Thursday, April 14, 2016

Mealin hatmi olur mu?

İnanın fazlasına sahip olmak gerekmez. Şekerle karabiberi birbirinden ayırmaya yetecek kadar bir zeka kâfidir. Herhangi bir mealle tefsiri karşılaştırsanız tefsirlerin nitelik/içerik olarak çok daha üst düzey metinler olduğunu farkedebilirsiniz. Neden? Çünkü bir müfessir ayetleri sadece ‘çevirmeye’ çalışmaz. Ya? Ders aldığı tecrübeyle ‘izah etmeye’ çalışır. Yani metinden ziyade marifetini sizinle paylaşır. Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi merhum Hak Dini Kur'an Dili'nde bu nüansı şöyle ortaya koyar:

"Kur’an’dan bahsetmek isteyenler onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir. Mamafih, öyle kimseler görüyoruz ki, Kur’an’ı harekesiz olarak şöyle dursun, harekesiyle bile dürüst okuyamadığı halde onun ahkâm ve maânisinden içtihada kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki: Kur’an’ı anlamıyor ve tefsirlere 'müfessirlerin te’vîlleri karışmıştır' diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği tercemeleri okumakla Kur’an’ı tetkik etmiş olacağını iddiâ ediyor. Düşünmüyor ki: Okuduğu tercemeye, âlim müfessirlerin te’vîli değilse, cahil mütercimin re’yi ve te’vîli, hatası, noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki: 'Kur’ân tercemesi' demekle ifâ etmiyor da 'Türkçe Kur’ân!' demeye kadar gidiyor. Türkçe Kur'an mı var be hey şaşkın!"

Hadi, farz-ı muhal, ilmin 'i'sini bilmeyecek kadar eşeklikte şeddeli olduğumuzu farzedelim. Yahu bu eserlerin sırf kalınlığına bakmak bile gözlerimizi açar. Bir yanda kütüphaneler dolusu tefsirler vardır. Diğer yanda birkaç yüz sayfalık mealler. Gözünün tarttığı kadar aklı olanlar bile şu bariz farkı seçebilirler. Hangisinin daha derin bir emeğin ürünü olduğunu tartabilirler.

Üstelik meallerin (mealin manası da 'kısa anlam'dır) tarihi yüz sene öncesine ancak gider. Hatırlayalım: Meallerin ortaya çıkışıyla ‘Türkçe ibadet’ veya ‘Türkçe ezan’ menfur teşebbüslerinin zamanları da birbirine çok yakındır. Mürşidim bu sadedde gözlerimizi açacak şu sözleri söyler:

"Bundan on iki sene evvel işittim ki: En dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'an'a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: 'Kur'an tercüme edilsin tâ ne mal olduğu bilinsin.' Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur'un cerh edilmez hüccetleri kat'î ispat etmiş ki: Kur'an'ın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mu'cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı."

Yani demem o ki: Daha şu suyun kaynadığı yerde bir sıkıntı vardır. Niyeti sislidir. Amacı perdelidir. Üstelik geleneksizdir. Tarih boyunca bu ümmet Kur'an'ı anlama yöntemi olarak mealleri değil tefsirleri seçmiştir. Hatta Kur'an’ın vahyolduğu dil anadilleri olan Arap kardeşlerimiz dahi bu yolu tercih etmiştir.

Meselenin sergüzeşti böyle iken şimdilerde iş iyice acayip yerlere gidiyor. İnternette rastladım. 'Meal hatmi' diye birşey çıkmış. Yani Kur'an cüzlerini paylaşıp hatim yapar gibi mealleri bölüşüp hatim yapıyorlar. Üstelik herkes istediği kişinin mealinden takip ediyor. Nüsha birliği falan da aranmıyor.

Hayret! Mealinin Kur'an sayılamayacağını bilmiyor mu arkadaşlar? Yahut da sormuyorlar mı: Metinleri daha nitelikli olmasına rağmen niçin tefsir okurları gayretlerini böyle anlamlandırmıyorlar? Niçin bir tefsir bitirdiklerinde 'Hatim yaptık' demiyorlar? Endişemin kaynağını anladınız sanırım. Mesele meal okumak falan değil. Mesele okuyanların kendini Kur'an hatmetmiş gibi hissetmeye başlaması. Evet, tehlike, Prof. Dr. İshak Özgel Hoca’nın bir seminerinde altını çizdiği gibidir: İş Kur’an’ın yerine mealini geçirmeye doğru gitmektedir.

Yani bu arkadaşların zihinleri meallerin insanî yanını görmüyor gibi. Sıkıntı burada. Tehlikenin özü bu. Yani mesela: Herbiri başka mealden hatim yapan bu arkadaşlar mealcilerin bazı/birçok ayeti farklı anlamlandırdıklarını bilmiyorlar mı? O halde bu sözde hatmin farklı nüshalar/manalar üzerine yapıldığını, dolayısıyla okuduklarının ‘daha insan sözü olarak bile’ bir bütün oluşturmadığını idrak edemiyorlar mı? Mevzuun bu yanını da hiç düşünmezler mi?

Pek de havalılar! Onlara kalsa hamiyetsizler asıl sizsiniz. Çünkü araya başkalarını koyan sizsiniz. İyi de kardeşim. En azından aramızdaki şu eşitliği farketmen lazım: Biz de Kur'an'ı anlatan ‘tefsir’ dediğimiz ikinci bir metni okuyoruz, siz de ‘meal’ dediğimiz ikinci bir metni okuyorsunuz. Bizimkisi ciltler dolusu sizinkisi bir cilt. Ama nihayetinde bunların ikisi de Kur’an’ın kendisi değil. Arada insanlar var. Sen nasıl benden aşkın birşey başarmış oluyorsun? Benim ciltler dolusu okumakla aşamadığım perdeyi sen nasıl tek ciltte aşıyorsun?

Üstelik bir de tefsir okurlarını 'okuduklarını Kur'an yerine koymakla' itham edersiniz. Bu yolda elinize geçen hiçbir fırsatı kaçırmazsınız. Peki de birader, endişenize inandık diyelim, şimdi beşer sözleriyle hatme siz başlamışsınız. Acaba kim okuduğunu Kur'an yerine koymuş oluyor? Hem şu takıyyeyi de bırakın artık yahu: Siz mealleri Kur'an'la doğrudan(!) muhatap olmak için değil daha kolaycı olduğunuz için okuyorsunuz. Tembel nefsiniz gözü tefsir okumayı kesmiyor. Bu gerçeği kendisine itiraf etmekten çekindiği için de eşeği boyayıp at diye satıyor.

Yeter be kardeşim. Cidden kifayet etti. Usandık. Bu ümmete kolaycılığınızı ‘gayretkeşlik’ olarak satmayı bırakın artık. Tembelliğinizi süsleyip hamiyet yapmayın. Kur’an’a gönül vermiş insana en evvel dürüstlük gerek. Önce kendine karşı dürüstlük. İtiraf. İzzet. Yola ‘kendisine yalan söyleyerek’ başlayanın nihayetinde Kur’an’da bulacağı ‘sapkınlığını arttırmasından’ başka ne olur ki? Ki Furkan’da da kısa bir mealiyle buyrulur: “Biz, Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz, zalimlerinse ancak ziyanını artırır.”

Wednesday, April 13, 2016

İnsanı melekleştiren tevbesidir

Bazen cümlelerimin içinde boğulur gibi oluyorum. Nasıl anlatsam? Bu prangaların hepsi benim eserim. Kendi ayaklarımı sözlerimle bağlıyorum. İnsanlara hatırlatabilecekleri malzemler sunuyorum her gün. "Ama sen bir keresinde şöyle yazmıştın?" diyebilecekleri şeyler. Melek kardeşlerim amel defterimi tutuyor. Ben kalbimden geçenleri tutuyorum. İnsanlar melek değiller. Solumdan defterimi uzatmaya meraklı çok kâtip var. Kendimi esir alıyorum satır satır. Farkındayım. Her paragraf yeni bir kilit. Ya hiçbirşey olduğumu kabul edecek kadar rahat olacağım yahut da yazmayı bırakacağım. Hiçbirşey olduğunu kabul etmek kendini 'detaylaşmaktır' biraz. Asıl olmadığını kabullenmek. Hakikati ararken yanılmak da güzel. Yanlış da doğrunun bir detayı. Bana kıyasla tanınacaktır artık o. Bizzat güzel olamasam da dolayısıyla güzelim. Allah'ın yarattığının güzel olmamaya mecali var mı? Kader bu kadarına izin verir mi?

Bazen cümlelerimin içinde boğuluyor gibi oluyorum. Aynı şeyleri yazıyormuşum gibi geliyor. Hep kenarından geçiyorum mükemmelin. Olmuyor. Birşeyin etrafında dönüyorum ama, o nedir? Bulamadığım ve kendimi hep eksik hissettiğim o şey nedir? Ona ulaşamadığımdan etrafında geziyormuşum gibi hissediyorum. Hakikat yolculuğunda hiçbir 'önce' arkanda kalamıyor. Dairesel bir yolculukta her 'önce' aynı zamanda 'sonra'dır. Dönüp yine ona varıyorum. Hayy'dan gelip Hû'ya gidiyorum. Ölüm benim terhis tezkerem. Geldiğim yere döneceğim. Bismillah'ı 'vird-i zeban' ederek 'ona başlıyorum.'

Bu kadar kalemle eğleşmek iyi mi? Her yazıdan sonra başlar karadelik: "Acaba arkası gelecek mi?" Varamamak yazdırıyor. Boşluğun korkusu yazdırıyor. Yolun sonunun gelmemesi. Durduğunda ne yapacağını bilememe. Hayretininin ve bilmediklerinin hiç bitmemesi. Hedefe ulaşamamak. Hedefe ulaşanlar doyuyorlar. Tok acın halinden anlamaz. Aç nasıl üretkendir ve arayıştadır, anlamaz.

Aç olan hata yapmaya da müsaittir her zaman. Tok, risk almaktan kaçar. Allah Resulü; “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize; günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9-11) derken belki de buna dikkatimizi çeker biraz da. Ki buna manaca benzeyen bir tane de ayet var: "Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah herşeye kadirdir." (Tevbe, 39.)

Dikkat ediyor musun: Yerine bir başka topluluk getirilmekle tehdit edildiğin şeyler hep risk almaktan kaçtığın şeyler. Rızkın onda dokuzu ticarette, rız(s)kta. 'Rızk' deyince yalnız boğazından geçenler gelmesin aklına. İlim de bir rızktır, mutluluk da, hatta mutsuzluk da. Demek âdem oldun ki, risk alasın. Deneyesin, başarasın veya yanılasın. Ama yine de yüzün Rabbine dönük kalasın. Hatana 'hata' diyesin. "Alîm olan yalnız Allah'tır ve geri kalan herkes bilmenin ve aynı zamanda 'hakkıyla bilememenin' mertebeleri arasında gezinir..." diyesin.

İblis gibi olmayasın. İnadını istikamet sanıp özenmeyesin. Hatasına 'hata' diyemeyenlere kıyamete kadar ömür verilse ne olur? İstikamet 'mühlet' istemez. Yaşadığı anda her zaman geçerli olacak doğruyu seçer. İstikamet, doğruyu aramaktır, burnunun dikine gitmek değil. Sırat tevbe üzerine kuruludur. İman arayış üzerine. Arayan, kaybolduğunu/kaybolabileceğini kabul edendir. Pişman, yanlış yaptığını kabul eden. Melek kardeşleri iblisten ayıran sırra yaklaştın şimdi. Onlar; "Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin!" dediler. Yorumlarının cazibesini hakikat adına terkettiler. Şeytan yanlışının ömrü uzasın diye 'mühlet' istedi.

Evet, başta onlar da risk alıp insan hakkında yorumda bulundular. "Kan dökecek!" dediler. Hikmetini anlayamadılar. Fakat yorumları isabet etmeyince dönmesini bildiler. Tıpkı Âdem ve Havva efendilerimin yaptığı gibi. Onların da arza inişi bir pişmanlık serüvenidir. İnsanın ilk öğrendiği şey tâlim-i esma ise bir sonraki de pişmanlıktır. Melekleşmek istiyorsan, kusursuzluk arama, hatalarını görünce onlardan kaçabilmeyi ara. Budur ancak seni melekleştiren. Günahsızlık değil. Peygamberler dışında başka kimin ismeti var? Hatasızlık, bir açıdan 'risksizlik' demek. Risk almadan cihad da olmaz, ticaret de. Düşünsene: Varlık içinde en çok çocukları meleklere benzetirsin, fakat hangisinde kusursuzluk gördün? Belki şunu gördün: Hatalarını 'farketmeden' yapıyorlar. Büyüklerin cesaret edemeyeceği riskleri alabiliyorlar. İmtihan dediğin zaten bir farkındalık meselesi. Farkındayken hata yapmamaktır tevbe.

Tuesday, April 12, 2016

Yaşamak insanın kendisini keşfe çıkmasıdır

"Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." (Enfal sûresi, 42)

Yazmak, aslında bir yönüyle durmaktır. Hayatın hareketinden (ç)aldığınız o zaman diliminde durup; belki dışına çıkıp, sıyrılıp bir nevi herşeyden ve herkesten; olaylara veya kişilere yönelik birşeyler söylemektir. Ömrün kenarında yaşanmış ikinci bir hayattır yazı. Yazılanlar da bu yüzden yazarın ömrünü aşabilirler. Ve yine yüzden metinlerine benzemeyen yazarlara şaşmamalı. Her yazar metnini kaldıramaz. Metin üzerinden girilen tahminler yazarlarla birebir ölçüşmez. Hiyerarşide metin üsttedir. Metinler, günahsızlığa insanlardan daha müsaittir. Zira nihayetinde olmak istediği şeyi yazar müellif, yaşadığını değil. Yazdıklarımız dileğimizdir bizim.

Bu ikirciği hepimiz yaşıyoruz aslında. Birazcık takip edilsek, enseleniriz çelişkinin köşelerinde. Nasihatçilerin/hatırlatıcıların pek sevilmemesi biraz da bundandır. Her nasihatçi sizi bir çelişkinizden yakalar. Ama yazarlar bunun teşhis edilebilmesine kendileri izin veriyorlar. Hatta yolunu açıyorlar. Çünkü an'larını belgeliyorlar. Altına imzalarını atıyorlar. Avlayıp sunuyorlar. İki kapak arasında servis ediyorlar tenkitçilere, kendilerini. İyi cesaret doğrusu. İnsanların senin hakkında zanda bulunacağı şeylerin sayısını ve bunların isbatını kolaylaştırmak, hatta hünermiş gibi habire arttırmak bu malzemeyi, iki haletten birisine işaret eder:

Ya o kişi kusurlarının farkında değil ve kendisini kusursuz görüyor. Yahut da 'ancak birşeylerin parçası olabileceğini' zaten kabul etmiş. İnsanların ona 'teşhis etmekten' öte kötülük yapamayacağını biliyor. Zaten olanı söyleyecekler. İnkar ettiğini değil. Yaralarıyla barışmış. Hatta kanamasından haz alır hale gelmiş. Bu da aslında bir kötülük sayılmaz onun için. Neden kötülük olsun? İftira etmiyorlar ki. Hakkın hatırını tahayyülünün hatırından üstün görebilmekte kemal. Kendini 'o'laştırabilmekte enfüsî tefekkür. Belki malumu ilam sayılmalı en fazla. Öyle bir rahatsızlık oluşturabilir. Çok tekrardan belki sıkabilir. Yeni birşey söylüyorlarsa da ne âlâ! Öğrenmiş olacak böylece kendisini. Buna sevinmeli.

Yaşamak da zaten insanın kendini keşfe çıkmasıdır. Kendi hakkında deliller sahibi olmasıdır. Öyle ya! Neden varız? Bu varlık neden bir süreç içinde devam ediyor? Neden bu kadar 'an' var ömür sepetimizde? Ne farkımız var kelebekten? Bir yağmur damlasıyla yere inen ve bir daha sıra gelmeyen melekten? Neye şahitlik ediyoruz? Bu gibi soruların cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Önce bu şahitliğimiz kendimize. Sonra kendimizden ve eşyadan hareketle Allah'a ve Onun esmasına/sıfatına.

Kendimiz içre yolculuk konusunu biraz açarsam, şöyle bir hayal kurmanızı isteyebilirim: Bütün an'ları zaman ipinde birer tesbih tanesi gibi düşünün. Birbirine yaslandıklarında o delik boncukların içinde bir koridor oluşuyor. Ve her an'ın içinde de size ayrılmış bir beden, bir nazar, bir şahitlik, bir evren var. Siz ruhla (o nasıl bir keyfiyette ise) birlikte bu bedenlerin içinden ömrünüz boyunca geçiyorsunuz. Bedenler koridorunda bir ruh yolculuğu: Hayat.

Her 'an' bir boncuğun içinden geçiş süreniz. Bölünemeyecek bir zaman aralığı, bir şahitlik, an bu aslında. Bedenleriniz bir koridor, nazarlarınız bir koridor, şahitlikleriniz bir koridor, evrenleriniz birer koridor. Hepsi varlar, ama siz zamanla içlerinden geçiyorsunuz. Onlar da zamanla değişiyorlar ve birbirlerinden geçiyorlar. Herşey birbirinin içinden geçiyor. Zamanın dışından bakabilseydik böyle görecektik herhalde kendimizi. Ezel ve ebed (bence zamandışılığı ifade eder her ikisi de) meçhulümüz olan birer makam. Bu yüzden söylüyorum: Yolculuk, aslında biraz da kendimizi keşfetme yolculuğu. 'Belâ' dediğimiz günden beri bu yolculuk sürüyor. Allah, kader kitabında olacakları yazdı. Alîm isminin delillerini ortaya koydu. Biz de yaşayarak Allah'ın asla yanılmayacağına/yanılmadığına şahitlik ediyoruz.

Saturday, April 9, 2016

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (5): Bir de şu derse biz bakalım

Birinci Söz'ün hikayeciği içinde besmelenin "Allah'ın adını anmak" olarak değil de "Allah'ın ismini almak" olarak tarif edilmesi ayrıca anlamlı geliyor. Bu şekilde bakıldığında besmele 'denilip bırakılacak' birşey değil 'alınıp yaşanılacak' birşey. Hep tutulacak birşey. Zaten 'zikr' ile 'anma' arasındaki en büyük fark, kanaatimce, zikrin andığı şeyi arkasında bırakmayışıdır. Eskitmeyişidir. (Zaman hurdayı gözden düşürür, fakat antikayı ancak kıymetlendirir.) Bırakmama kastıyla diline mıhlayışıdır/ballayışıdır. Asla arkada kalmamacasına ve kalmasın diye anar zâkir, zikrettiğini.

Zaten vird 'hep anılana' denilir. 'Aman gönlümden çıkmasın!' diye telaşlandığınızdır virdiniz. Sık andığınız için dünyanızdan çıkmaz. Demesi böyle bir demedir. Sair 'demeler' veya 'anmalar' böyle değil. Sair 'demeler' veya 'anmalar' bir yönüyle arkada bırakmadır. Tekrar etmeye mecbur edildiğimizde kızarız/güceniriz hatta. "Kaç kere söyledim!" deriz. Sitem ederiz. Sıkılırız. Bıkarız. Yenilik ararız. Fakat besmele arkada bırakılamaz. Birinci Söz, bize, besmelenin arkada bırakılacak birşey olmadığını da hatırlatıyor.

"BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı hâl ile vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."

Sadece bu mu? Bence mürşidim besmeleyi 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtunca ehl-i zikrin her evradını da (ve ehl-i ilmin her ilmini de) aynı şekilde 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtur. Zaten esasında zikr 'anmayı' 'almaya' dönüştürmek içindir. Tasavvuf ehlinin virdlerini salt bir 'tekrar'dan ibaret görenler, küçümseyenler, tekrarat-ı Kur'aniyeyi nasıl konumlandırırlar acaba? Halbuki zikrin membaı, mehazı, meşruiyet kaynağı önce tekrarat-ı Kur'aniye ve sonra da sünnet-i seniyyedir. Mürşidim şu hikmeti bize şöyle izah eder:

"Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır. Hem öyle mesâil-i azîme ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor."

Hakikat yolculuğu dikey değil daireseldir. 'Almak' için yapılır tüm 'anış'lar. Çünkü anmak, dolayısıyla tekrar hatırlamak; hatırlamak, dolayısıyla onunla işaret edilen manayı tekrar dünyana dahil etmektir. O isim/vird ile gezmektir. O nam ile hürmet görmektir. Biz 'gaflet'i de şöyle tarif etmez miyiz: "Allah'ı hesaba katmadan kainata bakmak." Yani; bir an veya daha uzun bir zaman için olsun, onun herşeyi kuşatan varlığını unutmaktır gaflet.

Allah'ı unutmak az fakirlik değildir. Bu fakirlik, onun esma, sıfat ve şuunatından oluşan anlam/anlamlandırış dünyasından mahrum kalmaktır. Gaflete düştüğünüz zaman, Allah tasavvurunuzun dünyanıza kattığı zenginlikten mahrum kalarak, kainata 'nesne-nesne' düzleminde bakarsınız. Allah'ı hatıra getirmek varlığa dair her yorumunuzu 'mahluk-mahluk' düzlemine çeker. Tevhid ile bakmak rahatlatır. Size düşman görünenin sahibi de sizin merhametli sahibinizdir çünkü. Sahibi dost olunca mülkü de dostunuz olmaz mı?

"Hattâ bir adam, ('Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder...') âyetini okudu. Dedi ki: 'Bu âyetin harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.' Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâğati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."

Yeni olanın 'sınamaya tâbi tutulmadan' iltifata mazhar olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Hatta denilebilir ki: Modern medeniyetin yaptığı en büyük yıkım bu körkütük 'sıradışılık' aşkından kaynaklanıyor. Kemalin Allah'ın fıtratına aykırılıkta değil, uyumda olduğunu unutturdu yenilik tutkusu. 'Harika belagatlar' gözden saklandı. Virdleri gözden düşürdü. Ahirzaman çocukları için tekrar bir yük, bir karanlık, bir yanlış. Asla düşülmemesi gereken birşey tekrar. Her yapılanın/yazılanın/söylenenin bir öncekinden daha sıradışı olması lazım. Aynı hakikatin altını çizmek çoktan gözden düştü.

Felsefenin canı bu çünkü. Felsefî düşünce bir öncesiyle kapışmak üzerine kurgulu. Sütannesinden emdiği süt onun 'eyleyişine de' sirayet ediyor. Bir ismi yanına almakla ilgilenmiyor modern medeniyet. 23. Söz'de mürşidimin tarif ettiği gibi 'demirciler çarşısı' burası. Ustanın ismi kıymetsiz. Antikanın geçmişi önemsiz. Gelenek geçersiz. Herşey dönüştürülebildiği kadar önemli. Yeni birşey çıkıyor mu ondan, onda kemal var! 'Yeni fetişizmi' bu zamanın hastalığı.

Peki, modern zaman çocukları virdlere bu kadar düşmanken yanlarına nasıl isim alacaklar? 'Ona başlamanın' bir açıdan 'Onda kalmak...' anlamına geldiğini hatırlıyorlar mı? Besmele, vird-i zeban olmadan nasıl alınır? Kalmak da bir tekrar-ı vücud değil midir?

İnsan hakikaten şaşırıyor. Birinci Söz üzerine yazılmış bir yazıda ondan şu mana nasıl çıkarılır: "Tefsir kelimesinin gömleği Risale-i Nur’un yaptığı işi anlatamaz; dar gelir. Gömleği yırtıp atar. (...) Dersimiz ne tekrardır ne ezber; dersimiz hep yeniden başlamak, hep yeni kalmak..." Halbuki Söz'ün sahibi selef-i salihinin tefsirleri hakkında der: "Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar." Ezber olmadan söylenenin 'yeni' olduğu bile farkedilmez ki! Ezberi olmayan dün ne yediğini/söylediğini bile unutur. Kendi sözü bile nakledilse kendisine, yeni gelir. Ezberi olmayanın sistemi olmaz. Ezberi olmayanın usûlü olmaz. Ezberi olmayanın prensibi olmaz. Ezberi olmayan tekrara veya çelişkiye düşse de farketmez. Hey 'Demirci'ler çarşısı düşkünü! Kendi malını orada kaça satarsan sat. Karşılığında ne alırsan al. Bize ne? Fakat, insaf et, Nur'dan antikamızı çarşına sürükleyip harap etme...

Thursday, April 7, 2016

Rahim'in farkına varmak...

"Bismillâhirrahmânirrahîm'in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında, birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var." Sözler'den.

Cenab-ı Hak bize 'Allah' olduğunu, Allah içre 'Rahman' olduğunu, Rahman içre 'Rahim' olduğunu neden bu kadar sık hatırlatıyor? Çünkü bunu bilmeye ihtiyacımız var. Samediyet penceresinden bakınca görüyoruz ki; her tekrar, mükerrer ihtiyacımızın karşılığı. Öğün sayısı açlık sayısınca. Demek; bizim Allah'ın Allah olduğunu, Allah içinde/yanında Rahman olduğunu, Rahman içinde/yanında Rahim olduğunu bilmeye ihtiyacımız var. Onu biliş, bu 'içiçelik' hatırda tutulmadan yapılmamalı. Allah'ın hangi ismini bilsek, içinde başka bir ismin de bize gözkırptığını unutmamalı. Ki Kur'an'da yeralan fezlekeler de bize aynı sırrı ders veriyor: Allah hem Alîm hem Hakîm'dir. Hem Rauf hem Rahim'dir. Hem Semî hem Alîm'dir. Hem Ganî hem Hamîd'dir.

Bu, esma tefekkürünün en önemli parçalarından birisini oluşturur: İsimler arasındaki geçişler... Fiilden isme uzanan dikey bilişi, isimden isme yatay bir marifete dönüştürmek bu farkındalıkla mümkündür. Rahman olanın aynı zamanda Rahim olduğunu, Rahmaniyetinin Rahimiyeti de iktiza ettiğini bilmek gerekir esmayı tefekkür ederken. Tıpkı Alîm olanın Hakîm de olması gerektiğini bilmek gibi... Her işini hikmetle yapıyorsa demek ki herşeyi biliyor da yapıyor. Herşeyi biliyorsa elbette her eylediğini de o ilimce/hikmetle eyliyor. Rahman olan Allah'ın kainatı kuşatan Rahmaniyet tecellileri de bize şunu söyletiyor:

Allah, eğer bu kadar Rahman'sa, benim diğerlerinden ayrıldığım noktalarda da bana özel ikramları olmalı. Bu güneş farklılıklarımda da beni gölgede bırakmaz. Farklılığımı gözetememenin aczi ona dokunamaz! Benim yüzüm başka insanlara her noktada benzemediği gibi bahtım da benzemez. Bahtım benzemediği gibi kalbim de benzemez. Kalbim benzemediği gibi derdim de benzemez. O vakit, Rabbimin Rahmaniyetinin en ince dairelere kadar tasarrufu olmalı. Ki o da Rahimiyettir. Farklı olana yetişen 'hususi imdad'dır.

"Sonra, o kavânin-i külliye ve desâtir-i umumiye meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir etti. Sonra, bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden fertlere, Rahmânü'r-Rahîm isimlerini hususî bir surette imdada yetiştirdi."

Hususi imdatlardır en çok bizi Allah'ın kudretinden ümitvâr kılan. Yaşadığımız halet nasıl bir karanlık olursa olsun, o Şems-i Sermed'in ziyasının bizi ıskalamayacağını biliriz. Hiçbir başkası, ne kadar büyük olursa olsun, bizi gölgede bırakamaz. Rahimiyet Rahmaniyetin kemali için gereklidir. Tıpkı Hakîm ismi için Alîm isminin gerekli oluşu gibi.

Biliriz ki: Allah'ın Rahmaniyeti (hâşâ) kontrolsüz bir saçış/bağış değildir. En küçük mahlukatının en ince derdini bilip, ona has devaları da o büyük dağıtış içinde gözeten kemalde bir bağıştır. İşte bugün üç aylara giriyoruz. Bize bağışladığı imanlı zamanlar içinde Rahman ismini görüyoruz, mübarek vakitlerin içinde ise Rahimiyetini okuyoruz. Çünkü bu özel alanlara/has ikram dairelerine ihtiyacımız var. Kervan göçüp dağlar başında yalnız kaldığımız zamanlar var. Besmele diyor ki bize: Dikkatli olun! Rahman olan aynı zamanda Rahim'dir. Geride kalmışlara has ikramları da vardır. Hayatınızın içindeki özel ikramları sakın ha sakın gözden kaçırmayın! En çok siz olduğunuz yerden/kalbinizden ve en çok şuurda olduğunuz yerden/dikkatinizden Allah'a bağlanın.

"Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Tuesday, April 5, 2016

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (4): Bediüzzaman'a rağmen Bediüzzaman

Öncelikle şunu itiraf etmek zorundayım belki: Ben Senai abiye karşı temkinliyim. Çünkü tanımıyorum. Kendisiyle birkaç kez karşılaşmışlığım ve yine birkaç kez de arkasında namaz kılmışlığım var. Ancak bütün hukukum bu kadar. (Birkaç kez mailleştiğimizi de unutmayayım.) Yazılarıma bakanın, bunları yazanın Senai Demirci'nin kırk yıllık tanışı olduğunu düşünmesini istemem. Öyle değilim. Bazı kitaplarını okumuşluğum var. Sohbetlerini dinlemişliğim var. Onunla tanış olan bazılarını tanırım. Hepsi bu kadar. Peki, bu bilgi bize ne sağlayacak?

Bu bilgi öncelikle yazılarımın 'muhatabını neden netleştirmek istediğini' anlamanızı sağlayacak. Farzedelim ki; ben, başka bir gezegende yaşıyorum ve Senai Demirci'yi tanımam ancak metinlerinde kendini ifade edişiyle mümkün olacak birşey. Benim hakkım olmaz mı o zaman metinlerinde bir netlik görmek istemem? Hakkım değil midir, bana kalbinden haber verecek tek yolda, "Öyle de olabilir. Böyle de olabilir..." cümleler görmek yerine "Ben buyum!" diye haykıracak ifadelerle muhatap olmam? Ben bunun tastamam hakkım olduğunu düşünüyorum ve şahsıma yapılan tüm 'niyet okuma' suçlamalarına 'Senai Demirci hakkında hüsnüzan edecek kadar onu tanımadığımı' ve 'müdakkik bulmadığım zanlarınızı da delil olarak kabul etmediğimi' ifade ederek karşı koyuyorum.

Üstelik benim gezegenime bazı söylentiler de ulaşıyor. Mesela; epeyce bir süre Senai Demirci'nin ahbabı olmuş, hatta bu ahbablıklarının hoca-talebe ilişkisine çalındığı söylenmiş, bir başka ismin savurduğu herzelerin nerelere ulaştığını görüyorum. (Bunları siz de görüyorsunuz.) Korkuyorum ki; bu kadar yanında kalmakla Senai Demirci'nin zihnine de onun çamurlarından bulaşsın. Ve o da o bulanık ekran ile Risale-i Nur'u okumaya ve anlatmaya başlasın. (Zira bazı sözleri sözlerine benziyor.) Üzerine şüphe bina edilecek kadar endişelerim var ve ben de avam-ı müslimindenim. Hakkım değil midir, Senai Demirci'den metinlerinde ondan etkilenmediğini gösterir netlikler görmek istemem? Bunu sadece kendi adıma da istemiyorum üstelik. Diyor ki mürşidim:

"Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder."

Siz şimdi bana diyorsunuz ki: "Yahu bu adam makbul şahıstır. Niye böyle şeyler yazıyorsun?" Ben de diyorum ki: "Derdim o zaten..." Siz bu insanın 'makbul şahıslığını' sorgulamaya açmıyorsunuz ki, hakikat ortaya çıksın. Önümüzde görünüyor. Adımıza konuşuyor. Her yerde dolaşıyor. Dilinden sâdır olan herşey Risale-i Nur'un ve Nurculuğun malı sanılıyor veya sanılabilir. "Bediüzzaman böyle diyor..." dediğinde, demediğini de onun mübarek diline koyabilir. Ben de bir Nur talebesiyim. Üstadıma 'demediğini dedirsin' istemiyorum. Hakkım değil midir bunun sınamasını benim onda yapmam ve onun bana cevap vermesi?

Üstelik hakikati ortaya koyması için ona fırsatlar da veriyorum. Birkaç cümleyle, hatta salt bir alıntıyla, istikametli bir duruş beyan edip benim işimi bitirebilir. Zaten çok açtığım ağzımı kapayabilir. Hakkında bulandırdığım suyu bir kaşık sallamayla temizleyebilir. Ama yapmıyor. Yapmadığı için endişemin üzerine kat çıkılıyor.

Şimdi, yapmanız gereken zaten çapı/etkisi boyunu geçmeyen Ahmet'i durdurmak mıdır? Yoksa endişemin giderilmesinde bana yardım etmek midir? Ben birincisine destek beklerken bazınızda ikincisini buluyorum. Örneğin: Bediüzzaman'ı parlatmak için geleneği tozlandırdığı yazıları boyunca, Allah aşkına, neden ikincil yorumlarla sözüne getirdiği "Bismillah her hayrın başıdır..." veya "Biz de ona başlarız..." gibi cümleler yerine, zannını besler sarih alıntılar yapmıyor? Neden Bediüzzaman'ı tarif ederken Bediüzzaman'ın metinlerinden doğrudan istifade edemiyor? Ben nedenini söyleyeyim: Çünkü üzerine fikrini bina edeceği sarih bir metin yok. (Çünkü Bediüzzaman'ın öyle bir iddiası yok.) Onun yok, ama benim var mesela. Birkaçını bir önceki yazımda kullanmıştım. Birini de buraya koyayım:

"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.

Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar.

Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbni Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur'ân'ı, muan'an senetle müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.

İkinci taife: Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor; veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur'ân-ı Hakîmin—senin tabirinle—birer polat kalesi hükmünde olan surlu sûreleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler—hâşâ—hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye şüphe îras etmek için bu nevi sözleri işâa ediyorlar."

İşte ben diyorum ki: Senai abi, birinci taife gibi değil, ikinci taife gibi konuşuyor. Gömleği genişletmiyor, yırtıyor! Bediüzzaman'ın tefsirini 'tetimmat' gibi değil, 'gelenekten kurtarmış' gibi tarif ediyor. 'Dava içinde burhan' gibi değil 'yeni bir dava' gibi anlatıyor. Bediüzzaman sağ olup işitse bundan teberri eder. Biz de onun talebeleri olarak Bediüzzaman'ın eserlerini böyle bir tevilden koruyalım istiyorum. Ama heyhat! Yazdığı metinlere bir tane Risale-i Nur'dan fikrini destekler alıntı yapmayan Senai Demirci anlaşılması gereken oluveriyor. Ahmet'in bahtına da 'niyet okumacılığı' düşüyor. Acaba sizin lügatta 'feraset' nedir? Mü'min iki kere ikiye 'dört' derken matematiğin niyetini mi okur, yoksa eldeki delil bu sonucu mu gösterir?

"Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim..." diyen Üstad'ın geleneğe bakışı hakkında şunları yazan doğru mu söyler:

"Nakil geleneğinin bıraktığı tozları süpürürken, vahye ilk muhatap olma anının çıplak ve tanımsız heyecanına taşır bizi. (...) Tefsir diye yazılan kitapların, zaman içinde saydamlığını kaybetmesine karşı ustaca bir yaklaşım sergiler. Adeta kataraktlaşan tefsirin merceğini yeniler. (...) Tefsir kelimesinin gömleği Risale-i Nur’un yaptığı işi anlatamaz; dar gelir. Gömleği yırtıp atar. (...) Âdiyat’ın at ve deveye hamledilen yorumlarını aşmak ister. Tekrarlara bağlanmaz. (...) Dersimiz ne tekrardır ne ezber; dersimiz hep yeniden başlamak, hep yeni kalmak..."

Veya şunları söyleyen:

"(...) Sen bizi geleneğe yaslanmamayı öğrettin. Sen bize 'böyle gelmiş böyle gider' diye diye nakilcilikle bulanmış o nehirden kıyıya çekmek için ter döktün. Sen bize 'şaz' yorumlara gözü pek bakmayı telkin ettin. Seni ‘şaz’ görmeyen taleben, seni nasıl ‘müceddid’ kabul eder ki? Tecdid ‘şaz’ değil midir? Yenilemek, geleneğin gömleğini yırtmak değil midir?"

Belki de Senai Demirci hakkında siz fazla iyimsersiniz ha?

Sunday, April 3, 2016

Bediüzzaman hâlâ Bediüzzaman

Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar.” (Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.)

Bu hem Risale metinlerinde yer bulan birşeydir, hem de Bediüzzaman'ın bazı talebelerinin aynı manayı doğrular hatıraları vardır. Bir tanesini, bu yakınlarda rahmet-i Rahman'a uğurladığımız Said Özdemir abi ile ilgili anlatılarda dinledik. Özetle hatıra şudur: Said Özdemir abi, dine muarız rejimden dolayı Türkiye'den kutsal topraklara hicret etmeyi arzu eder. Bu arzusunu da ziyareti sırasında Bediüzzaman'a açar. Bediüzzaman ona, şu mektupta dediklerine benzer şeyler söyleyerek, kalmasını öğütler:

"Senin mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa, benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise... Evvelâ: Biz, imanı kurtarmak ve Kur'ân'a hizmet için, Mekke'de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya—Kur'ân'dan aldığım dersle—karar verdim ve vermişiz."

Bediüzzaman'ın bu kararı önemlidir. Zira dönemi âlimlerinden pekçoğu Türkiye'de kendilerine çektirilen/çektirilebilecek sıkıntılardan dolayı İslam âleminin değişik beldelerine hicret etmişlerdir. Anadolu, tek parti diktasının dine muhalif tavrından dolayı bir 'mürşidsizlik' sıkıntısı çekmektedir. Bu mürşidsizliğin gelecek adına doğuracağı kötü sonuçlar düşünülünce, kalıp mücadele etmek, gidip rahat etmekten daha evladır elbette. Fakat kalmanın da bir bedeli vardır. Kalmanın bedeli, ahirzaman fitnesinin en ateşli olduğu zamanlarda, o koru elinde tutup 'eli yananlardan' olmaktır.

İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse, avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır...”(Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,17) hadis-i şerifi ekseninde anlaşılabilir Bediüzzaman'ın bu 'kalıp savaşma' ve 'koru bırakmama' tavrı. Hem Ahmed b. Hanbel'in (r.a.) Ebu Ümame'den (r.a.) aktardığı bir rivayette de Allah Resulü aleyhissalatuvesselam şöyle buyurmamış mıdır: "Veda Haccı'nda Allah Resulü şöyle buyurdu: 'İlim kabzedilmeden veya kaldırılmadan önce ilmi alınız.' Bu­nun üzerine bir bedevi 'İlim nasıl kaldırılır?' diye sordu. Allah Resulü de üç kere 'Dikkat edin! İlmin gitmesi, ilmi taşıyanların (âlimlerin) gitmesiyle olur!' buyurdu."

İşte gitmemiştir bir âlim, tüm 'gönderme' ve 'yaşatmama' çabalarına rağmen. O ve emsalinin gitmemesiyle de ilim ve istikamet bu topraklardan, elhamdülillah, gitmemiştir. Bunu sadece Türkiye'nin tarihi veya jeopolitik önemi üzerinden okumak yanlış olur. Bediüzzaman'ın bu nasihati, kanaatimce, her yerin ilim ehlinedir. Eğer modern medeniyetin İslam'a veya İslamî değerlere hücum ettiği bir coğrafyada yaşıyorsanız ve çevrenizde İslamî şuuru korumaya muktedir birisiyseniz, gitmeyin; kalın ve o topraktaki İslamî şuurun devamı için manevi cihadı sürdürün. Bunu bu şekilde yapmanız, İslam'ın, 'görece daha rahat yaşandığı' yerlere hicret etmenizden daha evladır. Zira, siz giderseniz, sizinle birlikte ilim ve istikamet de gider. İslam da o toprakları, Allah korusun, terkeder.

Sadece bu kadar mı Bediüzzaman'ın mezkûr duruşundan alacağımız ders? Bence yanıbaşımızda hortlayan DAİŞ terörü ve onun sahte hilafet davası üzerinden bir zenginliğini daha farkedebiliriz bu duruşun. Akaid Bilinci Sohbetleri'nin altıncısında Ebubekir Sifil Hoca'nın da dikkat çektiği bir yaradır: Bu sahte hilafet, birçok beldenin safi kalpli mü'minlerini, şu gibi ayetleri delil göstererek kendisine katılmaya davet etmektedir: "(...) Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." "(...) Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir." "(...) Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır." Maide sûresinde geçen bu ifadeler üzerinden Allah'ın şeriatına göre hükmedilmeyen devletlerde yaşamaktansa DAİŞ'e katılıp bir din devletinde yaşamanın daha doğru olduğu ve hatta tek çıkar yol olduğunu iddia eden bu insanlar; Ebubekir Sifil Hoca'nın tabiriyle 'yeni bir emperyal oyun'un maşası konumundadırlar: 'Müslümanı müslümana kırdırma' veya 'müslümanı müslümanla hizaya çekme' oyunu!

Ehl-i Kitap olarak İsrail'in yanında durmayı, mürted saydığı Hamas'ın yanında durmaya tercih edeceğini söyleyen böylesi yapılanmaların İslam'ın hakikatine hizmet ettiklerini/edeceklerini söyleyebilmek mümkün müdür? Halbuki, İbn-i Abbas (r.a.) gibi, bu ifadelerdeki küfrün 'mutlak küfrü' değil 'küfran-ı nimeti' kastettiğini söyleyen müfessirler de olmuştur. (Yani Allah'ın verdiği bir hükme uygun hareket etmemek, o hükmün 'nimetiyetinden' istifade edememektir.) Hal böyleyken böylesi ifrat yorumlarla âlem-i İslam'ı kendi yaşadığı topraklarda huzursuz, kendi insanına karşı tekfirci, kendi devletine karşı düşman hale getirmek; hakikaten de yeni ve büyük bir tuzağın resmini bize vermektedir. Bu resim birşeyi daha göstermektedir hepimize: Bediüzzaman'ın metinleri ve duruşu, tıpkı yaşadığı günlerde olduğu gibi, bugün de sıkıntılarımıza derman, karanlıklar içerisinde denizfeneri, ehl-i sünnet reçeteleri sunmaktadır.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...