Thursday, April 11, 2013

Bediüzzaman'ın dürbünü 2

Bir önceki yazıdan devam edelim istiyorum konuşmaya. Bediüzzaman’ın Dürbünü yazısından. O yazıda birşeyleri avlamaya çalışmış, ama pek de becerememiştim. Zaten ne zaman nakilli yazılara girişsem elime yüzüme bulaştırır, uzatmamak istedikçe de mahvederim. Öncelikle; dürbün kelimesine geri dönelim. Dürbün ifadesi ekseninde birşeylere dikkatimizi çekmeye çalıştığını düşünüyorum Bediüzzaman’ın. Bunu önceki yazımda da dile getirdim. Ve o dürbünün eneye ve fonksiyonlarına isim olarak verildiğini zannediyorum. Peki, bu zannımı nelere bina ediyorum?

Bediüzzaman “Mahrem bir suale cevaptır” başlıklı metninde müfessir ve ârif yollarından kendi yolunu (bilgi üretim şeklini) ayıran nüans için diyor ki: “(...) Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan etti.” Anladığım kadarıyla diyor ki burada Üstad Hazretleri: 1) Kur’an’ın temsillerinde bir mucize vardır. 2) Bunun bir şulesi, bir küçüğünün küçüğü uygulaması Risale-i Nur’da mevcuttur.

‘Sırr-ı temsil’ ifadesi Bediüzzaman’ın yalnızca burada değil, çok yerlerde kullandığı bir ifade. Oraları da hesaba kattığımda diyorum ki: Üstad Hazretleri, Kur’an’ın verdiği temsillerin— hâşâ—kuru temsiller olmadığını, aksine bir bilgi üretim şekline işaret ettiğini düşünüyor. Yani birşeyi misallerle anlatmak, aynı metnin devamında denildiği gibi; uzak hakikatleri yaklaştırabiliyor, dağınık meseleleri toplayabiliyor, bir merdiven misali yüksek meselelere ulaşılabilmesini sağlıyor, gayba dair meselelerin şuhuda yakın bir şekilde anlaşılmasını sağlayabiliyor.

Üstad Hazretlerinin tespit ettiğine göre insanın bilgi üretimi ve bilgiyi hazmedişinde temsillerin kıymeti bu nedenle çok büyük. Ve yine bu nedenle Cenab-ı Hak, Kur’an’da, insana pek çok şeyi misaller vererek anlatıyor.

İşte ben burada bu bahiste geçen ‘sırr-ı temsil dürbünü’ ifadesinden bir sıçrama yaparak Ene Risalesi’nde geçen “Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür...” ifadesi arasında bir bağlantı kuruyorum. Zahirde bu bağı yalnızca ‘dürbün’ kelimesi sağlıyor. Ama öyle değil. Misalen devamında diyor ki: “Ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür; o ulûm, nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abesiyete inkılâb etmez.”

Platon’un Sokrates’in Savunması isimli eserinde de geçen, bana çok ilgi çekici gelen bir mesele var. Aslında bu mesele bir felsefî tartışmanın da kökenini işaret ediyor. Öğrenmenin yalnızca bir anımsama mı, yoksa yeni birşeyleri ruha katma mı, olduğu üzerine bir tartışma süregiden. Sokrates de kendi felsefesinde öğrenilen herşeyin aslında kavramlar boyutunda ruhumuzda bir yerde kayıtlı olduğunu, aksi takdirde o kavramları öğrenmenin mümkün olmayacağını söylüyor. Hatta bunu eşitlik, küçüklük, büyüklük gibi kavramlar üzerinden örnekliyor. İnsanın özünde bir yerde böyle şeylerin kayıtlı olmaması halinde bunu sonradan bilmesinin, o kadar göreceli bir alanda, mümkün olamayacağını beyan ediyor.

Bu noktada hem emanet ayeti, hem de Metin Karabaşoğlu abinin Hakikatin Dengesi kitabında da yer alan emanet hadisi (kitapta bu hadis hakkında iki yazı var) bana Sokrates’in Bediüzzaman’ın enesine bir yönüyle benzer, bir yönüyle farklı birşeyi yakaladığını düşündürüyor. Öncelikle Ene Risalesi boyunca anlatılan enenin kullanım metodu; yani kendisinde bir malikiyet, bir rububiyet vs. tasavvur etmesiyle oradan Allah’ın malikiyetini, rububiyetini anlaması ve sonra da kendisinde olanları terketmesi meselesi; Sokrates’in bahsettiği ruhtaki kavram kökleri meselesine bir yakınlık hissi oluşturuyor bende. Tabii çok nüansları da var. Mesela Bediüzzaman eneyi nefse takılı tarif ederken, Sokrates bu kavram köklerinin ruhta olduğunu söylüyor.

Fakat özde insanın en nihayetinde Allah’a ait olan sıfatları, kainat içinde anlarken bile onları kendisi için yalancı alanlar oluşturarak anlayabildiği, bu yönüyle kendi içinde nümunecikler tarzında bunların köklerini, vahid-i kıyasi şeklinde bulundurduğu bir gerçek. Burada Bediüzzaman’ın da “(...) bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir...” cümlesini sarfediyor olması yine beni Sokrates’in bahsettiği şeye yakınlaştırıyor.

İşte tam bu noktada sırr-ı temsille eneyi birbirine bağlıyorum. Zira temsil, ancak eneyi doğru kullanabilen insanlar için bir anlam ifade edebiliyor. Yani temsilin insanda karşılık bulabilmesi, ancak o misallerde kullanılan kavramları tahayyül, tasavvur edebilecek; onlara kurgu alanlar oluşturabilecek bir enenin mevcudiyetiyle mümkün. Ve ene, işte dışımızda yer alan bu malumatı, bize daire çevirmeyi sağlıyor. Mesela bize marifetullah ekseninde ne anlatılsa, hemen onu kendi hayatımız ekseninde de izdüşümleriyle görebiliyoruz. Ve yine ne tefekkür yürütsek bunu başka dairelere tatbik edebiliyoruz. Ene bu yönüyle tam bir dürbün gibi. İnsanı dışarıya, dışarıyı insana bağlıyor. Ve binler daireler arasında şaşırmadan aklın yoluna devam etmesine imkan veriyor.

Evet, işte enenin dürbününden sırr-ı temsil dürbününe bana açılan kapı böyle... Bilmiyorum, ne kadar ifade edebildim? İnşaallah dökmemiş, taşırmamışımdır. Kusur bizden, inayet Allah’tan... Fakat bu eneden sırr-ı temsile uzanan bir dürbün var bence.

Bediüzzaman'ın dürbünü 1

“Mahrem bir suale cevaptır” bahsini okurken dikkatimi çeken şeylerden birisi de Bediüzzaman’ın dürbünü. Evet, yanlış okumadınız. Bediüzzaman’ın dürbününü çok merak ediyorum. Üstad, onunla, Kur’an’dan aldığı bir ders olarak o kadar övünüyor ki; mesleğinin çok meziyetini neredeyse onun üzerine bina ediyor.

“Felillâhilhamd” diyor mesela, “sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.”

Dürbün kelimesinin peşinden bir yolculuğa çıkıyorum bu sefer. Bakalım beni nerelere götürecek?

Şualar’da buluyorum. Orada da ‘fenn-i kitabet geniş mikyasları’ ve ‘dürbîn gözleri’nden bahsediyor Bediüzzaman. Devam ediyorum. Lem’alarda, bu sefer ism-i Kayyum’un cilvesini hayalen temaşadan çıkan iki dürbünden bahsediyor. Birisi mikroskop, öteki teleskop gibi...

Muhakemat’a gelince bu sefer ‘istiare ve mecaz dürbünü’nden dem vuruyor. İlk Dönem Eserleri içinde bir bölümde yine bir kıyas-ı temsiliyi ifade ettiğini söylediği üç ayeti zikredip sonunda “(...) gibi pek çok âyât-ı kesîre ile haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyeye nâzır pek çok dürbünleri nazar-ı beşere vazetmiştir” diyor. Sırlı bir şekilde yine temsille dürbünü birbirine bağlıyor.

El-Hüccetü’z-Zehra’da da, Ayetü’l-Kübra’ya atıfla diyor ki: “o aynı seyyah (...) kâh Kur’ân hikmetine, kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatleri vâkide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü’l-Kübrâ’da kısmen haber vermiş.”

Sonra “Mühim bir suale cevaptır”a kadar uzuyor yolum. Orada da birisi dalaletin, birisi imanın dürbünü olmak üzere iki dürbünden bahsedip bakış açımı değiştiriyor bu sefer. “Demek ki, bu dürbün her ne ise sadece ehl-i imanda olan birşey değil” diyorum. “Dalalet ehlinde de var bu dürbünden...”

Ben Bediüzzaman’ın dürbününü arayadurayım; Ene Risalesi okumalarımız esnasında Metin Karabaşoğlu abi bize Eski Said’den Yeni Said’e doğru yaşanan değişim hakkında bakış açımızı zenginleştirmemiz gerektiğinden bahsetti. Bu dönüşümün sadece siyasi gelişmelerin etkisiyle gerçekleşmiş birşey olduğunu düşünmenin külliyatı anlamakta bizi kısırlaştıracağını söyledi. Ona göre, dış dünyasında yaşanan değişimin kat be kat fazlası Bediüzzaman’ın içinde de yaşanıyordu. Üstad, kozasında kelebeğe dönüşüyordu uyanışlarıyla. Ve yine Metin abiye göre Eski Said’i Yeni Said yapan uyanışlardan birisi de eneyi farkedişiydi.

Bunu da hafızamın bir kenarına yazıp Ene Risalesi’ne tekrar bakarken ben de birşeyi farkettim. Emin değilim ama Bediüzzaman’ın dürbününü buldum sanırım. Üstad, orada da diyordu ki: “Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür.”

Baktığım metinler, o metinlerde sık geçen kelimeler hep beni aynı yere bağladı nihayet: Sırr-ı temsile ve eneye... İnsanın kendinden hareketle kıyaslar üretebildiği ve bu kıyasların sadece kendisiyle alakalı kalmayarak kâinatı da kuşatabildiği bir dürbündü ene. Temsil üretme ve temsilleri anlama makinesiydi insanın. (Belki ta Sokrates’in dem vurduğu, ruhta var olduğunu düşündüğü aynı kavramlar ve kıyaslar kaynağıydı.) Uzağı yakınlaştırıyor, dağınık manzarayı/meseleleri göze/akla sığacak şekilde topluyor, el yetişmez mesafelere eriştiriyor, gaybî meseleleri şuhuda yakın bir hale getirebiliyordu. Bir yönüyle teleskop, bir yönüyle mikroskoptu.

Ve bu ene/dürbün sadece ehl-i imanda değil, ehl-i dalalette de vardı ki, “Mühim bir suale cevaptır”da da bunu anlatıyordu aslında. Ene Risalesi de paragraflar boyunca aynı dürbünün iki farklı kullanımını ders veriyordu. Sırr-ı temsil, hayal, kıyas, mecaz, akıl, ism-i Kayyum... Bütün bu kelimeler bu dürbün kelimesinin etrafında sırlı bir şekilde dönüp duruyordu. Ve Bediüzzaman yalnız bir dürbün kelimesiyle Risale-i Nur’u bir dantela gibi örerek bahisleri birbirine bağlıyor, benim de “Mahrem bir suale cevaptır”da başlayan yolculuğum “Mühim bir suale cevaptır”da sona eriyordu.

Demek ki (yine de şahsî kanaatimdir) o dürbün eneydi ve onun doğru kullanımı Bediüzzaman’ın mesleğinin hususiyetlerini bina ettiği marifet şeklinin üretim merkeziydi. Bu meseleyi sanırım en nihayet bir parça anladım. Şimdi dürbünümü nasıl kullanacağımı öğrenmeye çalışıyorum.

Monday, April 1, 2013

Tesirin sırrı...

Risale-i Nur’da Bediüzzaman’a sorulmuş suallerin tam bir netlikle ortaya konulması, cevapların doğru bir şekilde anlaşılmasının da kapısı. Soruyu atlayıp cevaba konsantre olduğunuzda, mehri dikkat olan o nazenin güzeller, sanki perdelerini açmıyorlar. “Kapımdan doğru gelmedin ki...” diyorlar. “Doğru gelmedin ki, sana sırlarımı diyeyim. Önce kapılara/sorulara konsantre ol. Neyin, ne şekilde merak edildiğini öğren. Çerçeveyi fethet. Doğru sualleri sormayanlar doğru cevaplara ulaşabilir mi hiç?”

“Mahrem bir suale cevaptır” başlıklı mektuba da bu gözle bakıyorum. Orada bir talebesinin sual ettiği; “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur?” sorusu arkasında bir sırrın altının çizildiğini hissediyorum. Özellikle soranın belirteç olarak kullandığı iki kelime; yani ‘müfessir’ ve ‘arif’ kelimeleri arkasında iki farklı marifet üretim sisteminin sorgulandığını, Bediüzzaman’ın ise, ikisini de takdir etmekle birlikte Kur’an’ın marifet/bilgi üretim sisteminin detaylarını verdiğini görüyorum.

Bu sual beni alıp külliyat içinde gezdiriyor. Mesela; İbn-i Arabî’nin, Fahreddin-i Razî’ye yazdığı bir mektupta geçen “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” cümlesinin izahının istenildiği o yer geliyor aklıma. Orada Bediüzzaman, ‘müfessir’ teriminin içini dolduran bir sorgulamayla, ilm-i kelamın marifet üretim sistemini, İbn-i Arabî’nin safında bir duruşla eleştiriyor. Ve diyor ki; “Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor.”

Fakat metnin devamında, bu sefer de savunmasını yaptığı İbn-i Arabî’yi karşısına alarak; bence, yukarıdaki sualde ‘arif’ kelimesinin içeriğine işaret eden şu eleştiri yapıyor: “Hem, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, veraset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.”

Ve devamında da bu eleştiriyi, masiva ile münasebetlerindeki sorunları detaylandırarak belirginleştiriyor. Hatta bu noktada İmam-ı Rabbanî’nin de Bediüzzaman eleştirisinden kaçamadığını belirtmek gerek. Bediüzzaman, onun da, vahdetü’ş-şuhud mesleğiyle, vahyin varlıkla öğütlediği münasebet şekline tam uygun hareket etmediğini beyan ediyor. Kur’an’ın tekrar be tekrar bakılmasını istediği kâinatı unutmayı öğütlediğini söylüyor.

Bu iki mektup aklımda biraz daha yolculuk yapıyorum müfessir ve arif kelimesinin arkasında. Arif kelimesi dair bulduğum bütün tanımlar, bilgi de daha çok sezgiyi önplana çıkaran, tasavvufî, ahlakî ve tecrübî bir öğrenim şeklini ortaya seriyor. Yani arif, daha çok enfüsî tefekkürü omuzlarına alıp, kendinden hareketle Allah’ı tanımaya çalışan ve hatta bazen bu nedenle genel geçer sayılan şeyleri bile arkasında bırakmayı göze alabilen kişiyi temsil ediyor. Ehad ismi gölgesinde yapılan bir seyahat bu. “Benim Rabbim” cümlesinin arkasında gerçekleştirilen bir marifet yolculuğu. Belki de bu nedenle arifane bir bilgi üretim sistemine dayalı tasavvuf ekolleri sürekli farklı ve altyollar üreterek yolculuklarına devam ediyorlar. Bugünkü zengin tarikat kültürümüz, bu arifane üretimin haritası, delili.

Bunun rağmına ilm-i kelam ise, ürettiği bilgi türü az nüans içeren, ama bununla birlikte altyolları az olan bir marifet şekli. Vahyin açıklanması ilm-i kelam usûlünde belki en nihayet lisan-ı Araba ve rivayetlere hâkimiyetle geliştiğinden tasavvuf yolundaki gibi bir çok renklilik yaşamıyor. Ama arifane yolun rağmına olarak bilgi üretiminde zayıf kalıyor. Çünkü ‘görelilik ve kişisel keşifler’ bu ilm-i kelam usûlü içinde eriyorlar. Ve daha da önemlisi; bilgi çok akıl düzeyinde üretilen bir marifet içerdiği için sair latifelerin hisseleri zayıf kalıyor.

Bediüzzaman ise bilgi üretiminde ilm-i kelama taraf çıkıp sezgiyi ötelemeden, ama tasavvufun da ‘göreliliği’ bir cadde-i kübra haline getirmesine arka çıkmadan Kur’an’ın marifet yolunun altını çiziyor “Mahrem bir suale cevaptır”da. Haydi, o paragrafı bir kez de birlikte okuyalım:

“Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.”

Bana bu bahis işte ancak baştaki suali tam anlayınca birazcık açılıyor. İlm-i kelamın kalıplarına sıkışmadan, ama tasavvufun da —eğer ayakları yere bastırılmazsa—spekülatif olmaya gidebilecek marifetine gitmeden; tasavvurların tasdikle/akılla sınandığı... Teslimiyetlerin altları doldurularak imana dönüştürüldüğü... İltizamların/gerekliliklerin iz’an’la/kalben de gerekçeleri anlaşılarak taassuptan kurtarıldığı... Tasavvufun/“Benim Rabbim” marifetinin hakikate/“Âlemlerin Rabbi” marifetine dönüştürüldüğü yani görelilikten kurtarıldığı... Çıkılan yolun yeni bir dava olmayıp, zaten var olan İslam davasına genelgeçer burhan/delil üretimine konsantre olunduğu ve bu yolda delil/burhan üreten herkesin de kardeş bilindiği bir düzlem belki de Kur’an’ın bilgi üretim sistemi...

Şimdi bize düşen; mahrem bir sualdeki ‘müfessir’ ve ‘arif’ kelimelerini aklımızda tutarak, mümkün mertebe, oradaki suale cevap olabilecek bir bilgi üretiminde bulunmaktır. Teslimsiz, kabulu mümkün olmayan kaziyelerin veyahut delilsiz ikna bekleyen tasavvurların gönüllüsü olmamaktadır. Hakikat gibi genelgeçer bilginin peşinde olmak, görelilik ekseninde lezzetli ve fakat genelgeçerliliği problemli bilginin peşinde koşmamaktır. Ve en önemlisi; sezginin ürettiği bilgiyi inkâr etmeden, onu, bu paragrafın dönüşümünden geçirerek kullanmaktır. Evet, veraset-i nübüvvet yolu budur. Marifet üretiminde aklın ve sair latifelerin kardeşliğidir. Cadde-i kübra da ancak buna derler. İşte bu caddede üretilen bilginin tesiri, karşı konulmazdır.

Friday, March 22, 2013

Biz tasavvufun nesi oluyoruz?

Kaçmaktan yorulduğum bir kavgayla yüzleşmem gerek. Yıllardır Nur mesleğinin tasavvuftan farklı olduğunu söylerim de, bu farkın ne olduğunu net bir şekilde ifade edemem. Demek ki, ezberden derim bunu. Gerçi benim bu halimde ikircikli tavırlarıyla abilerimin de suçu var. Ön tekerlek nereye giderse arka teker de oraya gidiyor en nihayet... Ve abilerim, mutasavvıfların yanına gidince “Hepimiz biriz” şarkısını söylüyor, aynılaştırıyor. Uzaklaşınca da has dairede “Farklıyız da farklıyız!” mesajını verip duruyor. Bu ayarsızlık bizim de dengemizi bozuyor. O zaman ne yapıyoruz? Her zaman yaptığımız gibi abileri aradan çıkarıyor ve doğrudan Risalelerden kendisini anlamaya gayret ediyoruz.

Şimdi, şunu kabul edelim: Bediüzzaman kendi mesleğiyle tasavvuf arasında nüanslar olduğunu tekrar be tekrar söylüyor. Bundan kaçamayız. “Tasavvuf değil hakikattir” gibi apaçık söylediği yerlerin dışında, işaret ettiği metinler de var. Yani bu noktada hiçbir Nur talebesi şunu diyebilecek bir konumda değil: “Biz de tasavvuf ehliyiz.” Diyememeleri lazım, çünkü arada belli ki, nüanslar var. Peki, o zaman, Bediüzzaman, başka bir yerde, mürşidi olanların bu dairede o mürşidi koruyabileceklerini nasıl söylüyor? Çünkü bu, bir nevi, kendi yolunu terketmeden dairenin içine girebilme izni gibi... O zaman demek ki, çok da farklı değiliz. Onları da içimizde barındırabiliriz. Peki, biz neyiz?

Dahası da var: Diyelim tasavvuftan farklıyız. Bunu da konuşurken tasavvufu küçümseyerek konuşmaya başlıyor ve onların meyvesiyle kendi meyvemizi karşılaştırıp bir nevi kendimizinkini daha fazla beğeniyoruz. Bu tabandayken çok da sıkıntı olmuyor. Çünkü en nihayet taban, kusurlarıyla taban. Tabandaki bir Nur talebesi Nur talebeliğinin bütün özelliklerini temsil edemeyeceği gibi, tabandaki bir sufî de sufîliğin tüm özelliklerini karşılayamıyor. Eleştirmek kolay. Peki ya yukarı çıkınca?

Orada da karışıklık var. Yukarı çıkınca da Bediüzzaman’ın bile üstadlarım deyip saygı gösterdiği zirve isimler var tasavvufta. Ki Bediüzzaman bile yetiştiği ortam itibariyle tasavvufun tüm etkilerinden kaçabilmiş değil, olamaz. İmam-ı Rabbanî, Abdülkadir-i Geylanî gibi isimlerden ne kadar etkilendiğine kendi metinleri şahit. Hatta Hz. Muhyiddin’in yolunu kimi yerlerde mizana vurmasına rağmen şahsına duyduğu saygı inkâr edilemeyecek kadar aşikâr. İltifatlarla anıyor onu.

Peki, Bediüzzaman, bu kadar etkilendiği, bu kadar sevdiği, bu kadar ilimlerinden faydalandığı bir ekolün çizgisinde neyi beğenmiyor? Öyle ya, birebirde düşünülünce Hz. Muhyiddin haricinde yöntemini eleştirdiği bir mutasavvıf görmek güç. (Belki İmam-ı Rabbanî’yi de Vahdetü’ş-Şuhud’u geride görmekle bir parantez içine alıyor.) Telvihat-ı Tis’a’da ise daha çok isim anmaksızın bazı kaymalara dikkat çekmeler var. Yani bütün Risale metinlerini tarasanız, Bediüzzaman’ın ekol ekol, tarikat tarikat tasavvufa iliştiği hiçbir yeri bulamazsınız. (İbn-i Arabî hariç...)

Sanıyorum bizim bu eksen ve nüans belirleme işinde yaptığımız en büyük hata; tasavvufla, mutasavvıfı birbirinden ayıramama hatası. Şunu kabul etmeliyiz: Bir Nur talebesinin her meziyeti, ideal Nur talebesini karşılamadığı gibi bir mutasavvıfın da her yönü, ideal tasavvufu karşılamıyor. Yahut bütün varlığı tasavvuf dairesinde yer almıyor. Mesela İmam-ı Rabbanî ve Abdülkadir Geylanî gibi insanlar var ki, isimleri mutasavvıf olarak geçse de varlık alanlarının büyük kısmı bence hakikat dairesinin içinde. Yani kendileri, kendi varlıklarıyla hakikat mesleğinde yer alıyorlar. Fakat öğretilerinin bütünü hakikat mesleğinin içinde yer almıyor. Zira bulundukları dönemde bilgi üretim sistemi farklı...

Şimdi başlangıç noktamıza; “Tasavvuf değil, hakikattir” cümlesinin de yer aldığı mektuba dönelim. Orada Bediüzzaman kendi mesleğinin birçok özelliğini peşpeşe saydıktan sonra neye dikkat çekiyor? Geçmişle bugünün zihinsel farklılığına. Bilgi üretim ve algı sistemindeki değişime. Mesela neler değişiyor bugüne gelindikçe? Teslimiyet güç kaybediyor. Daha daha? Teferruatın üzerine bina edildiği esasat-ı imaniyeye dair bilgi yeniden üretilmek zorunda, çünkü ona ilişilmeye başlamış. O güne kadar bunun sınavı verilmediğinden bir hazırlık da mevcut değil. Üzerinde birkaç kişinin dışında bilgi üretilmiş de değil. Hatta koca ilm-i kelamın Allah’ın varlığını ispatı hudus ve imkân gibi iki delile dayanıyor. Daha fazlasına gerek duyulmamış çünkü hakim medeniyetin genelgeçerleri her yerde genelgeçer gibidir. Tıpkı bir dönem Darwinizmin genelgeçer muamelesi görmesi gibi.

O zaman bu metne göre Risale metinleri ne yapıyor? Geriye dönüyor bence. Geriye dönüyor. Yeni bir bilgi inşa süreci başlatıyor. Ayakları yere basan ve fenni hücumda bile ayakta kalabilecek bir bilgi üretiyor. Ve bu bilgi, tasavvur, teslim, taklit, iltizam istemiyor. Hedefi; tasdik, iman, tahkik, iz’an. Delilsiz, kaziye-yi makbule üzerine inşa edilmiş bilgi üretmiyor.

Tasavvuf derken de kastettiği bu aslında. Bizim kafamızdan geçen Nakşibendilik, Kadirilik, Şazelilik, Cerrahilik falan değil. Hepsinin içinde ve özünde (varsa eğer) tasavvur, teslim, taklit kadar tutarsız ve iltizam kadar baskıcı bir bilgi üretim tarzı varsa, Risale-i Nur onu arzu etmiyor.

Ha, öyle üretenlere karşı mı? Değil. Hatta daire içine katılmak isterlerse kendi bilgi üretim sistemini öğretmek açısından hepsine açık. Fakat kendi bilgi üretim sistemi bir kez öğrenildikten sonra, onu terkedip yine tasavvur, teslim, taklit eksenine dönülmesini hoş bulmuyor.

Bizim aramızda nüans belirlemeye çalıştığımız şey isim isim tarikatler, cisim cisim mutasavvıflar değil kardeşlerim; bir bilgi üretim şekli. Yani hepsinden öte ve içre (eğer varsa) böylesi ayakları yere basmayan bir bilgi üretim tarzı. Ve varsa eğer, Bediüzzaman, kendi talebelerinin içindeki bu bilgi üretim tarzına da eleştiri de bulunuyor. Risale-i Nur dairesine girdikten sonra Kur’an dışında kendine mürşid arayan varsa, onlar kendilerini sigaya çeksinler, bunu onlara da söylüyor. Mürşid seçtikleri içeriden birisi bile olsa; tasavvur, teslim ve taklit üçlüsü bir daha dönüp gelmemeli diyor adeta daireye. Geliyorsa, Nur talebelerinde de bir sorun var. Çünkü demek ki, Nur mesleği onlara da yeterli gelmemiş, başka yollara girmişler.

Tuesday, March 12, 2013

Her ütopya köleleştirir...

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hayvan Çiftliği’ni her hatırlayışımda bu soru beynimde yankılanıyor. Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle meşru, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar.

Bakıyorsunuz; her ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. Birisi diyor ki: “Büyük bir Türk İslam imparatorluğu kuracağız!” Geç içeri, diyorsunuz. Birisi diyor ki: “Asırlardır devleti olmamış Kürtlere bir devlet vereceğiz. Kürdistanları olacak...” Ona da: Buyur bakalım, diyorsunuz. Sonra bir başkası alıyor sazı eline diyor ki: “Altın nesil gelecek. Her yer saadete garkolacak.” Nasıl olacak bu iş, demeden onu da buyur ediyorsunuz. Sonra daha başkaları geliyor. Niceleri kürsüyü dolduruyor. Kimisi Osmanlı’yı kuruyor. Kimisi Hun imparatorluğuna dönüyor. Kimisi Sümerlere uzanıyor. Kimisi daha da acayip hülyalara kapılıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.

İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur hedefler peşinde koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece... Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.

Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Başkalarının ütopyaları peşinde koşmaktan çok yoruldum. Çok genç gördüm kendi hayatından vazgeçmişti abilerinin, şeyhlerinin, hocalarının, komutanlarının hayali için. Siz bana gösterin: Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Osmanlı’yı tekrar kurmak, altın nesil getirmek veya bilmem ne birliği kurmak... Kur’an’ın böyle bir ütopyası var mı? Allah aşkına söyleyin, var mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince... Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Kaç kişide bu cevapları kaldırabilecek cesaret var? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz.

Wednesday, March 6, 2013

Cadde-i kübra neresi?

On haftadır bir grup talebe, Metin Karabaşoğlu abiyle Ene Risalesi okumaları yapıyoruz. Amacımız; öncelikle Ene Risalesini anlamak. Fakat Ene Risalesinin merkezleştiği bir düzlemde külliyatı tarama imkanını da elde ediyoruz. Mesela tekrar be tekrar atıf yaptığımız metinlerden birisi; Lema­at’taki ‘dimağdaki meratip’ meselesi. ‘İnanma’ veya ‘bilgiyi işleme’ dereceleri olarak kendimce tarif ettiğim bu me­ratip, başka bir açıdan bakıldığında bilginin ahlaka/hale dönüşüm aşamalarını ifade ediyor kanaatimce.

Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad ola­rak sayılan bu mertebeler, doğru bir şekilde oturmazsa zihinde, külliyata, kısmen kör bakılmasına sebep aslında. Lemaat’ın devamında bu mertebelerin her birinin başka bir haleti (belki davranış şekli) olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, külliyat içinde kullanımıyla da bu farklılıkları hissettiriyor. Örneğin; Ene Risalesinde, enenin kendisinde bir rububiyet ‘tasavvur’ etmesini sorunlu görmezken, devamında buna ‘itikat’ etmesinin büyük bir sorun olduğunun altını çiziyor. (Bu nüansa uyanmamızı sağladığı için Metin abiye teşekkürler.)

Eğer iyi bir külliyat okuru olmak istiyorsanız, nüanslara uyanabilecek kadar hassas olmalısınız. Ve bazen bir kelimenin kuyruğunda ileri/geri taramalar yapabilmelisiniz. Bu okumalar esnasında böyle bir hassasiyet ufaktan oluştu bende. Kavramlar gözümde parlamaya başladılar. Mesela iki yazıdır anlamaya çalıştığım “Mahrem bir suale cevaptır” mektubunda da aynı metne yapılan atıflar ve bu atıflar içinde bir gariplik dikkatimi çekti.

Orada Bediüzzaman ‘tasavvur değil tasdiktir’ ifadesini kullanarak meratip içerisinde külliyatı yukarılara doğru çıkarırken; diğer taraftan da ‘iltizam değil iz’andır’ diyerek eserlerini aşağıya çekiyordu. Evet, yazılan Sözler, tasavvurlardan ibaret değildiler. Akılcı bir onaylamaya erişmiştiler. Fakat diğer taraftan Bediüzza­man, aksi yönde bir uyarıyı da yapıyordu peşisıra: “Bu metinler tasavvurdan yukarıdır. Fakat iltizam seviyesine çıkmaya zorlamazlar. Hedefleri önce tasdik, sonra iz’andır.”

Baktım, Lemaat’ta da tasdik ve iz’an peşpeşe geliyor. Yani birbirlerine bitişik aşamalar. Yalnız birinde akıl, diğerinde kalp var. “Peki” dedim kendime “Bediüzzaman eserlerini neden itikad dairesine kadar yükseltmiyor, hatta iltizamı bile yakıştırmıyor, iz’an’a çekiyor?”

Baktım ki, cevabı zaten aynı bahsin devamında varmış. Mesela orada tersten alırsanız diyor ki; “mezcine eğer olmaz muktedir” bu merte­belerden arızalar da ortaya çıkabilir. Mesela tahayyül safsataya ne­den olur. İltizam taassubu getirir. Fakat buna bedel, itikad ta­sal­lub (sağlamlık) belirtisidir. İz’an’ın getirisi imtisal olur. Tasdik de iltizama (taraftarlığa) götürür. Yani bunlardan bazılarının sıralamadaki etkileri tamamen pozitifken, bazılarının durumu biraz daha dengesizdir. Ama illa “mezcine eğer olmaz muktedir.”

Anladım ki; Risale-i Nur insanları akıllarıyla onay verdikleri (tasdik) ve tüm latifeleriyle inandıkları (iz’an) dairelerinde mücadele veriyor. Getirisi taassup olan bir iltizamı (ne kadar yüksek görünse de) aramıyor. Makam-ı tasdike çıkmayan kuru tasavvurlarla da işi yok! Ütopyalar da kurgulamıyor. O bir cadde-i kübra ki; herkesin istifade/kabul edebildiği bir bilgiyi tasdik ve iz’an ekseninde üretiyor, öğretiyor.

Saturday, March 2, 2013

Neden her hayrın başı?

"Oysa sizin mevlanız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i İmran sûresi, 150)

Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız." Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.

Ancak herşeye rağmen yine de bir girizgâh lazımdır. Kolay bir girizgâh... Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.

Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.

Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.

Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir anahtar, bir çilingir aleti mübarek... Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.

Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde "Ne kadar az anlamışım!" diyorlar. "İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?" Bunu benim gibi çokları söylüyor.

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...