Thursday, April 2, 2015

Onu gösteremediğin yerde sen de görünme!

"Belki de ün tutkunuz ölüm korkusudur?"

Bertolt Brecht’ten Öyküler kitabından.

Bir ‘arada kalmışlığımız' var arkadaşım. Hiç geçmiyor. Başımızdan hiç gitmiyor. Nedir? Belki şöyledir: İnsan, içinde bir yerde ‘asıl’ olmadığını, 'başkasının varetmesiyle' ve 'işaret etmek için' varolduğunu seziyor. Bu sezgi uyandırıcılığıyla bir saklanma hissi doğuruyor. Sığınıyor. Kendiliğinden sığınıyor. Kendinden sığınıyor. Bir çeşit detaylaşma temayülüyle. Tevazuyla. İsim olmaktan soyunarak. 'Gülüm görünsün' diye sıradanlaşan diken gibi. Baharın sinemasına perdelik eden boz toprak gibi. Herhangiliğini sarınıyor. Çünkü tezahürü bu makamda bir işgal. Fontun ziyade dikkat çekmesi manaya tecavüzdür. Bütün tasarımcılar bilir bunu. Gösteren görünenden fazla görünmemelidir. Dolayısıyla gösterenin hilkatten hakkı mana-i harfîdir. Odak değil detaydır.

Kendi varlığından varedenin varlığına sığınması lazım. Hayat da böyle başlıyor zaten. Yuvası olmayanın kabuğu var. Kabuğundan çıkanın yuvası var. Aksi tehlike. Aksi düzenin reddettiği. Aksi yaratılışa muhalefet. Aksi işgal. Bu işgale hakkı olmadığını hissediyor insan. Kimi yerlerde dokunacak gibi oluyor. Evet. Fazla sevilmek rahatsız ediyor. Fazla övülmek rahatsız ediyor. Buradan besleniyor utangaçlık ayrıca. Hayâ bunun ahlakı. Hayrı gizli yapmak da öyle. Görünmenin işgalinden/şehvetinden kurtarmak göstereni. İhlas da bu değil mi? Ne biliyorsun: Asosyal dedikleri de belki bunun izinde. Fakat o da bu sezginin ifratında. Nihayetinde pekçok hissimiz fıtrî sezişlerin gölgesinde rengini buluyor arkadaşım. Herşeyin ifratı var, tefriti var, istikameti var. Ama hep var.

Bir de bazı açılardan sınırsızlığını hissederek o sınırsızlığın sonuna kadar koşmayı arzulayan diğer bir yanımız var. Yani ki, mürşidimin ifadesiyle, “İnsan gerçi cahil, zulmetli birşeydir, amma öyle bir istidadı vardır ki, âleme bir enmuzeç ve bir nümune olmaya liyâkatı vardır. Hem o insanda öyle bir emânet vedia bırakılmıştır ki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlak bırakılmıştır.” Mutlak bırakılmak ne demek? Varolmak baştan çıkarıcıdır. Bir kez varolan hep varolmak ister. Bir kez varolan daha çok varolmak ister. Hep varolmayı istemesi kuvve-i gadabiyeye bakar. Zararlardan sakınır. Varlığına tehdit istemez. Daha çok varolmayı istemesi kuvve-i şeheviyeye bakar. Menfaatlerine saldırır. Alabileceğinden alıkonulsun arzulamaz. Erenlerin de dediği gibi: Ruh bedene nefisle âşık kılınmıştır. el-Halık ismi varlık sahnesine çıkışımıza bakıyorsa el-Kayyum ismi de o varlığın devamını arzulamıza bakıyor.

Ve dahi arkadaşım, insan, Allah'ın her ismine aç yaratılmıştır. Esmaü’l-Hüsna’nın herbirisinin bizde bin rızkı vardır. Aleyhissalatuvesselamın buyurduğu gibi tıpkı: “Fakirliğimiz fahrımızdır.” Çünkü bilmemizdir. Allah’ı sezmemizdir. Hikmet aklımızı doyurur, cemal gözümüzü, rahmet gönlümüzü. Herbir yarımlığımız o yarımlığı giderecek tecellileri arzular. Devamı kadar arttırılışı da varlığa dairdir. Halbuki ‘daha çok olmak’ ruhun lügatinde nefisten başka tarif edilmiştir. Daha çok varolmak, bedensel/maddî zeminde daha çoğuna sahiplik ve daha uzun süre varolmakla karıştırılır nefis tarafından. Doğrusu aksidir: Ne kadar çoğuna sahip olursan o kadar azı senin olur. Ne kadar çok diken tutarsan o kadar çok yara sahibi olursun. Eksilirsin. Azalırsın. Çünkü “Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır.” Yahut “Zevâl-i elem lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.”

Senin sahipliğin yalan. Ancak şahitliğin hakikattir. Elinden gidiyorsa, engel olamıyorsan, senin olamaz. Arızî olan aslolandan faniliğiyle ayrılır. Şahitliğinse senden gitmez. Sahicidir. Fakat şahitler de yalnız emanetçidir. Arkadaşım, hatırlarsın, Âdem aleyhisselam ve Havva annemizin İblis tarafından "Ancak bu yasak meyveyi yerseniz cennette sonsuza dek kalırsınız!" diyerek kandırıldığı anlatılır. Demek varolma arzumuz şeytanî kancaya en kolay gelen ağzımız. Eyvah. Hem de sahi. Kabil de Habil'i elindeki 'daha güzele' sahip olmak için şehit etmemiş miydi?

Yapıtaşımız bu bizim. Öyle anlaşılıyor. ‘Ol’ denilen bu lütûftan vazgeçemiyor. Varolan hep varolmak istiyor. Varolan daha çok varolmak istiyor. İmtihansa bu varlığı nerede aradığımızda ilgili. Mana-i ismîde mi? Mana-i harfîde mi? Parça mı olacağız, bütün mü? Detay mı kalacağız, asıl mı? Demek ki, Allah'ın varettiği, o varedişin lezzetinden sarhoş olmuştur, aksini düşünemez artık. (Bizi sarhoş edene sonsuz şükürler olsun.) Aşk-ı beka dediğimiz şey de biraz bu. İşte bu varolma arzusunun ifratını biz 'görünme arzusu' veya 'tüketme arzusu' ile müşahade ediyoruz. Görünerek sanki daha çok varoluyoruz. Başkalarının gözlerinde de ‘ol’uyoruz. Anlarını çalıyoruz. Ve tüketerek de varlığı kendimize katıyoruz. Yiyoruz. Sarıyoruz. Hapsediyoruz. Hakikatteyse israf ediyoruz.

Kibir bir parçası. Şöhret diğer yanı. İsraf arka kapısı. Gevezelik bile bundan besleniyor. Arsızlık da yine bundan. Daha çok varolma isteğimizin, işgal hareketimizin, farklı kuvvelerden kaynaklı duygularla-hislerle farklı suretlerle/renklerde karşımıza çıkması hepsi. Yemekte-içmekte sanırsan varlığını obez olursun. Konuşmakta sanrılarsan geveze. Şehvetten umarsan sapık. İsraf da kibir de aynı derecede işgal hareketleridir. Kibir ‘sen’le israf ‘seninle’ yapılan bir işgaldir yani.

İmtihanın konusu sanki bu: ‘Ol’makla baştan çıkmışız-çıkmamışız. Varolma, görünme, tüketme, tanışma arzuları içinde bir denge arıyoruz. İstikametimiz, Bediüzzaman'ın Kur'an tilmizini tarif için kullandığı şu cümlede gülümsüyor: "Nihayet izzet içinde nihayet tevazuu cem ediyor." Bir cem makamı var ki yakalamak gerek. İfratını çok gördük Firavun'la, Nemrut'la, Hitler'le, Stalin'le, M.K.’yle... Veya daha çok görünmek adına girmedikleri rezillik kalmayan şöhretperestlerle. Tefritine de şahit olduk. O da bir hastalık. O da bir sapma. Yaratılışına-Yaratana güvenememe. Mesela: İntihar ile varlığından kaçmak. Mesela: Depresyonla varlığından utanmak. Mesela: İzzetsizlikle kula kulluk eder derekelere düşmek. Allah'ın varettiği, varlığını büsbütün sakladığı zaman da mutlu olamıyor, haddinden fazla göründüğünde de. 'Tahdis-i nimet' dengemiz bizim. Hem tefekkürle mükellefiz hem de tebliğle. Bahtımızda ‘bilmek’ kadar ‘ilancılık’ da var. 

"Hayâ imandandır!" buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Elbette saklanmak Şems-i Ezelî'nin varlığını ilan makamında en doğru harekettir. İnsan içindeki rububiyet iddialarına karşı ne kadar saklansa yeridir. Ama izzet, yani Şems-i Ezelî'yi görmeyen örtücü/kâfir, karartıcı/zalim gözlere "Onu görmüyorsan, beni gör, şahitliğimi işit!" demek, bu da imanın bir cüzü, imtihanın bir parçasıdır. Bitirirken, kendim için dilediğimi sana da dilerim, arkadaşım. Ne önceki ne öteki. Ne ifrat ne tefrit. Makam-ı cemde hem izzet hem tevazu lazım bize. Hayalimizi şöyle özetleyebilirim: Onu göstermek için görün. Görünebildiğin kadar görün. Onu gösteremediğin yerde sen de görünme. Ayna olurken varolmakta bir sıkıntı yok. Fakat perdeliğe başladığında ‘kâfir/örten’ sen oluyorsun.

Wednesday, April 1, 2015

Hepimiz bölücüyüz!

“Kalemlerin mürekkebi kurudu. Ve sayfalar dürüldü. Sen, yakîni bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış. Şayet buna muktedir olamazsan ‘hoşuna gitmeyen şeyde sabır’da çok hayır var.” Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5836

Sirenleri Taşa Tutun’da okumuştum. Kafka yazdıklarını gösteren bir gence demiş ki: “İçlerinde çok fazla gürültü var. Çünkü daha çok gençsin.” Yaşım ilerledikçe söyleneni daha iyi anlıyorum. Çünkü cümlelerim kısalıyor. Böyle olmasını beklemezdim halbuki. Zannım aksineydi. Yani şöyle olur diyordum: İnsan olgunlaştıkça cümleleri ağırlaşır. Yükleme varmak için daha uzun yollar kullanılır. Daha bir tumtraklı olur ifadeler. Ve/veya sayısı artar. Yahut/veyahut birkaç katıyla çarpılır. O kadar güçlüdür yani. Herşeyi bir cümlede söyleyebilecek kadar güçlüdür. Daha çok manayı tutabilecek kadar güçlüdür. Bölmeyecek kadar güçlüdür. Fakat öyle değilmiş. Yorgunluk başka birşey. Yavaşlama içinde kısayolları aratan birşey. Ellerin büyürken avuçların küçülmesi.

Şahitliklerin biriken ağırlığı, tecrübenin safrası, bir bıkkınlık dünyayı değiştirememekten gelen; bunlar yazı diline ifadelerin uzunluğuyla yansımıyormuş. Evet. Yaşadıkça görüyorum. Yaşlandıkça yapıyorum. Lokmaları yutmadan önce küçültüyorum. Daha sık nefes alıyorum koştuğumda. Daha çok mola istiyor bedenim. Daha çok mola istiyor fikrim. Kelimeler zihnime yük. Ellerim küçük. Ben acizim. Nihayet farkettim.

Yalnız kalmayı özlüyorum. Sessizliği özlüyorum. Eskiden böyle değildim. Alıştım. Kabirdeki halime yaklaştım. Suskunluk sevdiriliyor bana. Yalnızlık sevdiriliyor bana. Noktalarla barışığım artık. Daha sık uğruyorlar metinlerime. Böldükçe rahatlıyorum. Aczimin bir delilidir bence bölmelerim. Bunu da, çok şükür, idrak ettim. Ve aynı zamanda, asl-ı halimi dürüstçe ifade ettiğim için böylece, rahat ettim. Kolay olan uyumlu olandır. Kolay olan fıtratına uyandır. Doğru kolaydır. Her ne ki bölmeye-bölünmeye ihtiyaçlıdır, belli ki özünde zayıf, sınırlı ve muhtaçtır. Fıtratı budur. Doğrusu budur. Uyumu mudur. Sonsuzsa bölünememesinden tanınır.

“(...) tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâl...” Mürşidim, hem Cenab-ı Hakkın sıfatlarını tarif ederken, hem de yaratışını nazara verirken ‘bölünmezlik’ vurgusunu sık yapar: “Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz.”

Arkadaşım, işte, bu bölünmezliği bugünlerde biraz daha farklı/zengin anlıyorum. Kendi bölücülüğümdeki aczin soluğu bölünmezliği bir ‘sonsuz kudret’ delili gibi okutuyor. Ve şirkin en büyük düşmanı da yine bu ‘bölünmezlik ilkesi’ oluveriyor. Neresini kesip başka bir ilaha vereceksin? Hiçbir parçası diğerinden bağımsız değil ki. Her an bir işte olan Allah, ara vermeye ihtiyacı olmayan Allah, zaten bu yüzden Allah. Yine mürşidiminden yardım alayım: “Herşey herşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyi halk eden herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir.” Allah dediğin ancak böyle olur. Böyle olmayan şeyler ‘ilah’ denmeye layık değildirler.

Varlığın cümlesi ezelden yazılmıştır. Hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi ‘mürekkebi kurumuştur.’ Bütünlüğü Allah’ın ilmindeki kuşatılmışlığının delilidir. Kıyameti bile virgülüdür Onun, noktası değil. Ebeden devam edecek, yani hiç bölünmeyecek, cümlesinin bir virgülüdür. “Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir.” Sen bölmekle kuşatıyorsun diye, Allah, öyle yapmaya mecbur kalabilir mi? Sendeki kusur, hâşâ, Ona ulaşabilir mi?

Kendine bakarken, dilediğince aczine delil bul, ama Allah’ı kayıt altına almaya çalışma. Çünkü empati yapmak, kendini Onun yerine koymaktır, Onu anlamak değil. Onun nasıllığını anlamaksa ya Ona sormak (vahyini dinleyerek) yahut eserine bakmakla (kainatı tefekkür ederek) mümkündür. Ve arkadaşım; insan bölücüdür, akıl bölücüdür, ben/bencillik bölücüdür. Beşer kendi bölücülüğünün zararlarından Allah’a kaçar. Sağlam kalabilmek için. Sınırlarından kaçar. İmzası olan kusurdan kaçar. Şeytandan kaçar. Nefsi en temiz olanımız Aleyhissalatuvesselamın, nefsiyle başbaşa kalmama duası, hem de göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, böylesi bir korkudan besleniyor. Biz kendi bölücülüğümüzden tevhidin bütünlüğüne sığınırız. Mahluk olmamızın hudutları kaçınılmaz hale getirdiğini biliriz.

İman yalnız ‘olanlara’ değil ‘olabileceklere’ de şifadır. ‘Zalim’ ve ‘cahil’ bölücülüğümüzden evreni kurtarmanın başka çaresi yok. Yaratılmışın öz zehrinden korunmak için bütünlüğün bilgisine ihtiyacı var. Bunu farkettiğinde anlayacaksın ki, o bilgiden uzaklaştıkça, dünyanın sonunu yaklaştırıyoruz. Ve parçaladıklarımız artıyor. Ve kıyamet yaklaşıyor. Evet, insan kıyametini bir yaraymışçasına yanında taşıyor, tıpkı dendiği gibi: “Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir.”

Thursday, March 26, 2015

Şanı 'incitmemek' olandan korkmak ne güzeldir

Pişmanlık bir ateştir ki, onunla yananı Allah cehennemde bir daha yakmaz diye ümit edilir. Yoksa insan yanmaya gelmiş âleme. Akıl ki, koşturandır bizzat, şuurun koridorlarında. Koşarken sürtünmenin şiddetinden bir hararet oluşur. Dokunanı yakan cümleler kurmaya başlarsın. Belki de bir şiir yazarsın. Senle tutuşanlar olur. Bu da bir nevi ateş salmaktır âleme, fakat nârı görünmez. Yazmak, suya atılan taş gibi. Yazmak, unutulmuş bir piknik ateşi. Tutuşur belki bir yanın, belki yanakların, kızarır. Ya aşkla yanacak, ya aczle yahut da pişmanlıkla. Bir şekilde uğruna kül olacağı birşey buluyor insan. Çektiğimiz acılardan dolayı ne kadar bahtımıza kızarsak kızalım, şunu biliyoruz: Eğer onlar karşımıza çıkmasa, biz yine başımızı belaya sokar, bir yenisini bulurduk uğruna kahrolacakların. Varlığını birşeylerin varlığına feda etmek insanın kanında var.

Var delilim, hem de çocukluğumdan: Bir çocuğun başının belaya girmemesi mümkün mü? Hele o merakla. Merak ki, bizzat bela çeker bir mıknatıstır. Gelmesi değil hatta, senin üzerine üzerine gitmendir. İnsana merak verilmiş. Demek bela verilmiş. Hayretinin şiddeti korkuya çalınır. "Nevide celalidir, fertte cemalidir." İsmi merakken memnun olup, öteki tarafında 'bela' yazınca gücenmek niye?

Hem gücenmezsen diyeceğim ki: İnsan bu, kalbinin tavafı, gaye-yi hayalinin etrafında dönmektir. Ve bu haccın rükünleri de değişiktir. Tezatlarının içinde de say yapar. Hayretinin meydanında toplanır. Sen onları bazı nefis, bazı vicdan diye işitiyorsun. Tepeden tepeye koşup duruyorsun. Tepe içeride, koşan dışarıda; koşan içeride, tepe dışarıda; sen kalbini içinde mi sanıyorsun? Belki de sen kalbinin içindesin? Dalgınlığını düşün mesela; yahut birşeye (belki hayrete) gark olduğun anları, daldığında nereye dalıyorsun? İnsan kendinden küçük birşeyin içine dalabilir mi?

"Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür."

Kendimi anlatmak için yazmıyorum sana bunları. Sen bana gel diye değil; mümkünse ben geleceğim. İçindeki kendim'e korkmadan değeceğim. İnsandan insana bir yoldur fıtratı. Bir vahdet sikkesi vurulmuş üstümüze. Ben biraz sensem, sen biraz bensin. Yoksa nasıl anlaşırdık kelimeler hakkında? Aynı kelimeleri bu kadar önemseyişimiz de bence bundan. Hatta ne kadar çok aynı kelimeleri önemsiyorsak, o kadar canız, canânız, candanız, kardeşiz birbirimize. 'Müminler ancak kardeştir.' Çünkü aynı kelimelere değer verirler.

Gezsen bütün İslam diyarlarını; hatta cümle müminlerin evlerini; duvarlarda aynı, dillerde aynı, kalplerde aynı, bahtlarda aynı ne çok cümleler işiteceksin. Bu aynılık ne hoş birşey! Melekler bizi seslerimizden ayırıyor. İsrafil bizi bir sesle öldürüyor, bir sesle uyandırıyor. Bu aynılık ne hoş birşey! İnsanın yalnızlığını alıyor. Yalnızlık isteyen sıradışı yanlarına düşkün olur. Yalnızlıktan korkan farklarından kaçar, aynılaşmaya çalışır. Korku, bir taraftan birbirimizin koynuna sokulmaktır yavrular gibi. En çok da Allahın rahmetine, rahmetin kucağına, kucağın şefkatine, şefkatin tatlılığına sığınmaktır. 'Allah'tan en çok âlimler korkar.' Çünkü bilirler, Ondan korkmanın kârını. Şanı 'incitmemek' olandan korkmak, ne güzeldir!

Durmayana nehirden başkası yoktur

"A tatlı adam, namazın dışındaki işlerin helal olması için, namazdan çıkarken meleklere selam vermek gerektir." Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.), Mevlana'dan Seçme Metinler'den.

Çok da kabadayılık taslamaya gerek yok arkadaşım. Sahilde çay içerken hepimiz aciziz. Hiçbirimizin gücü mutsuzluğa yetmiyor. Sabrın fire verdiği yerler var. Bir suskunluk alıyor maviliğe bakarken. En mütebessimimiz bile, insanlar içinde mütebessim, kendi içinde değil. Kimse, fakirliği yakıştırıp, zat-ı âlisine bir tebessüm sadaka vermiyor. Hiç içine, aynaya, yüreğine; ağzını kapatırken eline, avuçlarına gülümseyen gördün mü yakınlarda? Nedensiz gülen, çocukların ve delilerin dışında, kaç insan kaldı? Ne yapayım ben kalabalık içinde atılmış şuh kahkahayı? Alınma ama, işte bunlar hep kabadayılıktan, kibirden. Başkasına sadaka sanıyor tebessümü. Kendisine değil. Nefsini sadakaya muhtaç saymıyor. Ne yazık. Öyle söyleme. Yalnız kalınca gülümseyebilenlere mutlu derim ben. Kalabalıkta hepimiz bir şekilde başarıyoruz bunu. Kalabalık maskeleri meşrulaştırıyor. Yapmacıklık kömür ateşi değil ki. Saman alevi. Sönüyor hemencecik.

Tasannu çirkince. Yüzümüze ikinci bir yüz asılıyor kurguyla. Ben o yüzü sevmiyorum. İnanmıyorum da. Bana yalnızken gülümseyebilen insanlar lazım. Kendiyle güzel şeyler konuşanlar, güzel görenler, güzel düşünenler, gülenler, varlığı hayır bilenler. Mutluluğu canı isteyenler. Mutluluğa kastederek yaşayanlar. 'Mış gibi' yapmayanlar. Sütte leke aramayanlar. Kendisine sadaka vermekten korkmayanlar hem. Kuru üzüm çubukları yani. Sulu taneler değil. Ama doğru, beşer bu kadar mutluluğu kaldıramaz, deli yaftasını yapıştırır onlara. Akıllı adam menfaati yoksa mutlu da olamaz modernin kitabında. Hüzün kalıcı olandır, yani aslolandır, neşe iki hüzün istasyonu arasında alınan mesafe, bir geçiştir sadece. Hodbinin dünyası ister istemez bedbinlik getirir. Sen suizan edersen dünya da sana suizan eder. İyi davranmaz olur.

Beni mutlu olduğuna inandırmak istiyorsan insanlardan kurtarabildiğin zamanlarına bakmak isterim. Yani kimseye numara yapmadığın, rol kesmediğin, sadece sen olduğun vakitleri görmek dilerim. Ne zaman böyle bulacağım seni? Belki geceleri. Uyumadan az önce başın yastıktayken. Boşluktayken. Işıklar kapalı ve insanların sırtı sana dönükken. Babanın mezarında belki. Ortalık tehnayken. O zamanlar ağlıyor musun durup dururken? İşte öyle vakitlerde yakalarım seni. 'Sen busun' derim.

Bir de namazların var insanların bakmadığı. Senin de herkes gibi olduğun anlar. O anlarda aklından ne geçiyor bilmek isterim. Sabır-namaz birbirinin kardeşidir arkadaşım. Kur'an onları beraber anmıştır. Anmasıyla kardeş etmiştir. Hayatta sabrını zorlayan ne varsa gelir namazda bulur seni. Tıpkı düşmanın biraderini arayan kandavalı gibi. Bir turnusol kağıdı gibidir zamanda namaz. Zamana bırakılmış bir ayraçtır yani. Ömründe fikrin neyse namazda zikrin de odur. Ne aklına geliyor namazda? Neye sabrediyorsun? Allah, kesretten kurtulup biraz da kendine kalman için odacıklar yaratmış, yaymış günün içine, hem de beş tane. Kıymetini biliyor musun? Yoksa onlarda da mı kayıpsın?

Namaz-sabır birbirinin kardeşidir. Birindeki gücünü diğerindeki sebatından anlarsın. Namazda devamlıysan sabırlısın. Bir mantık arıyor insan sabredebilmek için. Bir doğru, bir hakikat, bir asâ-yı Musa ki, onu yere atınca vesvesenin her türlüsünü yutup fikri temize çıkaracak... Kimse sabretmek için sabretmez. Bir umut için sabreder. Bir meyve için, bir kazanç için, bir sonuç için... Sen ne için sabrediyorsun? Meyvesi ne sabrettiğinin? İşte namaz bunu düşünmek için bir fırsat sanki. Ömrün meyveleri de namaz odalarında toplanabiliyor ancak.

"İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" Böyle diyor Hızır aleyhisselam Musa aleyhisselama. Bana öyle geliyor ki: Namazda bizzat namazın kendisi düşünülemez. İçinde geçen elfaz-ı mübarekeler düşünülebilir. İmana ve Kur'an'a dair şeyler tefekkür edilebilir. Hayal ile na'büdü'nün 'nun'una binilebilir mesela. Onunla âlem seyran edilebilir. Bunlar düşünülerek ağlanabilir, tebessüm edilebilir, sevinilebilir, hüzünlenilebilir. Firavun'un inkârı anlatılırken Hz. Ömer (r.a.) misali hiddet edilebilir. Ama namazın içinde namazın bizzat kendisi düşünülemez. Namaz kılanı için kendisini yol kılar.

Penceredir o. Pencere dışarıya bakılmak içindir. Bizzat kendisine bakılmak için değildir. Çünkü namaz, parçaları hakkında tefekkür edilebilir, ama bizzat kendisi üzerinde zihin tutulamaz birşeydir. Allah, insana namazı emrettiğinde; Allahu’l-a’lem; sadece namazın içeriğine dair olanları değil, onların eşiğinden bakılarak asl-ı hayatın içeriğine dair olanları da tefekkür etmemizi ister bizden. Namazda bundan da kaçamayız. Hayatımızın raporunu alırız. Hesaplaşmak için durmak gerekir.

Seni bilmiyorum ama çok defalar olmuştur bana. En zor dertlerimin çözümleri namazlarda aklıma gelmiştir. İçinden çıkılmaz sandığım meselelerin cevabı namazda gelip beni bulmuştur. Kıraat esnasında veya rükû ederken veyahut secdede. Birden açılır sanki fikrin kapıları. Belki de hayatımızda böylesi durup düşünme anları eksik kalmıştır: İmdat çekiçleri. Panik odaları. Acil çıkışlar. Durup “Neler oluyor?” demeler. Namaz bizim hayattan acil çıkışımızdır. Uyanıkken bahşedilen rüyadır.

Allah günde beş kere hayattan/kesretten koparıp ellerimizi önümüzde bağlatır. Dünyayı arkamızda bırakarak fakat bazen de kainat kitabını açarak düşünürüz. Düşünmek durmadan olmaz. Namaz günün telaşını ister istemez kendisiyle durdurur. "Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin. Gerçi bu ağır gelir ama, huşû duyanlara değil!" ayeti belki şuna da işaret eder:

Birşeyin çözümünü mü bulamadın, sabrını yaslayacak bir mantık mı aradın, âmelin yetmediğinde namaza dur. Namazla iste. Panik odasına kaç! Fitne zamanı koşarken yürümek, yürüyorsan durmak, ayaktaysan oturmak, oturuyorsan uzanmak gibi birşeydir bu. Bir nefes almak dünyadan, bir tevakkuf, bir durulmak o çılgınca akışkanlığın içinde. Sahilin sabitesini görmeyen akıntıya kapıldığını sezemez. Demem o ki: Yüzünü Allah'a dönmek için diğer yüzlere bakmayı bırakıp bazen durmak gerek. Huşû biraz da durulmaktadır çünkü. Sen durmadan hayat durulmaz. Evet, arkadaşım, modern zamanların 'hareket sarhoşluğuna' namazda büyük bir deva varmış gibi geliyor. Madem herşey helak olup gidiyor. Madem Ona bakan yüzü müstesna kalıyor. Onun yüzüne baktığımız yerleri çoğaltmalıyız ki kapıldığımızı farkedelim. Durmayana nehirden başkası yoktur.

Tuesday, March 24, 2015

Karanlık neyden yaratılır?

Yani evet, birşeyleri ıskalamış olduğum kesin. Birşeyler kesinlikle arkamda kaldı. Onlara yetişseydim veya dokunsaydım veya sahip olsaydım hayatım daha güzel olacaktı belki. Belki de daha mutsuz olacaktım. Fena olan şu ki; onlara yetişemeyişimle artık hayalgücüme kötü ihtimalleri kabul ettiremez oldum. İnsan, olabilecekler hakkında ister istemez iyimser oluyor. Nasıl tarif etmeliyim bunu sana? Belki şöyle:

Diyelim ki, herhangi birşey eline geçmedi. Çok sevdin, kavuşamadın. Çok istedin, elde edemedin. Çok uzandın, tutunamadın. Artık onun hakkında kafanda dolaşan tek fikir, tek hayal, tek tasavvur, eğer kavuşabilseydin, o sende veya sen onda kalsayın olabilecek güzel şeyler hakkında. Hiç aksi yönde tefekkür etmiyoruz/edemiyoruz. "Belki de berbat olacaktı herşey!" diyemiyoruz. Platonik olanın risksiz huzuru kimseye yeterli gelmez. İnsan sevdiği şeyler hakkında karamsar olamıyor işte.

Karamsarlık da aslında bu sahip olamayışın bir tecellisi. Senin olmayan sende karamsarlıktır. Bencilin gözünde malikiyetinde/sahipliğinde olmayan her nokta karanlıktadır. Işığı kendisidir çünkü. İnsanın zalim oluşu/zulmeti/karanlığı/karartması sahip olamadığı hakkında çektiği kederden geliyor olabilir mi? Ne ki, senin olmadı, senle olmadı, sende kalmadı; artık senin için bir karanlık kaynağı oluyor. Gidişinden elem çektiğin gibi 'kalabilmesi' ihtimalinden de elem çekiyorsun. Bir giden, hep gidiyor. Her gün gidiyor. Her an gidiyor. Tüm firaklar ebedîdir böyle bakınca. Unutamadığın sürece öyle.

Hem unutmak kurtarıcı mı? Bu konuda da şüphelerim var. Unuttuğum şeylerin kederinin kalbimden gittiğini bana kim ispat edebilir? Halbuki unutkanlarımızın neşeli olduğuna da şahit olmuyoruz. Alzheimer hastalarının sürekli bir neşe halinde olduğunu kim söylemiş? Bence unutulanın (eğer öyle birşey mümkünse) bıraktığı iz dahi gitmez, kalır.

İnsan, sürekli yeni bir insan olarak, hayatının her parçasında birşeylerin iz bırakıp şekline şekil kattığı, bir heykel gibi. Yaralanmış bir yerini tekrar eski haline döndürmen mümkün değil. "Eski hal muhal. Ya yeni hal, ya izmihlal..." Yıkılıp çökeceğiz artık değişemediğimizde. Heykelin son rötuşu atıldığında. Şahitliğimiz bitmiş olacak. Ve biz o zaman bencilliğimizin her anının eleme kaynak olduğunu; hodbin olanın ister istemez hodgam, hodendiş ve bedbin yaşadığını anlayacağız. Allah, bize, gaybda olan kendisine iman etmemizle, görünürde olan kendimize dayanmanın arasındaki farkı böyle öğretecek. Varolanın kendisinden vazgeçmesi, bir nevi 'var iken yoku seçmesi' zordur. İmtihan kolay birşeyin üzerinde dönmüyor demek. Fenerini kıracaksın, güneşin olacak. Çünkü karanlık fenerinin ışığından yaratılıyor.

Thursday, March 19, 2015

Yalnız neden yalnızdır?

"Sonbahar geldiği zaman çiçeğin bile arzusu dünyadan göçmektir..." Lazar İştvan, Vesta Rahibesi'nden.
 
Anladım. Özüne doğru bastırmışlar seni tıpkı bir çamaşır sepeti gibi. İçindekini dökemiyorsun. İçine çöküyorsun. Işığın sende yitiyor karadelik misali. Çıldırırsan bunun için çıldırırsın. Mezarına böyle gitmemelisin arkadaşım. Kefenin kararsızlığını sarmamalı. Sessizlik tüm acabaların yankılandığı yerdir. Korkmalısın o sessizlikte duyacaklarından. Burada, bu kalabalık dünyada, gözden yittiğini düşünebilirsin. Fakat acaba hakikatte öyle mi? Yitirdiler mi seni? Yalnızlıkta işte bunu sınarsın.

Atala/Rene'de Chateaubriand'ın dediği gibi: "Eğer kalp heyecanlarından korkuyorsan ıssız yerlerden sakın! Büyük ihtiraslar sessizlik içinde yaşarlar. Onları çöle götürmek kendi muhitlerine kavuşturmak demektir."

İmansızlık boşluktur. İtikadsızlık kararsızlıktır. Âdemoğlunun/kızının en yaman karadelik tecrübesidir. Yıldızının sönmesidir. Varlığının çökmesidir. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Bu boşluk diğerlerinin de annesidir. Düşmelerden tattığın ne varsa. Tutunamadığını düşündüğün ne yaşıyorsan. Mesela: Varacağın bir yer olmadan yürümek. Memleketini bilmeden sılayı özlemek. Diğerleri ondan haber verdikleri kadar boşturlar. O boşluk, meşgul olacak başka birşey kalmadığında, birkaç metrelik bir çukurda bir de, alabildiğine sessiz, alabildiğine karanlık, alabildiğine sen ve sen ve yine sen. İşte öyle bir yerde artık kendinden kaçamazsın.

Mürşidim 'bir yalnızlıktan kurtarıcı' olarak imanın altını çok çizer. Evet. Ona göre 'vahşet-i mutlaka'dan kurtarıcımız imandır. Nasıl? Belki şöyle: Dosta (c.c.) iman etmekle mülkü olan herşey dostlaşır. Hiç tanımadığınız arkadaşlarınız olur varlığın uzak illerinde. Birşeyleri görmek değildir iman sadece. Birşeylerle tanışmak değildir iman sadece. Birşeyleri anlamak değildir iman sadece. Kuşatamasak da bütünün bir amacının olduğunu bilmektir. "Bütünün amacına iman etmek!" Tevhid biraz da bu. Öyle ya. Herşeyi 'bir olan Zat' yaratıyor. O zaman herşey "Bir'in amaca dönük" gayrette. Biliyorsun artık: Gayede bir olanlar anası bir olanlardan fazla kardeştir.

İman kardeşliği önce 'tanım' kardeşliği. İlk adım kardeşliği. Sonra amaç kardeşliği. Son adım kardeşliği. Tanımlarımız-amaçlarımız birbirinden uzaklaşıyorsa imanımıza tekrar bakalım. Orada ayrılma olmamışsa amaçlarımız ancak zâhiren ayrılmıştır. İhtilaf sûretindeki görev paylaşımıdır. Aynı duvarın tuğlaları hükmündeyiz. Aynı rıza kapısında dileniyoruz. O halde neden yalnızlıkta birikelim? Bize yakışır mı bu çeşit hüzün? Yalnızlık hissi bir tür 'bütünden kopuş' değil midir?

"Yalnız neden yalnızdır?" diye sorarım sana. Kendisiyle konuşulmadığından mı? Sevilmediğinden mi? Etrafında varlık olmadığından mı? Bence bütün bunlar yalnızlığın şubeleri. Kaynağı ise daha gerilerde, içerilerde, kalpte.
 
Yalnızlığın madeni yitirmek. Tanımını yitirmek. Amacını yitirmek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için varolduğunu yitirmek. 'Nereye gittiği anlaşılmayan çok yollar' içinde şaşkın kalmak. Dikkat ettin mi hem? Cevabını veremediğinde yalnız kalıyorsun. Cevapsızlık hep yalnızlığa dönüşüyor. Anlamı varsa herşey yerli yerinde. Herşey dost. Kabirde Münker ile Nekir'i bile bize ahbab edecek sırdır bu: Cevapları bilmek. Ama yalnızken cevapları toparlayacak kadar merak etmiş miydin hayatta? 'Neden?' demiş miydin hayatta? Dikkat etmiş miydin hayatta? Yani demem o ki arkadaşım: Dersini zamanında çalışanın sınav yerinden korkmasına gerek yok.

Tuesday, March 17, 2015

Neşeyle yozlaştırmak suçtur!

“O (Allah) Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar, kâfirlerle beraber oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” (Nisa sûresi, 140)

Eskiler çok güleni de güldüreni de sevmezlerdi. ‘Cıvık’ (Sivas’ta o ‘k’ hırıltılı bir ‘h’ye yakın söylenir) lakabının hakkında fısıldanması kaçınılmazdı. (Ben de hakkımda söylendiğini işitmişimdir.) Sonraları bu meseleye dair hadis-i şeriflerin de varolduğunu öğrendim. Canımın çok yandığını anımsıyorum. Zira yapı olarak hem gülmeyi hem de güldürmeyi seven birisiyim. Halimi tarif etmek için şöyle bir bilgi vereyim: Çocukları vazgeçirmek için ‘kızgın yüz’ yapmam istendiğinde (çaresiz anneler genelde en yakındaki ‘amca’dan talep ederler bunu) beceremiyorum. Yine gülesim geliyor.

Annem de bu durumun erkekler için bir zaaf oluşturduğunu düşünürdü. Fakat kırkımın kenarındayım artık. Denizim karar buluyor. Sessizlik neşeyi bastırıyor. Kahkahalar tebessüm kadarcık kalıyor. Çocuklarını oyalamamı-eğlendirmemi isteyen komşular da yok. Yaşlanmak eskisi kadar sık gülmemek ve güldürememek mi? Sanırım bir tarafı da öyle.

Büyümek biraz da geniş açılardan bakmaktır dünyaya. Evet. Artık hem Aleyhissalatuvesselamın hem de eskilerin sözlerini daha farklı bir düzlemde kavrıyorum. Güldürmenin potansiyel tehlikelerine dokunabiliyorum çünkü. Mizah ile yapılanın, daha doğrusu yanlış ellerdeki mizah ile yapılanın, kem sonuçlarını görebiliyorum. İstikametsiz mizah her türden kudsiyete yapılmış bir saldırıdır.

Gülünen şey eğer iyilikse mahzunlaşıyor. Yitiriliyor. Çekingenleşiyor. Çünkü utanılıyor artık ondan. Salt Charlie Hebdo, Leman veya Gırgır ile ilgili değil bu sözlerim. Herşeyin bu ellerde ciddiyetini yitirmesiyle ilgili. Bir de işin şu tarafı var: Güldürmek bir meşrulaştırma aracı da aynı zamanda. Gülünen şey eğer kötülükse masumlaşıyor. Sadece aldırılmaz olmakla kalmıyor, seviliyor da.

Mesela Kardeş Payı dizisinde yapılan (hatırımda kaldığıyla) o espri: Hilmi’ye eski karısı; “Sabahtan beri bana asılıyor musun sen?” diye sorduğunda Hilmi’nin verdiği cevap: “Patronunum ben senin. En doğal hakkım. Türkiye’nin bütün dizilerinde ve Yeşilçam’da bize böyle öğrettiler.” Bunun şakası bile tuhaf geliyor bana. Geçilmemesi gereken bir çizgi geçilmiş gibi. Bir kötülüğe gülünmüş gibi. İyiliğe gülersen/alay edersen azalır. Kötülüğe gülersen/alay edersen artar. Nisâ sûresinde demiyor mu: “Yoksa siz de onlar gibi olursunuz...”

Demek onlar gibi olmanın sınırı ‘onların güldüğüne gülmek’tir.

Yaptığı şeyin meşruiyeti üzerinden herşeyi bu güzel amaca(!)malzeme kılabileceğini düşünüyor komedyen. Sinizmin insanı deforme etmesi. Argo tabiriyle ‘yalama’ yapması. Sınırlarını belirsizleştirmesi. İsimleri fıkra malzemesi olmuş tarihî şahsiyetlerin kaçı ciddiye alınıyor artık? Kaç gülünesi iyilik bugün de yapılıyor? Yedi Kocalı Hürmüz’den beri kime böylesi birşey ‘iğrenç’ gelir?

Ahirzamanda cennet sûretinde cehennem ve cehennem sûretinde cennetler olacağından bahsedilir hadis-i şeriflerde. Galiba mizah da işte bu ilizyonun araçlarından birisini oluşturuyor. Tabii sadece mizah değil bunu yapan. Ama mizah bunlar içinde en arkayı dolaşanı, en sessizce iş yapanı, en dost yüzlü görüleni. Zira, modern zamanlarda en çok açlık hissettiğimiz şey, neşe. Gaflet neşesiz çekilmez.

Şimdi emeği geçenlere sorsan elbette işyeri tacizlerini hoş görmediklerini ve kınadıklarını beyan ederler. Samimiyetlerine inanıyorum da. Fakat işyeri tacizini gülünecek hale getirmekle ‘duyarlılıkları uyuşturmak’ bir vebal değil mi?

Neyi alaya alıyorsunuz en iyi niyetlerle? Bir sorunun tatlıya bağlanması için onu alaya alırsınız mesela. Yani küçültmeye çalışırsınız: “Ne var ki canım eşek demekte? Sen de bana eşek de. Hatta bak sesini çıkarıyorum: Aaaiii!” Yahut da içinizdeki yaraları kapatmak için kullanırsınız onu. Derdinizi alaya alırsınız. Alay edilince dertler de küçülür. Musibetin yüzüne gülünce o da sanki tebessüm eder.

Böylesi şaklabanlıklar tepkiyi azaltmak içindir. Peki, Tecavüzcü Coşkun üzeriden tecavüzü, Nuri Alço üzerinden gazoza ilaç atıp ırza geçmeyi ‘gülünesi’ kılan komedyenlerimiz, böyle şeylerden eskisi kadar nefret edilmemesinden de mesuliyet duyacaklar mıdır? En nihayet mürşidimin roman ve tiyatro üzerinden modern (m)edeniyete yaptığı eleştiriye varıyorum:

“Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: ‘Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.’ Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez.”

İşte modern medeniyetle ilgili her sanat kolunun ikirciği bu: Bir kemliği hem özendiriyor, masumlaştırıyor, karşıtlığını törpülüyor; hem de zahiren “Yapma!” diyor. Hatta “Yapma!” deyişte öyle de öne koşuyor ki, sanıyorsunuz suçlu yalnız sizsiniz, onlar ismet sahibidirler. Hatta melektirler. İnternette, ünlülerin güzel reflekslerle çektikleri sosyal sorumluluk videolarına bakın, bir de bir şekilde pay sahibi oldukları sanat ürünlerini düşünün. Bediüzzaman’ın burada neyi kastettiğini daha iyi anlayacaksınız. Ve şunu da anlayacaksınız: Birşeye karşı olmak yalnıza “Ben karşıyım!” demekten ibaret değildir. Tutarlı olanı fiilen tekzibdir. Ciddiye almakla başlar, buğzetmekle yaşar, tedbirli davranmakla kendini ifade eder.

Yani ki arkadaşım: Samimiyetimiz ciddiyetimiz kadardır. Ve alay edemediklerimiz kadar ciddiyiz. İslamî metinlerde kötülenen bunun karşıtıdır. Neşeli olmak suç değildir. Neşeyle yozlaştırmak suçtur.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...