Thursday, November 27, 2014

İslamoğlu Allah'ı aciz bırakabilir mi?

Muhakkak ki, Biz, herşeyi bir ölçüye göre yarattık.” Kamer sûresi, 49. ayet

Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür. Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır’da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır.

Atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi isimli ilmî(!) eserindeki ebced/cifir eleştirisine yukarıdaki cümlelerle başlıyor. ‘Kanaatimiz odur ki, Muhtemelen’ gibi ‘bulmadan önce bulacağına zaten iman etmiş’ bilimsel(!) ifadelerini irdelemeyi şimdilik bir kenara bırakırsak, İslamoğlu’nun eleştirisinin daha bu girizgâhtan itibaren ‘hakikati ıskalamış’ olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü İslamoğlu mevzuya başlarken bir dolu dogmasını kabullenmemizi istiyor. Bir sürü ezberini ‘sorgulanmazlık’ olarak dayatıyor. Diyor ki mesela: “Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür.” Siz de bunu böyle kabul edin! Yaaaa… Acaba? Acaba hakikaten öyle midir? Acaba tenkide açık kapı bırakılmayan bu muhteşem tesbit nereye yaslanmaktır?

Daha İslamoğlu bu sorulara cevap vermeyi aklından geçirmeden altını çiziyorum: Bu söylenilenler dogmadır. Zira sayıların ‘gizli hakikatlerin sembolleri olduğunu’ bize ilk öğreten Pisagor değil Allah’tır. Kainatta bilim namına ne varsa, bu matematiksel/ölçülü dengenin üzerine kurulmuştur ve zaten bunların keşfiyle/keşfedildiğince oluşturulmuştur. Bugün fizik olsun, kimya olsun, biyoloji olsun, astronomi olsun (veyahut daha alt kolları/üst dalları olsun) hepsinin bize gösterdiği şey: Allah’ın varlığı sayı sayı, rakam rakam, düzen düzen ifade edebildiğimiz orantılarla, formüllerle, ölçülülükle yarattığıdır.

Kainatı ‘bilinmek’ üzere yaratan Alîm-i Hakîm, elbette, yarattığını da rakam rakam okunabilir kılmıştır. Ve evet, farkettiğiniz gibi, Mustafa İslamoğlu’nu, ‘rakamları gizli hakikatlerin sembolü olarak kullanma yöntemini’ Allah’tan alıp Pisagor’a vermekle itham ediyorum. Çok biliyor olmakla iftihar ettiği Kur’an-ı Hakîm’i daha doğru düzgün anlayamadığını, kavrayamadığını, kuşatamadığını ‘içinde ölçüden bahsedilen her ayeti şahidim tutarak’ yüzüne çarpıyorum. Hatta, mürşidimin diliyle, kainat kitabını da kendisine dipnot gibi hatırlatıyorum:

Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.

Peki kainatı kaplayan ‘ölçülülük hakikati’ bize nasıl bir ders vermektedir? Ben şunu alıyorum mesela kendi payıma: Allah, kainatta, bizim rakamlarla ifade ettiğimiz manaların üstüne esma/sıfat bilgisini yüklemiştir. Çiçeğin yaratılışındaki düzen, önce, ilmi gösteren bir ölçülülük içinde tebessüm eder bize. Ve biz bu nizamı rakamla ifade ettiğimiz gibi, formülünü de yine rakamlarla keşfederiz. Yahut da not ederiz. Bu ölçüler altında yüzümüze sanat tebessüm etmeye başlar sonra. Parlar. Ölçülülük öyle bir düzeye varır ki, aklın farkettiği hakikatin dışında, göze de hoş görünen bir hüsne/güzelliğe bürünür. Ziyadeleşir. Sonra o sanat da, yine ister-istemez rakamlarla süslü, daha derin bir dünyaya çağırır sizi. Ta parmak izlerinize, retina kalınlığınıza, genlerinize kadar işlemiş ve sayı sayı okunan, size özel ihsan manaları da içeren, bir zinet/süs ile karşınıza çıkar.

Yani, arkadaşlar, bunların edebiyatını yapmadan önce hep rakam rakam okursunuz hakikatlerini. Ve bilim, rakamlarla (rakamlar bilimin küreğidir) derinleştikçe, yani rakamla ifade ettiğimiz ölçücüklerle yaratılmış bir varlığı önümüze serdikçe, biz de esmaya/sıfatlara uzanan yollar buluruz oradan. Allah’ın marifetine yollar ediniriz. O rakamlar bir şekilde karşımıza çıkar mesela ‘rahmet’ deriz. Başka bir şekilde tebessüm eder ‘cemal’ görürüz. Korkutacak kadar büyüdüklerinde celalle sallanırız, vs…

Sayılardan korkmayalım. Matematik esbaptaki ölçülülüğü ifade ettiğimiz dildir özünde. İnsan kendiliğinden bir matematik icad etmemiştir. Onun yaptığı sadece kainatta olanı keşfetmektir. İnsanı, kendisini tanısın diye yaratan Allah, kainatı da kendisini tanıtacak bir labratuvar olarak yaratmıştır. John Green, Aynı Yıldızın Altında romanında buna ne hoş değinir:

Neye inanıyorum biliyor musun? Üniversitede bir matematik dersi vardı, hocamız ufak tefek ve yaşlı bir kadındı. Hızlı Fourier dönüşümlerinden bahsediyordu ve bir cümlenin ortasında durup; ‘Bazen evren fark edilmek istiyormuş gibi görünüyor’ dedi. Ben de buna inanıyorum. Bence evren beklenmedik bir şekilde bilince eğilimli ve kısmen de zekayı mükafatlandırıyor. Çünkü zarafetinin gözlemlenmesinden keyif alıyor.

Aynı şeye, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında Robin Collins de şöyle dokunur: “Biz, fizikte esrarengiz denecek derecede uyum, simetri ve orantı görürüz. Ayrıca benim ‘keşfedilebilirlik’ adını verdiğim birşey ile karşılaşıyoruz. ‘Keşfedilebilirlik’ ile kastettiğim şu: Doğa kanunları adeta bizim akıl/zihin düzeyimizde birileri tarafından keşfedilsin diye dikkatle düzenlenmiş gibidirler.” Yine aynı kitapta Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ise şunları ekler bu hakikate:

Dünya’da akıllı bir yaşamın var olmasına izin veren aynı şartların, ayrıca evrenin gözlemlenmesi ve analiz edilmesine de tuhaf bir şekilde uygun olduğunu gördük. Ve bunun bir rastlantı olmadığına inanıyoruz. Aslında evrenin keşfedilmek üzere tasarlanıp tasarlanmadığı konusunu gündeme getiriyoruz. (…) Burada vurgulamak istediğim esas nokta, bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özelliklerin aynı zamanda etrafımızda olup bitenler hakkında keşifler yapmak için de en iyi ortamı sağladığıdır. Aslında Dünya’da bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki, bunları tamamen şansa atfetmek için kendimizi epeyce zorlamamız lazım."

Ben işte bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nu ‘Allah’ı keyfine göre sınırlamakla’ itham ediyorum. Kendi aklını vahyin rağmına merkeze almakla, vahyin sarahaten “Bende öyle birşey yok!” demediği bir meselede, varolan hadisleri de görmezden gelerek, kainatı matematiksel mesajlarla donatmış bir Allah’ın bunu vahyinde yapmadığını, arayanların da dalalette olduğunu söylemekle, asıl ‘sapan’ın kendisi olduğunu haykırıyorum. Suistimalleri mi gösterecek bana? Birşeyin yokluğuna suistimali ile hükmedilir mi?” diye sorarım ben de o zaman. Hem her ilmin suistimali olabilir. Bediüzzaman da şarlatanların bu ilmi çok suistimal ettiğini söylüyor. Fakat, bir ilmi suistimal, o ilmin reddine karine olur mu?

Piyasada bir sürü yalancı doktorun varolması tıp ilmini revaçtan düşürmüyor. Ebcedin/cifrin suistimalini Hurufîler yapıyorsa biyolojinin suistimalini de Evrimciler yapıyor. Fakat nasıl ki, ikincisinin dalaleti biyoloji bilimini bilim olmaktan tardetmiyor, kovmuyor; birincisinin sapkınlığı da Kur’an’da matematiksel bir mesajının da olmadığı anlamına gelmiyor.

Bir kere sen, hey atanmamış müçtehid, baştan; ‘Allah vahyinde matematik kullanmaz’ önkabulün ile konuşmaya başlıyorsun. Bunu da Kur’an’dan değil Pisagor’u okuduğun yerden çıkarıyorsun. Pekâlâ. Soralım o zaman: Allah senin dogmalarına uymak zorunda mı? Aciz insanlar bile mezartaşlarına böyle sözler/şiirler yazdırırken veyahut çocuklarına doğum tarihlerine denk gelebilen isimler koyabilirken, yani kelamlarına matematiksel arka anlamlar koyabilirken, Allah neden vahyinde bunu yapmaktan aciz kalsın? Sen öyle sanrılıyorsun diye Allah öyle yaratmaktan aciz olabilir mi?

Kibritinden kork arkadaşım

İnsanın ‘yaratma’ hususunda kafasını en çok karıştıran budur: Yıkmak kolay ama yapmak zordur. İkisi de eylemsel durdukları halde, birisinde tek bir parmak dokunuşuyla, bir bombanın düğmesine bakmakla mesela, korkunç büyüklükte sonuçlar elde edilebilirken diğerinde bir parmakçık ileriye gidilemez. Ne bileyim? Bir tuşla toprak yaratılamaz. Çiçek açtırılamaz. Bahar getirilemez. Birşeyi varetmek, sırf niyet-dua-dilek olarak arkasında durmaktan öte, sahada da her anlamda arkasında durabilmeyi gerektirir. Varoluşu için lüzümlu bütün yükü çekmeyi gerektirir. Varetmenin her yönüne kifayet edebilmeyi zaruri kılar.

Evet. ‘Hayır’ her zaman vücudî-varlıksal olana bakar ve bir tasarım-organizasyon işidir. Yıkmanın eylemsel yönü yapmaya benzese de özünde o ademîdir. Düzen, kaosun aksine, ‘kuvvet’le ilişkisinden önce ‘ilimle’ ve ‘irade’ ile ilişki kurar. Sebeplerin vehmettiğimiz gücüyse böyle bir süreci kaldıramaz. Arı balın kimyasını bilemez. Güvercin haritacılık yapamaz. İnekler biyolog değildir. Bulutlar merhameti bilmez. Bir fiili yaratmaya bir ‘Allah’ gerekir.

Her fiili yaratmaya ‘bir Allah’ gerekir. Çünkü hiçbir fiil yalnız değildir. Kainatı kuşatan düzenin parçasıdır. Kargaşaya dönüşmemesi için de düzenleyen ‘bir’ olmalıdır. Ancak, tek yaratan Allah olduğu halde, sahada sebeplere de müracaat edilir. Çünkü sebeplere müracaat yaratılışın teşrifatıdır. Edebine ittibadır. Uygun dilde edilmiş duadır. Arkadaşım, işte bu nedenle, tek yaratanın O olduğuna iman etmek, yani tevhide iman etmek, sebepler perdesini inkâr etmeyi gerektirmez. Sadece ‘yaratılışı kaldıramayacaklarını’ bilmeyi gerektirir.

Peki insana hayali neden verilmiştir arkadaşım? Benim buna cevabım “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla şöyle: Hayalgücümüz bir nevi bizim 'mevhum rububiyet' dairemizdir. Orada kendimizce birşeyler kurgulayarak sahadakiyle kıyaslarız. Malımızı mülkümüz tahayyül ederek Allah’ın mâlikiyetini kavrarız. Fakat, kurguyu sahada da aynısıyla beklemek, Allah'ın hakiki Rububiyeti ile mevhum rububiyetimizi karıştırmak demektir. Allah o mikyası, ‘Onu anlayabilelim’ diye vermiştir, ‘Hakikaten öyle olduğumuzu düşünelim’ diye değil. Öyle ya: Elindeki cetveli ölçü olarak kabul etmezsen başkasını nasıl ölçeceksin? Vehim birçok şekilde böylesi ölçüler sahibi olmamıza yarar. Düşünsene: Kimse dünya üzerine kalemle çizgiler çekmiş değil. Ama paralellerin-meridyenlerin varlığını vehmetmezsek ‘koordinat’ diye birşeyin varlığından da bahsedemeyiz.

Buradan şuraya geçelim: Üzerine konuşarak epeyce vaktinizi aldığım şeyin evlenecek çiftler açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepimiz ahirzamanda pek hayalperest dünyalarda yaşıyoruz. Hassaten çağın en büyük hayalgücü sömürücüsü-manipülatörü sinema sektörünün kadın-erkek ilişkisini sıkça malzemesi olarak kullanması, ellerindeki yalancı cennetler sayesinde, evliliği veya aşkı sahadakinden farklı şekillerde algılamamıza neden oluyor bence.

Her zaman yakışıklı/güzel olan, her zaman çok sıkı espriler yapan, her zaman nihayeti tatlıya bağlanan ve her zaman karşılığını bulan aşkların dünyası o dünya. Film icabı bir karakter başına gelen her kötü olayı unutabilir veya kötü bir sözü arkasında bırakabilir. Siz de bir seyirci olarak bundan memnun olursunuz. Fakat hakikatte insan ne kadar arkasında bırakmaya müsaittir? Bu nedenle kalp kristalini beraber tuttuğumuzu bilip ona göre dikkatlice yürümenin istikametli olacağını düşünüyorum. Bununla hayalgücü evreninden fıtratın gerçeğine daha sık yüz çevirmemiz gerektiğini söylemek istiyorum. Evet. Arzumun özü bu. Üstelik kristalin taşınması boyunca ayağınıza çelme takan birdolu insan/durum da olacak. Yani perimasallarında 'Sonsuza dek mutlu yaşadılar...' şeklinde öğretilen aşk, sahada pekçok sıkıntıyla karşılaşacak, gelecek de sorunsuz olmayacak. Sebepler dairesi ortadan kalkmayacak. Bu sebeble burada da mevhumu hakiki olanından farkedebilmeliyiz. Mevhum bizi şevklendirmek içindir. Hakiki sanılmak için değil.

İşte, bu eşikte hayrın varlıksallığı şerrin yokluksallığı, yıkmanın kolay yapmanınsa zor olduğu hiç aklınızdan çıkmamalı. Siz bir bütünlüğe, yani parça parça sahip olduğunuzun daha üstü bir varlığa, hayatlarınızdan kurulacak bir binaya ulaşmaya karar veriyorsunuz. Evlilik bu. Ayrıyken muhatap olduğunuz dünyadan daha fazla sebeple, daha fazla iradeyle ve daha sıkı bir organizasyonla bu iş yürüyecek. Destekler artabilir ama sorun çıkma ihtimali de artıyor. Eserin sanatı yükseldikçe onun için omuzlanması gereken emeğin miktarı da çoğalıyor. ‘Ben’den ‘biz’e dönüşmenin illa ki insana yüklediği bedeller var.

Böylesi bir sürece girdiğinizin şuurunda olup, yaptığınız şeyin bir yapmak, dolayısıyla kolay kırılabilir bir kristal olduğunu bilmek, dönülmez noktalara gelmekten koruyucu olabilir. Biraz da bundan Bediüzzaman’ın ‘hayrın vücudîliği’ ve ‘şerrin ademîliği’ üzerinde bu kadar sık durmasını manidar buluyorum. Öyle ya: Varlığı nasıl algıladığımız onda ne bulduğumuzla yakından ilintili. Bir kristali elinizde tuttuğunuzu bilmek, eşsiz bir düzene dahlolduğunuzun farkında olmak, elbette bir plastik topu taşımaktan daha dikkatli davranmaya zorlar sizi. Büyük resmin gösterdiği manzaraya uyanmak işgal ettiğin izi bozmaktan daha fazla korkutur. Güzel bir endişe verir. Nihayetinde zarar verdiğin tek sen değilsindir. Bazen bir kibrit alevi koca bir binayı mahveder. Kibritinden kork arkadaşım. Fırsatını bulursan kendi ademîliğinden de ‘her hayır elinde olana’ sığın.

Son hakikat bükücü...

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı hakikati hiçbir zaman 'vahiy gibi/kadar' kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, elbette, varlığın tamamını (tüm detaylarıyla) kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Fakat akıl sınırlarından dolayı bu kuşatıcılıktan yoksundur. O 'parçalardan hareketle' ve bu parçalar vesilesiyle 'bütüne dair sezebildiğince' kelam edebilir.

Nazarı bu kadardır. Gelişimi de tedricidir. Zamanla seviyesi yükselir. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında istikametli aklın tavrı, en azından o an için, hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah'a sığınmaktır. Kendi sanışından Hak olan Allah'ın bütün varlığı kuşatan ilmine kaçmaktır bu aslında. Bu sığınmanın birçok çeşidi vardır. Tefekküre sığınılır. Tevekküle sığınılır. Takvaya sığınılır. Temkine sığınılır. Tezkire sığınılır. Bunlar bir nevi 'euzü'nün altbaşlıklarıdır. Mürşidim Hikmetü'l-İstiaze isimli eserinde bazılarına dokunur:

"O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (...) zırhınız, Kur'ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (...) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve 'euzübillah' demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir..." vs. İşte, kanaatimce, buradaki kullanımların herbirisi bu sığınışlardan bir çeşidini ifade eder.

Birşeyin 'hakkında' konuşmak 'ona dair' ve 'merkezinde' konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise 'aslında neyin hakkında konuşulduğundan' haber verir bize. O şeyin 'merkezinde' ve 'aslında' ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da kainatın hakkında konuştuğu, hatta, tüm varlığın hakkında varolduğudur. İşaret ettiğidir. Anlattığıdır. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıkarıldığında eşyada konuşulan tek şey Allah'tır. Yani, mü'minlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: "Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur."

Hikmetü'l-İstiaze'ye geri dönelim. Akıllarını 'hak' kılanlara bakacağız şimdi: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."

İnsan tehlikeli bir bükücüdür. Vahiy karşısındaki ikincil konumunu unutmuş akıl, kendisinin parçalar hakkında yaptığı yorumları merkeze alarak, vahyi bükmeye başlar. Allah'ın şirke karşı yaptığı tahşidatı görmezden gelerek şerrin yaratılmasını (âdeta kendisi ikinci bir ilahmış gibi) beşerin eline verir. Çünkü 'kısa aklında/nazarında' halk-ı şer şerdir. 'Bazen kötü gelenin' yaratılması da kötülüktür. Elini yakan ateşin faydalarına körleşmiştir onun aklı. Acısında yitmiştir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki tekrar dönüp hatasını düzeltebilsin.

Halbuki istikamet dairesindeki akıl, haydi 'halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu' derk edememiş olsun, en azından bilir ki: Kur'an'ın bütünlüğündeki vurgu şirke yer bırakmaz. O nedenle Allah'tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Akıl yürütmelerin adımlayamayacağı bir yasak alan vardır burada. İşte o zaman tefekkürüyle Rabb-i Rahimine sığınır ve Ondan bu hakikati 'anlaşılır' kılmasını diler. Bu duruş da bir istiazedir. Hakkı aramak bâtıldan bir istiazedir.

Bu nedenle ben Bediüzzaman'ın temkinine bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu avam için tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi 'ulum-u hafiye' tabir ettiği şeyleri 'şarlatanların istimal edebileceklerini' söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Ve yine mesela: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; "Cû' ism-i azamdır" ifadesi kendisine sorulduğunda; "'Cû' ism-i azamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır..." dedikten sonra beyanını böylece bırakmaz. Hemen peşisıra ekler: "Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû' ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' ism-i azamdır, yani 'Bir ism-i azama bir vesiledir' denilebilir." Yani bir Allah dostunun kendisine nakledilen sözünü, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddetmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum en özünde arkadaşım: Bediüzzaman'da 'hakikati kuşatamamış olma ihtimaline' açık bir kapı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur. Fakat ne hazindir. Bugün ona dudak büken kimi isimler, sırf şirk olmasın diye(!) hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri 'spesifik' başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: 'Rüya ile amel edilmez'i izah ederken sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları kendi akıllarının sanrıları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. "Bence doğrusu budur!" demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, sanırsınız ki: Din-i Muhammedî geçtiğimiz pazartesi gelmiştir. Salıya kadar da doğru şekilde yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmıştır.

Akılları herşeyin merkezindedir. Akıllarına sığmayan din uydurulmuş dindir. Uymayan hadis uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim çakma âlimdir. Bakış açısını manzaranın bütünü sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman'ın 'hakikati inhisar altına almayan' duruşu ne anlamlı bir duruştur. Arkadaşım, ben diyorum ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden sapanların hamakatlerini hakikat sanmaları en çok içlerinde bir yerde yaşadıkları kaymadan dolayıdır. Onlar, akıllarına vahiy gibi, vahye de akılları gibi iman ederler. Bu akide bozukluğundan dolayı da kimseleri beğenmezler.

Wednesday, November 26, 2014

Parçalarda boğulmak 6: Parçanın bütüne aşkı, aşk-ı beka

Aşk-ı bekanın insana verilmesi, bir yönüyle; "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir..." ifadesine baksa da, diğer bir yönü de hayr ve şer algımızın kökenine bakıyor. 'Ademin şerr-i mahz, vücudun hayr-ı mahz' olduğu bir âlemde hayrı ve şerri ayıran şey; birine gidenin varlıksallığı, ötekine koşanın yokluksallığıdır. Buna yine Bediüzzaman'ın külliyatta verdiği örneklere benzer örnekler verirsem: Kangren olmuş bir uzvun kesilmesi, uzvun kesilmesi itibariyle şer gibi dursa da; diğer taraftan o vücud sahibinin varlıksallığının devamına yararı olduğu için ona hayr denilir. Yani fiil sûreten yokluksal dursa da, ondan murad olunan ve elde edilen varlığın devamıdır. Ama diğer yandan, sûreten varlıksal görünen başka bir fiilin de muradı veya varacağı yer yokluksallık/adem olursa, onun da artık sûretine bakılmaz ve neticesine göre durumu beyan edilir. Ona şer denilir. Mesela 'çok yemek' gibi.

Demek ki; bizim açımızdan hayrın ve şerrin tayini aslında fayda ve zararın tayini. Onun ardında da varlığın ve yokluğun tayini. Zarar dediğimiz şey zaten yoksunluğun ta kendisi. Neyden yoksun kalıyorsan, zarardasın. Neyin varlığına eriyorsan, kârdasın. Yani biz birşeyin varlığa veya yokluğa hizmetine göre ona hayr veya şer diyoruz. Kur'an'da beyan edilen; 'her hayrın Allah'ın elinde oluşu' hakikatini, Bediüzzaman da yine bu varlıksallık merkezinde anlar. "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur."

Yani bütün şartların biraraya gelişiyle, tabir-i caizse 'uygun adım yürüyüşüyle' meydana gelen şeydir vücud ve hayır. O yüzden Allah'ın elindedir onun varlığı. O kadar şartı, değil uygun adım yürütmek, kuşatabilmek bile insan ilminin/iradesinin dışında kalır. Bir elma için bir kâinatın gerektiği âlemde, sivrisineğin gözü ile güneşin, pirenin midesi ile güneş sisteminin ilgisini görenler, elbette bu varlığın giderek bütünselliğe de yaklaştığını görürler. Yani hayır hem vücudî hem küllîdir. Zaten özünde vücudî olan da bütünselliğe yaklaşandır. "Hayır küllî, şer cüz'idir..." diyen Bediüzzaman bize anlatmak istediği de budur. Varlığı parçalayarak koruyamazsınız. Varlığı bütünlüğü ve bütünün uyumunu koruyarak ayakta tutabilirsiniz. Varlıktan çekilecek herhangi bir taşın, yani şerrin nasıl bir kelebek etkisine sebep olacağını kestiremezsiniz. Şirk, parçalamaktır.

Buraya aşk-ı bekadan geldik, yine ona dönelim. İnsanın varlığını korumaya kuvveleriyle olsun, aşk-ı bekası ile olsun, bu denli savaşması; onu varlık karşısında bir seçim yapmaya zorlar. Bütünsel olanı mı seçecektir, parçalayıcı olanı mı? Vücudî olanı mı seçecektir, ademi olanı mı? Her seçiminde bu soruyu sorar aslında kendine. Ki zaten İslam'ın haram ve helal dediği veyahut maruf ve münker diye bildiğimiz şeyler bunlara verilen diğer adlardır. Tevhid bütünlüğü içinde yaratılan kainatta insan o bütünü parçalamayı mı seçecektir, ki bu onun zararınadır; yoksa bütünü tevhidin hakkını vererek korumayı mı seçecektir, ki bu da onun yararınadır.

Fakat bazen olur ki, şer birşey sûreten vücudî görünür. Mesela faiz gibi. Eğer o günaha girersen malın artacak gibi gelir. Mal artımı da sonuçta bir artımdır ve onda da bir vücud görünmektedir. İşte bu noktada hikmet sana vücuda da küllî bakmayı teklif eder. "Faiz yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarptığından deliye dönmüş bir adamın kalkışı gibi kalkarlar. Bu durum onların 'Alışveriş de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helal faizi ise haram kıldı!" buyuran Allah, aslında kısa bakışlarının cezasını vermiştir onlara. O an vücudî görünenle, hep vücudî olanı karıştırmışlardır çünkü. Hep vücudî olan helal olandır. Örneğin: Bediüzzaman, Lemaat isimli eserinde ribanın/faizin nasıl toplumların hercümercine sebep olduğunu, say ve sermaye mücadelesi denilen şeyin aslında bu faizciliğin bir neticesi olarak ortaya çıktığını izah eder. Demek anlık olarak alana kazandırıyor göründüren riba, biraz uzun vadeli ve kapsamlı bakıldığında, aksine, toplumsal huzur açısından kaybettirmektedir.

"Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Zekata gelelim. Zekat da faizle tam zıt bir örneği sunuyor bize. Zahiren malınızı kırka böldüğünüz, birini başkasına verdiğiniz yokluksal/parçalayıcı bir eylemdir zekat. Verdiğiniz zaman malınız eksilir. Fakat Kur'an'da ve sünnette, aksine, zekat da dahil olmak üzere, malını böylesi hayr yolunda kullananların mallarının artacağı söylenir. Bu artımı nasıl anlamalıdır? Hemen o an olacak bir artım mı? Belki 'bereket' türünden o da var. Ama onun ötesinde, yapılan şey varlıksal olduğu için, yani vücuda hizmet ettiği için, o insan kafa gözüyle görmese de toplumda o eylemin varlıksallığı yaşanır. Zekat verilen toplumlarda sınıflar arası çatışma ve gerilimin azalacağı, muhtaçların himayesinin sağlanacağı ve bu sayede yine bütüne bakan huzurda büyük bir kazanımın olacağı ortadadır.

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir."

Hepsinin ötesinde, şimdi, nefis ve vicdan hakkında nicedir düşündüğüm birşeyi paylaşacağım sizinle. Belki daha önce de yazdım hakkında, ama bugün yine yazacağım. Bence nefsi ve vicdanı birbirinden ayıran ikisinin düşünüşlerindeki vadelerdir. Örneğin: Nefs, kısavadeli düşünür ve genelde o an kazandıran onun için varlıksaldır. O yüzden içindeki lezzetin varlıksallığına, kendisine katacağı artıya kanarak günahlara meyletmekten çekinmez. Fakat vicdan, uzunvadeli düşünür ve genelde bütünde kazandıracak olana kârlı gözüyle bakar. O yüzden bugün kazandırmış olan kötü eylemlerin bile sancısı vicdanda durur. Tabir-i caizse, vicdan bilir ki; bu iş bir gün tersine dönecek. Şimdilik varlıksal görünen asıl yüzünü gün gelip gösterecek. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..." bu cümleyi söyleyen akıl ve vicdandır. Dünyevî hayatın devamını nefsin aceleciliği, ahiretin selametini vicdanın uzungörüşlülüğü sağlar.

Daha başka bir açıya taşıyalım meseleyi. Hisler dünyasında da bu parçalı/bütünlü, ademli/vücudlu, şerli/hayırlı ilişkinin aynen sürdüğünü düşünüyorum. Örneğin; parçaya, yani o ana bakan eylem ve hislerimiz genelde bize kaybettirir. Acele şeytandandır. Teenni ise güzel ahlaktandır. Açgözlülük kötü bir histir. Ama kanaat güzel ahlaktandır. İsraf haramdır. Ama iktisad güzel ahlaktandır. Buna sabır, öfke, hırs, hayâ gibi daha birçok şeyi ekleyebilirsiniz. Genelde beklemeyi, daha doğrusu bütünü görmeyi hedefleyen hisler, bizi doğruya götüren hislerdir. Hemen o an harekete zorlayan ve anda boğulmaya meylettiren hisler ise, kötü hislerdir.

Bu ayrımı kalbine müracaat eden herkes yapabilir gibi geliyor bana. Neyse, yazıyı uzattım. Son birkaç cümle: Aşk-ı beka ile başladık, ona dair son noktamızı koyalım. Eğer varlıksal olan hayırlı olansa, elbette âlem-i ahirette varlığımızı arttıran bu dünyada varlığımızı arttırandan daha hayırlıdır. İşte biz hayrı ve şerri böylece içimizdeki aşk-ı beka sayesinde biliyoruz. Bekaya hizmet edeni 'hayrından' tanıyoruz. Vacibü'l-Vücud, Kayyum, Samed ve Bakî olan Allah, elbette hayrın da kaynağıdır. Çünkü varoluşun da kaynağıdır. Ki takva da, amel-i salih de, iman da aslında varlıksallığımız ve bütünle uyumumuzu korumamız içindir. "İman bir intisabdır" diyen Üstadım, bahtiyar olasın, parçanın bütünle bağlanmasını (uygun adım yürümesini) daha güzel ne anlatabilirdi?



Saturday, November 22, 2014

Ben de Mustafa İslamoğlu olsam Bediüzzaman'ı sevmezdim


Olanlara şaşırmamak gerek aslında. Eğer uçların insanıysanız, çılgınlık peşindeyseniz, Bediüzzaman'ı sevmemeniz normal. Nihayetinde, zikrettiğiniz kişi bu topraklarda bir gemi direği gibi denge unsuru olmuş, yaşadığı coğrafyayı aşırılıklardan korumaya çalışmış ve metinleriyle/talebeleriyle hâlâ çabalayan birisi. O nedenle yoldan çıkmaya/çıkarmaya yönelik her ne yapsanız ona çarpıyor. Sözgelimi: Anarşiyi de ardından getirecek bir toplumsal stratejiniz var diyelim. Hoppala! 'Müsbet Hareket' kaya gibi önünüzde! Masumların canını, hak namına bile olsa, tehlikeye atmanıza izin vermiyor. Sevmezsiniz elbette. 


Yahut da milliyetçisisiniz. Yine Bediüzzaman sizi mutlu edemez. Çünkü Risale metinlerinde Türk milliyetçilerini rahatsız edecek kadar Kürtlerden, Kürt milliyetçilerini rahatsız edecek kadar da Türklerden sitayişle bahis var. İslam kardeşliğine vurgu var. Yahut Arap düşmanısınız diyelim. Gözünüze soka soka kırk yerde 'Muhammed-i Arabî aleyhissalatuvesselam' diyor, onun Arabî olduğunu size hatırlatıyor. Kardeşlik aşılıyor. Yahut, biraz daha detay, İbn-i Arabî (k.s.) düşmanısınız. Tam kılıcınızı kaldırıp vuracakken, hop, Bediüzzaman giriyor araya. Diyor ki: Kendisi mübarektir ama öğretisi herkesin anlayabileceği/taşıyabileceği bir öğreti değil. Tezyif etmeyin. Hevesiniz kursağınızda kalıyor.

Yahut da geriniyor geriniyorsunuz, tam tarikatların alnının ortasına nişan alıyorsunuz kendinizce, atacaksını oku. Hop! Yine Bediüzzaman. Kendisi yolunu onlardan ayırıyor ama onların İslam'a hizmetlerinin de haklarını yemiyor. Faziletleriyle iftihar ediyor. Okunuz, ayağınızın önüne, kollarınızsa çaresizce iki yanınıza düşüyor.

Avrupa'ya saldıracaksınız. "Avrupa ikidir" diyor. Alevilere vuracaksınız. Alevilerin hakikilerine din namına sahip çıkıyor. Bir/birkaç kusurunu nümayişle şişirip din namına hükümeti devireceksiniz, darbe niyetindesiniz, "Seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir" diyor.

II. Abdülhamid'i 'kızıl sultan' yapanlar da memnun değil ondan, 'ulu hakan' yapanlar da. Çünkü hem veli diyor hem de istibdadını eleştiriyor. İmam-ı Rabbanî'ye (k.s.), bir meselede muhalif bir görüş beyan etse, aynı satırda birkaç iltifatla anıp şahsına olan hürmetini (ve duyulması gereken hürmetin de) altını çiziyor. Hz. Ali (r.a.) ve dönemi ihtilafları hakkında bile şöyle rahat rahat söz söyleyemiyorsunuz. Çünkü metinlerini okuduğunuz insan istikametli, temkinli, adaletli. Her adımını insaf ile basıyor.

Sünuhat'ında mesleğini 'musavvibe' olarak tarif etmiş. Ehl-i Sünnetin hassasiyetleri gençliğinden beri hayatına sinmiş. Tahtieciler gibi değil. İnsanı bir açığını yakalamakla yerin dibine batırmaya çalışmıyor. "Mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır..." diyor.

"Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neşet eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."

Parçanın bütüne galip kılınmasını engelliyor her adımında. Parçaya ancak bütünün hakkını yemeyecek bir şekilde yorum yapabilme şansı veriyor. Mevlana'nın (k.s.) körlerin fil tarifi örneğinden gidersem: Filin dişine dokunmakla şunu söylemenize izin vermiyor Bediüzzaman; "Bu parça taş gibi olduğuna göre, fil dediğimiz şey, kocaman bir taştan ibarettir." Onun bizden Kur'an'ın muvazenesi ve istikameti namına en az beklediği şu: "Ben şu an taş gibi birşeye dokunuyorum ve kanaatimce bu taştır. Ama filin tamamına dokunamadım. Başka bir parçasının daha farklı bir özelliğe sahip olma ihtimali var." Yani özünde "Hak yalnız benim mesleğimdir..." demeye izni yok. Eh, kanınızda, meşrebinizde hırs, öfke, aşırıya gitme varsa böyle bir fren sistemiyle fazla uzağa gitmeniz mümkün değil. O yüzden dedim işte: Çılgınlık arzulayanların Bediüzzaman'ı sevmemesi normal.

"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın?"

Karşınızda kafiri bile parçalara ayıran ve onun içinde bile iyi yönler/huylar olabileceğini söyleyen birisi var. Ve diyelim siz de Mustafa İslamoğlu'sunuz. Her dersinizde, değil bir kafiri veya münafıkı, meşhur bir İslam âlimini yerin dibine batırıyorsunuz. İmam-ı Rabbanî'yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Mevlana'yı (k.s.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Arabî'yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Ebu Hureyre (r.a.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Hacer (r.a.) denk geliyor bir bahiste, onu öyle; İmam-ı Gazalî'den bir nakil söylüyorlar, onu öyle; İmam-ı Âzam'dan bahsediyorlar, onu öyle... Böyle, önünüze kim gelirse biçe biçe(!), terbiyesizce, onları sözde alçaltmayı kendinizi yükseltmek sanarak yolunuza devam ediyorsunuz.

Derken Bediüzzaman diye birinden, ona duyulan sevgiden ve duruşundan bahsediyorlar. Bu duruş elbette içinize oturur. Doğruyu yapan birilerinin varlığı yapmayana sancıdır. Doğrunun adı bile şeairidir. Hep doğruyu çağrıştırdığından sevilmez. Münkir bu yüzden minareyi, camiyi, tesettürü, namazı, türlü şeair-i İslamiyeyi beğenmez; çünkü içindeki vicdanın düğmesine basar bu karşılaşma. Bediüzzaman'la karşılaşmak da bu insanların yapageldikleri veya yapmayı planladıklarına dokunuyor.

O yüzden tekrar tekrar altını çiziyorum: 'Parçalarda boğulup' aşırıya gitmeye müsaadesi olmayan bir âlimi, bütün hayatının ve metinlerinin şahidi olduğu bir tevazudan, yalnız bir lakabını kaldırıp göstermekle azletmeye kalkmak, onu 'parçada boğmaya' çalışmaktır. Biz de İslamoğlu'nun iddiasını bu nedenle kendisine iade ediyoruz. O 'mahviyet ayağı' kendisine aittir. Her cümlesine 'bu fakir' diye başlayıp sonra hangi âlimi ansa 'bu benden de fakir' diyene (ima edene) sorarlar: "Böyle yapınca doğal olarak sen yine en zenginim demiş olmuyor musun? Öyle ya, herkes daha fakirse, en az fakirimiz aslında en zengimizdir."

Yazıyı, Bediüzzaman'ın sahabeler dair bir Risalesinin son kısmıyla bitirmek istiyorum. Bence bu 'küçültme girişimlerinin' arkasındaki zihniyet kodlarına da ışık tutan bir yer:

"Dördüncü suâl: Sahabilere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?

Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar...
"

Friday, November 21, 2014

'Bir tek ben müslümanım'a doğru giderken...

Bediüzzaman'a aittir. Fakat 'atanmamış müçtehid' Mustafa İslamoğlu da bazı derslerinde kullanmıştır bu ifadeyi: "Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfâta kapı açar." Bir keresinde, hukukçu Ömer Faruk Uysal abi, bu söz bağlamında (biraz da Harici kafasının psiko-sosyolojik altyapısını irdeleyen) tesbitlerde bulunmuştu. (Alternatif Bakış programındaydı sanırım.) Demişti ki: Bir toplumun medeniyet seviyesinin değişmesiyle mecaza yatkınlığı da değişir. Başkalaşır. Medeniyet geliştikçe düşünce ve dil, düşünce ve dil geliştikçe mecaz kullanımı artar. Daha nim-bedevî topluluklarda, mesela Necid sekenesinde, düşünce de dil de mecaza yatkın değildir. Bu nedenle o topluluklarda Kur'an'daki mecaz kullanımlarını reddeden ekoller ortaya çıkmıştır.

Kur'an'da ehlince malum pekçok mecaz kullanımı vardır. Mesela biyedihi'l-hayr, mesela ahsenu'l-halıkîn vs. Eğer bunları mecaz saymazsanız, birincisinde Allah'ın insan gibi bir eli olduğunu (hâşâ) düşünebilir, ikincisinde ise Allah'la beraber başka yaratıcılar olduğunu (hâşâ) hayal edebilirsiniz.

Peki bu benzetmeler ne için? Elbette insanların daha kolay anlayabilmesi için. Çünkü Kur'an bir tenezzülat-ı İlahîdir. Allah Teala'nın insanlarla fehimlerine göre konuşmasıdır. Evet. Eğer Rabbimiz kendi azametinin şanı ile bizimle konuşsaydı, biz o tarz bir kelamı değil anlamak, tesirine bile dayanamazdık.

Peki bu durum bizde nasıl? Esma açısından meseleyi ele alırsak, evet, biz de Cenab-ı Hakkı bir çeşit mecazla biliyoruz. Örneğin: Bizdeki ilimden ve onunla eylediğimizden anlıyoruz ki kainatta da bir bilen ve yapan var. Elbette Onun ne bilmesi ne yapması bizim bilmemiz ve yapmamız cinsinden değil. Ve hakikatte bütün bilişlerin ve yapışların kaynağı Onda. Herşeyin yaratıcısı o. Bizdekiler tecelli. Bizdeki birer ölçü. Bir anlama kapısı. Birer 'aslı bildirir' gölge.

Ama Onun güzel isimlerini de ancak bu gölgeler sayesinde anlayabiliyoruz. Mesela: "Şuradan şuraya kadarı bizim!" diyoruz, "Buraları biz idare ediyoruz. Öyleyse bu kainatın da bir sahibi var ve o da kendi mülkünü idare ediyor!" kanaat getiriyoruz. Kendimize yüklediğimiz mecazî eyleyiciliklerle asıl eyleyeni buluyoruz.

Tamam. Benim malikiyetim son minvalde bir gölge malikiyet, gerçek değil, bir mecaz. Ama Onunki hakiki. O Malik-i Hakiki. Kendimizdeki mecazlarla şu hakikate varıyoruz. Biz de intikam alıyoruz ama hakiki Müntakim olan Allah. Biz de adaletli olmaya çalışıyoruz ama hakiki Âdil olan Allah. Biz de sabırlı olmaya gayret ediyoruz ama es-Sabûr olan Allah.

Yani: Şu dünyada bizim için de 'bilmenin' kapısını açan 'mecazi kullanımlar' var. Ki Aleyhissalatuvesselam bile yemin ederken diyor: "Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim." Yoksa, Nebiler Serveri, elbette 'mahlukatına benzemekten münezzeh olan Allah'ın gerçek bir eli olduğunu (hâşâ) düşünmüyor.

İşte, atanmamış müçtehid İslamoğlu, bizim bilmemizin kapısı olan böylesi mecazlar yokmuş gibi, bunlar hiç kullanılmıyormuş gibi sağda-solda diyor ki: "Bedi ismi Kur'an'da Allah için kullanılıyor. Bediüzzaman'a o ismi vermek tehlikelidir."

İyi de, Tevbe sûresi 128'de, Cenab-ı Hak buyurmuyor mu kendi Resulü aleyhissalatuvesselam için: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da 'çok şefkatli' ve 'merhametli'dir." Bu ayet-i kerime içinde 'Rauf' ve 'Rahim' isimlerini kullanmıyor mu? Haydi, sen, bunu da icma-ı ümmetin hilafına başka bir şekilde tevil edersin. "Orada kastedilen Allah'tır. Siz yanlış anlatıyorsunuz!" dersin. Çünkü ehl-i bid'anın sanatı zorlu tevillerdir.

Peki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Mekke'nin fethinden sonra müşrik önderlerine sorduğunda onlardan kendisi hakkında şöyle bir tarif almıyor mu? "Sen kerîmsin ve kerîm bir kardeşin oğlusun." O zaman onlara "Susun, ey melun, pis kafirler!" mi diyor? Yoksa kerîm olmanın müminin bir hasleti olmasını kabul mu ediyor? Yoksa biz onu da mı yanlış biliyoruz? Kerîm de Allah'ın isimlerinden birisi değil mi? Belki sana göre değildir. Kimbilir?

Bütün bunları geçtim. Bir de Bediüzzaman'a 'Bediüzzaman' denmesini 'kibir alameti' gibi şeylere bağlıyorsun. Yazıklar olsun. Onun tevazuuna bütün hayatı şahittir. Senin bir parçayı kaldırıp, onu da kendince çarpıtıp, cerbeze ile 'Bütün bundan ibarettir!" demenle hiçbir şey değişmez. Ancak yine de sormak istiyorum:

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın da ismi Muhammed. Benim Arapçam yok ama Muhammed'in 'övülmüş' veya 'övülen' anlamlarına geldiğini biliyorum. Acaba sana göre Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da mı bu ismi bir kibir vesilesi olarak (hâşâ) kullanıyor? Kaldı ki, Bediüzzaman o ismi kendisi de seçmiş değil, hocasının taktığı bir isim ve öyle şöhret buluyor. İlk o isimle şöhret bulan da o değil, Bediüzzaman-ı Hamedanî veya Bediüzzaman-ı Cezerî gibi başka şahsiyetler de var böyle bu isimle iştihar etmiş.

Yani şimdi, a kuzum, sırf sana 'kibir' kokusu geldi diye herkes ismini veya lakabını mı değiştirmeli? Aziz Mahmud Hüdayi de sırf Mahmud mu kalmalı? Hacı Bayram-ı Veli de "Benim adım yalnız Bayram!" diye mi gezmeli? Söyle: Ne etmeli de sana 'senden gayrı' İslam ulemasını bir şekilde sevdirmeli?

Ne tuhaf zanaat böyle tahtie kılıncıyla insanların başını kesmek! Ne konforlu, eserinin ve hayatının anlattığı bütünden kopuk, 'tek kelimeden' ahlaklar devşirmek! Ne komik "Herkes yanlışta, herkes sapkınlıkta, bir ben doğrudayım!" havalarında dolaşmak.

Bize Nurcular içinde denk geldiğin yanlışlardan mı bahsedeceksin? Bizim de rastladığımız yanlışlar var. Fakat en azından şunu ayırabiliyoruz: Bu metinlerin suçu değil. Naehiller hangi mesleğe girse o mesleğe zarar verirler. Bugün Kur'an'ı okuyup da müslüman kanı dökmeyi marifet sayan ekoller yok mu?

Bu ekollerin suçlusu Kur'an olmadığı gibi, kendisinden iman dersini almış birisi olarak söylüyorum ki, Nurculuğun içindeki yanlış anlamaların suçlusu da Bediüzzaman değildir. Kur'an'ın arşına çıkan merdivenimizdir o bizim, manevi elif-ba'mızdır, mürşidimizdir. "Ne diyor?" diye değil, "Kur'an'dan bize ne söylüyor?" diye okuduğumuzdur. Şimdi ister hak ver, ister eleştir, hakikat zaten 'kendisi bizzat hakikat olduğundan ötürü' kazanır. Biz durduğumuz yerden ve Kur'an'ın sancağı altında olduğumuzdan eminiz. Acaba sen bunca yanar-dönerlikle nerede durduğundan emin misin?

Friday, November 14, 2014

Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara!

Aslında bu mesele, hiç de üzerime vazife olmayan, ama çenemi de tutamadığım bir mesele. Şu an Nurcu altgrupların tamamına yakını birbirini yiyor. Hatta o altgruplar bile daha altgruplara ayrılıyor. Her yer kaynıyor. Her yerde bir dönüşüm var. Taşlar havada, kendilerine konacak yeni yerler arıyorlar. Bu dönüşümü iki şekilde açıklayabiliyor yahut da gelecek adına senaryo olarak öngörebiliyorsunuz. Birincisi: Nurculuk daha alt ve küçük gruplar halinde yoluna devam edecek, gelecek yirmi yıl da bu gruplarla sürecek. (Ki mevcut durum da bütünleşme anlamında bundan daha olumlu bir yorum yapabilmeyi mümkün kılmıyor.) İkincisi ise: Bütün bu gruplaşmalar, kamplaşmalar yok olacak. Geriye sadece fert fert, belki bütünden bağımsızlık anlamında birey birey, Nurcular kalacak. Şu an bir geçiş evresindeyiz. Yaşanan sancılar da bunun sancıları. Ben, biraz iddialı olsa da, gelecek adına şu ikinci senaryonun daha kuvvetli bir ihtimalle vuku bulacağını düşünüyorum.

Bunu ne sağladı? Bunu 'en büyük taşın' yerinden oynatılması sağladı. Statüko, genelde küçük taşların oynamasıyla kendinden ödün vermez. Fakat en büyük taş yerinden oynadığında, herkes hiyerarşideki konumunu bu büyük taş ile irtibatlı bir şekilde sürdürdüğünden (hiyerarşi zaten budur) yer yerinden oynar. Gülengillerin bir yanının Risale-i Nur'la ilgisi, fiiliyatta tüm sorunlarına rağmen gelenek olarak Risalelerden beslendiğini söylemesi ve büyüklüğü, bugünkü durumda onun yıkılmasıyla bütün düzenin restorasyonunu kaçınılmaz hale getirdi. Zira bütün Nurcu gruplar Gülengillerle bir şekilde etkileşim içindeydi. Bazıları gelir noktasında da onlarla irtibatlıydı, muhtaçtı. Bazıları ise içdizaynını bile onlara bakarak, bir noktada 'onlar gibi olmaya çalışarak' oluşturuyordu. Bunun dışında çoğusunun içinde fiiliyatta Gülenci, ama nedense o gruplar içinde 'o grupçu' gibi duran insanlar vardı. Hükümet-Gülengiller gerilimiyle birlikte onların da çoğusu kendilerini açık ettiler. Bu sefer bu kararsız moleküller diğerlerini de daha kararsız bir hale getirdi. Kararsızlık kimyada bir halden başka hale geçmeye/dönüşmeye yatkınlık anlamında kullanılır.

Hükümet-Gülengiller gerilimi sürerken, iş, Risale-i Nurların, bandrol konusunda girilen çıkmazdan dolayı 'basılmaması' noktasında tıkanınca, bu sefer saflar daha da keskinleşmeye başladı. Kimileri bunu "Risale-i Nur yasaklanıyor!" lansesiyle pazarlarken, diğer bir kısmı "Risale-i Nur'a devlet tekeli!" demeyi tercih etti. (Daha komik olan: Bu iki argümanı beraber kullanan insanlardır.)

Endişeyi körükleyen veyahut 'vehme vücud verdiren'se süreçteki belirsizlikler. Yani Risaleler tekrar ne zaman basılmaya başlayacak? Bu sorun tam anlamıyla ne zaman çözülecek? Bu hâlâ üzerinde sis perdesi duran bir mesele. Özellikle bu işin sorumluluğunu üzerine alan insanlar bu noktada net bir takvim sunamıyorlar. "Şu tarihten itibaren artık gönül huzuruyla basılmaya başlayacak!" diyemiyorlar. Bu da işleri iyice sarpa sardırıyor. Şu an herkesin evinde külliyat var, internetten de ulaşabilmek mümkün, ceptelefonu uygulamaları da serbest satılıyor. Ancak yine de kitap baskılarının daha uzun bir süre yapılamaması, şu an sesi çıkmayan insanların "Yeter, ne zaman çözülecek bu iş?" demesine sebep olabilir. Gözardı etmemek gerek bu ihtimali. Bekletilmiş sabır, sabır değil öfkedir.

Ancak bütün bunların ötesinde; bu mesele üzerinden hükümete çakma çabaları bana komik geliyor. Hele Risalelerin yasaklandığını söyleyenlerin, bu sözlerinde kastettikleri, eğer Yeniasya ve Gülengiller gibi; "İnönü bile bu kadar ileriye gitmemişti!" gibi insanın neresiyle güleceğini şaşırdığı iddialar ise, iki laf diyeceğim var. Bu laflardan birincisi, onların ikiyüzlü oldukları. Evet, ikiyüzlüler çünkü Risalelerin yasaklı olduğu döneme dair derslerde, yazılarda, sunumlarda anlattıkları şeylerin bindebiri bile şu an oluyor değil. Ne insanların evleri basılıp Risaleler toplanıyor. Ne yanlarında Risale bulunanlar hapse atılıyor. Ne de Risale okuyanlar taciz ediliyor. Bilakis, böylesi bir durum olsa, Nurcuların en özgüvenli bir şekilde haklarını alabilecekleri dönem bu dönem. Hal böyleyken, sanki o dönemin hatıralarını daha önce bizim gibi yaşı küçük Nurculara anlatmamışlar gibi; "Bunlar İnönü'den daha beter!" türünden şeyler söylemeleri, hakikaten neremizle güleceğimizi şaşırdığımız hallerden.

Bir de Bediüzzaman'ın Risalelerin yasaklanması ve belalar arasında kurduğu ilgiyi biraz tuhaf anlıyor bu insanlar. O zamanlar sadece Risaleler yasaklı değildi, herkes yasaklıydı. Ve Bediüzzaman, o dönemde Risale hareketini tüm iman hareketlerinin öncülü olarak görüyordu. Dolayısıyla Risalelerin yasaklanması doğrudan iman hareketinin önüne çekilen bir setti. Risaleler, Risale oldukları için değil; sabık düzenin kurgu müslümanına karşı direnen ilk kuvvet oldukları için yasaklanıyordu. Nerede bu tarz bir yasaklanma ve bu yasaklanmanın ardındaki zihniyete yönelik musibet tehditi, nerede bugün yine Nurcuların kendilerini soktukları yasal bir çıkmazdan ötürü Risalelerin matbaada basılamaması? Şu an ben üç ayrı siteden Risale okuyabiliyor, evimdeki külliyata da parkta, bahçede, okulda, kütüphanede, her yerde rahatça açıp bakabiliyorum. Bu mu yani sizin gözünüzde İnönü'den beter olan Erdoğan'ın bize uygulayabildiği yasaklama? Bu mu sizin yasaklanma anlayışınız? Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara! Yuh olsun!



İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...