşürecek türden boşluklar değildir. Yani yoldan çıkarıcı boşluklar değildir. Ya? Bu boşluklar talebeye 'nasıl balık tutulacağını' öğrettikten sonra oltanın, sandalın ve gölün karşısına bırakıp "Hadi bakalım!" demek gibidir. Eğer bu "Hadi bakalım!" denmezse, talebe kendi balığını tutma konusunda boşluğa düşürülmezse, aldığı bilgi teorik düzeyde kalır. Fiiliyata geçemez. Meleke olup yerleşemez. Ancak kendi boşluğundan boğulmadan çıktıktan sonra talebe ilmine güvenir. Tıpkı suyun üstünde kalmayı başaranın artık yüzüşüne güvenmesi gibi.

Bediüzzaman'ın da eserlerinde bu türden bıraktığı boşluklar var. Hatta ben Kur'an'ın bütün ayetlerini tefsir etmeyişini de böylesi bir cesaretlendirici boşluk olarak görüyorum. Tabii benim gibilere değil. Ehli olanlara. Ancak; velev ki deniz, göl, nehir olmasın; bizim de yüzebileceğimiz sular var. Sineğe damla da bir denizdir. Tutup Rahman sûresini tefsir edebilecek halimiz yok. Amma, yukarıda işaret edildiği gibi, bazı ayetlerden rızkımız olan işarî tefsirleri çıkarabiliriz. Evet. Ancak sakın ki ehl-i sünnet çizgisinden sapmayalım. Hevamıza koşmayalım. Salih seleflerimizin hükümlerine bağlı kalalım, inşaallah, âmin.

İşte, mezkûr mektuptan cesaret alarak ben de, "Gecenin bir kısmında ve yıldızların kayboluşunda da Onu tesbih et!" ayetini tefekkür etmeye başladım. İlk gördüğüm şu oldu: Gecenin bir kısmında Allah'ı tesbih etmek bir tedbir. Yıldızların kayboluşunda tesbih etmek ise bir ihtiyaç. Neden böyle söylüyorum? Çünkü kırsalda yaşamışlığım var. Yalancı ışıkların olmadığı yerlerde yıldızların anlamını iyi bilirim.

Yıldızlar ümittir. Yıldızlar güvendir. Yıldızlar kaybolmanın önündeki engeldir. Geceleyin yıldızlar arkadaşınız gibi olurlar. İnsan herşeyi ancak kıyasla bilebilen bir canlı olduğu için yıldızları görmekle kendi varlığından ümitlenir. "Onlar ordaysa ben de buradayım!" der. Burada olmak neşesini alır. Ama ya hava kapandığında? Allah Allah! Hava kapandığında insan korkunun en ağırını yaşar. Ne yöne gittiğini kestiremez. Nerede olduğunu kestiremez. Işık namına son ümitleri de ellerinden alınmıştır. Yani demem o ki: Gecenin bir kısmında tesbih etmek, sonrasında yıldızların kayboluşunun da anılmasıyla, esasında Allah'a körkütük bir karanlıkta bırakılmadığı için şükretmektir.

Allah Rahman'dır. Geceyle bizi muhatap kıldığında bile, hâşâ, zalim değildir. Zülcelali ve'l-İkram'ın celal içre ikramları pekçoktur. Geceyle korkutursa yıldızlarla da ümit verir. Gecenin bir kısmında Allah'ı tesbih ettiğinde, yani onun kusurlardan noksan olduğunu kendine hatırlattığında, bunun delillerini görücü niyetlerle varlığa baktığında, yıldızların nimetiyeti yüzüne tebessüm eder. "Böyle merhametli bir Sultan bana zulmediyor olamaz!" farkedişiyle keder-savar ümitler gözlerini sana kırpar. Yıldızlar gibi yanıp yanıp sönerler. O yanıp yanıp sönmeleriyle sanki nazarına 'hişt-pişt' çekerler. Yani dikkatini isterler.

Peki bunları da hesaba katınca tam tersi olmalı değil miydi? Yani, asıl gece tesbihi bir ihtiyaç, yıldızlar kaybolurken tesbih etmek ise bir tedbir sayılmalı değil miydi? Hayır. Böyle değil. Çünkü ihtiyacının şiddeti senin o ihtiyacı hissedişte zayıflayıp-kuvvetlenmene bakıyor.

Aczini hissettiğin yerde zaten yüzün tesbihe âmâde. Arayışında. Allah'a bakıyor. Rahman'ı arıyor. Asıl, Alak sûresindeki ifadesiyle, kendini ihtiyaçtan uzak gördüğünde, yani müstağni saydığında, muhtaçlığını kavrayamadığında azgınlaşıyorsun. Tesbih de bunun için. Bizi körlükten kurtarmak için. Yoksa Allah'a tesbihimizle birşey bağışlıyor değiliz.

Bu açıdan bakıldığında, elbette, seni Allah'a muhtaç hissettiren gecede tesbihin 'teheccüd namazı kıymetinde' bir sünnet; ama-fakat-lakin görece müstağni bir havaya girdiğin fecr vaktinde, yani kendi ayakların üzerinde durduğunu sandığın zamanlarda tesbihin ise 'fecir sünneti kıymetinde' sünnet-i müekkede. Bu bahiste emrin kuvveti senin ona ihtiyacınla orantılı. Gafletten sıyrılmaya ne kadar ihtiyacın varsa o kadar tesbih var. O şiddette tesbih var. O kadar anmalısın. Allahu'l-a'lem.

Sunday, June 23, 2019

Bir insan ne zaman Allah'tan belasını ister?

Bakınız, yazıyorum amma korka korka yazıyorum, çünkü yazı bitince "Ulan ne cahil adammışsın!" da diyebilirsiniz. Böyle bir risk var. Neden? Belki sizin için epeydir malum olan birşeyi ben şimdi yeni bir bilgi gibi paylaşacağım da ondan. Efendim, uzatmayayım, hızlıca sadede koşayım. Mevzuun özü şu: Kur'an okumalarımda sürekli denk gelip "Acaba neden böyle?" diye sorduğum bir mesele var(dı). Hani hep soruyor(d)um ama kalbimi tatmin eder bir cevap da bulamıyor(d)um. Kafamda sual-i müşkülküşa olarak bekleyip duruyor(du). Söyleyince hemencecik "Ha o mu?" diyeceğiniz birşeydir de üstelik. O da şudur:

Peygamberleri hakka çağırdıktan sonra isyankâr kavimler şöyle bir argümanı, belki buna 'argüman' değil de 'iddialaşma' demeli, dilegetiriyorlar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Birçok kıssada var bu. Birkaç tanesinin meallerini alıntıladıktan sonra yazıya devam edelim. Yunus sûresinin 48. ayeti haber veriyor: "Onlar 'Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad ne zaman yerine gelecek?' diyorlar." Enbiya sûresinin 38. ayeti haber veriyor: "Doğru sözlü iseniz (bildirin) bu vaad ne zamandır, derler." Neml sûresinin 71. ayeti haber veriyor: "Bir de 'Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad (ettiğiniz azab) hani, ne zaman?' derler."

Kur'an'da birşeyin tekrar edilmesi ne demek? 'Onun ayrıca bir önemi var' demek. 'Kaçırmaman için uygun makamlarda tekrar tekrar karşına çıkarılıyor' demek. Hatta 'İlk seferde anladıysan dahi sık sık tekrar et ki unutma!' demek. Kur'an'daki tekraratın böylesi hikmetlere sahip olduğunu Emirdağ Çiçeği gibi metinlerden ders alıyoruz. Elhamdülillah. İşte, mürşidimden böylesi bir dersi aldığım için, şu ayet-i celilelerdeki mananın karşısında da beklentili bir suskunluk içinde dururdum. "Burada neyi kaçırıyorum?" diye düşünürdüm. Şimdi onlardan bir tanesine uyandım. Belki siz bunu çoktan biliyordunuz. Ama ben yeni uyandım. Uyanışımın heyecanıyla da paylaşmak istiyorum. Başlıyoruz:

"Şeytanın İkinci Bir Küçük İtirazı" başlıklı bölümde, İblis, Kâf sûresinin 18-24. ayetleri hakkında soruyor: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"

Uzun cevabın başında şöyle birşey söylüyor mürşidim: "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın esas-ı i'câzı en mühimlerinden belâğatinden sonra îcâzdır." Ve yine misal getirdiği bazı ayetler üzerinden diyor: "(…) cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder."

Yani burada ne deniliyor? Anladığımızca aktarmayı deneyelim: Kur'an az kelamla çok şey anlatır. Kısaca söyler ama söylediği yine de uzun olur. Mucizevî yönlerinden birisi de budur. Hatta bunu öyle sanatla yapar ki, ne muhatapların anlayışları yorulur, ne akış bozulur, ne de 'aklın payı' görmezden gelinir. Bir kıssada dikkatimizin çekildiği noktaların hikmeti ayrıdır. Çekilmeyenlerinki apayrıdır. Verdiği detayların hikmeti ayrıdır. Vermediğinin apayrıdır. Açıkça söylediklerinin hikmeti ayrıdır. Söylemediklerinin apayrıdır. Yani Kur'an bazen boşluk gibi görünen 'hikmetli atlayışlar' ile kelamı içinde 'akılla çoğaltılacak' bilgi kaynakları bağışlar bize. Böylece 'istikametli okumalarca çoğaltılabilecek' hakikatler ortaya çıkar.

Gelelim yazımızın asıl konusuna: Kelamı içindeki boşlukları dahi kulları için birer hikmet hazinesine çeviren Alîm-i Hakîm, acaba, isyankâr kavimlerin mezkûr iddialaşmaları ile bize neyi anlatmıştır? Arkadaşlar, elbette öncelikle "Allahu'l-a'lem!" diyerek, benim aklıma şöyle bir hikmet geliyor: Bu azap talepleri aslında o kavimlerin 'çaresizliğini' anlatıyor. Nasıl bir çaresizlik? Peygamberlerin getirdikleri hakikatlere karşı mücadele etmedeki çaresizlik.

Nasıl ki, Mekke müşrikleri, Kur'an'ın "Sıkıyorsa benzerimi getirin!" manasındaki meydan okuması karşısında çaresiz kalarak kabakuvvetle mücadeleye giriştiler. Çünkü Kur'an'ın mucizeliği, hakikati ve hidayeti onları karşı koyma konusunda nâçâr bıraktı. Aynen öyle de: Geçmiş peygamberlerin getirdiği hakikatler de ümmetlerini 'haklı argümanlarla karşı koyma bağlamında' çaresiz bıraktı. Bu tükenişin en son evresinde artık şuna sığındılar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Yani vaadedilen azabın gelmeyişi üzerine haklılıklarını bina edecek kadar çaresiz kaldılar. Delil/yol bulamadılar. Kendi felaketlerini çağırır oldular.

Hülasa: Burada aslında 'peygamberlerin tebliği' ile 'isyankâr kavimlerin azap talebi' arasında atlanmış birçok münazara-münakaşa var. Hepsinden peygamberler galip çıkmışlar. Müşriklerin nihayet vardıkları yerse burası: "Seni yenemiyoruz, ama sen de bizi helak edemiyorsun, naber?" Tıpkı İblis'in kendisine verilen mühlete sığınması gibi bunlar da ellerindeki mühlete sığınıyorlar. Hakikate değil mühlete. Dalalette kalmalarının bedellerini ödemedikleri bir zaman dilimine. Sığınabildikleri yalnız bu. Bu bir açıdan bugünün seküler dalaletine de işaretler taşıyor. Ancak bu yazı haddinden fazla uzun oldu. Mevzuun o kısmını, Cenab-ı Hakkın lütf u keremiyle, başka bir yazıda ele almayı planlıyorum. Tevfik Allah'tan. Dileriz o Rahîm'den ki bağışına muhtaç bu dilencileri kapısından çevirmesin. Âmin.

Friday, June 21, 2019

Kanserin özgürlüğü olmaz

Duyanlarınız olmuştur ya ben yine de azıcık çıtlatayım: Geçenlerde TEDx'in Almanya'da düzenlediği bir etkinlikte tıp öğrencisi Mirjam Heine 'pedofilinin fıtrî olduğunu' savunur bir sunum yaptı. Hatta dedi: "Pedofili de eşcinsellik gibi doğal bir cinsel yönelimdir. Onları izole etmek çocuklara yönelik cinsel istismar olaylarını daha da arttırır." Sonra tabii bu sunum Avrupa'da dahi öyle büyük tepkilerle karşılandı ki TEDx Youtube'dan kaldırmak zorunda kaldı. Üzerine bir de açıklama yaptı: "TEDx olarak pedofiliyi desteklemiyoruz." Açıklanmanın yayınlanmayan kısmında ise şöyle bir ifadenin olduğunu hayal ettim ben: "Yerseniz."

Böyle diyorum, çünkü biliyorum, TEDx'in yapılacak sunumları yerel bazda da olsa inceleyen kurulları var. Hiçbirisini körebe edasıyla kabul etmiyorlar. Öncesinde metinlerini alıyorlar. İnceliyorlar. Seçiyorlar. Beğenirlerse yaptırıyorlar. O nedenle şu "Desteklemiyoruz!" bâbında söylediklerini de kâle alınır bulmuyorum. Bu işler epeydir vur-kaç taktiğiyle sürdürülüyor zaten. Kurbağa tencerenin içinde ağır ağır kaynatılıyor ki "Aman yanıyorum!" deyip kaçmasın. Fakat oraya gelmeden önce sizinle paylaşmak istediğim başka birşey var:

Hz. Aişe radyallahu anha annemizden rivayet edilen bir hadiste "On şey fıtrattandır!" deniliyor ve şunlar sayılıyor: "1) Bıyıkları kısaltmak. 2) Sakalı salıvermek. 3) Misvak kullanmak. 4) (Abdest alırken) buruna su çekmek ve sonra onu burundan çıkarmak. 5) Tırnakları kesmek. 6) Parmak mafsallarını yıkamak. 7) Koltuk altı kıllarını yolmak. 8) Etek tıraşı yapmak. 9) Küçük abdest ve büyük abdest mahallerini yıkamak..." Onuncu içinse Müslim'de şöyle bir not var: "Ravi Zekeriyya dedi ki: Mus'ab, onuncuyu unuttum, ancak o 'ağzı çalkalamak' olabilir."

Bu hadis-i şerifi neden önemsiyorum? Çünkü bu hadiste modern zamanların 'fıtrat' tarifi ile ehl-i sünnetin 'fıtrat' yaklaşımı arasındaki nüansı ortaya koyan bir içerik var. Evet. Biz fıtratı 'herşeyin akışına bırakılması' gibi anlamaz ve de tarif etmeyiz. Ya? Bizim için şeriatın emirleri de fıtrattandır. Mesela: Sakalı uzatmak fıtrattan olduğu gibi bıyıkları kısaltmak da fıtrattandır. Evlenmek fıtrattan olduğu gibi zinadan kaçınmak da fıtrattandır. Su içmek fıtrattan olduğu gibi alkol kullanmamak da fıtrattandır. Yani fıtrat İslam'da 'şeriatın emirlerini de içine alacak şekilde' genişler/daralır. Meşruiyetini oradan tarif eder.

Onun yasakladığı yerlerde 'akışına bırakmak' aksini söylese dahi nazar-ı itibara alınmaz. "İnsanlar doğal olarak sünnetsiz doğuyor canım!" diye sünnet gözden düşmez. "İnsanlar doğal olarak başkasının zenginliğine meyil duyuyor yahu!" denilerek hırsızlık helal olmaz. "İnsanlar doğal olarak kan döküyor!" diyerek cinayetler meşrulaştırılamaz. Hele hele bazı kem tabiatlı insanlar türlü sapkınlıkları nefislerinde normalleştiriyorlar diye o sapkınlıklar fıtrattan sayılamaz. Zaten dinin varlık amacı da bizzat budur. Bizi fıtrî olmayan doğallıklara uyandırmaktır.

Din bizi, Bediüzzaman'ın tabiriyle, 'vücudî görünen ademîliklerden' korumak ve 'ademî görünen vücudîliklere' sevketmek için de vardır. Öyle ya, eğer doğru olan 'herşeyi akışına bırakmak' olsaydı, yani herşey yalnız karışmamakla düzgün kalsaydı, Allah neden peygamber/vahiy göndersindi ki? Neden canımız kazandığımızı yemek isterken orucu, harcamamak isterken zekatı, ölmemek isterken cihadı emretsindi ki?

Mürşidim de bu sadedde der: "Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (...) İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş."

Bugünlerde "Allah da onu öyle yaratmışsa ne yapsın canım!" argümanı üzerinden yürüyen büyük bir fitne var. Sanki Cenab-ı Hakkın yarattığını sırr-ı imtihan gereği hizaya çekme hakkı yokmuş, böyle bir ihtimalden sözedilemezmiş, Rabbisi temayülleri üzerinden kulunu sınayamazmış gibi tuhaf bir demagoji bu. Dinin varlık amacına da ters düşen bir argüman aslında söylenen. Evet. Öyle ya, din insanların içlerinden gelen kem temayyüllere de had koymayacaksa, sınır öğretmeyecekse, istikamet aşılamayacaksa o zaman neden var? Herşey zaten doğruysa 'doğruları bildirir' bir vahye neden ihtiyaç olsun? Nübüvvet neden gereksin?

"Canım öyle istiyor!" diyen herkese 'Geç-geç'çilik yapmak için mi var din? Tek fonksiyonu bu mu? Fıtrat(!) neyi arzu ederse buyur etmek mi? Yoksa Bediüzzaman'ın tabiriyle had konulmamış kuvvelere haddini bildirmek mi amacı? Standart bir müslüman elbette ikincisine 'evet' der.

Üstelik Lût kıssasında bize öğretilenlerden birisi de, tıpkı başta alıntıladığımız durumda olduğu gibi, sapkınlığın yeterli meşruiyeti/gücü kazandıktan sonra istikametli olanı baskılamasıdır. "Bunu da kabullenelim!" diyerek kendisine sürekli yeni alanlar açmasıdır. Nasıl? Kıssada azap meleklerinin gelişinin ardından yaşananları hatırlayalım:

Lût aleyhisselama misafir gelen delikanlıların güzelliği nedeniyle kavmi evinin etrafında toplanır. Gençleri kendilerine teslim etmesini isterler. Lût aleyhisselam korkuyla onlara akıllarını başlarına almalarını söyler. Fakat kavmi hiç oralı olmaz. Ayet-i kerimede geçen ifade mealen şöyledir: "Onlar: Sen de bilirsin ki senin kızlarınla bir ilgimiz yoktur. Sen bizim ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun, dediler."

Yani arkadaşlar, bugünlerde yaşananlar, Lût kıssasının modern bir tekrarıdır aslında. Kuvvelerinin gidebildiği yere kadar gitmeyi fıtrattan sayanlar, bu türden bir meşrulaştırma(!) üzerinden koridor açtıklarını sananlar, kendi anormalliklerini hepimize normallik olarak dayatmaktadırlar. Her kazandıkları cephede yeni bir cepheye yığınak yapmaktadırlar. Daha fazlasını istemeyi bırakmamaktadırlar.

Dün eşcinselliğin meşruiyeti alanında verdikleri mücadeleyi biraz kazanır gibi göründükleri için, bugün taleplerini pedofiliye, enseste ve daha nice türlü sapkınlığa taşımaları tuhaf değildir. Çünkü Kur'an bize asırlar ötesinden haber vermektedir: Bu dayatmanın duracağı bir yer yoktur. Okuduklarına inanamayanlar, nette azıcık takılmakla, Batı'da bu tarz cürümlerin meşruiyeti için faaliyet gösteren derneklere dair bilgilere ulaşabilirler. İşlerin ne korkunç zeminlere kaydığını görebilirler.

Durum özetle bu arkadaşlar: Kanserin özgürlüğü olmaz. "O da hücredir canım. Canlıdır. Allah öyle yaratmış. Kıymayalım!" yapılmaz kanserli dokuya. Candan eder bu bakış. İşte, şeriatın sapkınlık dediğine sapkınlık demezseniz, haram görmezseniz, kem-kötü bilmezseniz, karşısında dikçe duramazsanız bu türden marazların yarın yuvanıza kadar sokulmasına karşı koyamazsınız. Evinizin ahalisine musallat olmasına engel olamazsınız. Lût kıssasının verdiği ders açıktır çünkü. Mevzu döner dolaşır evinizin içine de girer. Evet. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bu yanlışın önünde de sebat edebilmeyi nasip eylesin. Ahirzamanda kafası/kalbi karışanlardan olmaktan korusun. Bize istikamet versin. Âmin.

Sunday, June 16, 2019

Bediüzzaman Ekrem İmamoğlu'nu destekler miydi?

"Kimi din öğretimine saldırır, kimi 'bir İslam medeniyeti olmadığını' haykırır, kimi senede bir yıkandığını ve dinsiz olduğunu yazar-söyler, meclislerinde Hz. Muhammed'e iğrenç kelimelerle söver. Halk Partisi kendi gazetelerinde bu zındıklara sözhakkı vermeğe devam ettikçe, unvanının başına 'Cumhuriyet' değil 'Şeriat' kelimesini koysa, yine müslümanlığa ve manevî değerlere saygı beslediğine hiçkimseyi inandıramayacaktır." Peyami Safa, Kavga Yazıları.

Bilmiyorum Allah hepsini yazmayı nasip eder mi? Fakat mürşidimin Münazarat'ının geçmişten bugüne bir dizi 'yanlış yorumlamaya' tâbi tutulduğunu, yapılan bu yorumların 'geçerli tek yorum' muamelesi gördüğünü, 'aksi düşünülemez' bir hale getirildiğini, hatta hasbelkader başka türlü anlaması mümkün olan genç nur talebelerine de (nefes almasına fırsat verilmez şekilde) bu hâkim görüşlerin dayatıldığını düşünüyorum. Zaman zaman da yazılarımda dokunuyorum bunlara. Ama ne benim dokunuşlarım yeterli ne de gerçeğe sahiden ilgi duyanların sayısı çok. Ezber bozulması bir açıdan konfor bozulması sayılacağından müşterisi de elbette az oluyor.

Risale okurken kafamdan çıkmayan mana şu: Bediüzzaman'ın yolu ehl-i sünnet cadde-i kübrasından, sahabe mesleğinden, selef-i salihînin nuranî silsilesinden ayrılmış olamaz. Çünkü o da ehl-i sünnet medreselerinden yetişmiş, kaynaklarından beslenmiş, renkleriyle renklenmiş bir âlimdir.

Ooooo! Ama bunu şimdi şuraya açık açık yazdım ya. el-Aman! Belki kopmuştur çoktan kıyamet. Çünkü yüreği şu kadarını bile kaldıramayacak nur talebeleri(!) var piyasada. Zira çoktan gelenek dedikleri şeyin "Tüüü, kıııh, kaka!" olduğunu ezber etmişler. Artık bu çamuru(!) hiç Bediüzzaman'a yakıştırırlar mı? O metinlerinde kendisini kaç defa 'ehl-i sünnet' olarak tarif ederse etsin. Olamaz. I-ıh! Cık! E-eeh! Şeyhimiz kendisine 'ehl-i sünnet' diyorsa şeyh haltetmiş demektir. Hatamız ihtimali konuşulamaz.

İş o kerteye varmıştır ki, şeyhe, 'nice bir şeyh olduğunu' artık müridleri öğretmektedir. Bu yolda gerekirse metinlerine dahi, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lara uğratılarak, ayar verilmektedir. Sonra, eğer zamanın şartları değişip eskileri uygun gelmezse, yeni bir aşırı yoruma daha tâbi tutulmaktadır mezkûr metinler. Çünkü devir anlı-şanlı modern devirdir. Modern devirde herşey çağın gereklerine hizmet ettiği kadar kapıdan geçer.

Çağın gereklerinden birisi de elbette 'demokrasi'dir. "Meşrutiyet ne kadar demokrasidir? Demokrasinin 'meşrua'sı nasıl olur? Meşrutiyete dair metinler bugünün şablonuna ne derece uyar? Nüansları nelerdir?" falan-filan soramazsınız bunları. Nereye soruyorsunuz? Höttürü-böttürü kabuller keser soluğunuzu bir anda. Belki ucunda aforoz tehlikesi bile vardır.

Mesela: Bugünlerde kimi eller marifetiyle tekrar tedavüle sokulan o metin. Bediüzzaman'ın gayrimüslimlerin memuriyetinin mümkünlüğünü savunduğu o yer. Ay, ay, ay! Neler başına gelmektedir bu sıralar onun! Hafazanallah! Gönüllerini CHP'ye kaptırmış kimseler elinde neler olmuştur o metne? Dur bakalım. Acele etmeyelim. Önce metni bir alıntılayalım:

"Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? el-Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üçyüzbin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Bediüzzaman'ın bu umudunun demokrasilerde ne kadar gerçekleştiğini, sistemlerin bu güzel hayala ne kadar müsaade ettiğini, 'biri zayi edenin bini kazanıp kazanamadığını' sorgulamayı bir başka yazıya bırakalım. Ama şuraya bir parantez açalım: Bediüzzaman böyle demekle, koşulsuz bir şekilde, 'müslümanları gayrimüslimlerin yönetebileceğini' ifade ediyor muydu? Yani burada söylediği bir tür mandacılığın, ehl-i küfür tarafından yönetimin, müslümanlar adına mümkün olabilirliği miydi? Eğer böyle düşünüyorsa "Sizden olan ululemre itaat edin!" ayetine muhalefet etmiş olmuyor muydu?

Hâşâ! Kendisinin hem Ruslara karşı yaptığı cihadı, hem İngiliz işgaline karşı yazdığı metinleri, hem de Yunan'a karşı yapılan Kurtuluş Savaşı'na verdiği desteği bilenlerler olarak diyoruz ki: Kesinlikle ve kesinlikle böyle birşeyin imkanını tartışmıyor Bediüzzaman. Bunu kastetmiyor. Hatta 1. Meclis'te okuduğu 'namaza dair beyannameden' anladığımız kadarıyla Türkiye'deki hükümetlerin dindarlıktan uzaklaşmasına bile razı değil. Ya?

Onun kastettiği 'idarenin üst seviyesinin tartışmasız şekilde müslümanlarda olduğu bir yönetimde' onların memurları mesabesinde 'gayrimüslimlerin istihdam edilebileceği'dir. Zarureti değil imkanıdır. Burada Bediüzzaman'ın kaymakamlık/valilik gibi makamları 'reislik' değil 'hizmetkârlık' olarak tarif etmesi de aslında 'açtığı sınırlı sorumluluk alanı'nı ifadeye yönelik bir izahtır.

Evet. Osmanlı'da zaten gayrimüslim memurların istihdam edildiğini biliyoruz. Bu istihdamlar elbette şeriatın sınırladığı alanlarda oluyordu. Örneğin: Şeyhülislamlık makamına bir gayrimüslim oryantalist profesör getirilmiyordu. Kimin-ne olabileceğinin elbette sınırları vardı. İşleyişin zarar görmeyeceği, yetkinin din-ümmet aleyhinde kullanılamayacağı, aksine fayda sağlanacağı alanlarda istihdam mümkündü. Fakat tekrar dikkat çekelim: 'İstihdam' olarak mümkündü. Yoksa seçim yoluyla bir başa getiriş değildi bunlar. Bediüzzaman bu tür istihdamların mümkünlüğünü belirttiği hiçbir yerde seçimden/oylamadan bahsetmiyordu. Atayan kimdi peki? Atayan halifeydi. Evet. Şaşırmayalım. Çünkü bunları ifade ettiği rejim 'demokrasi' değil 'meşrutiyet'ti. Devamındaki soru-cevaba bakalım:

"Sual: Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var. el-Cevap: Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emînisi, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zira şahs-ı vâhid; şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez."

Alıntıladığımız bir önceki metni 'modern demokrasi' gibi anlayanlar acaba bu kısma ne der? Hemen devamı üstelik. Ne diyor Bediüzzaman burada? Denetleme gücünün Halife ve Meşihat-ı İslamiye'de olduğu, bugünkü tabirle, Diyanet İşleri'nin tüm yetki sahiplerinin yetkilerini şeriat içinde istimal edip-ettiğinden emin olacak güce sahip olduğu bir sistemde söylüyor bunları. (Bugün bir Diyanet İşleri yetkilisi "Faiz haramdır!" diyecek olsa "Başıma birşey gelir mi?" diye üç kere yutkunuyor.) Yoksa "Verelim mazbatayı Ekrem İmamoğlu'na da isterse Diyanet Kitap Fuarı'nı yasaklasın!" gibi bir serbesti yok orada. Şeriatın sınırladığı bir sorumluluk alanı var. Bugünkü belediye başkanlıkları böyle mi peki? Oraya geçen herhangi bir CHP'li aldığı yetkiyle "Oleeey! Bu sene Ramazan'ı dualarla anacağız. Çünkü Dua Lipa konseri düzenletiyorum!" dese yaptırmayacak güç kimsenin elinde var mı?

Eğer bir süredir müşterisi olduğunuz Liberal endoktrinasyondan çıkabilirseniz siz de pekala görebilirsiniz bu netliği. Evet. Bediüzzaman böyle birşeyin 'mümkünlüğü' tastamam 'dinin meşruiyeti sağladığı bir sistemde' konuşuyor. O yüzden ismi sadece meşrutiyet değil zaten. Ya? 'Meşrutiyet-i meşrua.' Acaba siz bu sistemin hakikaten ne olduğuyla yüzleşmeye hazır mısınız? Yoksa "Aman, ne derin düşüneceğim, demokrasi derim geçerim!" diye teselli mi oluyorsunuz? Yoksa orası için söylenmiş herşeyi, hatta üzerine ne Liberal yorumlar katarak, burası için de mümkün mü görüyorsunuz? Bence bu teselli ahirette kurtarmaz. Aynı eserde diyor ki mürşidim yine:

"Sual: Bazı nâs senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a'mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan'ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah'ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir? el-Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mehareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San'atta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır."

Ben, bu metni okuduğum zaman, hani neredeyse CHP için oy toplayacak hale gelen bazı kardeşlere sormadan edemiyorum: Acaba siz 'hamiyet' ile 'iş'i birbirinden sapasağlim ayırabiliyor musunuz? Sandıkta geniş yetkilerle donatılacak bir CHP'linin, o yetkileri, salt nötr bir alan olan 'iş' için mi, yoksa yürekteki taraftarlıktan beslenen 'hamiyet'i için mi kullanacağından emin misiniz? Bence demokrasilerde hamiyetin işin içine karışmayacağını sananlar aldanırlar. Zira CHP, Bediüzzaman'ın bu metinleri haklarında söylediği Jön Türkler'den farklı olarak, kendisini din karşıtlığı üzerine kurgulamıştır. İktidarda olduğu dönemlerde de kendi sosyolojisini yetiştirmeye çalışır/çalışmıştır. Bu son cümlem için ayrıca delil söylemeyi abes görüyorum.

Metni uzakmak istemem ama, Bediüzzaman aynı eserde, bugünkü CHP zihniyetinin Jön Türkler içindeki kısmının ancak 'yüzde onu' olduğunu ifade ediyor. Yani yüzde doksanının hayırlı insanlardan oluştuğu kanaatinde. Aynı şey bugünkü CHP için söylenebilir mi? Yoksa CHP bu yüzde onun yüzde doksanı ele geçirmiş hali midir? Bunu da vicdanlarımıza soralım lütfen:

"İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakkidir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir. Ve'l-hükmü li'l-ekser."

Özetle kardeşlerim: Paşa gönlünüz bilir. İstediğiniz kişiye oyunuzu verin. Kimse karışamaz. Fakat lütfen, binlerce kere lütfen, Bediüzzaman'ın metinlerini incitmeyin. Onu ehl-i sünnet cadde-i kübrasının dışına, hevesleriniz/hırslarınız uğruna, sürüklemeyin. Yazıktır. Günahtır. Ayıptır. Üzerimizdeki hakkına hıyanettir. O, bir tarafta CHP'nin bir tarafta AK Parti'nin olduğu hiçbir yerde "Liyakatli olsun da ister çamurdan olsun!" diye CHP'liyi destekletmez. Çünkü, sizin aksinize, o siyasete ilişkin daha derin okumalar yapar. Partilerin kendilerini ne üzerine kurguladıklarıyla da ilgilenir. Siz böyle değilsiniz. Sizin bu meydanda müellif-i muhteremi konuşturmaya hakkınız yoktur. Gidiyorsanız, buyrun, tek başınıza gidin. Risale-i Nur'u sürüklemeyin. Malınız değildir ki yalnız sizin peşinizde dolaşsın. Yapmayın. Etmeyin. Kullanmayın. Vallahi tokadını yersiniz.

Friday, June 14, 2019

"Büyük görünme küçülürsün!"

Mürşidimin, Lemeat isimli eserinde, "Büyük görünme küçülürsün!" başlıklı bir metni var. Çok da uzun olmadığı için bu yazıya onu alıntılayarak başlayacağım: "Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük."

Bu metinden bencileyin anladığımı aktarmamı istersen diyebilirim ki: Eğer bir insanın işgal ettiği yerin adamı olup olmadığını anlamayı dilersen orada kalmak için sergilediği tavırlara bakacaksın. Eğer koltuk onu bozmuyorsa, yani nerede olduğunu çevresine hissettirmek-kabullendirmek için kasım kasım kasılmıyorsa, yapmacık tavırlar sergilemiyorsa, dengesizleşmiyorsa, bil ki: O adam durduğu yerin adamıdır. Hele bir de makamıyla birlikte tevazu artıyorsa, işgal ettiği koltukla birlikte gönlü de yüceliyorsa, çevresine ulaşabilmek için daha fazla eğiliyorsa, bil ki: O adamın asıl yeri şu an durduğundan da yücedir. Yani özetlersem: Parmaklarının ucunda dikilmeye çalışması gösterir ki: Küçüktür. Penceresi ona göre yüksektir. Kibirleniyordur. Eğilmesi gösterir ki: Büyüktür. Penceresi ona göre alçaktır. Tevazulanıyordur. İşte kişinin ahlakından tuttuğu koltuğun adamı olup olmadığı böylece anlaşılır.

Fakat bugünlerde, Yunus sûresindeki bir ayet-i kerimenin de yardımıyla, bu metne bakışım biraz değişti. 'Değişti' derken 'renklendi' veya 'zenginleşti' gibi manaları kastediyorum. Evet. Ne oldu peki? Anlatayım: Şu 'pencere' meselesini biraz da 'frekans' gibi düşünmeye başladım. "Hop, az yavaş gel, ne demek frekans?"

Onu anlamak içinse bir parça eski radyoların çalışma şeklini bilmeniz lazım. Eskiden nasıl bulurduk dinlemek istediğimiz istasyonu hatırlayanınız var mı? Radyonun irice bir düğmesi olurdu. Onu çevirirdik. Dinlemeyi arzuladığımız radyonun frekansına yaklaştığımız zaman önce hafiften hafiften sesi gelirdi. Cızırtılarla karışık olurdu bu ses genelde. Sonra yaklaştıkça cızırtılardan kurtulurdu. Netleşirdi. Aman, sakın, eğer düğmeyi fazla hızlı çevirirsek bu defa da diğer tarafa geçmekten dolayı cızırtılarla karşılaşırdık. Yani her şekilde alıcının ayarının vericiye, ne eksik ne fazla, tam uygun olması lazımdı. Olmazsa ses cızırtılanırdı.

İşte Yunus sûresinin 75. ayeti bu sadedde buyuruyor ki: "Sonra bunların arkasından Musa ile Harun’u ayetlerimizle Firavun’a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular." Bu ayetten başka kibrin hidayete engel olduğunu anlatan birçok ayet-i kerime var. Bir tanesi de şöyle mesela: "Allah: Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun, dedi." Evet. Daha bunlar gibi birçok ayette, kibir, ayetleri görememenin, hidayete erememenin, hakikati farkememenin sebebi olarak zikrediliyor.

Tabii Ahmed kardeşiniz bu ayetleri böyle tokat tokat karşısında görünce düşünmeden edemiyor: Kibri böylesine tuzak kılan ne? Onun da cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Kibir bizim çevremizle olan etkileşimimizi azaltır. Bizi küçültür. Aldıklarımızı/alabileceklerimizi ufaltır. Evet. Kibirli bir insan, her ne kadar çevresiyle ilişki içerisinde olsa da görünürde, etkileşimi ancak zahirdedir. Hiçbir parmağın içine dokunmasına izin vermez. Enfüsündeki hiçbir taşı yerinden oynatmaz. Kendisini işgal ettiği yerden etmez. Edecek olanlara da fırsat vermez. Tıpkı İblis'in Âdem aleyhisselam ile kendisine öğretileceklere fırsat vermemesi gibi.

Halbuki, başta hidayet olarak, tüm irfanî öğrenmelerin yeri insanın içidir. İnsan değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabul etmeye başladığında ancak tesir etmeye başlar hidayet. Psikoloji de dahil olmak üzere tüm ruhî şifalar böyledir. Orada değişmesi gereken hiçbirşeyin olmadığını düşünen, ne kadar bilgili de olsa, en fazla bir İblis olur. Öğrendikleri olduğuna körkütük inandığı yerin basamaklarına dönüşür. Uymuyorsa da tevil edilir. Hem kendisini en yukarıda gördüğünden bencilliğini de tetikler. Daha yukarıda olan elbette daha fazla savunulmalıdır. Daha merkezde olmalıdır. İsrafını da çoğaltır. Daha yukarıda olana daha fazla pastadan pay ayrılmalıdır. O herkesten daha fazlasını hakeder.

İş burada da kalmaz. Hırs başlar. Hakettiği yerin hep 'daha fazlası' olduğu düşüncesinden dolayı karamsarlık da işgal etmeye başlar her yanını. Çünkü karamsarlık dışa dönük cezalandırmadır. İnsanın özüne dokunulmasını, benliğinin yargılanmasını, egosunun sınanmasını engellemek için giyindiği bir zırhtır. Başarısızlık anında kendini sorgulamaktansa suçu dışarıda aramak daha kolay gelir.

Yani kibrin yüzünü nereye çevirirsek çevirelim özünde bir etkileşimsizlik yatıyor. Bir küçülme vukû buluyor. Kibirli insan içindeki hiyerarşiyi besleyecek bilgileri kabul ediyor sadece. Beslemeyenleri reddediyor. Fakat doğru elbette kişilere göre eğilip-bükülmekten müstağnidir. Bu nedenle de o dar eşikten, delikten, dehlizden geçmez. Müşteri aramaz.

Kibirli hidayete yüz vermez. Çünkü önce hidayet ona yüz vermez. İşte, arkadaşım, ben de kendime şu hisseyi aldım: Hidayet bağışlayan metinler karşılarında bir parça kararsız insanlar isterler. Uygun frekansları budur çünkü. Onların istasyonlarından nasiplenmek istersen sen de kendini havf/korku ve reca/ümit arasında tut. Aman düğmeyi iki tarafa doğru da fazla çevirme. Duyulması gerekeni duyamazsın. Ne 'yeis'e ne 'ucb'a sığınamazsın.

Thursday, June 13, 2019

Kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var

2008 yapımı The Happening/Mistik Olay filmini izleyenleriniz var mıdır bilmem. Enteresan bir yapımdı. Özet geçeyim: Dünyanın her yerinde insanlar toplu intiharlara başlıyorlardı aniden. Sebebi ise şuydu: Dünya, ona verdikleri zararlardan ötürü, iyice çoğalan insanlara karşı kendisini koruyordu. Bir tür antikor salgılayarak, tıpkı vücudun virüsleri temizlediği gibi, kendisini insanlardan temizliyordu. Onları iyice ilerlemiş bir enfeksiyon gibi görüyordu.

Bugün Yunus sûresini okurken 22. ve 23. ayetler kulağımdan tutup beni kendilerinde konaklattılar. "A acûl âdemoğlu, bizde de hisselerin var, sabırsızlıkla geçme, uğrayıp al!" dediler. Ben de "Eyvallah" dedim. Ellerini öptüm. Sofralarında konakladım. Ağzıma çaldıkları balın tek cümlede toplanışı şöyle oldu: "Dışımızdaki denizler taşıyorsa içimizdeki denizleri durdurmak içindir." Yahut şöyle: "İçimizdeki denizler şaşmasın diye taşırılıyor bazen dışımızdaki denizler." Veyahut da şu: "Dışındaki denizler taşıyorsa bil ki içindeki denizlerin durulmaya ihtiyacı vardır."

Hani basınç konusuna dair şöyle-böyle okuma yapanlar azbuçuk bilirler: Her canlının hayatta kalabileceği bir basınç aralığı vardır. İnsan vücudu atmosfer basıncına dayanır. Fakat suyun altında koruma giysisi olmadan inebileceği mesafe sınırlıdır. Suyun ağırlığı başka etkiler çünkü. Hatta inmeler-çıkmalar sırasında gözetilmesi gereken gavvas hassasiyetlerini kollayamazsa 'darbe' yer. Darbe ne demek? Bir tür basınç çarpması. Sonu ölümle biten bir yıkım.

Peki suyun altında böyledir de yukarılarda işler nasıldır? Özellikle Karadeniz bölgesinde seyahat yapanların tecrübelerine dayanarak size söyleyebileceği çok şey vardır. (Dağcılar hele bu işin en mütehassıslarıdır.) Yükseklere hızlı bir şekilde çıkarsanız oralarda da benzeri bir basınç sarsıntısı yaşarsınız. Kusarsınız. Başınız ağrır. Hastalanırsınız. Korkmayın. Mikrop kaptığınızdan değildir bu. Vücudunuz size yine uyarı vermektedir. Dışınızdaki basınçta meydana gelen değişime hazırlıksız yakalandığını bildirmektedir.

Dışarıda işler değişince hastalanıyoruz da içimizde işler deyişince başka mı oluyor? Bilakis, neredeyse aynısı oluyor, hatta fazlası yaşanabiliyor. Tansiyonunuz çıktığında bir sarsılıyorsunuz. Düştüğünde bir sarsılıyorsunuz. Kan basıncınızın inip-çıkmasıyla dışınızın üzerinizdeki tesirini daha farklı hissediyorsunuz. Yani herşeyin hassas bir düzeni var. İç-dış dengeli bir şekilde gitmeli. Dışarı taşarsa içerisi dikkatli olmalı. İçerisi taşarsa dışarısı duruma bakmalı. Her şekilde 'karışmayan denizler'in dengesi gözetilmeli.

Arkadaşım, sanma unuttum, başta yapmam gerekeni buraya kadar sakladım. İşte şimdi sana beni manalarında misafir eden ayet-i kerimelerin kısa bir mealini aktarıyorum. Buyruluyor ki: (22): "Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran Odur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah’a yalvarır ve dindar olurlar: 'Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız!' derler." (23): "Sonra Allah onları oradan kurtarır. Kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz."

Bakar mısın: Sanki burada da bir tür iç-dış basınç dengesinden, içeride-dışarıda meydana gelen taşmalardan ve bu karşılıklı taşmaların örnekliğiyle görülen bir hakikatten bahsediliyor. Evet. Âdemoğullarının dengesini koruması gereken çok deniz var. Bu denizlerin bazısı içimizde. Bazıları ise dışımızda. İçimizdeki denizlerin dengesini korumakla biz görevliyiz. Cenab-ı Hak bizi bundan mesul kılmış. İmtihanı buna odaklamış. Haddimizi aşıp taşmamakla yükümlüyüz. Kibirlenmemeliyiz. Zalim olmamalıyız. Riyaya kapılmamalıyız. Aczimizi bırakmamalıyız. Fakrımızı unutmamalıyız. Şefkat etmeliyiz. Tefekkür etmeliyiz. Şükretmeliyiz. Hamdetmeliyiz. Duadan geri durmamalıyız. Allah'ı hatırlamalıyız. Böylesi fıkh-ı bâtına dair birçok detayı içimizin zenginliği bilmeliyiz. Kuşanabildiğimizce kuşanmalıyız. İşi ihlaslı tutmalıyız.

Tutamazsak ne olur? İşte o zaman dışımızdaki denizler taşar. Neden? Çünkü iç basıncımız bozulmuştur. İç basıncımızın bozulmasıyla dünyaya zulmetleye başlarız. Nasıl ki, dalgıçlar denizin basıncından çekinir, dünya da bizim basıncımızdan çekinir.

Say ki, dünya bizi içine almış bir deniz, biz de dünyayı içine almış bir insan deniziyiz. Onun basıncına karşı biz telaşlıyız. Bizim basıncımıza karşı da dünya telaşlı. Ve ne zaman haddimizi aşıp taşmaya başlasak dışımızda da kendi zararımıza dalgalar oluşturuyoruz. Dünya kendi basıncını yükselterek bize karşı korunmaya çalışıyor. Bizden gelen tsunamilere karşı sedler oluşturuyor. Belki biz de bu sedleri 'musibet' diye okuyoruz. 'Deprem' diyoruz. 'Sel' diyoruz. 'Fırtına' diyoruz. Onları gördüğümüzde tekrar haddimizi hatırlıyoruz. Aczimizi hatırlıyoruz. Sınırlarımıza dönüyoruz. En azından duruluyoruz.

Hani, şakayla söylenir, ama hakikati de vardır: Düşen uçakta ateist kalmaz. Çünkü uçağın düşmesi de bir dış dalgalanmadır. Dış dalgalanma başladığında, tıpkı yukarıdaki ayetlerde verilen fırtına-gemi örneğinde olduğu gibi, iç denizlerdeki bozulmalar sıkıntıyı farkeder. Hücumun tesirine karşı gerilere, olmaları gereken yere, doğru çekilirler. Böylece denge yeniden sağlanır. Fıtrat ayarları tekrar kendilerini gösterirler. Elhamdülillah. Şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan hareketle soruyorum arkadaşım: Mürşidimin birazdan okuyacağın satırlarında da böylesi bir etkileşimin izleri okunmaz mıdır? Hani o Duhan'ın 29. ayetini tefsir ederken diyor:

"Şu âyet mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: 'Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.' Ve mefhum-u muhalifle delâlet ediyor ki: 'Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.' Yani, ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalifle der: 'Semâvât ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.' Zira, ehl-i iman ise, çünkü semâvât ve arzın vazifelerini bilir."

Günahlarımızı küçük görüyoruz. Çünkü dünyaya neler yaptığımızı göremiyoruz. Eyleyebildiklerimizi cirmimizle eş tutuyoruz. Fakat belki de dünya, tıpkı çevreye duyarsızlığımızla kirlendiği gibi, kulluğa duyarsızlığımızla da kirleniyor. Belki attığımız plastik poşetlerden zarar gören balık kadar melek zarar görüyor kötü sözlerimizden, kibrimizden, kemliklerimizden. İçimizde yükselen basınçtan kaç ayyüzlü darbe yiyor sezemiyoruz. Kaç sahile tsunami vuruyor görmüyoruz. "Neden başıma geldi ki bu!" diyoruz. Kızıyoruz. Halbuki kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...