Friday, November 14, 2014

Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara!

Aslında bu mesele, hiç de üzerime vazife olmayan, ama çenemi de tutamadığım bir mesele. Şu an Nurcu altgrupların tamamına yakını birbirini yiyor. Hatta o altgruplar bile daha altgruplara ayrılıyor. Her yer kaynıyor. Her yerde bir dönüşüm var. Taşlar havada, kendilerine konacak yeni yerler arıyorlar. Bu dönüşümü iki şekilde açıklayabiliyor yahut da gelecek adına senaryo olarak öngörebiliyorsunuz. Birincisi: Nurculuk daha alt ve küçük gruplar halinde yoluna devam edecek, gelecek yirmi yıl da bu gruplarla sürecek. (Ki mevcut durum da bütünleşme anlamında bundan daha olumlu bir yorum yapabilmeyi mümkün kılmıyor.) İkincisi ise: Bütün bu gruplaşmalar, kamplaşmalar yok olacak. Geriye sadece fert fert, belki bütünden bağımsızlık anlamında birey birey, Nurcular kalacak. Şu an bir geçiş evresindeyiz. Yaşanan sancılar da bunun sancıları. Ben, biraz iddialı olsa da, gelecek adına şu ikinci senaryonun daha kuvvetli bir ihtimalle vuku bulacağını düşünüyorum.

Bunu ne sağladı? Bunu 'en büyük taşın' yerinden oynatılması sağladı. Statüko, genelde küçük taşların oynamasıyla kendinden ödün vermez. Fakat en büyük taş yerinden oynadığında, herkes hiyerarşideki konumunu bu büyük taş ile irtibatlı bir şekilde sürdürdüğünden (hiyerarşi zaten budur) yer yerinden oynar. Gülengillerin bir yanının Risale-i Nur'la ilgisi, fiiliyatta tüm sorunlarına rağmen gelenek olarak Risalelerden beslendiğini söylemesi ve büyüklüğü, bugünkü durumda onun yıkılmasıyla bütün düzenin restorasyonunu kaçınılmaz hale getirdi. Zira bütün Nurcu gruplar Gülengillerle bir şekilde etkileşim içindeydi. Bazıları gelir noktasında da onlarla irtibatlıydı, muhtaçtı. Bazıları ise içdizaynını bile onlara bakarak, bir noktada 'onlar gibi olmaya çalışarak' oluşturuyordu. Bunun dışında çoğusunun içinde fiiliyatta Gülenci, ama nedense o gruplar içinde 'o grupçu' gibi duran insanlar vardı. Hükümet-Gülengiller gerilimiyle birlikte onların da çoğusu kendilerini açık ettiler. Bu sefer bu kararsız moleküller diğerlerini de daha kararsız bir hale getirdi. Kararsızlık kimyada bir halden başka hale geçmeye/dönüşmeye yatkınlık anlamında kullanılır.

Hükümet-Gülengiller gerilimi sürerken, iş, Risale-i Nurların, bandrol konusunda girilen çıkmazdan dolayı 'basılmaması' noktasında tıkanınca, bu sefer saflar daha da keskinleşmeye başladı. Kimileri bunu "Risale-i Nur yasaklanıyor!" lansesiyle pazarlarken, diğer bir kısmı "Risale-i Nur'a devlet tekeli!" demeyi tercih etti. (Daha komik olan: Bu iki argümanı beraber kullanan insanlardır.)

Endişeyi körükleyen veyahut 'vehme vücud verdiren'se süreçteki belirsizlikler. Yani Risaleler tekrar ne zaman basılmaya başlayacak? Bu sorun tam anlamıyla ne zaman çözülecek? Bu hâlâ üzerinde sis perdesi duran bir mesele. Özellikle bu işin sorumluluğunu üzerine alan insanlar bu noktada net bir takvim sunamıyorlar. "Şu tarihten itibaren artık gönül huzuruyla basılmaya başlayacak!" diyemiyorlar. Bu da işleri iyice sarpa sardırıyor. Şu an herkesin evinde külliyat var, internetten de ulaşabilmek mümkün, ceptelefonu uygulamaları da serbest satılıyor. Ancak yine de kitap baskılarının daha uzun bir süre yapılamaması, şu an sesi çıkmayan insanların "Yeter, ne zaman çözülecek bu iş?" demesine sebep olabilir. Gözardı etmemek gerek bu ihtimali. Bekletilmiş sabır, sabır değil öfkedir.

Ancak bütün bunların ötesinde; bu mesele üzerinden hükümete çakma çabaları bana komik geliyor. Hele Risalelerin yasaklandığını söyleyenlerin, bu sözlerinde kastettikleri, eğer Yeniasya ve Gülengiller gibi; "İnönü bile bu kadar ileriye gitmemişti!" gibi insanın neresiyle güleceğini şaşırdığı iddialar ise, iki laf diyeceğim var. Bu laflardan birincisi, onların ikiyüzlü oldukları. Evet, ikiyüzlüler çünkü Risalelerin yasaklı olduğu döneme dair derslerde, yazılarda, sunumlarda anlattıkları şeylerin bindebiri bile şu an oluyor değil. Ne insanların evleri basılıp Risaleler toplanıyor. Ne yanlarında Risale bulunanlar hapse atılıyor. Ne de Risale okuyanlar taciz ediliyor. Bilakis, böylesi bir durum olsa, Nurcuların en özgüvenli bir şekilde haklarını alabilecekleri dönem bu dönem. Hal böyleyken, sanki o dönemin hatıralarını daha önce bizim gibi yaşı küçük Nurculara anlatmamışlar gibi; "Bunlar İnönü'den daha beter!" türünden şeyler söylemeleri, hakikaten neremizle güleceğimizi şaşırdığımız hallerden.

Bir de Bediüzzaman'ın Risalelerin yasaklanması ve belalar arasında kurduğu ilgiyi biraz tuhaf anlıyor bu insanlar. O zamanlar sadece Risaleler yasaklı değildi, herkes yasaklıydı. Ve Bediüzzaman, o dönemde Risale hareketini tüm iman hareketlerinin öncülü olarak görüyordu. Dolayısıyla Risalelerin yasaklanması doğrudan iman hareketinin önüne çekilen bir setti. Risaleler, Risale oldukları için değil; sabık düzenin kurgu müslümanına karşı direnen ilk kuvvet oldukları için yasaklanıyordu. Nerede bu tarz bir yasaklanma ve bu yasaklanmanın ardındaki zihniyete yönelik musibet tehditi, nerede bugün yine Nurcuların kendilerini soktukları yasal bir çıkmazdan ötürü Risalelerin matbaada basılamaması? Şu an ben üç ayrı siteden Risale okuyabiliyor, evimdeki külliyata da parkta, bahçede, okulda, kütüphanede, her yerde rahatça açıp bakabiliyorum. Bu mu yani sizin gözünüzde İnönü'den beter olan Erdoğan'ın bize uygulayabildiği yasaklama? Bu mu sizin yasaklanma anlayışınız? Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara! Yuh olsun!



Thursday, November 13, 2014

Sevilmek kadar sevilmemek de sünnettir

Sevilmek kadar sevilmemek de sünnettir. Beğenilmek kadar beğenilmemek de... Allah Resulü, dünyaya geldiği dönemde, herkesin sevdiği birisi değildi. O da herkesi sevmiyordu. Şartları vardı. Muhtemelen Ebu Cehil gibiler nefret de ediyordu ondan, ama bu onun 'saygınlığına' halel getirmiyordu. Kafamızı takmamamız lazım bu açıdan sevilmeye veya beğenilmeye. Bunun etrafında dönerken bile, bir açıdan, böyle bir yaramın olduğunu ikrar ettiğim söylenebilir. İnsanî olan her yara bende de bulunur. Zaten yazarken de yapmaya çalıştığım kendi yaralarıma kızgın bıçak sokmak. İçindeki kurşunu çıkarmazsan, o yara iyi olmuyor. Üstüne sargı bezini geçirip görmezden gelmekle kurşun yarası iyileşmez.

Bizde, her nedense, Allah Resulünü tek yönlü görme hastalığı var. Yani Allah Resulü hep sevilmiş, beğenilmiş gibi. Hiç kızmamış veya soğuk bakmamış gibi. Bizi de 'Allah'ın sevmediği insanların karşısında bile' bükülmeye zorlayan hastalıklı bir algı bu. Böylesi insanlar, işlerini güçlerini, sevgi pıtırcığı gibi, herkesin suyuna gitmek, her nabza göre şerbet vermek, ilkelerle değil ilişkilerle âbâd olmak biliyorlar.

Bence müslümanlık bu değil. Müslümanlık, sevenlerin kadar sevmeyenlerinin de olduğu, hoşgördüklerin kadar hoşgörmediklerinle de karşılaştığın bir düzlemde yaşanır. Emr-i bi'l-maruf ile nehy-i ani'l-münker böyle bir yaşantının iki yanıdır. Ancak bizde nehyi yaparken hep bir tereddüt var. "Ya küserse bana?" Biraz daha kollektifi ise şöyle oluyor: "Kardeş, yaptığın uhuvvete aykırı!" Bana böylesi serzenişlerde bulunanlara şöylesi sitemlerde bulunuyorum: "Siz, Allah Resulünün, bir sahabisini yanlışta görüp de 'Uhuvvete zarar gelir' diye onu uyarmadığını duydunuz mu?" Aksine; kardeşliğin pek vefa görmeyen bir başka cinsi de, yanlışta gördüğün insana 'orada olduğunu' hissettirmektir.

Biz şu an ihsan makamını, insanlar nazarında bir ihsan olarak yaşıyoruz. Evet, 'Allah'ı görür gibi yaşamak' olarak Efendimiz aleyhissalatu vesselamca tarif edilen ihsan, bizim için, Onun gözünde değil, insanların gözünde yaşanılan bir ihsana dönüşmüş. "İnsanlar ne der?" daha önemli bizde. Bu normalleştirmeyi yapan da teveccüh-i nas'ı Allah'ın rızasının bir belirtisi saymamız. Allah'ın rızasının 'büyük inkişafların' tek kaynağı olduğunu düşünüyoruz. Halbuki bazen istidraç da olabilir böyle şeyler. Bediüzzaman bizi uyarıyor. Muvaffakiyet yalnız başına ihlasın delili değildir. Rıza garantisi vermez. İstikametten büyük keramet yoktur. Bazen Allah, yanlışta gördüğü kulunun önünde de dünyanın işlerini kolaylaştırır. Bu onu kazanmak için değildir, daha fazla batmasını sağlamak içindir. Tekrar başa dönersem: Sevilmek kadar sevilmemek de sünnettir. Beğenilmek kadar beğenilmemek de...

Beğenilmesen de yazamaz mısın yani?

"İnsanlar onlara: 'Düşmanınız olan insanlar, size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun' dediler. Bu onların imanını artırdı da: 'Allah bize yeter. O ne güzel Vekil'dir' dediler." Âl-i İmran sûresi, 173.

Bu hafta daha önce çizdiğim şeylerin altını birazcık sileceğim. Belki fazla yalın ifade ettiğim şeyler oldu. Onları bir parça yumuşatmak lazım. Öncelikle: Genç yazarlara hiçkimsenin aldırmadığını söylemiştim. O kısmen yanlış. Fakat nasıl söylesem? Mümkünse ilk el aldığınız yerden başka bir yere yüzünüzü dönün farkedilmek için. Yahut da farkedilmeyi aramayın. İkinci söylediğim biraz daha zor geldiğinden ve yeni yazarlarda en az bulunan şey 'sabır' olduğundan birincisine geri dönelim: Yüzümüzü başka yere dönmek ne demek?

Bir yazar adayı genelde içinde yetiştiği ortam tarafından en son farkedilir. Önce farkedenler ise neredeyse herkestir. Sizi evveliyatınızla tanımayanlar, eğer varsa, yeteneğinizi daha kolay gözlemlerler. Bu bir açıdan şuna benzer: Ebeveyniniz sürecin her aşamasını görebildikleri için yıllar sonra tekrar uğrayan bir yabancı kadar boyunuza şaşırmazlar. Canlandıralım: Selami amcalar geliyor ve "Aaa! Vaaay! Bu çocuk kocaman olmuş!" deyiveriyor. On santim uzamışsınız belki. Ebeveynde ise tık yok: "Ayol ne büyümesi. Aynı çocuk işte. Abartma!" Bu neden mi böyle? Çünkü yakınlarınız yavaşça ısınan sudaki kurbağaya benzer. Pişene kadar piştiğini anlamaz. Yabancılarsa kaynar suya atılan kurbağalar gibidir. Hemen ısı farklılığını algılarlar. Misalimiz Fransız mutfağındandı.

Bir yakınınıza yazı gönderip "Beni okur musun?" demek darağacında sıranızı beklerken cellada "Şu tabureyi azıcık iter misin?” demeye benzer. Yazıyı gönderdiğiniz anda 'olmadığınızı' ilan edersiniz çünkü. Karşınızdaki de size ‘olmuş’ muamelesi yapmaz. Daha doğru olan, eğer yapılmadan durulamıyorsa, karşıdakinin takdirini bekleme dürtüsüyle değil, yazıdaki düşünceyi istişare etme niyetiyle göndermektir. Bu sırada yazı zaten muhatapça okunmuş olur.

Belki şu usûl denenebilir: "Böyle birşey karaladım, ama bir baksana sen de, yanlış söylediğim veyahut ilave etmem gereken birşey var mı?" Görüldüğü gibi burada karşı tarafa değerlendirmesi için sunulan şey 'yazarlığınız' değil, ıskaladığınız veya eksik kalan şeydir. Bu muhatabınıza şu mesajı verir: "Adamım, yazabildiğimi biliyorum, sakın yeteneğimi sorgulama. Birşeyler katabileceksen, onu bekliyorum, tamam mı?" Çünkü zaten yazar adayları yazamadıklarına inanmaya yatkın değildirler. Ancak bunu açıktan söylemezler. Kendilerini doğru şekilde ifade edememeleri nedeniyle de teşebbüsleri genelde kırgınlıkla neticelenir.

Ancak, bir kardeşiniz olarak ben, hiçkimseye yazılarınızı göndermemeniz taraftarıyım. Şahsen ben gönderdiklerimden fayda görmedim. Emeğimize bağlı şeylerin yardımla hızlı aşılacağını düşünmek yanlış. Ne güzel. Teknoloji ilerlemiş. Blog kurabiliyor, sosyalmecralardan yazılarınızı çok daha fazla kişiye, üstelik isimlerine mail atmadan ulaştırabiliyorsunuz. O halde ümit maskesi takmış bir açgözlülükle daha fazlasına zorlamamak lazım. “İkincil niyetler birincil niyetleri öldürür!” demiştim serinin bir önceki yazısında. Bunu şimdi Bediüzzaman'ın 9. Mektup'taki bir izahıyla da detaylandırmak istiyorum. Diyor ki mürşidim:

"Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan merâtib-i mâneviyeye ve derecât-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mâl-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder."

Evet, birincil niyetiniz eğer dünya olursa, kaçınılmaz bir şekilde 'tiksintiyi' üzerinize çekiyorsunuz. Uğraştığınız da bu yüzden elinize daha zor geçiyor veya hiç geçmiyor. Fakat birincil niyetinizi fıtrî gelişim sürecine, yani bir açıdan ‘kimseye el açmadan farkedilme sürecine’ bıraktığınızda, hırsınız da doğru yere kanalize olduğundan sizi yarı yolda bırakmıyor. Çalışmaya devam ediyorsunuz.

Misal: Yazmanın gerek şartının güzel/faydalı şeyler yazmayı istemek, yeter şartının da bunları yazabilmek olduğunu düşünürseniz, bu düşünce sizi bir ömür verimli kılabilir. Seçiminiz kısa vadede maddi bir fayda getirmeyecek ancak uzun vadede 'yazmış olmayı başarmak'tan dolayı sizi iç huzura kavuşturabilecek birşeydir. Ve burada hırsınız 'kendi istidadınızı/yeteneğinizi isbat' olduğundan alacağınız lezzet de lezzet-i ruhaniyeye yaklaşır. Lezzet-i ruhaniye ile nefsî lezzetlerin birbirinden ayrıldığı yer: Ruhanî lezzetin tadı damaktan gitmez. Nefsî lezzet tattığın anda senden ayrılır, terkeder, geriye özlemi/sancısı kalır.

Bir fakire sadaka vermek anımsadığınız her anda size lezzet-i ruhaniye verir. Tadı hep damakta kalır. Ancak herhangi bir harama ayırdığınız, onunla ilgili his tatmin olduktan/doyduktan sonra, sancımaya başlar. Edilen masraf hatırlanır, harcanan vakit yüreği sıkar, elde kalanın hiçliği canı darlandırır, pişmanlığı vicdana baskı yapar, ruhunuz inim inim inler. Nefsî lezzetlerin ömrü helal dairesinde bile olsalar kısadır. Ama lezzet-i ruhaniye dediğimiz şeyin saadeti ruh gibi bakidir.

İşte, yazmanın hedefi olarak lezzet-i ruhaniyeye daha yakın birşey seçerseniz, onun gücü sayesinde daha devamlı çalışırsınız. Misal: Yazmanın amacı olarak rıza-yı İlahî'yi ararsanız elbette bu arayış sizi daha çok yazar kılar ve onay almak zorunda da bırakmaz. Çünkü Onun rızası amelin kalitesinden ziyade niyetteki ihlasa bakar. Varmayanı da yola çıktı diye kabul etme ihtimali vardır.

Bu semaya çıkması zor. Kabul. Fakat bari ‘fıtratınızın hakkını vermeyi’ merkezinize alsanız. Mesela: Sırf Yaradanınızın size yazmayı sevdirmesinden ötürü yazsanız. Başkalarından birşey aramadan, "Siz olmasanız da ben yazacaktım, evet, çünkü buna yaratılmışım!" diyebilseniz, o vakit bu da sizi verimli kılar. Hüzne de uğratmaz. Hadi, buna da çıkamadınız, keşke inatçı olsanız. Size: "Sen yazmayı beceremiyorsun!" diyenlerin inadına kalemi kovalamaya devam etseniz. Bu sefer de inat ile yazsanız. İnat da güzel yazdırır çünkü:

"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."

Yani yazmanın çok farklı motivasyonları da var. İnat, öfke, ihtiyaç, intikam, kendini gerçekleştirmek, işe yaramak, birşeyler üretmek, ihlas vs. Neden ‘beğenilmek’ veya ‘çok satmak’ isteyesiniz ki? (Tamam, para da tatlıdır, haklısınız.) Onların motivasyonu sizi bir yere kadar götürür. Doyumunda ise amaçsız bırakır. Hem yazarların bin tanesinden ancak bir tanesi gördüğü ilgi ile tatmin olur. Gerisi açıkta kalır. Dürüst olalım arkadaşım. Yazı piyasası öyle geçim sağlanacak bir yer değildir. Tutması ihtimali milli piyango bileti kadar uzaklarda bir hülya için çabalamaktansa, inadınızı kızıştırıp, farkedilmemenin intikamını bahtınızdan alsanıza! İnanın bana, intikam, ilham perilerinden daha çok yazdırır.

Monday, November 10, 2014

İçimdeki ateiste mektuplar 4: Timsahın duası

Bir belgeselde izlemiştim. Vahşi hayvanlar, sürüler halinde bir su birikintisinin (göl demek biraz zor) çevresinde toplanıyorlardı. Bir şeylerden korktukları çok belliydi. Fazla beklememe gerek yokmuş neyse ki. Beş dakika bile sürmeden bu tedirginliğin hikmet-i vücudu ortaya çıktı. Bir timsah ansızın yerinden fırladı ve gaflette yakaladığı bir tanesini suya çekti.

Ölümler de en az 'hayat buluşlar' kadar organize ve gerekli. Belki bunu bana, her gün binlerce canlıyı öldüren dünya mezarlığı düşündürüyor. Zira bu dünyaya gelenler ve gidenler öylesine orantılı ki, birisi tarafından ayarlanmamış olması mümkün gözükmüyor. Böyle mükemmel bir intizam, gelir-gider dengesi olmadan korunamaz.

Şöyle enteresan bir şey okumuştum: İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerin erkek nüfusunda büyük azalışlar olmuş. Fakat burada enteresan bir şey var. Aynı ülkelerde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki doğumlara bakıldığında, erkek çocukların doğum oranı, kız çocuklarının doğum oranının neredeyse iki katına ulaşmış.

Sanki dünyaya gelen çocukların bu açıktan haberi varmış da eksikliği kapamışlar gibi. Ve bilim adamları şaşırmış. “Doğa yaşamak için yol buluyor...” diye düşünmüşler. Sanki doğa dediğimiz otun, böceğin aklı var da bunları düşünüyor.

Empati yapıyorum ve kendimi timsahların yerine koyuyorum. O ağır cüsseleriyle uzun kara koşuları yapamayacak olan biçareler, elbette rızkı ayaklarına bekleyecekler. Hem zaten suyun dışında, yanlış hatırlamıyorsam, üç günden fazla yaşayamıyorlar. Siz böyle sınırlarla yaratılmış olsanız, nasıl dua ederdiniz Allah’a? Mesela şöyle olabilir mi:

“Allah’ım, benim rızkımı kovalamaya gücüm yetmiyor. Vücudum ağır, suya muhtacım. Sen rızkımı bana gönder!” Galiba timsahlar da böyle dua ediyorlar. Zira belgeselin devamında öğrendiğime göre, o bölgede timsahların bulunduğu sudan başka içme suyu kaynağı yokmuş. Yani o vahşi hayvancıklar, korkarak da olsa, suya yanaşmaya mecburlar. Dahası var. Eğer timsahlar onların sayısına böylesi bir ayar çekmese, hızlı nüfus artışları nedeniyle ortalığı sararlarmış. Nesilleri çoğalır ve başka hayvanlar için sıkıntı yaratırlarmış.

Onlar böyleyse, peki ya diğerleri? Sahi, bir seferde binlerce yumurta bırakan balıklar ve on binden fazla tohum saçan haşhaşlar var. Eğer onlara da Allah böyle bir sınır koymasa, dünya nasıl bir yer olurdu? Bu yüzden hepsinin bir sınırı var arkadaşım. Ve herkesin bir duası var. Şuurlu ettiklerimiz bir yana, haberimiz olmadan ettiklerimiz de var. Kuşların da var. Ağaçların da var.

İnanmıyor musun? Hatta ağaçlarınki o kadar mucizevî ki, onların muhtaç olduğu su, ta başka okyanuslardan gökte taşınarak getiriliyor. Damlacık, damlacık yüzlerine serpiştiriliyor. Böyle hizmet nerede var? Şu dünyaya dikkat et! Her canlının arzusu, adeta duası işitilir gibi hiç ummadığı yerlerden karşılanıyor. Yavrular, annesinin sinesinden süt emiyor, insanlar tat bilmez bir böcekten bal alıyor ve elsiz bir böcekten ipek giyiyor. Hayat bir şekilde sürüyor.

Seni bilemem. Ama ben gördüğüm harikaları 'duaların sahibinden' başkasına veremem. Bu kadar farklı arzuların, bu kadar farklı canlıdan, bu kadar farklı şekillerde semaya yükseldiği bir kâinatta, Allah’tan başkasına bir zerreciğin yükünü yükleyemem. Zira bir ağaç için, bir güneş gerek. Bir güneş içinse, bir kâinat. Herkesin duası, bir diğerine bakıyor. Bunların hepsini işiten ve birbirine uygun cevaplar veren, ancak O olabilir.

Yazmanın motivasyonları 1: Sana iltifat eden, seni esir almak ister

"Genelde olduğu gibi, bir kişinin kararlılığı, gücünü kalabalıktan alanların cesaretini kırmaya yetmişti." Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar

Yazmanın onlarca motivasyon kaynağı içinde yalnız 'beğenilmeye' güvenmek, 'teveccüh-i nas'a müptela olmak, mantıksız iş. Elbette bu mantıksızlığın 'mantıksızlık' olduğunu anlamak için biraz törpülenmeniz gerekiyor. Görmezden gelinmeniz, bekletilmeniz, hatta birkaç kez; "Herkes de yazar oldu arkadaş!" hitabına maruz kalmanız hoş oluyor. Alaya alınmak bile faydalı olabilir bu noktada.

Her nedense, her yazan, ilk yazmaya başladığı günlerde enerji kaynağı olarak 'beğenilme ve farkedilme' arzusunu kullanıyor. Halbuki en marazlısı o. İnsanı kullanılmaya en müsait kılan; hakikati değil, teveccüh edileni söylemeye mecbur eden teveccüh-i nastır. Bediüzzaman'ın teveccüh-i nas ile arasına koyduğu mesafe, yani ondan kaçınmanın gerektiğine dair söyledikleri, sadece kibirden kaçınma merkezinde değil bence. Teveccüh, aynı zamanda yazının (ve öncesinde fikrin) kalitesini de mahveden birşey.

Şöyle ifade edeyim: Bir yazar, birşeyler karalıyorsa ve bu karaladıklarına özeniyorsa, bu, hakikate duyduğu saygıdan dolayı olmalıdır. Kalite veya sanat bu yüzden aranır. "Allah güzeldir, güzeli sever" sırrınca yaptığını güzel yapmak zaten 'yapmanın' omzuna yüklediği birşeydir. Sen bu birincil niyetin ardına ikincil bir niyet (ne bileyim 'insanların beğenisini' mesela) eklediğinde birincil niyetin gümleyip gidiyor. Her yazının bir merkezi oluyor çünkü. Etrafında dönebileceğin yalnız bir eksen var. Merkezine kimi alırsan, sözlerini o şekillendirir. Ya hakikatin kendisi yahut da teveccühün kendisi.

"Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir. Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir."

İnsanların teveccühünün ayrıca bir esir alıcı, bir de tembelleştirici yanı vardır. Size düzenli iltifat eden bir okurunuzu düşünün mesela. Ondan aldığınız her iltifatta sevindirik oluyor, bulutların üstüne uçuyorsanız, büyük problem; zira tattıra tattıra bağımlısı yaptığı şeyi çekip ücret talep etmesi yakındır. Para olarak düşünmeyin, ilk isteyeceği şey; söylediğinizi, onun doğru bildiği ile çelişmeyecek bir şekilde ifade etmeniz. Yani bükülmeniz. Dilenciliğe hazır olun.

Tamam, bu ilk evrede, sizden birebir düşündüğü gibi şeyler yazmanızı istemez, ama yazdıklarınızın düşünceleriyle çelişmesini de istemez. (Açıkça çelişmesin en azından.) Bu noktada sizi biraz evriltir kendine doğru. Bağımlılığın ilk alameti; hakkın hatırı dışında başka hatırların da 'âli' olmaya başlamasıdır. Onu kırmak istemezsiniz. Bazı cümleleri olması gerektiğinden, belki ilk yazdığınız halinden daha yumuşak söylemeye başlarsınız. Halbuki ilk dersi kaçırmışsınızdır: Hz. Musa'ya 'kavl-i leyyin'le söylettiren Allah'tır, Firavun'un iltifatı değildir. Ve Hz. Musa, kavl-i leyyin'i bükülmek değil; hakikati, hakikatten soğutacak bir damara basma ile söylememek olarak anlamıştır.

İltifatları neden seviyoruz? Eğer yaptığımız şeyin zaten gerçekten 'becerdiğimiz' birşey olduğunu düşünüyorsak, iltifatın varlığı veya yokluğu neyi değiştirir? Sanıyorum iltifat tâbi olma öncelikle yazarın özgüven eksikliğinin bir neticesi. Yani muhtaçsın, yaptığının iyi olduğunu bilmek için bir ikinci kişinin onayını arıyorsun. Zayıfsın. Yoksa yazdığının iyi mi, kötü mü olduğunu bilmiyorsun, o kadar başındasın bu işin. Acaba? Eğer buysa yalnız, böyleleri işte en çabuk yazmayı bırakanlar olur. Çünkü kendileri de kendilerine inanmazlar zaten. Kısa bir ilgisizlik onları bitirmeye yeter.

Yeni yazarların tamamı böyle değil. Bir kategori daha açalım. Zira, ilginç olarak, yazma yolculuğunun en başındaki diğer bir grup insanlar, yani bizler, birileri yazılarımızı beğenmediğinde onlara dil çıkarmaktan ve "Seni kim beğenmiş?" demekten geri kalmıyoruz. (Okusun diye gönderdiğimiz halde.) Demek ki, aslında yazdıklarımızın güzel olduğuna inanıyoruz. Eh, zaten inanıyoruz ki yazıyoruz. Peki, bu gösterme merakı nedir? En açık ifadesiyle: Zaaftır. Hamlıktır. İnsanlar beni sevsin, beni övsün, ben harikayım, ben muhteşemim şeysidir bu. Maskeye gerek yok. Yazılarını sağa sola gönderdikçe; "Öff, yapıştı bu da iyice. Her yazısını gönderiyor!" deyip insanların ardından güldüğü; haydi, gülmese bile sıkıldığı genç yazarlar böyle ortaya çıkar. Çünkü beğenilmeye niyet, beğenilmeyi öldürür.

"Hayrat ve hasenatın hayatı niyetledir. Fesadı da ucb, riya ve gösterişledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıta bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalinölümüdür. Mesela, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et."

Ben, bunun yerine, genç yazarlara farklı bir motivasyon kaynağı öneriyorum. Ve altın değerinde bir öneri olduğunu düşünüyorum bunun: Beğenilmek değil; rahatsız etmek, kızdırmak. Bunun beğenilmekten daha güçlü ve daha yazdırır bir güç olduğunu düşünüyorum. Birincisi; ezberbozan her düşünceniz, bir ezbere iliştiğinden dolayı zaten ister istemez 'okunulur' oluyor. Örneğin: Ezberi bozulmasın isteyen, size cevap verebilmek için, okuyor. Ezberinin bozulmasına açık olan ise; "Nihayet ezberimi bozacak malzeme ortaya konmuş!" diyerek sizi takip ediyor. Nasıl ama?

İnsanların aslında o kadar da ehemmiyeti ve samimiyeti olmayan kuru tasdikini almaktansa, 'insanları sarsmaya' ne dersiniz? Okur-yazar ilişkisi anlamında değişen rolleri ise şöyle ifade edebilirim: Onlar sizin sırtınızı sıvazlamasın, siz onları omuzlarından itin. Sarsılsınlar. Dünyanın kafalarının içindekinden ibaret olmadığını hissetsinler. Bu daha çılgınca ve yazdırır bir motivasyon kaynağı değil mi?

Teveccüh müptelası olursanız, insanlar tarafından beğenilmek istedikçe beğenilmeyecek ve soğuk düşeceksiniz. Yazınıza iltifat edenler bile muhtemelen hiç okumadan, hatta biraz sorgulasanız yazınızın başlığını bile hatırlamadan "Kalemin güzel!" diyecekler. Açık söyleyeyim: Aldatılıyorsunuz. İdare ediliyorsunuz.

Okurlar, özellikle kendileri de yazar olan okurlar, onları sarsacak ve tahrik edecek şeyler yazmadığınız sürece size dikkat etmezler. Size ihtiyaç duymazlar ki okusunlar! Zaten kendileri yeterince güzel şeyler yazıyorlar. Bir gencin daha yetişmesi falan. Peh! İnanın bana kimsenin umurunda değilsiniz. Her taraf kum gibi yazar kaynıyor ve bu kazandaki hiçbir dane diğerinin umurunda değil. (Piyasadaki tecrübelerimden bunu söylüyorum.) Ta ki, can yakana kadar. Can yaktığınız zaman "Ne diyor bu salak?" diye okumaya başlıyorlar. Önce sizi değiştirmeye çalışıyorlar. Değiştiremezlerse, anlamaya başlıyorlar. Ama o bile umurunuzda olmuyor. Çünkü artık aradığınız o değil.

Bu yazıyı yazmamın sebebi bana yazılarını gönderen genç arkadaşlardır. Bu arkadaşları anlayamıyorum. Belki ben de onlar gibiydim, bilmiyorum, serüvenimi bu yönüyle çok hatırlamam. Bana yazılarını göndermelerinden sonra, eğer yazdıklarında hata bulursam veya "Şunun altı boş kalıyor" gibi şeyler söylediğimde çok alınıyorlar. Sanki yapmam gereken sadece iltifat etmek. Ve ben bunu farketmiyormuşum gibi oluyor. "Ne yaptın sen? Rezil!"

İnanın bana, bir sonraki maillerinde üşenmeyip benim yazılarımdaki hataları bana yazanlar bile oldu. İyi de ben zaten ne mal olduğumu biliyorum. Bunu senin bana söylemene gerek yok ki. Yazılarını sana gönderen ben değilim, bana gönderen sensin. Ben birşey olduğumun iddiasıyla yazmıyorum o yazıları. Sadece kuyuya bir taş atmak istiyorum, yüz akıllı o taşı çıkarmaya çalışırken bilgi üretsin diye. Bu kadarcık olsa, bana yeter. Kuyuya taş atanla, kuyudan taş çıkarmaya çalışanın motivasyonları aynı değildir. Deli, iltifatın nasıl esir alıcı birşey olduğunu zaten bilir.

Sunday, November 9, 2014

İçimdeki ateiste mektuplar 3: Deprem ayeti

Bir deprem oldu, herşey birbirine karıştı. O zamanlar İstanbul’da olmasam da neler yaşandığını az çok biliyorum. İbret nazarıyla bakılınca her olaydan çıkarılabilecek dersler var. Buna (ne kadar korkutucu da olsa) deprem de dâhil. Örneğin: Deprem aynasında hazırlıksızlığımızı bir kez daha seyrettik. Herkes bocaladı, havlu attı. Başımız saydıklarımız ve/veya başımız sandıklarımız dahi bu hale şaştı. En hazırlıklı sandığımız kurumlar afalladı. Bir depremde oldu bu. Ve bazı kurumların (özellikle) felaketlere hazır olması gerekirdi. Zira bütün yatırımları işte böyle felaketler içindi. Varlık nedenleri bizzat buydu. Çadır yetişmedi; ilaçlar, araçlar yetmedi; battaniye bulunmadı, yiyecek/içme suyu bile kalmadı vs. Her yer bir depremde çaresiz insanlarla doldu.

Sadece bir deprem. Bir depremde insanoğlunun bütün tedbirleri berhava oldu! Hâlbuki bundan bin kez şiddetlisi her bahar olmakta. Her bahar, birden uyanışa geçen canlılar rızık diye varlık sahnesine koşmakta. Kıyafet diye bağırmakta. Barınak diye ağlamakta. Bir baharda, bir uyanışta, bütün canlılar kıştan kalkmakta ve kendi lisanlarıyla hayatlarını aramaya başlamakta.

Fakat ne gariptir, şu görünüşte kurumsuz, devletsiz, organizatörsüz(!) dünya şehrinde hiçbirisi aç veya açıkta kalmıyor. Her canlı kendine ait olan rızkı buluyor, buluşturuyor. Kendisi rızka koşamayanların gıdası köklerinden, yani bir nevi ayaklarından kendisine sunuluyor. Her ağacın bir zamanı var, o zamanda çiçek açıyor. Bir denge var, her bahar korunuyor. Bir sistem var, her bahar tıkır tıkır işliyor. Sahi, dünya şuursuz kafasıyla bunu nasıl başarıyor? Sözde bu âlemin en akıllısı sensin. Sen söyle arkadaşım. Sen bir depremde insan türünü hizaya getiremedin. Dünya bunu her bahar milyonlarca türde nasıl başarıyor?

Saturday, November 8, 2014

İçimdeki ateiste mektuplar 2: Bu nasıl tesadüf?

Gözleriniz neden başka bir yerde değil de burada, başınızın önünde, olması gereken yerde? Peki ya burnunuz, o neden iki tane değil de, sadece bir tane? Kulaklarınız neden avuçlarınızın içinde değil de, başınızın yanlarında duruyor? Saçlarınız uzar da, kaşlarınız neden uzamaz? Bütün kaslarınızın kontrolü sizde de, kalp kaslarının kontrolü neden sizden alınmış? Burnunuzun içinden bile kıl çıkıyor da, ağzınızın içinden neden çıkmıyor?

Bütün hücreler yenilenir de, sinir hücreleri neden yenilenmez? Bütün sıvılar donarken küçülür de, su neden aksine büyür? Bu kadar benzer organlardan oluştuğu halde (iki göz, bir ağız, bir burun vs.) yüzler nasıl bu kadar farklılaşır ve birbirinden ayrılır? Bir insan, bütün akrabalarına (yüzünün bir yönüyle) benzediği halde, nasıl tamamından başka bir fert olur?

Her insanın sesi neden bir diğerinden farklıdır? Her insanın parmak izi neden bir diğerinden başkadır? Her insanın retinası neden farklı kalınlıktadır? Bu kadar benzerlik içerisinde (her aşamada gerçekleşebilecek binler ihtimal varken) bizi birbirimizden kim ayırmaktadır?

Bence, modern bilimlerin hayata ve anlamına dair sorulara verdiği cevaplar; kurdun, Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği cevaplara çok benziyor. Neden mi? En iyisi misallendirelim. “Su donduğunda neden hacmi genişler büyükanne?” diye sorsanız; alacağınız cevap da şöyle oluyor: “Atomik yapısından dolayı yavrucuğum!”

Atomik yapısından. Hımm. “İyi de büyükanne, sen biliyor musun? Eğer su donduğunda hacmi diğer sıvılarda olduğu gibi küçülseydi, bir kış mevsiminde bütün nehirlerde ve göllerde canlılık biterdi? Dipten donarlardı ve canlılık da bir kış içinde yok olup giderdi. Sahi büyükanne, sen bunu biliyor muydun? Sen bilmiyorsan, su atomu, hayatın dengesi için lazım olan bu ayrıntıyı nereden biliyordu da böyle bir huy kazandı?"

Bir masalın kahramanı ettiler bizi. Yüzümdeki bu ayrıntılar, bu nakışlar ve incelikler bir usta tasarımcıya verilmezse, kime verilebilir? Kör tesadüfe mi? Akılsız evrime mi? Bu evrim denen şey, nasıl zeki bir şey ki, herşeyi olması gereken en uygun yere yerleştirebiliyor? Göz yakışıyor, kulak yakışıyor, burun yakışıyor. Yakışmayan da, her nasıl oluyorsa, eleniyor ama yok oluyor, izi de görünmüyor. 

Gözün veya kulağın vücutta yer alabileceği milyon tane yer varken, en uygun yere yerleştiren kim? Aç gözünü. Masal zamanı değil. Kurt seni kandırmak istiyor. Bu perdenin arkasında birisi var, bu pencereden bakınca bir zatın tecellileri okunuyor. Bir usta ressam, bir usta dekoratör, bir usta tasarımcı seni 'sen' kılıyor. Hem de öyle bir 'sen' kılıyor ki, dünyada tıpatıp benzerin bir kişi daha bulunmuyor. Buna ne dersin? Yüzbin maşallah demez misin? Peki, böyle yüzbin maşallah dediğini nasıl tesadüflere verirsin?

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...