Saturday, September 12, 2015

Bediüzzaman hatasız mıydı? (2)

Bu serinin birinci yazısında[1] bir karmaşaya dikkat çekmiştim. Yüzleri Nur talebelerine dönük olarak; "Bediüzzaman'ın hiç mi hatası yoktu be kardeşim?" diye soranlar aslında o cümleyle zâhir-i cümlenin işaret ettiği manayı değil, başka bir manayı murad ediyorlar. Çünkü görünüşte cümlenin ifade ettiği şeye hiçbir Nur talebesi dönüp; "Haşa, o hata yapmaz. İsmet sahibidir!" şeklinde karşılık vermez/veremez. Verirse, zaten Nur dairesinde kalamaz. Nur talebeliği Bediüzzaman'ın 'masum imamlığına' iman etmekle değil, onun da (sık sık altını çizdiği gibi) hataya açık olduğuna iman etmekle mümkün olan birşeydir.

Fakat dediğim gibi; yukarıdaki sorunun sahipleri, o cümleyi zâhir-i cümlenin işaret ettiği mana ile kullanmıyorlar. (Bunu, diyaloğunuz birazcık ilerleyince apaçık bir şekilde farkediyorsunuz.) Aslında demek istedikleri: "Bediüzzaman hiç mi sapkın bir görüş savunmamıştır?" İşte Nur talebeleri olarak biz buna "Hâşâ!" diyoruz. Ve iddialıyız. Onun her tavrının Kur'an ve sünnet içinde ve de ehl-i sünnet geleneğinde bir dayanağının olduğunu düşünüyoruz. (Bu dayanak, size, 'asıl itibar edilecek olan' olarak gelmeyebilir. Siz, diğer bir içtihadı daha muteber görebilirsiniz. Bu ayrı bir mesele.) Merhum Badıllı ağabey gibi ehl-i ilim çokları da bunları ortaya koyuyorlar/koydular. Allah hepsinden razı olsun.

Bugünlerde okuduğum İstikamet Yazıları 1 kitabında, bir açıdan tam da benim işaret ettiğim şeye temas eden bir izah gördüm. Gerçi izah, ehl-i sünnet ulemasının, Hz. Muaviye (r.a.) konusunda gösterdiği hassasiyetin gerekçesini ve genel olarak ehl-i sünnet çizgisinin sahabeye bakışını izah ediyordu. Ancak orada Ebubekir Sifil Hoca'nın ortaya koyduğu bir ayrım, Nur talebelerinin, bu tarz sorular ekseninde başka dinî gruplarla yaşadığı tartışmalara da ışık tutuyor. Sadede gelirsem. Diyor ki Ebubekir Hoca orada:

"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin tamamını 'udul' kabul eder. Bunun anlamı (Usulcüler farklı mülahazalarda bulunmuş iseler de, hepsinin ortak noktası olarak tesbit edebileceğimiz gibi) onların bize bu muazzez dini ve onun kaynaklarını naklederken yalan, hıyanet, desise, saptırma türünden herhangi bir tahrif ve tahrip faaliyeti içine girmemiş olması, güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulunmasıdır. Onlar tıpkı Kur’an’ı bize naklederken olduğu gibi, Sünnet’i naklederken de emin/güvenilirdirler."

Devamında ise bunun 'masumluk' anlamına gelmediğini; sahabenin, insan olarak hiçbir hataya düşmemesinin (tâbir-i diğerle peygamberî bir ismetin) 'udul'le kastedilen olmadığını şöyle izah ediyor:

"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum ve hatadan masun olduğunu iddia etmez. Onlar da beşerdir; hata yapar, kusur işlerler. Sahabîlik faziletine sahip olmak ayrı, masum/günahsız-hatasız olmak ayrıdır. 'Sohbet' şerefine nail olması Sahabe’yi günahsız kılmayacağı gibi, aralarından (nadiren de olsa) içki içmiş, zina etmiş... kimselerin çıkması da onları sıradan insanların seviyesine indirmez. Onları farklı kılan, 'sohbet-i canan'a nailiyetleri, teslimiyet, fedakârlık ve feragatları, sabır ve gayretleri, en önemlisi de Kur’an ve Sünnet tarafından methedilmiş olmalarıdır."

Yanlış anlamak için hazır bekleyen insanlar için altyazı geçeyim: Ben, Bediüzzaman'ın sahabe makamında görmüyorum. Bu bahsi buraya almamın sebebi, ehl-i sünnetin sahabeye yönelik duruşunun Nur talebelerinin mürşidlerini savunurken hissettikleri ve inandıkları şeyi akla yaklaştırır bir yanının olması. Yani Nur talebeleri, yukarıda ehl-i sünnet ulemasının sahabe hakkında hissettiği gibi, Bediüzzaman'ı 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak' görüyorlar. Yoksa günahsızlığı/hatasızlığı (hâşâ) iddiasında falan değiller. Böyle düşünmelerini, kalplerindeki ehl-i sünnet itikadında önce, mürşidlerinin bizzat kendi ifadeleri engelliyor. Ki bunun birçok örneğini de bir önceki yazıda vermiştim. Tekrar alıntılar yaparak yazıyı uzatmayacağım.

Şimdi soruyorum: Bir insanı 'mürşid' bilmek zaten onun duruşunu 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulmakla' mümkün değil midir? Biz, mürşidimizin tedrisinde bunu gördük. Bu yüzden dersine teslim olduk. Eğer öyle olmadığını düşünen varsa; onun yapacağı, imalı sorularla arkamıza dolaşmak değil, Bediüzzaman'ın sapkınlıklarını isbat etmektir. Bizim görevimiz de Bediüzzaman'a her atar yapana "Sen de haklısın..." demek değil, mürşidimizi savunmaktır. Sadakat bunu gerektirir. 'Talebenin sadakati' bunu gerektirir. İmam Ebu Yusuf (r.a.), eleştirilere karşı hocası İmam-ı Âzam Ebu Hanife'yi (r.a.) savunurken, herhalde 'masum imamlığını' savunmuyordu. Duruşunun mantığını/delillerini izah ediyordu. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin.



[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/07/bediuzzaman-hatasz-myd.html

Friday, September 11, 2015

Çocuklar adam olmasın yalnız, adamlar da çocuk olsun

Benim iki yeğenim var. Bir numaranın ismi Hamza Enes. İki numaranın ismi Yusuf Ayaz. Birisi abimin, ötekisi (aynı zamanda sütkardeşim de olan) amcakızımın oğlu. 7 ve 4 yaşlarındalar... Yeğenden yana şanslıyım. Çünkü ikisi de dünya tatlısı şeyler. (Önüme konulan bir çocuk kataloğundan seçmem istense herhalde yine bu ikisini seçerdim. Öyle diyeyim.) Yeğenlerimin benim için, kan bağımız dışında, ayrı bir önemi de var: Onların çocuk yüzünde 'insanı' daha net okuduğumu düşünüyorum. Yani asl-ı insanı. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek dilinden ders aldığımız; "Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar..." hakikati, bana, çocukların sadece 'talebe' değil 'muallim' olarak da aramıza gönderildiklerini söylüyor. Bir nevi 'yaratıldığımız gibi olma/kalma' dersi veriyor bu öğretmenler. Onlara baktığımız zaman bozulmamış bir fıtratın netliğinde insanı ve dolayısıyla Allah'ın insandaki sanatını okuyoruz. Öğrettiğimiz kadar öğreniyoruz.

Bu ders neden önemli? Bu ders, hayatı diğer insanlarla etkileşim içinde yaşamaya mecbur olan, dolayısıyla bir ölçüde 'mış gibi' yapmaya kendini mecbur bilen bizler için, 'mış gibi' yapmadan önceki halimizin hatırlatıcılığını yapıyor. Tabir-i caizse, her yeni nesil dünyaya geldiğinde Allah dünyaya biraz daha fıtrat serpmiş gibi oluyor.

Varlığı, mürşidimin ifadesiyle 'matbaha-i kudretten bir kazan' gibi düşünün. Bir kenarından da içine sürekli kötülük akan bir imtihan kazanı bu. İnsanın da sürekli o kazanda diğer şeylerle karışarak tadını yitiren bir gıda olduğunu hayal edin. Yapmacıklıkla, riyayla, yalanla, inkârla, inatla, kolaycılıkla, tembellikle, hasetle, ihanetle... türlü çeşit kötülükle sürekli bu kazandaki yemek kıvamını kaybediyor. Kötüleşiyor.

İşte her kıvamımızı kaybetmeye durduğumuzda varlık mutfağının sahibi aramıza yeni yeni fıtratlar mesabesinde çocuklar lütfediyor. Onların gelişiyle ölmeye yüz tutan evlerimiz neşelendiği gibi, asılmaya yüz tutan yüzlerimiz de gülümsüyor. Nice evlilikler kurtuluyor bir çocuk sayesinde. Hayata anlam/amaç katılıyor. Nice hayattan kopmuş/bıkmış ihtiyar, torununun yumuşak ellerinden tutarak parklarda genç gibi koşturmaya başlıyor. Bu kesinlikle bir ihsandır. Çocuklar varlık sahasına üflenmiş taze hayatlardır. O hayatlar bizi İsrafil'in (a.s.) sûru gibi kendimize getirirler.

Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde, Bakara sûresinde geçen 'fasıkların Allah'a verdikleri ahidlerini bozması' meselesini tefsir ederken der ki: "Evet, ifrat ve tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u İlahi'ye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak'la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur."

Ben bu delil ve fıtrat ahdinin bozulması mevzuunu biraz şöyle anlıyorum: İnsan, fıtrî olanın dışına çıktığında, bu çıkışın aslında yanlış birşey olduğunu hissediyor. Belki vücudundaki bir rahatsızlık, belki hayatındaki bir karışıklık, belki ruhundaki bir sıkıntı, belki kalbindeki bir bıkıntı, belki aklında bir kararsızlık, belki hayalinde bir münkabızlık... yani bir şekilde günah bize günah olduğunu (yani yaratılışımızın onu yapmak üzerine olmadığını) delilleriyle fısıldıyor. Vicdan da belki bu zaten. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir 'fıtrat-ı zişuur.' Fıtratın dışına çıkıldığında farkında/şuurunda olan bir fıtrat.

Buna haram olan şeylerin hepsinde varolan zararları örnek olarak gösterebilirim. Sosyolojik, biyolojik, ekonomik yahut da başka sahalarda. Haram olan şeyde kesinlikle bir/birçok zarar var. Aslında haram olan şeylerdeki bu zarar verici hal, bize, fıtrî olan şeriatle, şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam arasında nasıl bir paralellik olduğunu isbat etmesi açısından da kıymetli. Allah'ın yarattığı bütün kitaplar elbette birbiriyle uyum içerisinde. Yaratılış kitabında yazanla Kur'an'da yazan elbette çelişmiyor. İfrat ve tefrit ise zaten istikametli/helal olanda kalmayıp aşırıya gidişlerin, dolayısıyla günahların menşeidir.

Peki çocuk ne yapar? Çocuk, bu noktada bize fıtratından gelen bir şahitlik sunar. Örneğin: Bizim sonradan bir faziletmişçesine benimsediğimiz 'insanların arkasından kem konuşup sonra yüzlerine pekâlâ dostane gülebilme' meziyetimiz(!) çocuğun dünyasında (daha doğrusu fıtratında) bir karşılık bulmadığı için, ahbaplar arasında canımızı çok yakar. En ummadığınız bir anda, en duyulmasını istemediğiniz sözünüzü, en duymasını istemediğiniz kişinin yüzüne haykırır. 'Çocuktan al haberi' tabiri, çocuğun aptallığını değil, bizim riyakârlığımıza henüz sahip olamayışını/bozulmayışını ifade eder. Bu nedenle ebeveyn de çocuğun yanında konuştuklarına daha fazla dikkat eder. Onun yanında böyle gıybet/iftira türünden diyaloglarını asgarîye indirir. Ebeveynler çocuklarının önünde kavga etmemeye çalışır. En küfürbaz akrabalarınız bile çocukları yanındayken dilindekilerden sakınır. Çünkü içten içe farkındadır: Yanında henüz bozulmamış bir fıtrat vardır. Ve bu fıtrat, ona asl-ı insanı hatırlatır. Çocuklar bir nevi vicdanımızdır bizim.

Bu açıdan çocuklar hayatımıza yalnızca neşe değil, takva da katıyorlar. (Hatta hayret de, merak da...) Bizi biraz daha asl-ı insana yaklaştırıyorlar. Bir yazıya elbette pekçok şeyi sığdıramadım. Ama Efendimiz aleyhissalatuvesselamın çocuklar üzerine söylediği her hadisi bir de bu gözle değerlendirmenizi isterim. Onların bize öğreteceği çok şey var. Çünkü onların Allah'la ahidleri yeni. Ahidleri yeni derken neyi kastediyorum? Burada da bir hadisi hatırlatmadan geçemeyeceğim. Efendimizin, her yağmur yağdığında göğsünü açıp dışarı çıktığını anlatıyor sahabe efendilerimiz. Nedenini sorduklarında iki türlü cevap verdiği rivayet ediyorlar: Birisi; "Bu az önce Rabbiyle beraberdi!" İkincisi; "Bunun Rabbiyle ahdi yeni!" Demem o ki kardeşlerim: Evinizdeki yağmurlara karşı göğsünüz açık gezin. Yalnız öğretmeye değil, öğrenmeye de bakın. Çünkü onların Allah'la fıtrî ahidleri yeni.

Thursday, September 10, 2015

Yaralarla barışmak...

Doktor ile mürşid arasındaki en büyük fark; birincisi, derdi tatmadan da tedavisini başarabilir. Fakat ikincisi bunu başaramaz. Başarısı yanmasına bağlıdır yakanın. Konuştuğu kalptir çünkü. Meselesi insandır. (Ruhuyla insandır. Bedeniyle değil.) Orwell, Kitaplar ve Sigaralar'da çocukluğunu anlatırken çok ilginç bir tesbitte bulunuyor. Diyor ki: "Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı olan bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz, bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor..."

Orwell'a hak veriyorum. Biz büyükler, çocukları ancak kendi çocukluğumuzla anlayabiliriz. Onlara uzanabileceğimiz kollarımız, hatıralarımızdır. Empati ancak hatıralarla sağlanır. Konulacak yeri bilmeyen, yani 'o hal nasıl birşeydir' bilmeyen, kendisini başkasının yerine koyamaz. Hüznünü/neşesini tanıyamaz. Eğer kendi çocukluğumuzu unutursak, artık çocuklarla diyalog kurabileceğimiz bir dilimiz de kalmaz. Dilsizleşiriz. Kelimeler dil değildir çünkü. Telaffuz, dil değildir. Dil, manadır. Dil, sözcüklerin insanın dünyasında bulduğu karşılıktır. Dilin özü 'nakledilene' değil 'anlaşılana' bakar. Doğrunun/eğrinin bir çocuk zihninde nasıl karşılık bulduğunu idrak edemeyen, onlarla konuşamaz. İsterse aynı dili konuşsun.

Fakat ben Orwell'ın bu analizini sadece çocuklara münhasır görmüyorum. İnsanların birbirlerini anlaması da böylesi anılar vasıtasıyla oluyor. Yaşanmışlıklar, tatmışlıklar, görmüşlükler, hissetmişlikler bizi birbirimize de aşina kılan şeyler. "Damdan düşenin halini damdan düşen anlar..." kabilinden, insanlar da en çok birbirlerini yaralarından tanıyorlar. Hatta iddiam şu: Bizi kardeş yapan sevinçlerimizden çok 'aynı yaralara sahip olmamız'dır. Dokunulduğunda canımız yanarsa, dokunulduğunda can yandığını biliriz. Canı en çok yanmasından biliriz.

Yara nedir? Yara derttir. Yara musibettir. Yara çiziktir. Ruhta kalan izdir yara, dizde kalan değil. Ve yine hadis-i şerifin ifadesiyle insanlardan en çok musibete uğrayan peygamberlerdir. Çünkü bulundukları makam-ı irşad, daha çok insanı anlayabilmeleri için, daha çok yaraya gereksinim duyar. Mürşid de, mürşidimin ifadesiyle; "Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi..." diyebilen insandır zaten. Yaralarının farkındadır. Yaraları duası olur. Duasına edilen iltifat diğer yaralılara da deva olur. Deva arayanlar ışığı görmüş pervaneler gibi etrafında dönmeye başlar. Yarası olmayan deva bulamaz. Yarası olmayana hiçkimse deva sunamaz: 'hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur'u aramasının lüzumu...' veya "Hem Risale-i Nur yalvarmaz; onlar yalvarmalı ve aramalı." veya "Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur'ân'dan bulduğum bu devâlarımı arzu edenler okuyabilir."

Birisinin 'içimizden biri' olması, bizim yaralarımıza/yoksunluklarımıza benzer yaralara/yoksunluklara sahip olmasıdır aslında. Mahrumiyetlerimizi tadan bize daha yakındır. Yara kardeşliği bir kıdemdir. Sevinçten gelen kardeşlikte böylesi bir kıdem yoktur. Eskiden, pek rağbet gören bir reklam sloganı vardı, hatırlarsınız: "O, içinizden biri!" denirdi sık sık. Siyasetçiler veya sanatçılar çok kullanırdı böyle sloganları. (Hâlâ da benzerlerini kullanıyorlar.) Cümle yalanlarının içinde farkettikleri hakikat şu: İnsan, kendinden hissettiğine ancak tâbi ve taraf olur. Kendinden olana kapılır. Kur'an da buyurmuyor mu o güzeller güzeli aleyhissalatuvesselam hakkında: "Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere çok şefkatli, çok merhametlidir."

Doğmadan babasını, küçükken annesini ve dedesini, büyükken evlatlarını/eşini/amcasını; tebliğe başlayınca da neredeyse bütün kavmini kaybeden; boykotun, fakirliğin, Taif'te taşlanmanın şahidi; göçün, iftiranın, cihadın eleklerinden geçmiş, feleğin imtihanlarını aşmış ve nübüvveti boyunca müminlere her çilelerinde kardeş ve önder olan Resul; elbette bir sıkıntıya uğrasak bize en çok sen üzülürdün, çünkü sen yara nedir bilirdin. Gam denilen şeyi tatmıştın. Elem denilen şeyi duymuştun. Acıya aşinaydın. Gözün yaşarmıştı. Kalbin hüzünlenmişti. Sen içimizden biriydin. Dertlerimizi bilmen, senin devan karşısında yaralarımızı çaresiz bıraktı. Balındır, şu kovanındaki arıların akıllarını başlarından alan. Sancındır, ey sancısı bile güzel, seni en çok bizden kılan.

Wednesday, September 9, 2015

Kadere inanmazsak ne olur? (3)

"Yaratan bilmez mi hiç? Şüphesiz O, Latîf’dir, Habîr’dir."
(Mülk sûresi, 14)

Serinin diğer yazılarında da altını çizmeye çalıştım: Kadere iman, sadece irademizle Allah'ın iradesi arasındaki ilişkiyi açıklamak için değil, topyekûn (ve her an olan) yaratılışı anlayabilmek için de zarurî birşeydir. Onu, sadece 'seçimlerimiz' ve 'Allah'ın yaratışı' arasındaki ilişkiyi açıklamak için kullanmamız, hem meseleye kapsamlı bakmamızı engelliyor, hem de kadere imanın neden 'akaidin bir parçası olacak kadar kıymetli olduğunu' anlamamızı zorlaştırıyor.

Şunu farketmeliyiz: Eğer kadere iman etmezsek Allah'ın yaratışının 'ilim' ve 'irade' boyutlarını anlayamayız. Sadece kudretle irtibatlı birşey sanırız. Halbuki kainatın, mürşidimin ifadesiyle, 'tecezzi kabul etmez bir küll' (yani hiçbir noktası tasarımın dışında bırakılamayacak bir bütünlük) olduğunu idrak edersek, o zaman 'ilim' ve 'irade' ile sürekli bir 'takdir' kalıbının çalıştığını kabul etmemiz kaçınılmaz olur. Yani, en öz ifadesiyle, denilebilir ki: Eğer tevhide iman ediyorsanız kadere iman etmeniz kaçınılmazdır. Zira herşeyi yaratanın 'herşeyi bilmesi' lazımdır. Zamanı yaratanın zamandan aşkın bir şekilde o zamanda olacakları bilmesi lazımdır. Tıpkı 29. Lem'a'da denildiği gibi:

"Herşeye gücü yeten Yaratıcı herşeyi her şe'niyle (haliyle) bilir. Onun iradesi herşeyi kaplar; dilediği olur, dilemediği olmaz. Herşeyi kaplayan zâtî ve mutlak kudretiyle herşeye gücü yeter. Nasıl şu günkü günde güneşin ışıksız ve ısısız olması mümkün ve mutasavver değilse, öyle de, Göklerin Yaratıcısı olan bir İlâhın kapsayıcı illim ve mutlak kudret sahibi olmaması mümkün değildir ve tasavvur olunamaz. Demek, zorunlu olarak, zâtına lâzım olan kaplayıcı ilmiyle O herşeyi her şe'niyle (haliyle) bilir. Öyle bir ilmin herşeye taallûku (bağı) lâzımdır ve hiçbir şeyin ondan gizlenmesi mümkün değildir; çünkü huzur ve şuhud ve nüfuz ve nuranî ihata vardır (yani herşey Onun huzurunda ve gözetimi altındadır. Güneşin ısısı gibi herşeye nüfuz eder ve herşeyi kapsamı içine alır)."

Bu noktada, kaderi inkâr edenlerin (büyük bir hata olarak), Allah'ın bilişini insanın bilişine kıyasladıklarını görüyoruz. En çok sürçtükleri yerlerden birisi burası. Allah'ı da 'öğrenir bir biliş sahibi' olarak tasavvur ediyorlar. Bir ölçüde 'insan gibi' bir Allah'a inanıyorlar. Halbuki herşeyi yaratan için sonradan öğrenme nasıl mümkün olur? Birşeyi yaratanın, o şeyin yaratılmasında gerekli olan ilmi, sonradan hasıl olmuş gibi yarattıktan sonra öğrenmesi Allah tasavvurumuz adına büyük bir nakise/çelişki değil midir? Öyledir. Zira bu zeminde Allah artık aynı fiille hem 'etkileyen' hem 'etkilenen' konumuna gelir. Ne eylediğini bilmeden yaratır. Adı Allah'tır ama hakikatte (yüzbin kere hâşâ) bilinçsiz bir kudrettir.

Meselenin bu kısmını biraz daha açarsam: Bir fiili yaratırken (yaratmak bir tür etkilemedir) içeriği olarak okuduğumuz ilmi Allah yarattıktan sonradan öğreniyorsa (öğrenmek bir etkilenmedir), yani kaderin bize öğrettiği gibi zamanlar üstü kuşatıcı bir bilişi yoksa Allah'ın, bu, ne yarattığını kendisi de sonradan öğreniyor demektir. Hem 'etkiliyor' hem de 'etkileniyor' demektir. Hatta yarattıklarının sonuçlarını da bilmeden (kestiremeden) yaratıyor demektir. Hâşâ, yüzbin defa hâşâ, Allah yarattığının cahili demektir.

Etkilemek için yarattığı şeyden kendisi de daha sonra etkileniyor, yani etkilemek için yarattığının nasıl etkileyeceğini önceden bilmiyor, bu iş bir nevi tesadüflere kalıyorsa, sormak gerekir: Kader inkârcılarının iman ettiği ilah nasıl bir ilahtır? Bu şekilde kurgulanmış öncelik-sonralık ilişkisi Allah'ı zamanla mukayyet hale getirmez midir? Ne olacağını bilmeden yaratan bir ilahın sonuçlarını kestiremediği fiillerle örülü bir âlemi tevhid ile idare ettiği nasıl açıklanır? Deistler gibi: 'Allah makinayı kurdu bıraktı. Artık karışmıyor!' mu deriz? Ne halt ederiz?

Düzeni, ölçülülüğü, estetiği, sanatı, hikmeti vs, bütün bunları, kaderin bize öğrettiği 'kuşatıcı biliş'i kabul etmeden kabul edemeyiz. Zira düzen de, ölçülü yapış da, sanat da, hikmet de bir 'kuşatıcı biliş'in eseri olabilir ancak. Yani denilebilir ki: Kör tesadüfler böyle sanat eserlerinin yaratıcısı olamayacağı gibi, kader inkârcılarının itikat ettiği türden 'olacaklara kör bir ilah' da bu âlemi yaratamaz. Kur'an'ın buyurduğu gibi: "Yaratan elbette bilir." Bilmek yaratmanın öncesidir. İlim kudretin evvelidir.

Yaratan elbette o fiili her cihetiyle yaratandır. Her detayıyla yaratandır. Kudret kısmını karşılayıp lazım olan ilmi sonradan farkedecek değildir. Yarattığını sonradan öğrenecek değildir. Allah işini tesadüflere bırakmaz. İnsanın en küçük teknolojisi bile bir biliş, takdir ediş, planlayış olmadan ortaya çıkmaz. Önceden bir telefon üreteceğini bilmeden kim telefon üretebilir? Bu kader inkârcıları, itikatlarının, her fiile bir 'yarım ilahlık' vermek anlamına geldiğini farketmiyorlar mı? Yalnız kudreti Allah'a bırakıp 'iradeyi' ve 'ilmi' gasbettiklerini görmüyorlar mı?

İhlas sûresinin faziletine dair anlatılanlar bu noktada bize ayrıca bir ışık tutuyor. Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da kaderle temas eden izahlarda bulunduğu kısımda altını çizdiği birşeydir: "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar." Kader inkârcılarının da düştüğü en büyük varta bence bu. Allah'ın bilişinin kendi bilişlerinin ötesinde bir biliş olabileceğini kabul edemiyorlar. Onlara göre kendi bilişlerinin yukarısında/ötesinde, onlardaki sınırlardan münezzeh (subhan) bir başka biliş olamaz. Kendileri birşeyi olduktan sonra öğreniyorlarsa o halde olmadan önce bilen bir ilah mümkün değil. Kafaları böyle çalışıyor. Geri kalan bütün demagojileri bu temel hatalarının üstünü örtmeye çalışmaktan ibaret.

İhlas sûresini itikadın selameti anlamında büyük bir rehber kılan, tam da Bediüzzaman'ın yukarıda dikkat çektiği şekilde, Allah tasavvurumuzda oluşabilecek hatalardan bizi kurtarıyor oluşudur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vacibin mümküne kıyasının 'mümkün olmadığını' biz en çok İhlas sûresinden ders alıyoruz.

Mesela; sûrede vurgulanan Allah'ın Samediyeti, yani 'hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç oluşu' hakikati bize kader açısından şunu öğretiyor: Allah yarattığından birşey öğrenmeye de muhtaç değildir. Eğer Alîm-i Külli Şey (herşeyi bilen) olmazsa, o zaman birşeyleri de öğreniyor olacaktır ki, bu, Onun Samediyetine nakise getirir. Subhanlığına leke kondurur. Çünkü öğrenmek bir aczin ifadesidir. Bilmekten aciz olan ancak öğrenir. Bu bir muhtaçlıktır. Bir cehalettir. Bir doğurulmadır.

'Onun doğurmamış ve doğmamış' olduğunu vurgulayan ayet ise bize kader konusunda der ki: Allah doğmadığı ve doğurmadığı gibi, yaratışı da Onun ilmine bir 'doğma' ve 'doğurma' sayılabilecek 'öğrenme' katkısı yapamaz. Yani Allah'ın fiillerinden Onun haberdar olmadığı bir sonuç/ilim doğmaz ki, Allah kendi ilminden hariç bir bilgi doğurmakla, onu sonradan öğreniyor olsun. Son ayet ise sanki Bediüzzaman'ın dikkat çektiği temel sorunu da ona öğreten ayettir: "Onun hiçbir dengi yoktur..." Yani, Onu kendinizle veya mümkünden başka birşeyle bu şekilde kıyaslamayınız ve benzetmeyiniz. "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar." Hem Mesnevî-i Nuriye'de de diyor ki mürşidim:

"Vâcibü'l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev', cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor."

Demek, arkadaşım, fiili failsiz zannedenle, yaratılışı kadersiz sanan arasında çok bir fark yok. İkisinin de takıldıkları yer, aşağı yukarı, aynı. Aynı taşa çarpıyorlar fakat yorumları başka oluyor. Ne diyelim? Allah bizim ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

Tuesday, September 8, 2015

Allah sabredenlerle beraberdir, çünkü yalnız bırakılırlar

Cenab-ı Hak bize vahyinde sırlı bir şekilde hatırlatıyor: "Allah sabredenlerle beraberdir." Bugünlerde bu ihtarı daha kıymetli buluyorum. Çünkü/yine sabredenlerin yalnız bırakıldığı zamanlara geldik. İfratın veya tefritin muteber olduğu, itidalde olanların ise 'pasiflikle' suçlandığı zamanlar çaldı kapımızı tekrar. Korkumuz savaştan değil. Korkumuz ölümden değil. Ahirete inananlar için bunlar pasaporttan başka birşey sayılmaz. Korkumuz, hakkın yanında değilken ölmekten. İfrat edip doğrunun selametine zarar vermiş olmaktan. Allah'ın yanında birilerinin hakkıyla gitmekten.

Ebedî zararlardan korkuyoruz biz. Dünyamıza verilen zararlar, ona kazık çakmayı planlamadığımız için, kanımıza dokunmuyor. Aleyhimize görünmüyor. Tek dünyalı değiliz. Varlığımızı yalnız buradaki varlığımızla, lezzetimizle, saadetimizle, huzurumuzla, zenginliğimizle tanımlamıyoruz ki buranın esiri/delisi olalım. Ölenimize kahrolalım. Gidenimizle mahvolalım. Kahrolmak/mahvolmak inanmayanın hakkıdır. Tepe tepe kullanabilir. Biz, elhamdülillah, gayba iman etmeyi seçtik. Dünyaya artık ötesini hesaba katmadan bakamayız.

Dediğim gibi: Sabredenler kolay yalnız bırakılır. Hatta sevilmezler. Nefret kazanmazlarsa da alabilecekleri en büyük iltifat acımadır. Hainlikle itham edilmezlerse, gayretsizlik veya samimiyetsizlik suçlamasıyla teselli bulabilirler. Duygulara kapılmak daha kolaydır musibet zamanlarında. Ve duyguların sekr halini yaşamanın taliplisi çoktur. Aklın şalterini kapatıp öfkesinin/hüznünün kontrolüne kendisini bırakan insanlarla dolu her yanımız. Asr sûresinin anlattığı hüsran zamanları bir değil, beş değil. Dönüp dönüp tekrar yaşanan bir süreç 'husr'. Diller bıçak. Eller yumruk. Gözler kara. Onlara Allah'ı hatırlatmanızdan bile rahatsız olan imanlı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Allah'ı hatırlatmanızı istemiyorlar, çünkü Allah'ı hatırlamak demek emir ve yasaklarını hatırlamak demek. Sınırları hatırlamak demek. Aşırıya gitmemeyi nasihatleyen vicdandaki o sesi uyandırmak demek. Bunu istemiyorlar. Herkes birbirine gaz vermede yarışıyor. Kan çağrısı bu zamanların en kolay işi. Akılda en geride olanlarımız yumrukları sıkılı en ileride koşuyorlar. Bu kalabalık nereye gider? Yolda ne kadar insaflı kalır?

Sabır, gayretsizlik değildir. Sabır, istikametli gayrettir. Bize en çok yapılan suçlama, yani 'gayretsiz/hamiyetsiz olma' ithamının altında yatan şey onlar gibi sarhoş olmamamız. Herşeyin sonunu hesap ediyor ve varacağı yerden endişe ediyor olmamız. Allah'ın yarattığına Allah'ın yarattığına gösterilmesi gereken bir incelikle/teenniyle muamele ediyor olmamız. Yoksa, Bediüzzaman'ın ifadesiyle sabrın üç çeşidi olan; günahlardan sakınmaktaki sabır, musibetlere karşı dayanmakta gösterilen sabır ve ibadetlere devamda sergilenmesi gereken sabır, bunlardan hiçbirisi 'gayretsizlik/hamiyetsizlik' ifadesi değil. Bunlar, sınanma vakitlerinde 'gayretin istikametini' yitirmemenin yöntemleri. Gemimizin denge direkleri.

Doğru, duygularının seni götürdüğü yerde olmayabilir her zaman. Aklın da her vakit doğruyu bulamayabilir. Ama Allah, şeriatı ile sana şaşmayacak olan hakikati bildirir. Merhamet, öfkeden daha az hata yaptırır. Ve sen sabretmekle kendi iradenin tercihinden vazgeçerek Allah'ın küllî iradesinin emrine tâbi olursun. "Şüphesiz Allah en doğrusu bilir!" hakikatinin hâl diliyle söylenişidir bu.

"Resim karıştı. Manzara karardı. Burada artık kendi amelimin/fikrimin selametine güvenmiyorum. Ona tevekkül ediyorum. Onun emrinin doğruluğu sorgulanmaz. Ama irademin beni çekip götürmeye çalıştığı yerin sağı/solu belli olmaz..." demektir bu aslında. Kolay olacak demiyorum. Eminim çoklar senden yüz çevirecek. Söylediklerinden, tavrından, hatırlattıklarından mutlu olmayacaklar, eminim. Yalnız da bırakılacaksın. İstenmeyen de olacaksın. Düşmana denk görüldüğün, hatta daha çok nefret edildiğin zamanlar da gelecek. Ama sen Allah Resulü aleyhissalatuvesselama öğretildiği gibi diyeceksin: "Eğer yüz çevirirlerse; de ki: Allah, bana yeter. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim ve yüce arşın Rabbi de Odur.'"

Monday, September 7, 2015

Parçalaştığın kadar ihlaslısın

İhlas, sadece insanın yapmakla yükümlü olduğu birşey değil. Böyle algılarsak yanlış olur. Kainatın çalışma şeklidir ihlas. Başarı formülüdür. Hizmet ettiği bütünlük adına kendi parçalığının hakkını vermeye çalışan herşey bir çeşit ihlasla amel eder. Bu açıdan, ihlası salt bir samimiyet olarak tarif etmek yanlış. İhlas, gayretin mümkün mertebe bencillikten arındırılmasıdır. (Ben merkezli bakmayanın gayretinden ancak ihlas ümit edilir.) Ben'den daha yüce birşey adına yapılmasıdır. 24. Söz'de geçtiği şekliyle, çabuk aradan çekilir bir vücuttur, Makam-ı Reşha'dır. Eğer samimiyetten bahsedeceksek böylesi bir samimiyetten bahsedebiliriz. Yoksa bencil bir samimiyetten ihlas ortaya çıkmaz.

Daha geniş manada söylersem: Ait olduğu bir bütün adına kendini/çıkarını/varlığını ikincil konuma indirebilmiş insanın sergileyebileceği şeydir ihlas. (Allah'ta fena olmak derken de bunu kastederiz. Yok olmak değil, aslolmadığını anlamak. Tebeî olmak.) Aslı, 'Rabbü'l-Âlemin' olan (yani bütünün tek sahibi olan) Allah'ın rızasına uygun hareket etmekle mümkün olur. (Asıllar asılı Odur çünkü. Vacibü'l-Vücud'dur. Gerisi, mümkini ve masivasıdır. Olmazsa olmaz yalnız Odur.) Sahtesi ise insanların ait oldukları daha farklı gruplara 'örtülü çıkarları' için verdikleri hizmetlerde kendini gösterir. Kendi parçasını arkada bırakmayı göze alıp bütünü önemseyen her fert bir tür ihlas sahibidir. Karşılığını mutlaka görür. Bütünü eğer dünyevî ise, dünyada görür. Uhrevî ise, inşaallah, ahirette görmesi ümit edilir.

"(...) ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet, hak ve hakikate istinad etmedikleri için, zayıf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ, meslekleri dalâlet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Adeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalâlette bir ihlâs, o dinsizlikte dinsizdârâne bir taassup ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünkü samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir."

Mezkûr metinde geçen 'dalalette bir ihlas'ı da ancak bu şekilde, onu bütünlüğe bağlayarak ve bencillikten kurtararak (veya örtülü bir bencillikle) anlayabiliriz. Yine Şualar'da geçen, Bediüzzaman'ın, Re'fet ağabeyin sualine cevap sadedinde yazdığı Filistin tahlili de bu noktada incelenmeye değerdir:

"Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan'da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti."

Başta 'ihlasın kainatın çalışma şekli olduğunu' söylemiştim. Bunun üzerinde biraz daha duralım. İzahta, Bediüzzaman'ın ihlasa dair dersler verirken kullandığı örneklere yaslanalım. Bunlardan birisi 'kuru üzüm çubuğu.' Risale metinleri az/çok bilen herkesin aşinası olduğu bu örnekleme aslında bize neyi anlatıyor? Çubuğun aczini mi? Evet, bir açıdan bunu anlatıyor. Üzüm tanesinin meziyetlerini/hasiyetlerini kuru çubuğunda aramamamızı öğütlüyor bize mürşidim. Fakat bunun yanında, üzümü sulu hale getirirken kendisi kuru kalan çöp, yukarıdaki bakış açısıyla nazar edersek, üzüm bütünlüğü için varlığından vazgeçen, ikincil konumda kalmayı seçen bir ihlası temsil etmiyor mu? Öyle ki, bütün takdiri/iltifatı üzümün tanesi görüyor. Çöpü kimse önemsemiyor. Kuru dal, bir nevi, varlığını üzümün varlığına armağan etmiş oluyor.

Yine Bediüzzaman'ın kullandığı örneklerden birisi: "Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mu'cize-i mâneviye-i Kur'âniyeye geçmiş biliyorum." Çekirdeğin davranış şekli de tıpkı kuru üzüm çubuğu gibi. Kendisi çürüyor, fakat bağrından bir ağaç yetişiyor. Varlığından daha büyük bir maksadın vücuda gelebilmesi için vücudundan vazgeçiyor. Kendisini ikincil bir konuma düşürebiliyor bütünün hatrına.

Vereceğim üçüncü örnekse şu: "Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Hem nar ağacı sâfi bir şarabı hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir, kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder." Burada da bize anlatılan hâl yine bir ihlas tarifi değil mi? Hem hindistan cevizi hem de nar, meyvelerin varlığının devamı için kendi varlıklarından, daha doğrusu, bencilliklerinden vazgeçmiş olmuyorlar mı? Kendileri çamurlu suya kanaat ederken, meyveleri (ve sonrasında da o meyveyi yiyen diğer canlıları) saf bir şarapla sevindirmiyorlar mı?

Bediüzzaman'ın, yavruları için canlarını feda eden anneleri anlattığı bölümde; "Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor..." derken kastettiği, yine böyle bir bütüne hizmet için kendi parçandan vazgeçebilme hali değil mi? 'İhlasa sevkeder' diye andığı tokatların ismini de 'şefkat tokadı' koyması manidar değil mi? Ve yine bu tokatların genelde bir şekilde bencilce hareket etmiş talebelere gelmesi anlamlı değil mi?

Arkadaşlar, daha böyle alıntılayabileceğim birçok metin var. Hepsinde de aynı sonuca varıyorum: İhlas dediğimiz şey, ancak kendimizden ötede bir bütüne hizmet etmekle ulaşabileceğimiz birşey. Kendimizi arkada bıraktıkça yüzümüze gülümseyen birşey. Bu Allah'ın rızası olursa, zaten O bütünler bütünüdür, bütünün tek maksadıdır, ihlasın kemali bu oluyor. Onun dışında güttüğümüz bütüncül gayeler ise bu ihlasın sahtesi. Hatta ehl-i dalaletin bile, eğer bütünlük için kendinden geçiyorsa, dalaleti içinde bir ihlası var. Risale metinlerinin bana öğrettiği ihlas böyle birşey oldu. Buradan da şehitlik mertebesinin yüceliğine bir kapı açıldı ki, şöyle: Şehit zaten hakikatin vücudunun devamı için kendi vücudundan/varlığından vazgeçen değil midir?

Kendisiyle yarışan sonuncu da olsa birincidir

"Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu -ravi dedi ki: Veya kuru otu- yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir." (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 1664)

Hırsın gözünde hayat 'çıkması hiç bitmeyen bir merdiven' gibi. Her adımında bir lezzet var. Doğru. Fakat her adımın öncesinde tadılan bir hasret ateşi de var. Lakin her adımın ardından gelen bir yoksunluk duygusu da var. Çünkü her adımın 'bir öncesi/sonrası' var. Hem bu yoksunluk hissi tek yöne doğru da değil. Yani sadece yukarıya duyulan bir açlıktan bahsetmiyoruz. İnsanız. Bastığımız her yere bağlanıyoruz. Geride bıraktığımız basamağı da özlüyoruz ister istemez. Tıpkı ülser bir holding patronunun iştahla soğan ve ekmek yiyen inşaat işçisine imrenmesi gibi.

Yahut da herşeyi hakkıyla yaşadığını sanrılayan bir ihtiyarın gençlik albümüne bakıp (bütünü bir yoksunlukmuşçasına) iç çekmesi gibi. Sonu gelmiyor bu yarışın. Geriye doğru da yarışılıyor ileriye koşulurken. Çünkü elde edilen de elde kalmıyor. Mücadeledeki sürtünmeden, yani daha yukarıya duyduğumuz özlemden, hem de yanısıra çektiğimiz 'geçilmek korkusu'ndan yanıyoruz. Mürşidim bir yerde diyor: "Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar."

O zaman yarışmanın ne anlamı var? İnsan, birşeyde/şeylerde yarışır ki, kazanmak mümkün görünür onda/onlarda. Kazanılan elde kalır. Gitmez. Bizim hırsla girdiğimiz yarışlarda kazanmak diye birşey de yok. Güzelin daha güzeli, daha güzelinse daha daha güzeli var. Daha daha güzel olansa daha daha güzel kalamıyor, eskiyor. Çirkinleşiyor. Zâtı çelikten olup zamana direnebilse, sende ülfet peyda ediyor, sıradanlaşıyor. Yani, güzelliği sönmezse, tazeliği sönüyor. Arkadaşım. Böyle bakınca daha net görüyorsun: Fani olanda hırs bir fazilet değil düşkünlük. Susuz insanların daha fazla deniz suyu içmekte yarışması gibi. Dünyaya tamahımız bu bizim.

Baksana şuraya. Tıpkı burada anlatıldığı gibi değil mi halimiz: "Bir zat, bir biçareyi, bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır."

Azmetmekle hırs göstermek arasındaki nüansa gelirsem: Ben en çok 'ötekine' bakışından tanırım 'berikini.' Bence azim 'ötekini hesaba katmadan gösterilen gayret'tir. Aldırmadığı sürece başarılıdır. Yarışılan kimse yoktur onda. Belki sadece insanın kendisi. Arzusu. İhlası. Bir başkasını hesaba katmaz. Bir başkasına çekememezlik yapmaz. Kıskanmaz. Bahsini işitse, "Mübarek olsun!" der. Kavgası onunla değildir çünkü. Bir bütünün parçaları olduklarının farkındadır. Aynı bütüne hizmet ettiklerinin farkındadır.

Bütünün sahibi olmaya çalışmıyordur. Parçası olmaya çalışıyordur. Yükün payına düşenine sevdalıdır. Tamamını taşımaya müştak değildir. (Güzel olmaya çalışmıyordur. Güzele dair olmaya çalışıyordur.) Hayrın vücuda gelişi bir bütünlük işidir. Kavgası kendisiyledir. Bütüne liyakatiyledir. Mürşidim de bu sadedde der: "Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez..." veya "Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz..."

Kendisiyle yarıştığı için kaybeden olmaz. Kendisiyle yarışanın kaybedişi olmaz. Kaybetmediği için hırsa mâden olacak gıptayı/kıskançlığı duymaz. İnsan salt kendisiyle yarışıyorsa sonuncu da olsa birincidir. Bu yüzden azmin yıpratıcılığı yoktur. Hırs ise yıpratır. Kendisini öteki üzerinden tanımlayan hırs, ulaşamadığı herşeye ve geçemediği herkese düşmandır. Hırsın olduğu yerde ihlas olamaz. Çünkü ihlasın bir yüzü de istikamete bakar. İstikamet ise 'bütünle uygun adım' yürümektir. Ne çok hızlı, ne çok yavaş. Mü'min, eğer istikamette kalamıyorsa, sırf çok gayret sarfettiği için ihlaslı sayılmaz. Bu da bizi azmin sınırlarına götürüyor yine.

Arkadaşım, azimli insan, dünyanın hiyerarşisini bozmaya çalışan insan değildir. İhlas Risalesi'ndeki ifadesiyle 'gıpta damarını tahrik etmeye' çalışan değildir. Bütünün diğer parçalarını yerlerinden etmeye, yerlerinden soğutmaya, başkasının imtihanı olmaya özeniyor değildir. Yerini hiyerarşi içinde değil, kendi içinde arar. Sahip olmaya değil, parçası ve şahidi olmaya çalışır. Ortaya koyduğu başarıyı da aynı bütünün parçalarıyla kıyaslayarak izah etmez. Allah'tan gayrısının 'aslolmadığının' farkındadır.

Asla dair olduysa, asıl olana işarette bulunduysa, ihlaslı bir an-ı seyyale yetecektir sonsuz olmaya. Ötekinin gıptasından/takdirinden çok kendisinin kemali önemlidir. Zaten yine mürşidim demez mi: "Halbuki, hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun." Öyle ya, başkasına kıyasla başarılı olan, mezarda kendisini kıyaslayacak kimse bulamaz. İyisi mi, arkadaşım, kıyasla güzel olmayan şeyleri biriktir. Caner Kut ağabeyin Medeniyet Tasavvurları'nda söylediği gibi yap: "Sanatçının ihlası biraz da kendi içine çekilmesiyle ilgilidir."

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...