Saturday, October 19, 2013

'Bize özel' okumalar...

Bayram tatili münasebetiyle evdeyim. Dışarı çıkıp gezme huyum da pek olmadığından hepten kapandım. Hint filmleri izliyorum. Pek de kendilerine saygı duymadığımız aşk hikayeleri bunlar... Ama kesinlikle komikler. Kanaatimce Hint filmlerinin, İran filmlerinden en üstün yanı; hüznü bile neşeyle anlatmaları. İran filmleri acayip kederlidir. Sonu mutlu bitenlerde bile damağınızda keder kalır. Her neyse... Hayata öğrenci nazarıyla bakarsan herkes öğretmendir. Ben de öyle düşündüğümden, bu filmlerde geçen diyalogları daha bir dikkatle dinlerim. Tesadüfe tesadüf edilmeyen bir âlemde işittiklerimizin bile bize işittirilmesinde bir hikmet/uyandırıcılık olmalıdır.

Böyle uyandırıcı cümlelerden birisine de başrollerini İmran Han ve Karina Kapoor'un paylaştığı Ek Main Aur Ekk Tu (2012) filminde rastladım. Finale yakın bir yerde, hayatını yeniden başlatmaya karar veren esas oğlanımız şöyle aktarıyordu o geceki ruh halini izleyenlere: "Bazı anlar vardır ki, uçabileceğini hissedersin. Bazı şeylerin sadece senin için yaratıldığını hissedersin..." (Film içinde ayrıca sıradanın aslında sıradan olmadığına veya 'sıradanın harikalığı' dediğim şeye çok vurgu vardı.)

Bu cümle nedense beni alıp 1. Lem'a'ya götürdü. Orada Üstad Hazretlerinin, Hz. Yunus'un kıssası içinde öğrettiği uyanışın özeti geldi aklıma. Ki o özetin özeti; Kenan Demirtaş abiden yıllar evvel ders aldığıma göre, şu cümlesidir: "Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münacat birden bire geceyi, denizi ve hût'u musahhar etmiştir."

Sırr-ı ehadiyetin, nur-u tevhid içinde inkişaf etmesi... İnsanın çevresindeki olayları okuyarak, onların içinde kendine özel olanı/oldurulanı görebilmesi. Büyük bir uyanış gerçekten. İmam-ı Mübin'in şahit olduğumuz kısmını oluşturan Kitab-ı Mübin'in bize özel yazılan/yalnızca bizim şahit olduğumuz cümlelerinin keşfi. Allah'ın, herkesin Allah'ı olduğu kadar bizim de/benim de Allahımız/Allahım olduğunu farketme. Doğrudan muhatap olma. Esmadan şuunata yükselme.

Fatiha'da aşılan o büyük eşik: "Hesap gününün sahibi odur" dedikten sonra, "Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz"e yapılan dev sıçrayış. Aslında külliyatın bütünü bu sıçrayışı bize anlatan ve öğütleyen derslerle dolu.

Metin Karabaşoğlu abi, derslerinde, vahidiyet-ehadiyet denkleminin Bediüzzaman'ın bütün külliyatı kuşatan sistemlerinden birisi olduğunu söylüyor. Hatta ehadiyet sırrına uyanışının, onun Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümünün köşetaşlarından birisi olduğunu aktarıyor sıklıkla. Ben, bunun benzeri bir denklemi kendimce 11 ve 23. Sözler'de gaibane-hazırane muhatabiyetler ekseninde okuyorum. Daha evvel bu yolculuktaki bir adımım olarak karaladığım "O tefekküründen Sen tefekkürüne..." isimli yazıda biraz detaylı bir şekilde bahsettiğim fikrin özü şu:

Allah'ın yarattıklarını ve vahyini ne kadar birebir üzerine alınırsan, Allah'la muhatabiyetin de o derece gelişiyor. Bunun geçişi de, her iki sözde de vurgulandığı şekliyle, varlığı sana gönderilmiş mektuplar gibi algılamaya başlaman. Hatta daha geriye gider de Birinci Söz'den hemen sonraki Ondördüncü Lem'a'nın İkinci Nüktesi'ne bakarsak, orada da Bismillahirrahmannirrahim'deki Allah'tan Rahman'a, oradan da Rahim'e geçiş, insanî arşa ulaşmak olarak aktarılıyor.

"Yani, Bismillahirrahmanirrahim, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar; insanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Peki insanî arş nedir? Beni anladığım; insanî arş, insanın artık varlığı aşıp arkasında bıraktığı bir alan değil. Aksine, tıpkı Efendimizin miracı gibi, varlıkla beraber çıkılan bir yer. Orada varlığı unutmuyor veya görmezden gelmiyor (Vahdetü'ş-Şuhud) veya inkâr etmiyorsunuz (Vahdetü'l-Vücud). Artık varlık alanının tamamı size özel yazılmış mektuplara, kasidelere dönüşüyor. Bütün bunların, herkes için yaratıldığı gibi, size özel de yaratıldığını okuyorsunuz. Allah'tan Rahman'a geçiş, herkes'ten biz'e; Rahman'dan Rahim'e geçiş, biz'den ben'e geçişin ifadesi oluyor. Kanaatimce Rahman ismini ehadiyet düzleminde Rahimiyet olarak görüyoruz. Rahimiyeti de vahidiyet düzleminde Rahmaniyet olarak okuyoruz.

Bediüzzaman'ın külliyat içinde Mevlana Celaleddin-i Rumî'den bahsettiği birkaç yerden birisine gelelim şimdi. Orada da Bediüzzaman, yine yukarıdaki manaya yakın bir şekilde arş ifadesini varlığı kendine gönderilmiş mektuplar gibi okumaya yakın bir şekilde tefsir ediyor:

"Fikren arşa çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi diyebilir: 'Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi, Cenab-ı Haktan işitebilirsin.' Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudatı ayna şeklinde görmeyen adama 'Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin' desen, mânen arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur."

Tam kuşatamıyorum arkadaşlar, ama bu arş meselesinde, Fatiha'da atlanan eşikte, vahidiyet-ehadiyet denkleminde, gaibane ve hazırane muhatabiyetlerde; varlığı, 'kendine özel yazılmış yanlarıyla okumaya çalışmak'la ilgili birşeyler var.

Bu bir 'O tefekkürü' değil yalnızca. "Allah bir yılda şu kadar yağmuru şöyle şöyle gönderiyor. Şu kadar ağaç şu şekilde hayatta kalıyor. Şu kadar zamanda şu kadar çiçek açıyor..." şeklinde değil. Bunların ötesinde, biraz daha detaya girip 'bize özel' olanları da yakalamaya çalışma meselesi. Allah'ın ehadiyetini müşahede etme bu.

Belki Hz. Yunus'un da yaşadığı uyanış buna benzer birşey. Nur-u tevhid (herşeyi yaratan Allah) ışığında sırr-ı ehadiyet (bana özel şeyler yaratan Allah) rengini görme. Belki Bediüzzaman'ın, tevafuklara bu kadar vurgu yapmasının sırrı da bu. Tevafuklar, avama da nasip olan 'bize/ben'e özel' okumalarıdır. Ben'e özel okumalarını geliştirenler ancak, Münacaat Risalesi gibi bir duayı edebilirler... Yani bütün mesele; 'bazı şeylerin sadece bizim için yaratıldığını' hissetmede. O zaman biz de esas oğlanımızın atladığı türden çok daha üst bir eşik atlayabiliriz. Bu sayede, beyazperde, bizim için öğretici şeyler söyleyebilir.

Thursday, October 17, 2013

Modern zaman Samirileri...

"Şu zamanın nazarı evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez." (27. Söz'den...)

Bediüzzaman, Ene Risalesi'de 'nefsin firavuniyetinin' üç türlü yansımasından bahseder: Red, tahrif ve inkâr... "(...) Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder..."

Ben ne zaman bu kısmı okusam, nefis ve firavun arasında kurulan ilgiden dolayı zihnen kıssa-yı Musa'ya giderim. Orada, Firavun'un, Hz. Musa'yı daha ilk dinlediği anda takındığı tavrı 'red' kavramı içinde değerlendirirken, sihirbazlarının yenilgisinden sonraki tavrını ise 'inkar' şeklinde ele alırım. Çünkü red'de aklın da dahil olduğu bir 'kabul etmeme' anlamı saklıyken; inkar'da, 'şahit olduğu şeyi görmezden gelme' veya 'saklama' anlamları saklıdır. Belki de inkar, diğer kuvvelerin akla baskın çıkıp onu 'görmezden gelmeye' zorladığı bir zemindir.

Gündelik kullanımları da buna yakındır bizde. Mesela; mahkemeler bir davayı usulüne uygun bulmadıkları için reddedebilirler, ama varlığını inkar etmezler. Yine evlilik teklifleri de uygun görülmeyerek reddedilebilir, ama inkar edilmez. Bu nedenle; Firavun'un, şahit olduğu mucizelerden sonraki haleti, bence, redden ziyade inkardır. Allah'ın varlığının şahidi olduğunu, yani reddetmediğini, ancak saklamaya çalıştığınıysa Kızıldeniz'de garkolurken söylediği cümleden anlarız: "Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman ettim."

Tahrif kelimesini anlamak içinse kıssanın biraz daha ilerisine götüreceğim sizi. Sözlükte 'değiştirme, karıştırma, bozma, bid'at çıkarma' gibi renklere sahipse de, kelimenin kökeni; 'harflerin yerini değiştirmek'ten geliyor. Ve benim bu fiili kıssa-yı Musa'da daha çok yakıştırdığım kişi Samiri. Çünkü Samiri, Hz. Musa'nın dinini topyekün red/inkar etmiyor. Hatta Taha sûresi, onun İsrailoğullarını saptırırken kullandığı argümanları şöyle naklediyor: "Nihayet Sâmirî onlara böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Bunun üzerine Sâmirî ve adamları: 'İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu' dediler."

Yani görüldüğü üzere Samiri'nin yaptığı Hz. Musa'nın şeriatını toptan bir red veya inkar değil. Sadece kavramların içlerini kendisine göre doldurarak dini evriltmeye çalışıyor. Hatta Hz. Musa ile yaşadıkları diyaloglarda da söyledikleri manidar: "Sâmirî: 'Onların görmedikleri bir şey gördüm: (Sana gelen) ilâhî elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi' dedi."

Bu ayeti tefsir eden bazı müfessirler bu ayetlerin aslında Samiri'nin tahrifinin detaylarını verdiğini söylüyorlar. "Onların görmediğini gördüm" demekle aslında kastettiğinin "Ben senin getirdiğin vahyin, İsrailloğulları'nın bile görmediği/anlamadığı yanlarını anladım." Yahut "Ben herkesten daha fazla/farklı anladım" anlamlarını içerdiğini ifade ediyorlar.

"Elçinin izinden bir avuç toprak aldım ve onu attım" cümlesinden kastedileninse, kendi malumatının (veya eskinin bilgisinin) içine bir miktar da vahiy bilgisinden kattığını; yani vahiyle onları karıştırıp birlikte sunduğunun ve bu sayede tahrifin hem nefsine, hem İsrailoğullarına hoş geldiğinin beyanı olduğunu söylüyorlar. Yani Samiri, vahyin hakikatini inkar ediyor değil; ama içlerini doldurmada kendi keşfiyatını (onların görmediğini gördüm) ve eskinin bilgisini (erimiş mücevheratın içine attım) da kullanıyor.

Peki, ben bu yazıyı niye yazdım? Şimdi oraya geleyim: Malumunuz, bugünlerde de 'Kur'an müslümanlığına dönmek' diye bir trend var. Bunu hakikaten/hakikatli bir yolla isteyenler bir yana, bir de nefislerine bir günahkâr özgürlük kazandırmak için eline lügatı aldığı gibi Kur'an metinlerine koşanlar var. Bunları, 1400 yıllık dev çınarı bir çırpıda red/inkâr edip "Kökü aslında anlayan biziz" demelerinden zaten ayırabiliyorsunuz.

Sorsanız, belki doğru düzgün Arapça bile bilmiyorlar. Ama ellerinde süper sözlükler mevcut. Onlara bir daldılar mı, tıpkı Samiri gibi, 1400 yıldır kimsenin görmediği manaları görüyorlar; onları etimolojik sihirlerle birbirlerine bağlıyorlar. Sonra içine bir tutam da vahiy atıp önünüze kendi buzağılarını tapılması gereken hakikat gibi dikiveriyorlar.

"Kurban kesmeye gerek yok" diyorlar mesela. "Namaz aslında üç vakittir" diyorlar. Sorsanız, kurcalasanız, daha neler neler dökülüyorlar. Hepsinin kudreti bir lügatçe, bir etimoloji. Zaten Hobsbawm, Darwinizm ve etimoloji arasındaki o meşhur bağıntısını boşuna kurmuyor. Bunlar da almışlar ellerine bir etimoloji sazı; vahyi/dini evriltiyor da evriltiyorlar. Sanırsınız, Arapçayı da ilk bunlar keşfetmişler. Araplara bile Arapçayı öğretebilirler. O derece...

Bu açıdan baktığınızda ne kadar da yolları Samiri'nin yoluna benziyor! Fakat korkmayın kardeşlerim. Bunların gürültüleri fazla, davulcuları çok olsa da Hz. Musa'nın Samiri hakkındaki hükmü belli:

"(Musa ona şöyle) dedi: 'Haydi çekil git. Artık senin için hayat boyunca, 'Benimle temas yok' diye söylemen var (bir vahşi gibi yapayalnız yaşamağa mahkum olacaksın). Hem senin için asla kaçamayacağın bir ceza daha vardır.'" Bunların bahtları da hep Samiri gibi yalnız kalmak. Sebebi ise, yaptıklarıyla ümmetin muhabbetini kaybedip nefretini kazanmak. Ve sonraki hayatlarında "Bana dokunmayın! Bize karışmayın! Benim hayatım! Benim görüşüm! Bence..." deyu sızlanıp durmak. Yani bir Samiri yalnızlığıdır bunların da kaderi...

Tuesday, October 15, 2013

Kim daha fakir?

Hayret ettiğim bir sahnedir: Tebük gazvesi öncesinde, sahabeyi yardıma çağırdığında Allah Resulü; Hz. Ömer'in (r.a.) durumu, Hz. Ebu Bekir'den (r.a.) daha müsaittir. Ve Hz. Ömer efendim, bu durumu, kardeşini hayırda geçebilmek için bir fırsat olarak kullanmayı düşünür. Mal varlığının yarısını eve bırakır, gerisini Allah Resulüne teslim eder. Allah Resulü sorar:

"Evde ne bıraktın ya Ömer?"

"Bir bu kadarını da evde bıraktım" diye cevap verir. Daha sonra Hz. Ebu Bekir, bağışıyla gelir. O da aynı sorunun muhatabı olduğunda cevabı şöyledir: "Onlara Allah ve Resulünü bıraktım." Ve kaynaklar bize anlatır ki; hayır yarışında Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceğini, Hz. Ömer, o olaydan sonra anladığını ifade eder.

Ama bir dakika, Hz. Ömer neden böyle bir yargıya ulaşır? Getirdiği mal, Hz. Ebu Bekir'in getirdiğinden daha az olduğu için mi? Gelir seviyesi asla Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceği için mi? Hayır, belki Tebük'te yaptığı bağış bile Hz. Ebu Bekir'in getirdiği miktardan fazladır. Belki Hz. Osman ve Abdurrahman bin Avf Hazretleri gibi nicelerinin yaptığı bağışlar da Hz. Ömer'inkinden kat kat fazladır. İşin hakikati böyle bir nicelik/kemiyet ayrımından kaynaklanmıyor olmalıdır. Peki sırrı nedir?

Kanaatimce; aslında Hz. Ömer, Resulullahın hakikat çeşmesi kelamından Allah'ın rızasının hangi soruda saklı olduğunu anlamıştır. Allah'ın rızası "Ne kadar getirdin?" sorusunda değil; "Evde ne bıraktın?" sorusunda saklıdır. Eğer rıza bu soruda saklıysa; evinde, Allah ve Resulünden öte birşey bırakmayanlar, niteliksel olarak niceliği hep bastıracak; belki getirdiği yarım hurma ile başkasının yüz devesini geçmeyi başaracaklardır.

Bu hadiseyi her hatırlayışım bana "Asıl zengin kim?" veya "Hakikatte fakir olan hangimiz?" sorusunu sordurur. Zenginliği, mal varlığının çokluğu ile tarif edişimiz, fakirliği de 'elinde daha az mülk olan' olarak çıkarır karşımıza. Sözlüklerde bile anlamı böyledir fakirliğin bizde. Fakat Allah, sahip olduklarımızın tamamına kıyasla vazgeçebildiklerimizi ölçüp ona göre cömertliğimizi değerlendiriyorsa; rakama dayalı bütün nicelik kıyaslamalarımız tersyüz değil midir? O zaman hakikatte fakir/zengin olan kimdir?

"Hakikatte fakir kimdir?" ve "Fakirliğin Kur'anca tarifi nasıldır?" sorusunun cevabını Bediüzzaman'ın önce Nurun İlk Kapısı'nda, daha sonra 5, 10, 21 ve 23. sözlerde kullandığı bir misalde bulurum ben. Serçe kuşu misalinde...

Bediüzaman, o sözlerde sırlı bir şekilde saadet-i hayat cihetiyle karşılaştırır iki canlıyı; yani insanı ve serçe kuşunu. Ve insanın, eğer yalnız maddi yönüyle (hayat-ı hayvaniye) ele alınırsa, asla serçe kuşuna yetişemeyeceğini beyan eder. Normal şartlarda, kafamızdaki eski karşılıklarıyla düşünülse; bu kıyaslama şaşırtıcı, hatta tuhaftır. Hayattan bin türlü zevk almaya müsait bir yapıda olan insanın, saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşunu geçemiyor oluşu, hikmetli olmaktan ziyade, laf-ı güzaftır. Hakikat neresindedir bunun? Fakat bir saniye: Acaba saadet-i hayat, yalnız alınan lezzetlerle mi ölçülür?

İşte Bediüzzaman'ın benzetmesinde insanı uyandıran nüans budur: Saadet-i hayatı, yalnız alınan lezzetlerle ölçmek yanlıştır. Daha açık bir ifadeyle; hedoist bir algı, hayatın kuşatıcılığı içindeki saadet kavramını karşılamaya yetmez. Çünkü haz, saadet-i hayatın bir öğesi olsa da (Nurun İlk Kapısı'nda altını daha açık çizdiği gibi) bütününü kuşatamaz. O, bir geniş kavram olarak içinde izzeti, teavünü, ğınayı, merhameti, hatta tecelli eden esma sayısı kadar rengi/cihazatı barındıran bir dairedir. Örneğin; hayattan haz yönüyle neler tadarsa tatsın, eğer izzeti tamam değilse bir insanın, o bir rahatsızlıktır. O saadet, yarımdır. Ve bu yönüyle saadet-i hayatın açlığı, fakrın dairesi kadar geniştir. Peki, kim daha fakirdir?

Elbette ihtiyacı daha çok olan... Fakrın Kur'anî karşılığı aslında ihtiyaç çokluğudur. Kimin ihtiyacı daha çoksa, o daha fakirdir. Bakınız, tarifimizin kökenine tekrar dikkatinizi çekiyorum. Kim daha güçlüyse değil; kim daha çok muhtaçsa, o daha fakirdir. Bu ihtiyaçlarını karşılamaya gücü yetiyor olsun veya olmasın, fakirliğine nakıse getirmez. Bütün ihtiyaçlarını karşılamaya zahiren gücü yetiyor olsa da fakirdir. Zira fakirlik, güçten bağımsız olarak bir muhtaçlık tarifidir.

Bu nokta-yı nazardan meseleye bakılacak olursa, zenginlik tarifimiz de değişir. Elinde daha çok mal olan, güçlü olan değil; daha az şeye muhtaç olan zengin olur böylece. Fakat aslında fakrın karşıtı olan kelime de zenginlik değil, ğınadır. Ğına, karşıladığı mana ile fakrın zıttı olmaya daha müsaittir.

Böyle bir ölçüyle; bir kaya parçası, bir ağaçtan; bir ağaç, bir hayvandan; bir hayvan da, bir insandan daha az fakirdir denilebilir. Çünkü muhtaç oldukları şey sayısı, taş parçasından insana doğru gelinirken giderek artar. Sahip oldukları güç itibariyle bakıldığında tersi gibi görünse de; muhtaç olduğu şey sayısındaki yükseklik, insanı hepsinin yanında fasfakir yapar.

Ve bu fakirliğinden dolayıdır ki; saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemez. Çünkü serçe kuşu daha az şeye muhtaç olmakla ondan daha zengindir. Ve o, daha çok şeye muhtaç olmak cihetiyle (yani saadet-i hayatı tam almak için tatmin etmesi gereken daha çok yönü, sırrı, duygusu, latifesi olmak cihetiyle) asla serçe kuşuna ulaşamaz. Arayışı bir açlık gibi hep omuzunda olur. Hep bir tatminsizlik yaşar. Benliğini doyuramaz. Neticesinde hem insana, hem serçe kuşuna irşad-ı nebevice sorulsa; evinde daha az şey bırakmaya fıtratı müsait olan, serçedir. İnsan değildir.

Friday, October 11, 2013

Hak'sız sabır olur mu?

Asra yemin ederim ki! İnsan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr sûresi... )

Ülfet, bilmediğini farketmemendir. Gaflet, bilmediğini bilmemendir. Küfür, bildiğini sanmandır. Hayret, bilmediğini farketmendir. İman, bilmediğini kabullenmendir. Tefekkür, bilmediğini bilmeye çalışmandır. Marifet, asla tam bilmeyeceğini bilmendir... 

Yolculuğumu böyle tarif ediyorum. Bunların tamamı hayatımdaki aşamalar. Aşıp geçtiğim değil, her an yaşıyor olduğum aşamalar.

İrademin katık olduğu bir küfrü arkamda bıraksam da mesela; haberi bile olmayan bir gafleti arkamda bırakabildiğimden emin değilim. Ülfetse; küçük küçük, an an, her zaman hayatımda. O yüzden Kur’an’da ne zaman bu terimlere rastlasam, alınıyorum. İnsan, her zaman insan. Cennete girdiğinde bile. Ki imtihanımız bize bu dersi vererek başlıyor.

Yine böyle bir yolculuğun neticesi; ilk kez, Kısa Sûrelerin Sınırsız Dünyaları’nı okurken farkettiğim birşey. Hüsran isimli yazıda, Asr sûresini ‘hak ve sabır’ düzleminde okurken Metin Karabaşoğlu abi, birşeye dikkatimizi çekiyor:

“Hem, bu tavsiyenin yalnızca ‘hakkı tavsiye’ noktasında olması da yetmiyor. Bize hakkın tavsiye edilmesine ihtiyacımız olabilir, kardeşimize hakkı tavsiye etmemiz gerekiyor olabilir; ama sadece bu düzeyde bir tavsiye, belki tavsiye edilen hak sayesinde ‘zihinsel’ kilitlenmeyi aşmamıza yardımcı olurken, bu hakikati görmüşlükten bu kez bir öfke ve hınç üretmek sûretiyle yahut kendi iç dünyamızı bu hak muvacehesinde yeniden biçimlendirmeye çalışırken aceleci davranıp ye’se kapı aralamak sûretiyle bizi duygusal bir kilitlenmeye sürükleyebilir. O yüzden, ‘tavsiyeleşme’ sadece hakkın tavsiyesi ile sınırlı değildir. Tavsiye edilen, bu hakkın tatbikinde ‘sabırlı’ olmaktır; yani, birbirine hem hakkı, hem de sabrı tavsiye etmektir.”

Ne tuhaf! Belki o sûreyi bin kez okumuşumdur. (Belki daha da fazla.) “Neden o iki tavsiyeleşme yanyana?” diye sormak hiç aklıma gelmedi. İşte bu farkediş; ülfetin/gafletin dağılıp, hayretin başladığı noktadır: Sorulamayanları sormaya başlama... Yetinmeyip yenilerini keşfe çıkma. Hiç bitmeyen ve bitmeyesi bir açlık. Ancak cebinde soruları olanların, rüyasını beğenmeyenlerin yaşayacağı birşeydir uyanış. Dinginlerin, memnunların, karnı tokların, bilenlerin, bildiğini sananların işi değildir. Bilmediğini bilmekle başlar marifet.

Ben de bu yazıyı okuduktan sonra, Asr sûresinin son ayetlerini—ezber ettiğim günden beri taşımadığım bir idrak ile— taşımaya başladım zihnimde. Metin abinin altını çizdiği şeyin yansımalarını da gördüm hayatımda, daha ötesini de... Hatta onun keşfettiği ‘hakkın tavsiyesine sabır tavsiyesi katık olmalı’ hikmetine ek; ‘sabrın tavsiyesine de hakkın tahlili katık olmalı’ diyebilir bir noktaya geldim. Sonra, Risale-i Nur’a da baktım bu sorular eşliğinde. O nazenin güzel, dikkatime bedel, bana bu güzel yüzünü de gösterdi sanki.

Hz. Eyyub’un kıssasındaki bizi, bizdeki Hz. Eyyub’u anlatan 2. Lem’a’dan başlayın ta Hastalar Risalesi’ne, oradan İhtiyarlar Risalesi ve daha nicelerine kadar... Hepsinde aslında şunu görüyordunuz: Bediüzzaman her nerede insanlara sabrı tavsiye ediyorsa, önce hakkı anlatıyordu. Ancak bunun sonrasında onun üzerine bir sabır mantığı bina ediyordu.

Örneğin daha 2. Lem’a’da musibetlerin hakikatini (veya hakikatte musibetlerin ne olduğunu) anlatan Bediüzzaman, ancak 4. Nükte’den sonra doğrudan bir sabır eğitimine başlıyordu. Orada bile yaptığı; “Allah’ın emridir. Sabretmek lazımdır...” şeklinde, ‘mış gibi’liği öğütleyen kuru bir tembihten ibaret değildi. Aklın ve nefsin de ikna olacağı şekilde, kâr ve zarar denklemi içinde sabrın gerekliliğini izah ediyordu. Hastalar ve İhtiyarlar risaleleri ise bu tedrisin cisimleşmiş şekilleriydi adeta.

Sadede geleyim: Bediüzaman’ın bu türden tahlillerinin tamamının aslında Asr sûresinin son ayetlerinin bir tefsirini içerdiğini düşünüyorum. Yanlış anlaşılmasın, metin itibariyle bir tefsir değil bu; üslûb itibariyle bir tefsir. Oradan bir mana değil, bir yöntem çıkarıyor Bediüzzaman. O yöntemin bendeki ifadesi ise sanki şudur:

“İnsanlara, gerekçesini izah etmeden sabretmelerini söylerseniz; bunu başaramazlar. Çünkü sabredebilmek için önce o ‘sabrın üzerine bina edileceği’ bir mantık, bir izah gerekir. Ki bu meselenin ‘hakkı tavsiye’ boyutudur. Önce hakkı, hakkıyla tahlil edin. Sonra sabrı arkasından söyleyin. Ancak bu şekilde sabır nasihatiniz tesir eder. Üzerine yemin edilen asırlarda/ahirzamanda ‘tavsiyeleşme’ ancak bu şekilde etkili olabilir.”

Sabrın mantığını içselleştirmeden, sabrı öğrenmiş(!) insanların daha sonra dünya onlara kollarını açtığında (veya hiç beklemedikleri bir musibete uğradıklarında) yaşadıkları savrulma; ‘hakkın’ üzerinde yeterince çalışılmadığında sabrın tasannudan ibaret kaldığını göstermektedir. Ve yine benzer şekilde; hakkı söylemeye korkan, ama sabrı tavsiyede gayretli olan zümrelerin; sabrı, ‘hakkın arkasında durma sebatı’ olarak algılamamaları; yani menfaatleri/rahatları için esnemeye ve hakikati esnetmeye yollar aramaları; sabrın yalnız olmaması, yanına mutlaka hakkın da katık olması gerektiğini göstermektedir.

Öyleyse tefekkür, bize, biraz da imanın diğer öğelerini ‘içselleştirme aracı’ olarak lazımdır. Tahkik mesleği de aslında budur: Hakkı tavsiyeleşme ve onu içselleştirme...

Friday, October 4, 2013

Yazar sanki beni anlatıyor...

Benim Adım Kırmızı’nın herhalde en çok tırnaklanan cümleleridir: “Hatırlamak, gördüğünü bilmektir. Bilmek, gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir.” Bu üç cümle; hatırlamak, görmek ve bilmek arasındaki ilgiye dikkatimizi çekerken, aynı zamanda hangisinin ilk olduğu sorusuyla da bizi yüzleştirir. Bilmek mi öncedir, hatırlamak mı, yoksa görmek mi? Diyelim ki; ‘görmek’ öncelikle olsun. Gördüğünün ne olduğunu ‘bilmek’ nasıl olmaktadır? Bilmenin olduğu yerde, görmenin getirdiği bilgiyi sınıflandıracak bir ‘bilme’ oluşmamıştır ki henüz! Neyi hatırlayıp, ona göre sınıflandırma yapacaktır?

Bu mesele Sokrates’in Savunması’nda da yer alır. Bilmenin ‘öğrenmek’ mi, yoksa ‘hatırlamak’ mı olduğu üzerine bir tartışmada Sokrates, muhatabını en sonunda ‘bilmenin aslında hatırlamak’ olduğuna ikna eder. Çünkü muhatabı, insanın, hiçbir şey bilmeden geldiği bir âlemde, duyularla gelen malumatı nasıl işleyeceğini izah edemez. Sokrates, bunun, daha önce bilinen birşeyleri hatırlamadan mümkün olmadığını söyler. Doğrunun doğru, iyinin iyi, kötünün kötü olduğunu bilmek; ancak ona dair bilginin insanda kayıtlı olmasıyla mümkündür. Bu sayede insanlar duyularından gelen malumatı, var olan başlıklara göre işlerler. Öğrenmek de ancak böyle bir sürecin sonucudur.

Ben bu bilmek ve hatırlamak bahsini ne zaman hatırlasam, aklıma hemen Risale-i Nur’daki vicdan bahisleri geliyor. Meselenin özellikle ‘hatırlamak’ ile ilgili kısmının onunla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Beidüzzaman’ın önce Mesnevi-i Nuriye’de, yıllar sonra ise 29. Söz’de ‘fıtrat-ı zişuur’ olarak tarif ettiği vicdan, bu tarifi biraz açmamız gerekirse, kanaatimce; yaratılışımızın bize hazır sunduğu bilgi ve his dünyasının karşılığı. Yani Allah’ın fıtrat olarak bizde yarattıklarının şuurî yansıması. Fakat biz yalnız bundan ibaret değiliz. Akıl, şuurun bir üstünde, ondan daha dinamik bir alanın hâkimi olarak yeni bilgiler üretmeye ve öğrenmeye devam ediyor. İşte o yeni gelen bilgilerin ilk sınandığı yer; vicdan.

Bunda da kesin konuşmamak lazım. Kişiden kişiye değişen şeyler var. Mesela hayatınızı nefis merkezli yaşıyorsanız bu değerlendirme önce orada oluyor. Daha sonra, hatta bazen yıllar sonra, bir pişmanlık durağı olarak vicdana uğruyorsunuz.

Nefis ile vicdan arasında da böylece bir bağıntı/kıyaslama kurabiliyorum: Nefis, daha çok kısa vadeli menfaatlerin ve lezzetlerin bilincinde. Hazır olana doğru temayülü var. Vicdan ise, ahiretin de içine dahil olduğu bir algı boyutunda menfaatini arıyor. Uzun vadeli düşünüyor. Rahatsız olduğu ne varsa, bilin ki, ahiret adına size bir zararı var. Vicdanın menfaat ve zarar algısı çok daha uzun ve kesin bir yolculuğun sonucu. Nefsinki daha kısa ve belirsiz. Ancak çoğu zaman kısa vadeyi kesinliğin alameti sayan aklımız, nefsin temayüllerine mağlup oluyor. Yakın olan menfaati, uzak olan yarara tercih ediyor.

Vicdanın, daha kainatı tefekküre başlamadan önce, insanın içinde bir delil olarak yaratıldığını Mesnevi-i Nuriye’deki ‘dört bürhan-ı küllî’ bahsinden anlıyoruz. Orada Bediüzzaman, bu dört bürhan-ı külliyi; Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam, (kitab-ı kebir-i) kainat, Kitab-ı Mucizü’l-Beyan (Kur’an) ve fıtrat-ı zişuur olan vicdan olarak zikrediyor. Fakat hikmeti bilinmez, daha sonra aynı dersi verdiği 19. Söz ve 19. Mektup’ta, muarrif sayısını üç’e düşürüyor: “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem’a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur’ân-ı Azîmüşşandır.”

Vicdanın daha sonraları bu muarriflerden çıkarılması, belki onun—diğer üçü kadar—genelin kabulüne ve tam bir çıplaklıkla müşahadesine yakın olmayışından olabilir. Mesnevi-i Nuriye’nin (müellifin ifadesiyle) daha özel notlardan oluşması, sonraki eserlerinin daha genele hitap eder kaleme alınması, belki bu nüansa sebep olmuş olabilir. Ama her açıdan, Sözler içinde Bediüzzaman’ın vicdana verdiği konum, yatsınamaz şekilde onu önemsediğini gösterir. Daha Küçük Sözler’den itibaren azap içinde kalan, hakikati gösteren, en azından hakikati hissettiren (vicdanî bir his) hep vicdandır. (2, 3, 6, 13, 15, 17. Söz’ler ve diğerleri… Hepsinde vicdana bu yönüyle vurgu vardır.)

Ben bu yazıda nereye varmak istiyorum? Şimdi yazının sonuna yaklaşırken en başa dönüp bu soruya cevap vereyim: Beni bu yazıyı yazmaya iten sebep; aslında Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda geçen bir cümleden ibaretti. Orada Bediüzzaman, metinlerinden ciddi etkilenmiş bir mütefennine, eserlerinin tesiri hakkında şöyle diyordu:

“Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”

Bu cümle bana ilginç geldi, çünkü biz genelde didaktik eserlerin muhatapların aklıyla, lirik eserlerin ise kalbiyle konuştuğuna kaniyizdir. Fakat burada Bediüzzaman, eserinin, muhatabının yalnızca aklına değil, bir nevi doğrunun ve yanlışın kodlandığı alan olan vicdanda makes bulduğunu düşünüyordu. Bu, bana, aynı zamanda, mukavemetsuz metnin nasıl üretileceğini ve böylesi metinlerin nasıl tanınacağı da düşündürdü. Sanırım, bana tesir eden metinler, hep böyle vicdanımla konuşan metinlerdi. Aklımla konuşan, yalnız aklıma hitap eden metinleri okuduğumda bilgim oluyor, ama hayatıma yansıması olmuyordu. Belki de bü yüzden bizi en çok etkileyen metinleri hep şöyle tarif ederdik:

“Yazar sanki beni anlatıyor…”

Bu cümle salt bir akılla söylenebilir miydi? Ve daha da önemlisi; bir yazarın metnini bu kadar kendine has yazılmış gibi okumak, gaybûbetten hazırane bir musâhabeye yol bulmak sayılmaz mıydı? Bazı yazılar, işte böyle, sorularla bitiyor.

Wednesday, September 25, 2013

Nefsiyle barışmayan, başkasını barıştıramaz

Arapça’da ıslah/düzeltme kelimesi, sulh/barış kelimesinin kardeşi. Ben, bu kardeşliği seviyorum. Müfessirler, Kur’an’ı yorumlarken bu kardeşliklere çok önem veriyorlar. Bu aynı kökten geliş, birisinin diğerini yerine koyabilme veyahut birisinin burcuna diğerinin eşiğinden bakabilme şansı sağlıyor bize... Mesela; sulhü nasıl ki, ‘iki kişinin/tarafın arasını düzeltmek’ olarak anlayabiliyorsam; ıslahı da ‘insanı, hakikatiyle barıştırmak’ şeklinde anlayabiliyorum.

Bu, birbirinin yerine koyabilme; birini anlamada diğerini merdiven kılabilme imkanı, ‘ıslah’ kelimesiyle kardeş olan diğer kelimeleri anlamama da yardımcı oluyor. Mesela; yine kulağımıza çok aşina ‘salih’ kelimesini şöyle yorumlayabiliyorum: “Allah’ın nizamıyla barışık kişi/nesne/şey...” Amel-i salih’e de bu pencereden bulduğum bir anlam var: “Allah’ın kainattaki nizamıyla ve şeriatıyla uyumlu/barışık olan iş/eylem. Bir tür uygun adım yürüme...”

Bu ‘barış’ eksenli bakış, Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözüne bakışımı da değiştiriyor. Orada kastedilenin nefsi düzeltmek olduğu kadar; nefsi kâinatla, nefsi şeriatla, nefsi vahyin vazettiği düzenle, nefsi kendisiyle barıştırmak olduğunu da düşünüyorum.

Ki Kur’an da insanın günahlarını tarif ederken ‘nefsine zulmetme’ tabirini mükerrer kullanıyor. Demek ki, bizim hatalarımız öncelikle kendimizle barışık olmadığımız yanlarımız. Tevbemiz, istiğfarımız, ıslahımız ise bir nevi; nefsi, fıtratına işlenmiş ve vahiyle de ayrıca emredilmiş şeriatla barıştırma çabamız. Biz; amel-i salih ile biraz da buna çalışıyoruz. Bütün bunlar belki de biraz varlıkla sulh sağlama gayretimiz.

Melekler, Hz. Âdem’in yaratıldığını öğrendiklerinde, endişelerini şöyle dile getirmiyorlar mıydı: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima tesbih ve takdis ediyoruz.”

Burada ‘kan dökücülüğün’ karşıtı/zıttı olarak ‘hamd, tesbih ve takdisin’ zikri, benim amel-i salih’i bir barış çabası olarak yorumlamamı kolaylaştırıyor. Evet, bizler; kâinat, kendisine emredilmiş düzenle barışık yaşarken ahengi bozan/kan döken ‘farklılar’ gibiyiz. İslam’ın, bize, fıtrî şeriata ek olarak ikinci bir kez emredilmesi, bunu tebliğ için peygamberler gönderilmesi, biraz da fıtratla barışmanın yollarının öğretilmesi bize. Dinin bize emrettiği herşey—yine Bediüzzaman’ın altını çizdiği gibi—aslında bizim muhtaç olduğumuz, kendimizle barışık olmayan yanlarımızı tedavi eden ilaçlar. Takva ve amel-i salih de bu barışma sürecinin göstergeleri, adımları, çabaları.

Neyse, bir nefes alalım. Ben, bu ‘ıslah’ meselesine nasıl geldim, onu anlatayım: Geçenlerde, bir grup talebe, Zerre Risalesi okumamızı yaparken, Metin Karabaşoğlu abi küçük(!) birşeye dikkatimizi çekti. Birinci haşiyenin, ilk cümlesiydi dikkatimiz çekilen: “İkinci Maksadın, tahavvülât-ı zerrâtın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.” Buradan Metin abi, Üstadın, Risale-i Nur’daki genel tarzı üzerine dedi ki: “Bakınız Üstadımız ne kadar rahat. Ne kadar kendisiyle barışık. Bizzat kendisi, kendi cümlesinin uzun olduğunu okurlarına söyleyebiliyor. Onun bu halinden alabileceğimiz çok ders var.” (Cümleler bana aittir. Mana Metin abinin.)

Hakikaten de külliyatın içinde Bediüzzaman’ın kendisiyle barışık pekçok itirafı vardır. Bazen, Risale-i Nur’un meziyetlerini anlatırken, Eski Said’in, ‘en zahir hakikatleri bile karmaşık anlatma’ şöhretini zikreder. Bazen, Haşir Risalesi gibi bir harika eserin sonunda okurunun ‘anlayamama’ sıkıntısını anlayışla karşıladığını ve okurunun da kendisini ‘meselenin yüksekliğini düşünerek’ anlaması gerektiğini ifade eder. Bazı yerlerde ‘kuru üzüm çubuğuna’ benzetir kendisini. Bazı yerlerde ‘en çok kendisinin muhtaç olduğu’ vurgusunu yapar.

Bütün bunlar aslında müellifin kendisiyle ne denli barışık olduğunun da delilleridir. Ve bu barışıklık; eserlerinde insanı anlayan, en naif ve zayıf yanlarını şefkatle kucaklayan bir dile dönüşür. Onun metinlerine ben gibi meftun olanlar, belki de en çok bu yönüne vurgundurlar: Kendisini—tüm meziyetlerine rağmen—yine sizin yanınızda ve sizin gibi konumlandırmasına... Okuruyla ve özündeki insanla yaptığı empatiye... En çok buna hayran olurlar. Ki zaten bir okur olarak da ben, üstperdeden ‘doğru insan olmanın yollarını öğretenleri’ değil, beni anlamaya çalışırken değiştirenleri severim. Kendisiyle cesurca yüzleşebilenler, ancak bizi kendimizle yüzleştirebilirler.

Bediüzzaman’da tam da bu vardır. “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözünün zikredildiği yerden, en son cümlesine kadar sizi anlamaya, mümkün mertebe empati yapmaya gayret eden bir müellifin metinlerini okursunuz. Mutluluğunuz ve huzurunuz bundandır. Bunun bir delili ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu paragrafta ne güzel saklıdır: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum.”

Bunu kendi adına söyleyebilen, ben’iyle bu denli barışık olan bir yazarın, sizin üzerinizde etkili olmaması mümkün değildir. Çünkü konuşulan dil; fıtratın dilidir, samimiyetin dilidir. Müellif, nefsini ıslah etmiş, onu vahiyle barıştırmış ve kendisi dahi nefsiyle barışmış bir konumdadır. Onun fıtratıyla bu barışıklığı, özünde olan şeyle bu dostluğu, sizi de özünüzün sesini dinlemeye zorlar. Bu insanlar, bizi cebren değiştirmeye çalışmayan, bizi anlamaya çalışan yazarlardır. Bu onların dili gerçekten ‘mukavemetsuz’dur. İnsan, kendisine dair olana ne kadar mukavemet edebilir ki? Tebliğ makamını, bir tür üstperdeden konuşmak olarak görenlerin kulakları çınlasın! Aramıza karışın. Aramıza karışmadan bizi ıslah edemezsiniz.



Tuesday, September 24, 2013

Provokatör olamayan nurcu

“Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan ‘anarşiliği’ ve üstü olan ‘istibdad-ı mutlakı’ esasıyla bozar, reddeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar)

Cemil Ertem ve Markar Esayan’ın Dünyayı Durduran 60 Gün isimli kitabını okudum geçtiğimiz hafta içinde. O kitap, bana, artık bu yazıyı yazmak zamanının geldiğini ihtar etti. Daha fazla ertelemenin bir anlamı yok. Nihayetinde, dille yapılan tüm tartışmalar yazıya dökülmedikçe miras kalmıyor. Kendisi ispat edilemediği gibi delil de olmuyor.

Bu yazı aslında bir kendimle hesaplaşma yazısı. Gezi olayları sırasında durduğum yer ve bu duruşun ‘haklılığı’ hakkında. Biraz içimi dökeceğim, biraz kendimi sigaya çekeceğim. Yapabilirsem, yaptıklarımın mantığını da izah etmeye çalışacağım. Okuyucular bu yazıda müstemidirler. Bana katılmalarını bekleyerek veya beni reddedeceklerinden korkarak yazmıyorum. Bu sebepten her fikrimin, en kolayından, bir göz kapamalık canı var. Gözünü kapayan benden kolayca kurtulabilir.

Öncelikle bir itiraf ile başlayayım: Ben, Gezi olaylarına ilk başladığı günlerde destek verdim. Twitter’dan, Facebook’ta beni takip edenler bunu gayet iyi biliyorlar.

İlk günlerde attığım twitler, daha çok hükümeti eleştiren ve polis şiddetinin (bir ölçüde) eski bir mağduru olarak onlara ayar veren şeylerdi. (O twitleri silmedim.) Hatta bir yönüyle sevinçliydim, zira ilk defa halkın, devlete, herhangi birşey hakkında “Biz istemezsek yapamazsın!” dediğine şahit oluyordum. Bu, bence iyi birşeydi. Çünkü mazimizin büyük bir bölümü, devletin canımızı inciten uygulamalarına “Hayır!” diyememekle geçmişti. Sivil bir direnişin, dayatmacı bir uygulamaya karşı duruşu, gelecek adına beni ümitlendirmişti. Belki de hürriyeti artık içselleştiriyorduk.

Burada altını çizdiğim gibi, bu desteğin altında bir açlığın da payı var. Geçmişi devletçiliğin ağır baskısı altında geçen bir ülkenin vatandaşlarının, içlerindeki bu açlığı bastırma adına polisin yersiz müdahalesiyle alevlenmiş bir sivil kalkışmaya destek vermesi kaçınılmazdı. Ben de kaçın(a)madım.

Gezi parkına daha evvel sadece bir kere gitmiştim. Taksim’e gitmeyeli belki seneler olmuştu. Ağaçları umurumda bile değildi. Ama yine de eyleme ilk günlerinde sosyal medyadan destek verdim. Konuştuğum insanlara da destek vermelerini tavsiye eder şeyler söyledim. Benim için kırılmanın eşiği ise, Beşiktaş’a sıçrayan olaylar oldu. Orada yapılanların amacını anlayamadım, hayra da yoramadım.

Sonra metrobüste, caddede, sokakta ‘Erdoğan’ın kellesi almak’ ile ilgili cümleler duydum. “Olur böyle şeyler” dedim, aldırmadım. Tencere sesleri rahatsız edici boyutlara geldiğinde komşuların saygısız ve suçlayıcı diyaloğuna şahitlik ettim, içime korku ve kin beraber dolmaya başladı. Ne de olsa ben bu tencere seslerini evvelden de biliyordum. O saygısız ve suçlayıcı tavırları da... Herkes, tıpkı eskiden olduğu gibi, iktidara kendisi kadar öfkeli olmayan bir diğerine ‘öteki/hain’ muamelesi yapmaya başlamıştı. Eski şarkı yeniden söyleniyordu. O zaman uyandım!

Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Tesettürlülere, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı yapılan hakaretler ve Gezi’nin açılmaya başlayan yüzü. Vandallığa karşı başlayan bir hareket giderek vandallığa yürüyordu. Bazı arkadaşlarımla aramın açılmasını da göze alarak karşılarına geçtim bu sefer. Çünkü ben, her ne kadar Erdoğan’a bazı noktalarda kızsam da, AK Parti’ye tepki göstersem de kimi şeylerde, onların iktidardan (hem de bu şekilde) gitmelerini istemiyordum. Çözüm süreci gibi cesur adımların atıldığı bir zeminde böyle bir değişim arzu etmiyordum.

“Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir...” diyen Bediüzzaman’ın okuruydum. Ben Gezi seyyiesinin veya diğer birkaçının, hükümetin çok sayıdaki hasenatını örtmesini kabul etmiyordum.

Bütün bunlardan önce, itiraf etmeliyim yine, benim Erdoğan’a saygım da vardı. Her darbe döneminde korkup geri adım atmaya alışmış siyaset, medya, cemaat, siviltoplum dünyamızın aksine, o her halukârda dik duruyordu. Bu dik duruşu, bir vatandaş olarak, bize de öğretiyordu. En tehlikeli zamanlarda, kefenini başına geçirmiş, biraz da bizim daha iyi günler görmemiz için cesurca cuntaya direnmiş bir adama, böyle toplumsal bir olayda sırtımı dönmek, kimse kusuruma bakmasın, hainlik gibi geliyordu.

Hem eylemin ilerleyen günlerinde, hükümet uzlaşmak için el uzattıkça, Geziciler direnişlerini anlamsızlaştırarak varlıklarını devam ettirmeyi tercih ettiler. Bu da benim tavrımı etkileyen ikinci birşey oldu. Evet, elbette istibdata karşıydım. Ama yukarısı uzlaşmak için elini uzattığında onu reddeden anarşiye de karşıydım. Birisinden yana olmamam, diğerine katılmamı gerektirmiyordu. Ki zikredilen durumda, başta istibdat ile halkı galeyana getirmiş olanlar bu yanlışlarından dönmüşlerdi. Fakat bu sefer de başta haklı bir noktadan yola çıkan eylemciler oradan mantıksız bir isyan devşirerek vandallık ve anarşi yapıyorlardı.

Bu süreç içinde “Aman devletçi olmayalım!” diye çabalayan birçok kardeşim de istibdat ve anarşi ekseninde bir savrulma yaşıyor, kendisi bu savrulmanın farkında olmadığı gibi, sizi de tavrınızdaki değişimden ötürü döneklikle veya savrulmakla itham edebiliyordu. Halbuki yazıya başlarken alıntıladığım paragraf, kanaatimce, bize böylesi durumlarda nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini de ders veriyordu.

Nihayetinde, evet, ben Gezi olaylarında bir kapılma yaşadım. Sonrası eğer bazıları için savrulma ise bunu da yaptım. Ama her ikisinde de doğru bir yerde durduğumu düşünüyorum. Devletin başta istibdadını gördüm ve Gezicilere destek verdim. Ahirde ise Gezicilerin anarşiye gittiğini görüp geri adım atmayı başarmış ve o olaydaki istibdadından vazgeçmiş bir hükümeti destekledim. Muğalata veya cerbeze yapmadım. Bunun adı sizin katınızda neyse, benim için farketmez. Ben, vicdanımdan ve Risalelerden böyle ders aldım. Halim budur.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...