Friday, May 15, 2020

Bediüzzaman'ın tarikate bakışında tutarsızlık mı var?

Yamuk Bakan Öyküler'de deniyor ki: "Bilgi artan bir hızla çoğaldığı için anlamlı soruları saptayabilmek giderek daha zor bir hale geldi. Mantık tek başına yeterli değildi. İhtiyaç duyulan şey az bulunur türden bir sezgiydi." Bu satırları okuduğumda aklım hemen Ebubekir Sifil Hoca'nın 'entelektüel obezite' yahut Nabi Avcı Bey'in 'enformatik cehalet' diye tabir ettikleri şeye gitti. Benzer bir manayı eskiler daha farklı bir vurguyla şöyle isimlendiriyorlardı: 'Cehl-i mürekkep.' Mürşidim de yine yakın bir makamda şunları söylüyordu: "Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."

Bediüzzaman Telvihat-ı Tis'a'da da şöyle diyor: "Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir." Halbuki biz Bediüzzaman'ı daha çok şu cümlesiyle tanıyoruz: "Zaman tarikat zamanı değildir!" Peki, kurcalayalım, bu iki ifade arasında bir çelişki yok mudur? Yani mürşidimin orada 'öyle' burada 'böyle' demesi fikriyatı hakkında bir 'tutarsızlık' verisi sayılabilir mi? Ben sırf bu ifadelere bakarak böyle bir iddiaya girişmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira Bediüzzaman 'tarikat' dediği her yerde 'tarikate dair herşeyi' murad etmiyor. Ya? İstimal ettiği her metinde, makama dair ince okumalarla farkedeceğiniz, nüanslar var. Ki mesela şu bahsin "Risale-i Nur'da tarikat kelimesi kaç bağlamda kullanılmıştır?" sorusuna bir parça cevap verdiğini zannetmekteyim:

"Tarik-i Nakşînin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir..." Görüldüğü gibi mürşidimin dünyasında tarikat kavramının birçok ayrı boyutu var. Bu boyutlar ayrı ayrı hikmetleri/hizmetleri deruhte ediyor. Devamında ise yine şöyle diyor:

"Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez. Fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır." İşte bu metinle daha berrak bir şekilde resmi seçiyoruz.

Bediüzzaman'ın gözünde Ehl-i Sünnet itikadına, ittiba-ı sünnete ve emraz-ı kalbiyenin define hizmet eden yönüyle tarikatlar bu zamanın elzem bir faaliyeti. Çünkü bu faaliyetler her zamanın elzem faaliyeti. Farzlar. Vacipler. Sünnetler. Dolayısıyla vazgeçilmezler. Fakat akaidi düzeltmeden bir mü'minin cennete gidebilmesi mümkün değil. Ahirzamanda ise mücadele daha çok bu alana çekilmiş durumda. Tabir-i caizse: Dinin merkezine küresel bir saldırı var. Her işgalden daha büyük bir işgal mü'min itikadında yaşanıyor. Yani "Zaman tarikat zamanı değildir!" denirken merkez-dışı alana dair uyarıda bulunuluyor. Gayretin bölünmemesi gerektiğini söylüyor. Yoksa "Tarikatleri kapatın!" falan demiyor.

Öyleyse ilk alıntıladığımı cümleyi de şöyle yorumlayabiliriz: Hakka tarafgirliği bir tarikat müntesibi/dervişi seviyesinde olmayanın sırf bilgisi onu kurtarmaz. Çünkü ahirzamanın süfyanî demagojisi kalbi harekete gelmemişlerin 'done'leriyle atlatabileceği basitlikte değil. Ya? Hemen o muhteşem hadis-i şerifi hatırlayalım: "İnsanlar helâk oldu ancak alimler kurtuldu. Alimler de helâk oldu ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu ancak ihlas sahibi olanlar kurtuldu. İhlas sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler." Yani ilmin âmele dönüşmesi için bir 'gayret' gerektiği gibi o gayretin meşru kalabilmesi içinde bir 'ihlas' gerekli. Bu anlamda Allah'ın ayetlerini az bir karşılığa satanları uyaran Kur'an-ı Hakîm'in 'ahirzamanın entelektüel kulağını' ayrıca çınlattığını dikkatten kaçırmamalıyız. Dinin bilgisi tek başına sahibini kurtarmaya yetmiyor. Onun hayatı da ihlas çünkü. İhlasın kalpte tutunması içinse 'hakka hak için tarafgir olabilmek' gerekir.

Mübarek emekleri bin yılı aşmış Ehl-i Sünnet tarikatların tamamı varolsun. Allah kıyamete kadar muazzez ellerini üzerimizden çektirmesin. Onların varlığından veya devamından hiçbir nur talebesinin şikayeti olamaz. Olmamalıdır. Nurculuğu 'tarikat karşıtlığı' olarak anlayan birileri varsa içimizde, hemen kaşesini basalım, nurculuktan nasibi yok demektir. Kesinlikle bu meslekte değiliz. Sadece ahirzamanın gerektirdiği yoğunlaşmaya dikkat çekiyoruz. Ki buna şimdilerde sadece nurcular da dikkat çekmiyorlar. Ehl-i Sünnet mirasının tehlikede olduğunu düşünen birçok âlimimiz şartlar gereği imanın önemine vurgu yapıyorlar. İtikadî metinlerden dersler sürdürüyorlar. Bu cepheye koşuyorlar. Bediüzzaman'ın da o sözlerden maksadı da işte bu cepheye koşmaktır. Merkezin düşmemesi için kuvvet tahkimidir.

İtikadımız değişmezimizdir. Kimliğimizdir. Zemine tutunan kökümüzdür. 'Olmazsa olmaz'ımızdır. Çınarımızdır. Pergelimizin iğnesidir. Tarikatlarımız, mesleklerimiz, meşreplerimiz dallardaki renklerimizdir. Çiçek çiçek açmamızdır. Çoğalmamızdır. Bereketli süsümüzdür. Değişken yüzümüzdür. Pergelimizin kalemidir. Fırtına geldiğindeyse insan çiçeğine/kalemine tutunmaz. Ya? Çınarına tutunur. Gövdesine tutunur. İğneye tutunur. Biz de ahirzamanın cerbezeli tehlikelerine karşı Ehl-i Sünnet itikadımıza sarılmalıyız. Çünkü fırtına geçtiğinde bağrından çiçekler çıkaracak hayat yine onlardadır. Lakin böyle yapmalıyız diye neden 'bilmediğimizi bilecek' kadar sezgi-edep öğreten çiçeklere düşman olalım? Gövde çiçeğine düşman olur mu hiç? Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.

Monday, May 11, 2020

Bediüzzaman'ın bahtı da Şeyh Bedreddin'e benzemesin

Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar'ın Şeyh Bedreddin isimli eseri "İyi ki okudum!" dediğim eserlerden oldu. Zira hazret hakkında kulaktan dolma bilgilerden fazlasına sahip değildim. Kitabı okuduğumda ise kulağıma dolanların çoğunun lafügüzaf olduğunu öğrendim. Bu yazdığıma belki en çok sol görüşlü arkadaşlar şaşıracaklar ama yapacak birşey yok: Nazım Hikmet'in destanında yansıttığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin arasında hiçbir ilgi olmadığını gördüm. Hatta hakiki Şeyh Bedreddin sünnilikte öyle kavi bir duruşa sahip ki, bu duruş, bugünün soft hocalarına bile 'yobaz' diyenler için epey sarsıcı olacaktır. Ahmed Güner Hoca'nın alıntıladığı bir-iki fıkhî görüşüne yer vererek misallendirelim:

"Her kim herhangi bir peygamberi bir şekilde ayıplayıp ya da peygamberlerin sünnetlerinden bir sünnete razı olmazsa kâfir olur. (...) 'Hazreti Peygamber şu şeyi çok severdi' mesela 'kabağı' denilse, bir kişi de 'Ben onu sevmem!' dese, kâfir olur."

Kitaptaki bu tarz alıntıları okuduğunuzda yazar gibi şöyle demekten kendinizi alamıyorsunuz: "Şeyh ehl-i sünnet bir müslümandır." Hem kitabın hüneri sadece bundan ibaret de değil. Yazar, evvel telif edilmiş araştırmaları da, yine bizzat Şeyh Bedreddin'in eserleri üzerinden, sigaya çekiyor. Olabilir. Hepsine katılmayabilirsiniz. (Benim de 'acaba' dediğim hususlar oldu.) Lakin genel fotoğrafa da karşı koyamazsınız. O fotoğrafta görünen de şudur: Sosyalistlerin bayraklaştırdığı Şeyh Bedreddin ile hakiki Şeyh Bedreddin'in hiçbir alakası yok. Hatta Şeyh Bedreddin'i sembolleştirme fikri ilk olarak sosyalistlerin değil liberallerin aklına gelmiş. Mizancı Murad Bey onu II. Meşrutiyet yıllarında serbestî rüzgârına 'gelenek' olarak seçmiş. Zaten genel olarak Şeyh'e dair çarpıtmalar da ithal ideolojilerin tutunabilmek için kendilerine bir kök/gelenek bulma ihtiyacından kaynaklanmakta.

İşin bu kısmını merak edenleri kitaba havale ederek mevzuun başka bir boyutuna dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Nedir? Şeyh Bedreddin'in 'devlette göre alma'ya dair duruşudur. Evet. Şeyh Bedreddin bu tutumunda da sünniliğin sahip olduğu çerçeveyle hareket ediyor. Zulmüne âlet olabileceği hükümdarların tekliflerini kabul etmezken hayra yönlendirebileceğini düşündüğü zeminde vazifeleri kabul ediyor. Misalen: Timur'dan gelen şeyhülislamlık teklifini reddedip Edirne'de inzivada yaşamayı tercih ederken Musa Çelebi'nin kadıaskerlik teklifini kabul edebiliyor. Buna dair eserlerinden yapılan bazı alıntılar ise şöyle:

"Birçok sahabe, Hz. Ali'ye muhalefetini koymasından sonra, Hz. Muaviye'nin yönetimi altında birçok görevler üstlenmişlerdir. Halbuki haklı olan Hz. Ali'ydi. Yine sahabiler, fâsıklığı ve zulmüne rağmen, Yezid'den de görev almışlardır. (...) Zalim bir idarecinin hâkimlik görevini almak caizdir. Ancak zalim idareciden görev alındığında hakkaniyete uygun karar verilemeyecekse caiz olmaz. (...) Şehir halkından birisi, ilim ve iffeti sebebiyle kadılık görevi için taayyün etmişse, yani tek seçenek olarak belirli hâle gelmişse, görev talebinde bulunmamazlık edemez. Yerine cahil veya fâsık birisi atanırsa talepte bulunmayan kişi günahkâr olur." Görüldüğü gibi Şeyh'in bu noktada da devlete komple bir düşmanlığı yoktur.

Buradan şuraya geleceğim: Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin de devletle ilişkisinde Şeyh Bedreddin'e yakın bir duruşa sahip olduğunu düşünenlerdenim. Amma sosyalistlerin tahayyül ettiği 'kalkışmacı Şeyh Bedreddin'e değil 'sünni olan Şeyh Bedreddin'e. Evet. Bediüzzaman da 'yönetim durumuna göre' devletle ilişki içinde olmuştur. Rus esaretinden dönüşünde Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye üyeliğini kabul ettiğini biliyoruz mesela. Yine Sultan Reşad merhumun Rumeli seyahatine katıldığını da tarih bize aktarıyor. I. Dünya Savaşı yıllarında da Osmanlı ordusunda 'gönüllü alay kumandanı' olarak görev yaptığı malum birşey. Fakat daha sonraki dönemde, yani tek parti iktidarı zamanında, bizzat Mustafa Kemal'in teklif ettiği 'şark umumi vaizliğini' kabul etmemiştir kendisi. Hatta yıllar sonra dahi tutumunda bir değişiklik olmamıştır: "Eğer o teklifi ben kabul etseydim hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi." Ancak aynı Bediüzzaman'ın Menderes döneminde devlete önceki kadar mesafeli olmadığı da gerçektir.

Farkediyorum ki, Bediüzzaman'ın bu ikinci duruşu üzerinden, bugünlerde bir muğalata gerçekleştiriliyor. Sanki Bediüzzaman her halûkârda 'devletten görev almanın' veya 'devletle temas halinde olmanın' kötülüğünden bahsediyormuş gibi bir hava estiriliyor. Yanlıştır. Hakikat adına buna direnmek mecburiyetindeyiz. Zira resmin bütünü bize öyle birşey söylemiyor. O bütünlükten olsa olsa göreceğimiz, tıpkı Şeyh Bedreddin'in tavrında olduğu gibi, 'zulme alet olacağını düşündüğü yerde görev kabul etmemek' ve 'hayra vesile olacağını düşündüğü yerde kabul etmek'tir. Ki bu sünni ulemanın malum duruşlarından bir duruştur.

Elbette bundan başka duruşlar seçenler de olmuştur. Sözgelimi: Mezhepler Tarihi'nde anlatılır ki: İmam-ı Âzam Ebu Hanife rahmetullahi aleyh devletten ne görev ne de akçe almıştır. İmam-ı Malik rahmetullahi aleyh devletten akçe almış ama görev almamıştır. İmam-ı Şâfiî, İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf rahmetullahi aleyhim ecmain hazeratı ise hem görev hem akçe almışlardır. Görüldüğü gibi bu duruşlardan birisi tutum olarak belirlense de diğerleri de büsbütün kenara atılamaz. Dışlanamaz. Çünkü duruş sahipleri kenara atılabilecek kişiler değildir. Onlar bu ümmetin imamlarıdırlar. Yıldızlarıdırlar. Hayatlarıyla mehazdırlar. Hem devletle ilişkisinde İmam-ı Âzam Hazretlerine yakın bir tavır sergileyen İmam-ı Ahmed rahmetullahi aleyh dahi arkadaşı olan diğer imamları haram işlemekle itham etmemiştir.

Yani korkumun özeti şu: Devletle/hükümetle ilişkilerinde kronik bir şekilde muhalefete saplanmış bir kitle Bediüzzaman'ı da ardından sürüklemeye çalışıyor. Tıpkı başkalarının Şeyh Bedreddin'i sürüklemeye çalıştığı gibi. (Tarih tekerrür ediyor.) Kendilerine bir kök/gelenek olarak onu seçiyor, çarpıtıyor ve dışarıda kalanları da töhmet altında bırakıyorlar. Hayır. Bu oyuna gelmeyelim. Kimseyi töhmet altında bırakmayalım. Sevad-ı Âzam'ın duruşuna bakarak istikameti koruyalım. Devlet müslümanlar için öcü değildir. Zalim olmak öcüdür. Zulme âlet olmak öcüdür. Bu iki arızayı aşabileceğine düşünen/güvenen varsa elbette görev alabilir. Nitekim nice ulema devlete birçok görevde hizmet vermişlerdir. Allah hepsinden razı olsun. İdeolojik bağnazlıklarla/saplanmışlıklarla o salihlerin ruhlarını incitmeye ne gerek var?

Yazıyı yine Ahmed Güner Sayar Hoca'nın duruma dair bir tesbitiyle bitirelim: "(...) Kolaylık, Şeyh Bedreddin'in hakiki kimliğini aramak yerine, araştırıcının onu kendi düşünce ve eğilimlerine uydurmak gayretine dayanmaktadır. Dolayısıyla Şeyh Bedreddin'in şiî, rafizî, alevî, bâtınî, hurufî, ibahî, mülhid, zındık, panteist, iştirak-i emval ve iştirak-i nisa taraftarı, sosyalist, komünist, enternasyonalist, ihtilalci, âsî, makyavelist, sahte şeyh, hırsız, esrarkeş, yarı deli, deli vb. olarak etiketlenmesi akla zarardır. 'Halk, yansıdığı kaba göre zuhur eder, suyun rengi kabın rengidir' diyen Beyazid-i Bistamî ne kadar haklı imiş!"

Thursday, April 30, 2020

Ayna güneşi incitmesin

"Melikin atiyyelerini ancak matıyyeleri taşır." İmam-ı Rabbanî (r.a.), Mektubat'tan.

Size de böyle olmuş mudur bilmem: Namaza başladığım ilk dönemlerde kendimle şu 'al-ver'i çok yaşardım: "Şu hayatına bak, amellerine bak, arkadaşlıklarına bak. Şu boş sohbetlerine, kemliklerine, serseriliklerine bak. Şu, şu, şu... Bak, bak, bak..." En nihayet bu 'al-ver'ler sonunda kendimi 'namaz kılmaya layık olmaktan' öyle uzak görürdüm ki seccadeyi bırakırdım. Derdim: "Namaz kılmak için onu kılmaya layık bir hayat yaşamak lazım. Sende böyle bir hayat yok. Kusurun bini bir para. O halde beynamazlığa devam."

Elbette bugünden bakınca yaşadığımın bir 'şeytan hilesi' olduğunu farkediyorum. (Elhamdülillah.) Çünkü buna ayılabiliyorum: Allah'a ibadet etmek, benim ibadet etmeye layık olmamla değil, Onun ibadet edilmeye layık olmasıyla ilgilidir. Allah Allah'tır. Ve dahi Rahman'dır, Rahim'dir, Kerim'dir, Rabbü'l-Âlemîn'dir. Tabii ki koşulsuz ibadete layık olandır. Şükrüm Rabliğinin hakkıdır. Hukukullahtır. Ben ister öyle olayım, ister böyle, ister daha başka bir şekilde, bu beni ibadet etme ihtiyacımdan/borcumdan kurtarmaz. Çünkü Allah'ın Allahlığı değişmez. İltifatın sahibi ister bülbül olsun, ister karga, ister çekirge, gülün iltifatı haketmesi önemlidir. Gülün güzelliği gül yüzünde durdukça iltifatı da sesten sese bürünüp ona ulaşır. Ulaşmalıdır. Sesin çirkinliği gülün haketmişliğine zarar vermez. Kıbleyi göstermek parmağı kıble etmez.

Buradan şuraya geçeyim: Bediüzzaman'ın kendisini 'üç şahsiyete' bölmesi hakkında daha evvel de yazmıştım. (Tekrara düşersem affedin.) Bu defa şu dersin başka bir yanını (daha kendime bakar bir yanını) yazmayı deneyeceğim: Efendim, şöyle-böyle İslamî konularda konuşmayı-yazmayı bir vazife olarak edinen herkesin, eğer haddini bilen birisiyse, şöyle bir vesveseye düştüğü olur: Bir yanına kirli hayatını koyar. Diğer yanına hakkında kelam edeceği hakikatlerin pir u pâklığını yerleştirir. Ve kara kara düşünmeye başlar: "Benim haddim mi bunlar hakkında söz söylemek? Ben kim? Bunları öğütlemek kim?" Bu elbetteki güzel bir tereddüttür. İçeride herdaim de muhafazası lazımdır. Maşaallah. Zaten bu endişe diri kalırsa ancak 'ihlas' diye birşeyin daha derinlerde varolduğu ümit edilebilir. Eğer bir insan kendisine kaldığında böyle ızdıraplar yaşamıyorsa, hem metinlerinde hem gündelik yaşamında, istikametten sapmaya daha yatkın olur. Böyle düşünürüm. Tecrübelerimi de hep bunu doğrular gördüm doğrusu.

Fakat bu endişenin ölçüsünü kaçırması da bir tür vartadır. Evet. Vartadır. Çünkü zaman ahirzamandır. Ahirzamanda herkesin eteğindeki hakikat taşını, elbette Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası içinde kalmaya özen göstererek, ortaya dökmesi gerekmektedir. Bu devir gayret devridir. Eğer mezkûr endişeler gibi şeylerle cümle istidat sahipleri geri dururlarsa bayrak yere düşer. Şerr-i cüzîden kaçılırken şerr-i kesir işlenilir. İşte mürşidimin 'üç şahsiyeti' bu noktada bana çok kurtarıcı gelmiştir. Hem 'tahdis-i nimet' dengesini bu alana taşımanın bir yolu gibi görünmüştür. Fakat önce üzerine konuştuğumuz metinden bir parça alıntı yapalım:

"Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. (...) İşte bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait, bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."

İşte bence mezkûr vesveseden kurtulmanın yolu Bediüzzaman'ın yukarıdaki 'üç şahsiyet' formülasyonunda var. Biz, hasbelkader (hesabü'l-kader) bu görevin omuzumuza kalmasıyla, bir yerde/zamanda Kur'an hakikatlerini anlatmak zorunda kalabiliriz. Ve, evet, hayatımızın bize bakan tarafı böyle mübarek emanetleri taşıyabilecek gibi durmayabilir. Hadsizlik yapmak cidden gözümüzü korkutabilir. Lakin eğer kendimizi şahsiyetlere bölersek, yani Kur'an hizmetindeki mesaimizle ferdî hayatımızı birbirinden ayırabilirsek, şöyle bir umut ışığı ortaya çıkar:

Bizim kusurlarımız, onları sahiplenip pişmanlığını yüreğimizde taşıdığımız müddetçe, dilimizden dökülenleri kirletmez. Çünkü üzerimizden ifade edilen hakikatleri sahiplenmeyiz. Tenzih ederiz. Kusur bizde kemal Onda kalır. Aynanın çatlağı yansıttığının yüzeyini de çatlatmaz. Ayna, sadece bir ayna olduğunu itiraf ettiği sürece, yansıttığına zarar vermez. Ona zarar vermediği gibi kendisi de zarar görmez. Haddinden fazla iddialarla şımarıklık etmez. Güneşi yansıtan çizikli ayna "Ben güneşim!" dese de hadsizliktir, "Çizik onundur!" dese de.

Şunu unutmayalım: Allah anılmaya layık olandır. İslam öğretilmeye en yakışan şeydir. Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi dünya hayatının şeker u balıdır. Tırnağımızın kirine bakıp gül dağıtmayı bırakmamalıyız. Hem kimbilir? Belki o gülün hürmetine sahibi bize de rayihasından sürer. Bize de pâklığını edindirir. İnşaallah. Yalnız şuna pek dikkat etmeliyiz: O gülü taşımak gül olmak anlamına gelmez. Oradan ne sahiplensek hata ederiz. Farkı korumalıyız.

Hitabetiniz çok iyi olabilir. Kaleminiz pekçe tesir edebilir. Fakat ne biliyorsunuz? Bunlar istidraç da sayılabilir. Karun'un ilmi ona cehennemin derinliğinden daha fazla ne kazandırdı? O halde taşıdıklarımızın zararlarından korunmanın yolu onlardan kendimize kemal gömleği biçmemekte. Biçersek şahsiyetler karışmaya başlar. Gülü taşıyan merkep kokuyu kendinden bilmeye başlar. Halbuki merkep merkeptir. Semerinde gül her gören herkes de bunu bilir. Eşek kokuyu sahiplenmekle ancak nefsine muğalata eder. Başka hiçkimseyi de aldatamaz. Bediüzzaman'ın 'üç şahsiyeti' bu anlamda da bize bir yol gösteriyor. Aynayı-yansıttığını birbirinden ayırmamızı öğütlüyor. Eh, evet, hitama geldik. Yine ayrılıyoruz. Son olarak şunu da hatırlatayım sana: Yazdıklarımı "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla hatırında tut arkadaşım.

Saturday, April 25, 2020

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (6)

Aslında daha uzun bir seri yapma niyetim vardı. Fakat, insanız, gündemler değiştikçe heyecanımızı diri tutmakta zorlanıyoruz. Ben de bu yazıyla şu seriyi 'şimdilik' sonlandırmaya karar verdim. Efendim, serinin ilk yazısından beri şunun iddiasındayız, hatırlayarak devam edelim: Nereden kafalarına estiği belli olmayan bazı yorumcuların iddia ettiği şekilde, Bediüzzaman Hazretlerinin, Muaviye radyallahu anha dair bir 'rezervi' veya 'acabası' yoktur. Risale-i Nur'da hiçbir bölüm bize böyle birşey söylememektedir.

Aksine, külliyata bakıldığında, mürşidimin Hz. Muaviye'ye bakışının diğer sahabilerden ayrılmadığı görülecektir. Kendisinin sünnî bir âlim olduğu anımsanırsa zaten bundan başka bir duruşa sahip olmayacağı da kolaylıkla kabullenilecektir. Kabullenemeyenler, metinlerinde böyle bir muhalefet gördükleri için değil, hevâlarına sığdıramadıkları için kabullenememektedirler. (Yuh olsun onların nefislerine!) Evet. İşte bu yazıda da 'itirazlara dayanak kılınmaya çalışılan' bir metni 'ne kadar buna elverdiği yönüyle' analiz edeceğiz.

Metnimiz Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nden. Aleyhissalatuvesselamın ihbar-ı gayb mucizelerinden birisine delil olmak üzere mürşidim iki hadis sevkediyor orada. Meallerini alıntılayalım: "Hilâfet, benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır." (Müsned, 5:220, 221.) "Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra ısırıcı saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet azgınlık meydan alacak." (Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:340; Müsned, 4:273.) Şimdi, bu metinlere hiçbir önyargımız olmadan baktığımızda, buradan Muaviye radyallahu anha dair bir 'karalama' malzemesi çıkarılabilir mi? el-Cevap: Doğrusu ben böyle birşey göremiyorum. Görenin de nasıl görebildiğini anlayamıyorum. Çünkü devamı şöyle geliyor: "(...) deyip, Hazret-i Hasan'ın altı ay hilâfetiyle, Ciharyâr-ı Güzînin (Hulefâ-i Râşidînin) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış."

Mezkûr hadislere dair başka izahlara baktığınızda, zikredilen hilafetin 'ideal hilafeti' kastettiğini, sonraki hilafetlerin 'saltanat hilafeti' şeklini aldığını anlıyoruz. 'Saltanat hilafeti' Bediüzzaman'ın da kullandığı tabirlerdendir. Külliyatta tarama yapılarak bulunabilir. Bu hilafet elbette hulefa-i raşidînin hilafetine kıyasla eksiktir. İdeal değildir. Fakat, dikkatinizi çekerim, Aleyhissalatuvesselamın "Sultanlara itaat etmeyiniz!" şeklinde bir emri yoktur. Sahabeden de böyle bir nakil/uygulama yoktur. Sonraki salîh nesillerde de böyle bir tutum yoktur.

Hatta Muaviye radyallahu anha bizzat 'ileride ümmetin başına geçeceğini' haber verdiği hadis-i şerifte dahi Efendimiz aleyhissalatuvesselam onu saltanattan men etmemiştir. Bir sayfa sonrası. Üşenmeyelim. Hemen alıntılayalım: "Hem, nakl-i sahih-i kat'î ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini, 'Başa geçtiğin zaman affedici ol ve âdil davran!' (el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5:186; İbni Hacer, el-Metâlibü'l-Â'liye [tahkik: Abdurrahman el-A'zamî], no. 4085.) fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş."

Hatta burayla yetinmeyelim. Münazarat'a da uzanalım. (Çünkü istibdada en ağır eleştirilerini o eserde yapmaktadır.) Bakalım orada Muaviye radyallahu anh hakkında ne diyor? "Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetin siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanata inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam-ı Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer'iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zaynâb gibi Yezid'in istibdadına kuvvet verdi."

Arkadaşlar, ilk yazımdan itibaren altını çiziyorum, kaç takla atarsanız atın, ne tevillere girişirseniz girişin, Bediüzzaman Hazretlerinin Muaviye radyallahu anhı 'zulümle/kötülükle' suçladığı bir metin bulamazsınız. O noktada yapılan bütün atıflar Hz. Muaviye'den sonrasınadır. Yezid, Velid vs. gibi isimleredir. Saltanata geçişin Emevî hanedanından zalim isimlere yöneticilik yolunu açtığı söylenebilir, bu doğrudur, fakat Muaviye radyallahu anhın bizzat ümmete zulmettiği söylenemez. Mürşidimin böyle hiçbir beyanı yoktur. Suçlaması yoktur. Onu anarken ne 'Hz.'tisini ne de 'radyallahu anhı'nı eksik etmektedir. Külliyatta yapacağınız bütün taramalar aynı kapıya çıkar. Meğer ki metne kalbinizde kem bir niyetle müracaat etmeyin. Tıpkı Napolyon'un "Kabil-i tevil olmayan bir cümle söyleyin de sizi onunla idam edeyim!" demesi gibi yapmayın. Kem niyetliler hevâlarına, kinlerine veya garazlarına malzeme kılacakları birşeyleri illa 'kanırtırlar.'

Bu seriyi 'şimdilik' kaydıyla bitirmiş olduk. Eğer üzerine tartışmalar sürerse ben de yazmayı sürdüreceğim. Çamur ağızların sahabeye tân ettiği yerde elimi/dilimi geri koymayacağım. Allah doğrunun yardımcısıdır. Biz de, acz u fakrımızı şefaatçi yapıp, dostlarını savunurken Ondan yardım dileriz. Rabbim cümlesinin şefaatine bizleri nail eylesin. Âmin.

Thursday, April 23, 2020

Şeytan da ukalaları sever

İzleyenler anımsayacaktır. 'Gerçek bir hikâyeden esinlenilmiş' Sonsuzluk Teorisi filminde şöyle bir diyalog vardı: Hindistanlı dâhi matematikçi Srinivasa Ramanujan öğretmeni Prof. Hardy'e soruyordu: "Hava güneşliyken neden şemsiye taşıyorsunuz?" Öğretmeninin cevabı şöyleydi: "Yağmur yağmasın diye. Ben şemsiye taşırsam yağmur yağmaz. Çünkü ateistim." Srinivasa hocasına şu şekilde karşılık veriyordu: "Hayır efendim, tanrıya inanıyorsunuz, ama sizi sevmediğini düşünüyorsunuz." Bizim öğrenci tabii ki bu atışmada 'inançlı' olan kesimi temsil ediyor. Ah, sakın, bilim meraklıları 'kendince dindar' bu çocuğu hor görmesin. Zira onun 1900'lerin başlarında defterine not aldığı formüller bugün karadeliklerin matematiğini anlamak için kullanılıyormuş.

Bazen ben de ateistlerle tartışırken Srinivasa'nın yaşadığı duygu duruma benzer şeyler yaşıyorum. Mesela geçenlerde bir tanesi şöyle yazdı: "Allah bana mı sordu yaratırken?" Şaşırdım. Bakınız, inançlı bir kimsenin böyle sorması bir derece anlaşılır birşeydir, çünkü yaradana imanı vardır. İnandığı yaratıcının kendisini niye yarattığını sorgulamaktadır. Buna cevap verilebilir. Mümkündür. Ancak ateist olması hasebiyle zaten yaratıcıya inanmayan birisinin sıkıştığı yerde böyle isyanlara sapmasına gülerim. "O bir inançsız değil!" derim. "O bir küskündür." Bu aşamadan sonra mevzu artık bir 'varlık-yokluk' tartışması olmaktan uzaklaşır bence. Konuşulması gereken şimdi tevhiddir. Çünkü muhatabınız 'Allah' demektedir. 'La ilahe'de sıkıntı vardır.

"La ilahe'deki sıkıntı olduğunu nereden çıkardın a çocuk?" derseniz ona da cevabım şu: Eğer bu arkadaşlar Allah'tan başka ilahın olmadığına sahiden inansalardı o zaman kendilerini de 'ikinci bir ilah' konumuna yükseltmezlerdi. Niyazdan öfkeye sapmazlardı. Ne demek bu? Açmayı deneyeyim: Eğer Allah'a tastamam 'Allah' olarak inanırsanız, yani üstünlüğünü 'ilahlık' tanımının gerektirdiği 'biriciklik' seviyesine çıkarırsanız, siz ve başka herşey yalnızca 'kul' olursunuz, sadece ve sadece O 'ilah' olarak kalır. Bütün güzel isimleri O yüklenir. Her hayır Onun eline geçer. Gayb da dahil olmak üzere herşeyi O bilir. Aranıza eşitliği sonsuz şekilde bozan bir hiyerarşi girer. Hiyerarşinin olduğu yerde, seviyesine göre, üstün yapabildiği fakat astın yapamadığı şeyler olur. Askerliği düşünelim mesela: Genel Kurmay Başkanı ordudaki bütün neferlere emir verebilir ama neferlerin hiçbirisi ona emir veremez. Rütbe düştükçe emir alma-verme durumu değişir. Sözgelimi: Binbaşıya yüzbaşı hesap soramaz ama albay sorar. Yani tanım üstlükte yara aldıkça sorgulama altta kuvvet bulur. Ordudan atılmış bir generali erler dahi sorgularlar. 15 Temmuz'dan sonra nitekim gördük.

Mürşidim bunu İmam Maverdî rahmetullahi aleyhin Edebü'd-Dîn ve'd-Dünya eserinden yaptığı bir alıntıyla ders verir. Aktarılan kıssa şöyledir: "Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: 'Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.' Hazret-i İsâ aleyhisselâm demiş ki: 'Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin, diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin, diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir."

İşte küskünlerin dünyasında da aslında yaşanan budur. Allah hâlâ 'Allah'tır amma karşılığı artık 'Genel Kurmay Başkanı' değildir. Eksiltilmiştir. Erin de pırpırlarında vehmî bir zıplama yaşanmıştır. Ben mevzua ateistler kapısından girdim, lakin siz kapıyı deistlere, modernistlere ve hatta tarihselcilere kadar açabilirsiniz. Cümle ehl-i bid'anın bu kıssadan bir hissesi vardır. Yüzü hepsine bakar. Nitekim yakın zamanda bir tarihselci de Mustafa Öztürk eleştirimin altına şöyle birşey yazdı: "Allah nasıl olur da cinayet gibi büyük bir günahı affeder fakat şirki affetmez? Şimdi böyle söyleyen bir kitabı Allah'ın sözü mü sayalım?" Ben de kendisine mezkûr ateiste verdiğim cevabın benzerini verdim:

"Allah eğer sahiden Allah'sa, öyle kabul ediyorsanız, dilediğini affeder, dilediğini affetmez. Mal sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Boyun eğersiniz. Eğer (hâşâ) Allah senin gibilerse, elbette seçiminize göre Allah'ın affedecekleri değişebilir, çünkü o zaman (hâşâ) O sizin kulunuz olur. Önce tarihselciler olarak oturup buna bir karar vermeniz lazım bence: Allah siz misiniz? Yoksa O mu? Eğer Oysa, O söyleyecek, siz kabul edeceksiniz. Normali budur. Çünkü ilah tanımı gereği 'hüküm koyucu'dur. Öğrenmez. Öğretir. Ya o tarafa geçin yahut da bu tarafta durun. Bu aradaki halinizden yıldık."

İblisin İsa aleyhisselamla yaşadığı soru-cevap nasıl da her şeytaniyette kendisini tekrar ediyor görüyorsunuz. Pastanın kreması değişse de altındaki hamur aynı. Neticede hepsi 'ilah' tanımından yontuyorlar. Allah'a hakikaten 'Allah' olarak inanmadıkları için sorguluyorlar. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'Cenab-ı Hakkın rububiyetini imtihan ediyorlar.' Hem 'Kuluyuz' diyorlar ve hem de (hâşâ) Rablik öğretiyorlar.

"Bana mı sordu yaratırken?" diyen de aynı yerden konuşuyor, "Onu affediyor da bunu niye affetmiyor?" diyen de. Halbuki kafalarındaki/kalplerindeki 'ilah' tanımı tam olsa kendileri de tastamam 'kul' noktasına yerleşecekler. Kaşığı değil kendilerini bükecekler. Hesap sormayacaklar. Nefis muhasebesi yapacaklar. Sual edeceklerse de 'hesap sormak için' değil 'hikmetini anlamak için' edecekler. En nihayet ben de mürşidim gibi düşünüyorum arkadaşım. Evet. Bu zamanan dalaleti cahilliğin değil ukalalığın neticesidir: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar."

Thursday, April 16, 2020

Gizlinin gizlisini bilen hep haklı çıkar

900 Katlı İnsan'ı yıllar önce okumuştum. Beğenmiştim. (Hatta Şebperest'imin içinde ikliminden parçalar da bulunmaktadır.) Mustafa Merter Hoca'ya eserinin ismini ilham edense Mevlana Celaleddin-i Rûmî Hazretleridir: "Aziz dost! Sen tek bir kişi değilsin. Bir âlemsin! Derin ve çok büyük bir denizsin. Ey insan-ı kâmil! O muazzam varlığın belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce âlem o denize gark olup gitmiştir! Bu konuyu anlatmak uyanıklığın da uykunun da elinde değildir. Zaten bu dünya ne uyanıklık ne de uyku yeridir!"

Mevzu 'insanın katları' olunca aklım ister istemez Tâhâ sûresine gidiyor. 7. ayette geçen bir ifadeyi hatırlıyorum. Kısa bir meali şöyledir: "O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir!" İşte Mevlana Celaleddin Hazretlerinin mezkûr sözüden bu ayete de bakıyorum. Ferman-ı ilahînin fıtratımızdaki bir yana işaret ettiğini tefekkür ediyorum. Nedir? İnsan tek kattan ibaret değildir. Cümle latifelerinin ifade-i meram ettikleri bir meclistir. Bu meclisin dışarıya aksettirdiği karar bir de çıksa içeride nice nice 'al-ver'ler olmaktadır. Ve Alîm-i Mutlak olan Rabbimiz de bize, bu ayet-i celile ile, 'içeride olanlardan haberdar olduğunu' beyan buyurmaktadır. Zira, o sadece Rab değildir, Rabbü'l-Alemîn'dir. Hiçbir âlem onun bilişinden saklanamaz. İster büyüklüğüne, ister küçüklüğüne, ister tasannusuna sığınsın.

Yalnız şuur-şuuraltı düzleminde ele almayalım bunu lütfen. Fazlası da var. Ki kitabında Mustafa Hoca sarhoşluğunda bambaşka bir karaktere dönüşen insanların dahi bu sırrın parçası olduğunu söylüyor. Yani sarhoşluk onları dönüştürmüyor. İçlerindeki başka bir katı ortaya çıkarıyor. Tıpkı Split filminde olduğu gibi. Doğru çağrıyla içeride varolanlardan birisi yüzeye çıkıyordu. İrade bu çağrının aracı oluyordu. Malum: Karşılaştığımız insanlar dahi bizdeki farklı katları uyandırabilirler bazen. Yüzlerine baktığımızda iyileştiğimiz insanlar vardır. Bir de stresimizi arttıranlar. Eğer kitabı doğru anlamışsam Mustafa Hoca'ya göre de bu haller insanın katları içinde yolculuğudur. Gezisidir. Yani şahitliklerimiz bize içimizde de bir acayip seyahat ettirir. Her katta bir sûretimize rastlarız. Giyiniriz.

Elbette sözü mürşidime getirmeden edemeyeceğim: "Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Mesela: Büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki, vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Mesela: Her ziyaretçi için tevazu göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevazu etse iyidir. Az bir vakar gösterse tekebbür olur. Ve hâkezâ..."

Bence burada Bediüzzaman'ın söyledikleri de 900 Katlı İnsan'ın ruhuna yakın. Dikkat buyurunuz: Aynı insanın makamına göre kullandığı birçok şahsiyetleri olduğundan bahsediyor mürşidim. Âdemoğlu/kızı durumunun gerektirdiği yerde onlardan birisini giyiniyor. Peki bu giy-çıkar işini iyi yapamazsa neler olur? Okumaya devam ediyoruz: "Demek bir insanın, vazifesi itibarıyla bir şahsiyeti bulunur ki, hakikî şahsiyetiyle çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi o vazifeye hakikî lâyıksa ve tam müstaid ise o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer bir müşir makamında oturtulsa, o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdi, küçük hasletleri, makamın iktiza ettiği âli, yüksek ahlâkla kabil-i telif olamıyor."

Çevremizde böylelerine rastlarız. Özellikle askerde gören çok olmuştur. Erken gayet hoşsohbet olan arkadaşınız rütbe aldığı anda ceberut kesilir. İşte bu 'dengesizlik' diyor Bediüzzaman 'kişinin o makama hakikaten layık olmadığını gösterir.' Bir insan bulunduğu makama layık oldukça kırılmaları azalır. Tabir-i caizse, o insan, her katında hemen hemen aynı insanı bulur. Yani bir insanın içinde dengeyi bulduğunun delili ahlakının her hal u şartta ondan beklenileni göstermesidir. Belki biraz da bu yüzden Aleyhissalatuvesselam buyurur: "Mü'min müslümanların elinden/dilinden emin olduğu kimsedir." Demek onun içinde çevresi için emniyetsiz bir kat kalmamıştır.

O vakit başka bir sorunun zamanı geliyor. Peki Bediüzzaman neden kendisini üç şahsiyete/katmana ayırıyor? Okumaya devam ediyoruz: "İşte bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait, bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."

Bence bu metin bize her insanda bulunması kaçınılmaz olan 'üç katı' öğretiyor. Yahut da şöyle ifade edelim: Hazretin ifade buyurduğu 900 katı üç başlık altında toplasak nihayet şunlara ulaşırız: 1) İnsan hakikate dayanarak hareket ettiğinde bir şahsiyete bürünür. Bu şahsiyet elektriğini hakikatten alır. Elektriğinin gücüne göre üzerinde bazı nakışlar okunur. Bu nakışların tesiri elektriğin gücündendir. 2) İnsan kendi hakikatine döndüğü zaman orada bir güçsüzlük bulur. Asıl sahibine dönüp dilenir. Bu makamda kendisini öyle sıfırlar ki ilk makamdaki kuvvetten eser kalmaz. Başka nakışlar okunur olur. Burada geçer akçe yoksunluktur. Bu nedenle ışığın sahibine karanlığını şikayet eder. 3) Ne bir hakikate dayanır ne de hakikatine bakar. Herşeyin zâhirine kapılmış gitmektedir. Derinlemesine düşünmemektedir. Bu da insanın iki derinlik arasında zaman zaman oyalandığı yüzeydir.

Toparlarsam: Bunlar hepimizin uğradığı şubeler. A Monster Call/Canavarın Çağrısı filminde anlatılana benzer şeyler. İnsan içinde birçok yasa bulunduruyor. Bu yasalar kendi fiziklerinin geçerli oldukları yerde tastamam doğru da oluyorlar. Fakat kattan kata geçtiğini anlamayan insan arızalandığını sanıyor. Yahut onu dışarıdan izleyenler bunu bir arıza olarak görüyorlar. İdeali elbette insanın içindeki katmanları birbirlerine yaklaştırabilmesidir. Elinden/dilinden emin olunmasıdır. Fakat şunun da kaçınılmaz bir sınırı vardır. Çünkü katmanlı olmak hikmetlidir. Bir insan hiç öfke duymazsa alanını koruyamaz. Hiç hoşgörü göstermezse de kimse tarafından sevilemez. İnadı olmayanın iddiası da yoktur. Fakat inadını aşamayanların doğruları da azalır. Katmanlarımızı kabul etmeliyiz. Onlar varlar. Tıpkı filmdeki çocuk gibi bazı şeylerin hem çarçabuk olmasını hem de hiç olmamasını istediğimiz oluyor. Nefsimiz birisini kalbimiz diğerini söyletebiliyor. Nihayetinde ikisi de bizim parçamızdır. Kattan kata geçtiğini anlamayansa kendisiyle tezata düştüğünü sanır. Rahatsızlanır. Vesveselere kapılır.

"O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir!" hakikati bizi bu noktada iki şekilde de uyarıyor: 1) Katmanlardan birisini ta kendiniz gibi lanse ederek Allah'ı aldatamazsınız. O göstermek istemediğiniz katmanlarda da neler döndüğünü bilir. Hatta kendinizden gizlediklerinizi dahi bilir. Ameller bu yüzden niyetsiz tamam olmazlar. 2) Emrettiği/nehyettiği şeyler de bunlar içindir. "İçsem de bana birşey olmuyor!" diye direksiyona geçersiniz. Bu kararınız ölümlere sebep olur. İslam haklı çıkar. Çünkü o emirlerini/nehiylerini sizin 'sizden dahi gizli olan' yönlerinize göre vermiştir. Sırf niyetle de ameller kurtulmaz. Bu nedenle modern insanın "Öyleyim, böyleyim, şöyleyim!" kibirleri, sosyal darwinci düşleri, varlığa bakarken kıramadığı kastları, eninde sonunda gelip ayaklarına dolaşır. 900 katından birisine kapılanların öğreneceği 899 şey daha vardır. Gizlinin gizlisini bilen hep haklı çıkar.

Tuesday, April 14, 2020

Bir öğretmene verilecek 'en güzel hediye' nedir?

Bediüzzaman'ın 'birinci talebem' iltifatına mazhar olmuş Albay Hulusi Yahyagil merhum Barla Lahikası'nda yeralan bir mektubunda 'Size benim bugün ve yarın en büyük hediyem...' diyor ve devam ediyor: 'Verdiğiniz dersi namınıza olarak vekâleten alâ kadri'l-imkân mü'minlere tebliğ eylemek...' Evet. Elhamdülillah. Hulusi ağabeye katılıyorum. Öğrencinin öğretmenine en güzel hediyesi bu olsa gerek. 'Hediyeyi hediye etmenin sünnet oluşunu' bir de bu açıdan düşünüyorum. Hediyeyi hediye etmek reşha olmaktır. Varlığını aradan çekmektir. Asıllığı terkedip vesileliği omuzlamaktır. Bu şekilde hediye vermekte öğreticinin maddi bir menfaat kazandığı yok belki. En azından doğrudan böyle bir fayda görünmüyor. Fakat şu oluyor: Verdiği dersin karşılığı bir hayatla ödenmiş sayılıyor. Çünkü öğrencisi dersin altına hayatıyla giriyor. Gayretiyle giriyor. Zamanıyla giriyor. Böylece en değerli şeyini öğretmenine adıyor. Bir yanıyla ödüyor. İnsanın en değerli şeyi nedir sahi? Hayatı, gayreti, zamanı. Bu üçüyle alır her ne alıyorsa. Ve bu üçünü alır her ne ödüyorsa.

Otobüsle değil de uçakla gittiniz. Daha fazla para verdiniz. Ne kazandınız? el-Cevap: Hayat, gayret, zaman. Peki ödemede kullandığınız nakdi kazanmak için neyi harcamıştınız? Yine hayat, gayret, zaman. Bu açıdan Hulusi ağabeyin mürşidine ödediği bedel hiç de az değil. Bütün bir hayatını yoluna verdi. Çünkü ondan bütün bir hayat almıştı. İşittiği/okuduğu derslerle öyle bir ömür kazandığını düşünüyordu ki buna bir ömür feda edilebilirdi. Demek alacak-verecek noktasında böyle bir takas düşleyenler de talebelerine öyle bir ders vermeli. Talebe aldığı dersle hayatını kazandığını düşünmeli ki karşılığında da hayatını vermeli. Eğer aldığının bu olduğunu düşünmezse karşılığında da şunu vermez. Hayat vermeyen alamaz.

Tevbe sûresinin 111. ayeti kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor: "Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır." Bediüzzaman bu ayet-i kerimeyi 6. Söz isimli eserinde tefsir ediyor. Onu okurken de böyle düşünmüştüm ben: Herşeyin hakiki bedeli cennetidir. Bunu sadece uhrevî anlamda söylemiyorum. Daha dünyadayken bile bize cennetimizi soluklatanlar ancak karşılığında hayatlarımızdan parçalar alırlar. Bir evliliğe ödenecek hayat ücreti aslında evlenilecek kişinin düşlettiği cennetedir. Hatta 'düşlettiği' demek de yarınlı bir cevap oldu. Yanlış oldu. Doğru kelime 'hissettirdiği' idi.

Mevzuu daha aşağılara çekelim. Bir tatilköyü reklamını düşünün mesela. Yahut da daha başka birşeyin reklamını hayal edin. Aslında orada satılan ürünün kendisi değildir. Ya? Cennetidir. Her reklam hakkında olduğu ürünün sizi bir parça cennete taşıyacağını vaadeder. Dondurmasını ısırdığında kendinden geçen kadın, arabasını sürerken ağzı kulaklarına varan adam, bezi değiştirildiğinde gülücükler saçan bebek, hepsinin ardında 'cennet' vardır. Bu eşikten bakarsak "İnsanlar aslında ürünleri almazlar!" diyebiliriz. İnsanlar aslında cennetlerini alırlar. Yahut da kendilerine vaadedilen cennete ulaşabilme ümidine hayatlarını harcarlar.

Demek her insan karşılığının ancak cennet olduğunu biliyor. Yanlış adreslere koşsa da. Yanlış yerlere ödemeler yapsa da. Yanlış reklamlara kansa da. Derinlerde bir yerde ödemenin cennetle yapılması gerektiğini seziyor. Fıtratında var bu. Lakin şu yol ayrımında ayağı kayıyor: Bu cennet 'anlık' mı olmalı yoksa 'devamlı' mı? Yahut da şöyle soralım: Bu cennet 'nefsin' mi olmalı yoksa 'vicdanın' mı? Veyahut şöyle diyelim: Bu cennet 'hayvanî' mi olmalı yoksa 'melekî' mi? Her şekilde cevaplarımızın rengi değişmez. 'Hep kalan cennet'i aramadığımız sürece seçimlerimiz bizi hep 'avuntulara' götürecektir. Bir kilo baklava parasıyla 'yemek süresince bir cennet' de satın alınabilir veya muhtaç birisinin sıkıntısını gidermekle 'sonsuza dek bizimle kalacak bir huzur' da takas edilebilir. Kalıcılığı bir turnusoldur. Hakiki cennetin hangisinin ardında olduğunu fısıldar. Sonsuzun bu dünyadaki kokusu dahi ötekinden kalıcıdır. Sonsöz olarak şunu da söyleyebilirim ki: Hulusi ağabey kalanı aldığı için gideninden vazgeçti.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...