Sunday, April 17, 2016

Yalancı, geçmişi sevmez

Korkular hep boşluktan. Nereye varacağını kestirememekten. Varlıktaki yokluk, boşluk, karanlık. Mürşidin demişti sana: Şer ademîdir/yokluksaldır. Hayır vücudîdir/varlıksaldır. İnsan 'boşluk' gördüğü herşeyde şerrin kokusunu hisseder. İhtimal hesaplarına dahil olan herşey endişelendirir seni. Ne çok şeyden korkuyorsun! Sadece karanlıktan, öcülerden, gelecekten değil, verdiğin sözlerden de. Sanki her söylediğin ayağını bağlıyor, bağlamış. Geçmişte çok konuşmuşsun, şimdi susuyorsun. İnsanların yüzüne bakmayı sevmeyişin de bundan. El açıp dua etmeyişin de. Dikkat edilsin istemiyorsun varlığına. Kumun altında kafan. Gözünün içine bakan herkesin, orada, çelişkilerini ve zaaflarını göreceğini sanıyorsun. Çok yalan söylemişsin. Yalan söyleyenler geçmişi sevmez. Yalan söyleyenler göze bakmak ve gözüne bakılsın istemez. Geçmişi unutsun istiyorsun herkes. Sen de unutmayı seçiyorsun. Duan kabul olmuş. Hafızan zayıflamış.

Utangaçlık ve unutkanlık korkularının kılıfı olmuş. Asosyal falan da değilsin halbuki. Seversin kalabalıkları. Fakat yüzleşmeye cesaretin yok. O kadar çok konuştun ve o kadar çok şey ahdettin ki. Tutamadığın o kadar çok sözün var ki. Bir sürü de gerçekleşmemiş hayal... Heyula gibi. Birileri hatırlar da hatırlatır diye korkuyorsun. Kur'an dinlerken sıkılman da bundan. Nasihatten kaçman da. Hepsi birden üzerine yıkılır sonra, Allah korusun. İnsanlara eyvallah etmez görünürsün, işte bu yüzden. Sana yapılan yanlışları unutmaz, verilmiş hediyeleri ise anmazsın, işte bu yüzden. Nimeti anmak borçlandırır insanı. Geçmişi hatırlatır, vefayı, şükrü, teşekkürü. Sen öcülerden çok tutamadığın sözlerden korkuyorsun.

Sözünü tutamayanların canı çok sıkılır, neden biliyor musun? Çünkü her boş kaldıklarında vicdanları azap verir. Fıtrat ahdini unutmaz. Vicdan cevap anahtarı. En sağlam 'sağlama' yöntemi. Başımızdan gitmez, yapışkan bir bekçidir. Onu ikna etmenin tek yolu geçmişi hatırlamamak. Yahut da şöyle söylemeli: Geçmişin güzelliklerini hatırlamamak. Seni borçlu çıkaracakları. Anınca, karşılığında birşeyler yapmanı gerektirecekleri. Fıtrat vefayı ister. Vicdan talep eder. Onları hiç anmazsan, belki(!) kurtulursun. Felahın, devekuşu felahı. 'Memnuniyetsizliği' bir kalkan gibi kullanıyorsun.

Mesela bir evlat olsan, ebeveyninle tartışsan, sana en tatlı gelen şey onların yaptıkları iyilikleri hatırlamamaktır. Hep verdikleri eziyetlerden dem vurmak, onları konuşmaktır. Sana kızmıyorum, ben de geçtim aynı yollardan. Ama dostum, inan bana, vefasızlığın acısı hiç geçmiyor. Sadece sana yapılanların değil, senin yaptıklarının da. Taşı doğru yere koymadığını hissediyorsun. Birşeyler yanlış geliyor. Birşeyler hep yanlış gidiyor. Bir ince sızı, her tenhada batıyor kalbine. Namazı terk etmek de aynen öyle.

İnsan, nefisten ibaret değil. Salt ona göre de yaşayamaz. Nefsin planı da, rahatı da hep kısavadelidir. Asıl, zaman uzayıverince, geçince günler birbiri ardına, nefsin de lezzet ümidi kesilince amelden, işte o zaman defterler açılıyor. Ah o defterler ne yaman açılıyor! O zamana kadar tutmadığın her sözle, o anda yüzleşiyorsun. Sana Allah mutluluk vaadetti, doğru; varlığa erdiğinden itibaren bunun peşindesin. Fakat dostum, yine o Allah demiyor mu: "Lutfettiğim nimetimi hatırlayın; bana verdiğiniz söze vefalı olun ki, ben de size verdiğim ahdimi tutayım. Ve yalnız benden korkun." Ona vefalı olmadığını, sana verildiğini düşündüğün sözlerin tutulmamasından anla. Ne ki, tam olmuyor, senden dolayı olmuyor. Yarım kalanlar hep korkudur. Yarım kalanlar hep korkutur. Yarım bırakan sensin. Her korkun, tutmadığın bir sözden imal edilmiştir. Sen sözlerinde sâdık olsaydın elbette Allah'ı Sâdıku'l-Vaad bulacaktın.

Saturday, April 16, 2016

Vicdan hayatın 'acaba'sıdır

Dikkatle baksan, göreceksin, çok da cesur değiliz aslında. Cür'etimiz sahte. Cür'etimiz, isbat-ı vücut. Ergen dengesizliği. "Ben de varım!" çığlığı. Riyakâr. Gösterişçi. Kalabalık, birşeyin peşinde koştuğu zaman "Durun bakalım! Doğru yöne mi gidiyoruz?" diyecek gücümüz yok. Kalabalıkla varoluruz biz. Karşısında varolamayız. Sınamayacak kadar çekingeniz asabiyet kokulu haykırışları. Atalarımızın dininden kurtulduk vahy-i semavi ile, ama ahlakından büsbütün kurtulamadık. İbrahimler yakılırken izlemeye toplanırız o büyük ateşi. Firavunlar bizi küçümser, ama biz yine de Firavun'un 'biz' tanımını hayran, itaat ederiz. Cesaret diye aslanla boğuşmaya demezler. Medeninin cesareti başka türlüdür. O, şehre karşı direnmeye çalışır. Kalabalığa, kemiyete, genel de olsa haksız olana.

Tahkik ile ayakta durmaya gayret eder. Onun inzivası beynindedir. Uzleti kalbindedir. İmanı sorularındadır. Taşıyabilirse hayata, ahlakındadır. Gariptir böylesi durumlarda yalnız kalabilmeyi seçtiği için. Garibüzzamandır. Vicdanının sancısına aldırdıkça kalabalığın etkisinden kurtulur. "Allah sabredenlerle beraberdir..." hakikatine sığınır 'acele etmediği için' suçlandığını her anda.

Kapılmayı seviyoruz. Birşeyi herkes yaparken ve herkes öyle yapmanın doğru olduğunu söylerken yapmak daha kolay. Hem yorulmak gerekmiyor. Akıl istirahatte. Dikkat atalette. Kimse zıttını söylemiyor. 'Acaba?' yok. Hayatı otomatik pilota almak gibi bir rahatlık. Kolay olanı seçiyoruz biz de. "Ben de herkes gibiyim!" diyoruz, geçiyoruz. Fakat vicdanı olmaya soyunmuşsak birşeylerin, ilk yapmamız gereken öfkeyle yürüyenleri—sayılarına bakmadan hem de—durdurmak değil mi? Vicdan bunu yapar. Vicdan hayatın 'acaba'sıdır.

Vurgu azı çoğa galip eder. Öfke, vurgudur. Öfke, yanlışı doğru gösterebilir bir sihirdir. Duyguların içinde böyle cerbezeden anlayanlar var. Sana yanlışı doğru gösterirler. Bir de kalabalığı kendilerinden yana bulmuşlarsa, iyice coşarlar. Kalabalık sarhoş edicidir. "Azı sarhoş edenin çoğu da haramdır." Hatta çoğu daha çok haramdır. İşte onlara kapıldığında, sana hakiki doğruyu gösteren, gürlemeyen ama inleyen sestir vicdan. Hiçbir içkinin sarhoş edemediği yer. Bir bıçak yarası değil, bir sızıdır, nazlıdır. Mehri dikkattir. Nazarın ondaysa kapılırsın. Arıyorsan bulursun. Bakıyorsan görürsün. Görmek istemeyeni, iradesini elinden alacak şekilde, baskılayıp engelle(ye)mez. Müşterisinin müşterisidir. Kulak verenin duyduğu sestir. Esasında vicdan, insanda yaratılmış bir mucizedir. Fakat her mucize gibi "Akla kapı açar, ama ihtiyarı elden almaz." Sızılarına kulak veriyorsan onu işitebilirsin. Kulağı sızılarında olmayanı hiçbir sancı adam edemez.

Friday, April 15, 2016

Çocuklar neden sorar?

Yeğenim dokuz yaşına geldi. Eskisi gibi kucaklamamıza, öpmemize veya sarılmamıza müsaade etmiyor. Bütün bunlar ancak onun içinden de gelirse ve izni dairesinde olabiliyor artık. Bir şekilde anlaşmalısınız. Anlaşabilirseniz, ki bu daha çok kazan-kazan tarzı bir vaadle mümkün olabiliyor, o zaman beyzadeden bir busecik almakla (artık yanaktan da yok, ancak başından öpebilirsiniz) şereflenebilirsiniz.

Pekçok huyu değişti. Mesela eskisi gibi kolay kandırılmıyor. Ona söylediklerimin hangisinin şaka olabileceğini veya hangilerinin kendisini gaza getirmek için söylenmiş olduğunu (her an tetikte bir şekilde) sınıyor. Daha uzun cümleler kuruyor. Açıklarımızı yüzümüze vurmaya hazır. Kendisini savunmayı öğrendi. Sadece ağlayarak değil, bir mantık çerçevesinde deliller de sunarak (ama çocukça bir mantık bu) karşı koyabiliyor. Ah, bir de, söylemeden geçemeyeceğim, eli çok ağırlaştı. Artık şakayla da olsa vurmalı oyun oynanmıyor. Vurduğu yeri morartıyor. Benim şakalarımı anlasa da 'şakacıktan vurmak' denen şeyi kendisi anlayabilmiş değil.

Birşeyi aynı sadece: Soruları. İçerik itibariyle elbette büyük değişimler var. Mesela eskiden yağmurun nasıl yağdığını tekrar tekrar anlattırırdı. Şimdi karadelikler, yanardağlar ve dinazorlar ilgi alanları. Galiba bizim için sıradanlaşanlar, onun için de sıradanlaşmaya başladı. Bu bir yönüyle kötü haber. Ama güneşin doğuşu bizim de gözümüze 'harika' görünmeyeli epey zaman oldu. Alıştık. Bunun ona da olmamasını bekleyemezdim. Süreç onda da işledi. Artık sadece her an karşısına çıkmayacak olanları sıradışı buluyor. Yağmur cazibesini kaybetti. Bulutlar ve kuşlar da öyle.

Yalnız hakkını vermeliyim: Soru sayısında hiçbir azalma yok. Geçmişte bu soruları meraktan sorduğunu sanıyordum. Şimdi tamamen öyle olduğunu düşünmüyorum. Çocukların soruları, galiba biraz da bizim çok bilmişliğimizin eseri. Küçükken onların meraklarına cevap vermek bir büyüklük kibri veya bir yol göstericilik şehveti sağlıyordu bize. Bu yeniyetme cahillerin yanında kendimizi âlim sanıyorduk. Sordular, cevap verdik. Sordular, cevap verdik ve bu soru-cevap faslından büyük keyif aldığımızı da onlara gösterdik. Kendilerini bizim sevgimize ve ilgimize muhtaç gören bu sevgi pıtırcıkları da iletişim kanalı olarak onu seçtiler.

Bence bir çocuk çok soru soruyorsa, biraz da büyükleriyle iletişim kurmaya ihtiyaç duymasındandır. Çünkü dikkat ediyorum: Çoğu kez daha evvel aldıkları cevapları unutmuş gibi yapıp tekrar soruyorlar. Yeğenimle yaptığım bir iki sınamada anladım. Mesela; bir çizgifilm karakterinin ismini aylardan sonra tekrar sorduğunda, ben farklı birşey söyleyince uyarmadan edemedi: "Ama o zaman başka söylemiştin. Yalan mı söylemiştin?" Demek unutmamıştı. Ama yine de benden tekrar duymak istiyordu. Bunu görmemin ardından yeğenime 'onun konuştuğu zamanlar mutlu olduğum bir dünyayı' değil, 'onun sorup benim cevap verdiğim bir dünyayı' ideal bir dünya gibi gösterdiğimi anladım.

Aksini yapsam merakı ve soruları tükenir miydi? Tükenmezdi elbette. Merak insanın üzerine yaratıldığı şey. Öğrenmenin kapısı. Fakat bugünlerde ona yorum yaptırmaya daha çok gayret ediyorum. Bazen birşeyi bana sorduğunda "Sence nasıl olmuştur?" diyorum. O zaman dakikalarca anlatıyor kafasındakileri. Sonra ben de benimkileri anlatıyorum. Bazen ikisini de, hatta bazen halalarından öğrendiklerini de defterine yazdırıyor. Beni yıldırması birşey değil de inşaallah kendisi yılmaz. Çünkü nihayetinde her soru bir duadır. Allah, ilmi, cevaplar suretinde yaratır. Bu masumların duaları kabule bizimkilerden daha yakın. Hem Zübeyir Tercan abi bir sunumu sırasında şuna yakın birşey dememiş miydi: "Allah, bize, cevaplamamız gereken soruları çocuklar üzerinden gönderiyor."

Thursday, April 14, 2016

Mealin hatmi olur mu?

İnanın fazlasına sahip olmak gerekmez. Şekerle karabiberi birbirinden ayırmaya yetecek kadar bir zeka kâfidir. Herhangi bir mealle tefsiri karşılaştırsanız tefsirlerin nitelik/içerik olarak çok daha üst düzey metinler olduğunu farkedebilirsiniz. Neden? Çünkü bir müfessir ayetleri sadece ‘çevirmeye’ çalışmaz. Ya? Ders aldığı tecrübeyle ‘izah etmeye’ çalışır. Yani metinden ziyade marifetini sizinle paylaşır. Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi merhum Hak Dini Kur'an Dili'nde bu nüansı şöyle ortaya koyar:

"Kur’an’dan bahsetmek isteyenler onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir. Mamafih, öyle kimseler görüyoruz ki, Kur’an’ı harekesiz olarak şöyle dursun, harekesiyle bile dürüst okuyamadığı halde onun ahkâm ve maânisinden içtihada kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki: Kur’an’ı anlamıyor ve tefsirlere 'müfessirlerin te’vîlleri karışmıştır' diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği tercemeleri okumakla Kur’an’ı tetkik etmiş olacağını iddiâ ediyor. Düşünmüyor ki: Okuduğu tercemeye, âlim müfessirlerin te’vîli değilse, cahil mütercimin re’yi ve te’vîli, hatası, noksanı karışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki: 'Kur’ân tercemesi' demekle ifâ etmiyor da 'Türkçe Kur’ân!' demeye kadar gidiyor. Türkçe Kur'an mı var be hey şaşkın!"

Hadi, farz-ı muhal, ilmin 'i'sini bilmeyecek kadar eşeklikte şeddeli olduğumuzu farzedelim. Yahu bu eserlerin sırf kalınlığına bakmak bile gözlerimizi açar. Bir yanda kütüphaneler dolusu tefsirler vardır. Diğer yanda birkaç yüz sayfalık mealler. Gözünün tarttığı kadar aklı olanlar bile şu bariz farkı seçebilirler. Hangisinin daha derin bir emeğin ürünü olduğunu tartabilirler.

Üstelik meallerin (mealin manası da 'kısa anlam'dır) tarihi yüz sene öncesine ancak gider. Hatırlayalım: Meallerin ortaya çıkışıyla ‘Türkçe ibadet’ veya ‘Türkçe ezan’ menfur teşebbüslerinin zamanları da birbirine çok yakındır. Mürşidim bu sadedde gözlerimizi açacak şu sözleri söyler:

"Bundan on iki sene evvel işittim ki: En dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'an'a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: 'Kur'an tercüme edilsin tâ ne mal olduğu bilinsin.' Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur'un cerh edilmez hüccetleri kat'î ispat etmiş ki: Kur'an'ın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mu'cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı."

Yani demem o ki: Daha şu suyun kaynadığı yerde bir sıkıntı vardır. Niyeti sislidir. Amacı perdelidir. Üstelik geleneksizdir. Tarih boyunca bu ümmet Kur'an'ı anlama yöntemi olarak mealleri değil tefsirleri seçmiştir. Hatta Kur'an’ın vahyolduğu dil anadilleri olan Arap kardeşlerimiz dahi bu yolu tercih etmiştir.

Meselenin sergüzeşti böyle iken şimdilerde iş iyice acayip yerlere gidiyor. İnternette rastladım. 'Meal hatmi' diye birşey çıkmış. Yani Kur'an cüzlerini paylaşıp hatim yapar gibi mealleri bölüşüp hatim yapıyorlar. Üstelik herkes istediği kişinin mealinden takip ediyor. Nüsha birliği falan da aranmıyor.

Hayret! Mealinin Kur'an sayılamayacağını bilmiyor mu arkadaşlar? Yahut da sormuyorlar mı: Metinleri daha nitelikli olmasına rağmen niçin tefsir okurları gayretlerini böyle anlamlandırmıyorlar? Niçin bir tefsir bitirdiklerinde 'Hatim yaptık' demiyorlar? Endişemin kaynağını anladınız sanırım. Mesele meal okumak falan değil. Mesele okuyanların kendini Kur'an hatmetmiş gibi hissetmeye başlaması. Evet, tehlike, Prof. Dr. İshak Özgel Hoca’nın bir seminerinde altını çizdiği gibidir: İş Kur’an’ın yerine mealini geçirmeye doğru gitmektedir.

Yani bu arkadaşların zihinleri meallerin insanî yanını görmüyor gibi. Sıkıntı burada. Tehlikenin özü bu. Yani mesela: Herbiri başka mealden hatim yapan bu arkadaşlar mealcilerin bazı/birçok ayeti farklı anlamlandırdıklarını bilmiyorlar mı? O halde bu sözde hatmin farklı nüshalar/manalar üzerine yapıldığını, dolayısıyla okuduklarının ‘daha insan sözü olarak bile’ bir bütün oluşturmadığını idrak edemiyorlar mı? Mevzuun bu yanını da hiç düşünmezler mi?

Pek de havalılar! Onlara kalsa hamiyetsizler asıl sizsiniz. Çünkü araya başkalarını koyan sizsiniz. İyi de kardeşim. En azından aramızdaki şu eşitliği farketmen lazım: Biz de Kur'an'ı anlatan ‘tefsir’ dediğimiz ikinci bir metni okuyoruz, siz de ‘meal’ dediğimiz ikinci bir metni okuyorsunuz. Bizimkisi ciltler dolusu sizinkisi bir cilt. Ama nihayetinde bunların ikisi de Kur’an’ın kendisi değil. Arada insanlar var. Sen nasıl benden aşkın birşey başarmış oluyorsun? Benim ciltler dolusu okumakla aşamadığım perdeyi sen nasıl tek ciltte aşıyorsun?

Üstelik bir de tefsir okurlarını 'okuduklarını Kur'an yerine koymakla' itham edersiniz. Bu yolda elinize geçen hiçbir fırsatı kaçırmazsınız. Peki de birader, endişenize inandık diyelim, şimdi beşer sözleriyle hatme siz başlamışsınız. Acaba kim okuduğunu Kur'an yerine koymuş oluyor? Hem şu takıyyeyi de bırakın artık yahu: Siz mealleri Kur'an'la doğrudan(!) muhatap olmak için değil daha kolaycı olduğunuz için okuyorsunuz. Tembel nefsiniz gözü tefsir okumayı kesmiyor. Bu gerçeği kendisine itiraf etmekten çekindiği için de eşeği boyayıp at diye satıyor.

Yeter be kardeşim. Cidden kifayet etti. Usandık. Bu ümmete kolaycılığınızı ‘gayretkeşlik’ olarak satmayı bırakın artık. Tembelliğinizi süsleyip hamiyet yapmayın. Kur’an’a gönül vermiş insana en evvel dürüstlük gerek. Önce kendine karşı dürüstlük. İtiraf. İzzet. Yola ‘kendisine yalan söyleyerek’ başlayanın nihayetinde Kur’an’da bulacağı ‘sapkınlığını arttırmasından’ başka ne olur ki? Ki Furkan’da da kısa bir mealiyle buyrulur: “Biz, Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz, zalimlerinse ancak ziyanını artırır.”

Wednesday, April 13, 2016

İnsanı melekleştiren tevbesidir

Bazen cümlelerimin içinde boğulur gibi oluyorum. Nasıl anlatsam? Bu prangaların hepsi benim eserim. Kendi ayaklarımı sözlerimle bağlıyorum. İnsanlara hatırlatabilecekleri malzemler sunuyorum her gün. "Ama sen bir keresinde şöyle yazmıştın?" diyebilecekleri şeyler. Melek kardeşlerim amel defterimi tutuyor. Ben kalbimden geçenleri tutuyorum. İnsanlar melek değiller. Solumdan defterimi uzatmaya meraklı çok kâtip var. Kendimi esir alıyorum satır satır. Farkındayım. Her paragraf yeni bir kilit. Ya hiçbirşey olduğumu kabul edecek kadar rahat olacağım yahut da yazmayı bırakacağım. Hiçbirşey olduğunu kabul etmek kendini 'detaylaşmaktır' biraz. Asıl olmadığını kabullenmek. Hakikati ararken yanılmak da güzel. Yanlış da doğrunun bir detayı. Bana kıyasla tanınacaktır artık o. Bizzat güzel olamasam da dolayısıyla güzelim. Allah'ın yarattığının güzel olmamaya mecali var mı? Kader bu kadarına izin verir mi?

Bazen cümlelerimin içinde boğuluyor gibi oluyorum. Aynı şeyleri yazıyormuşum gibi geliyor. Hep kenarından geçiyorum mükemmelin. Olmuyor. Birşeyin etrafında dönüyorum ama, o nedir? Bulamadığım ve kendimi hep eksik hissettiğim o şey nedir? Ona ulaşamadığımdan etrafında geziyormuşum gibi hissediyorum. Hakikat yolculuğunda hiçbir 'önce' arkanda kalamıyor. Dairesel bir yolculukta her 'önce' aynı zamanda 'sonra'dır. Dönüp yine ona varıyorum. Hayy'dan gelip Hû'ya gidiyorum. Ölüm benim terhis tezkerem. Geldiğim yere döneceğim. Bismillah'ı 'vird-i zeban' ederek 'ona başlıyorum.'

Bu kadar kalemle eğleşmek iyi mi? Her yazıdan sonra başlar karadelik: "Acaba arkası gelecek mi?" Varamamak yazdırıyor. Boşluğun korkusu yazdırıyor. Yolun sonunun gelmemesi. Durduğunda ne yapacağını bilememe. Hayretininin ve bilmediklerinin hiç bitmemesi. Hedefe ulaşamamak. Hedefe ulaşanlar doyuyorlar. Tok acın halinden anlamaz. Aç nasıl üretkendir ve arayıştadır, anlamaz.

Aç olan hata yapmaya da müsaittir her zaman. Tok, risk almaktan kaçar. Allah Resulü; “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize; günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9-11) derken belki de buna dikkatimizi çeker biraz da. Ki buna manaca benzeyen bir tane de ayet var: "Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah herşeye kadirdir." (Tevbe, 39.)

Dikkat ediyor musun: Yerine bir başka topluluk getirilmekle tehdit edildiğin şeyler hep risk almaktan kaçtığın şeyler. Rızkın onda dokuzu ticarette, rız(s)kta. 'Rızk' deyince yalnız boğazından geçenler gelmesin aklına. İlim de bir rızktır, mutluluk da, hatta mutsuzluk da. Demek âdem oldun ki, risk alasın. Deneyesin, başarasın veya yanılasın. Ama yine de yüzün Rabbine dönük kalasın. Hatana 'hata' diyesin. "Alîm olan yalnız Allah'tır ve geri kalan herkes bilmenin ve aynı zamanda 'hakkıyla bilememenin' mertebeleri arasında gezinir..." diyesin.

İblis gibi olmayasın. İnadını istikamet sanıp özenmeyesin. Hatasına 'hata' diyemeyenlere kıyamete kadar ömür verilse ne olur? İstikamet 'mühlet' istemez. Yaşadığı anda her zaman geçerli olacak doğruyu seçer. İstikamet, doğruyu aramaktır, burnunun dikine gitmek değil. Sırat tevbe üzerine kuruludur. İman arayış üzerine. Arayan, kaybolduğunu/kaybolabileceğini kabul edendir. Pişman, yanlış yaptığını kabul eden. Melek kardeşleri iblisten ayıran sırra yaklaştın şimdi. Onlar; "Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin!" dediler. Yorumlarının cazibesini hakikat adına terkettiler. Şeytan yanlışının ömrü uzasın diye 'mühlet' istedi.

Evet, başta onlar da risk alıp insan hakkında yorumda bulundular. "Kan dökecek!" dediler. Hikmetini anlayamadılar. Fakat yorumları isabet etmeyince dönmesini bildiler. Tıpkı Âdem ve Havva efendilerimin yaptığı gibi. Onların da arza inişi bir pişmanlık serüvenidir. İnsanın ilk öğrendiği şey tâlim-i esma ise bir sonraki de pişmanlıktır. Melekleşmek istiyorsan, kusursuzluk arama, hatalarını görünce onlardan kaçabilmeyi ara. Budur ancak seni melekleştiren. Günahsızlık değil. Peygamberler dışında başka kimin ismeti var? Hatasızlık, bir açıdan 'risksizlik' demek. Risk almadan cihad da olmaz, ticaret de. Düşünsene: Varlık içinde en çok çocukları meleklere benzetirsin, fakat hangisinde kusursuzluk gördün? Belki şunu gördün: Hatalarını 'farketmeden' yapıyorlar. Büyüklerin cesaret edemeyeceği riskleri alabiliyorlar. İmtihan dediğin zaten bir farkındalık meselesi. Farkındayken hata yapmamaktır tevbe.

Tuesday, April 12, 2016

Yaşamak insanın kendisini keşfe çıkmasıdır

"Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." (Enfal sûresi, 42)

Yazmak, aslında bir yönüyle durmaktır. Hayatın hareketinden (ç)aldığınız o zaman diliminde durup; belki dışına çıkıp, sıyrılıp bir nevi herşeyden ve herkesten; olaylara veya kişilere yönelik birşeyler söylemektir. Ömrün kenarında yaşanmış ikinci bir hayattır yazı. Yazılanlar da bu yüzden yazarın ömrünü aşabilirler. Ve yine yüzden metinlerine benzemeyen yazarlara şaşmamalı. Her yazar metnini kaldıramaz. Metin üzerinden girilen tahminler yazarlarla birebir ölçüşmez. Hiyerarşide metin üsttedir. Metinler, günahsızlığa insanlardan daha müsaittir. Zira nihayetinde olmak istediği şeyi yazar müellif, yaşadığını değil. Yazdıklarımız dileğimizdir bizim.

Bu ikirciği hepimiz yaşıyoruz aslında. Birazcık takip edilsek, enseleniriz çelişkinin köşelerinde. Nasihatçilerin/hatırlatıcıların pek sevilmemesi biraz da bundandır. Her nasihatçi sizi bir çelişkinizden yakalar. Ama yazarlar bunun teşhis edilebilmesine kendileri izin veriyorlar. Hatta yolunu açıyorlar. Çünkü an'larını belgeliyorlar. Altına imzalarını atıyorlar. Avlayıp sunuyorlar. İki kapak arasında servis ediyorlar tenkitçilere, kendilerini. İyi cesaret doğrusu. İnsanların senin hakkında zanda bulunacağı şeylerin sayısını ve bunların isbatını kolaylaştırmak, hatta hünermiş gibi habire arttırmak bu malzemeyi, iki haletten birisine işaret eder:

Ya o kişi kusurlarının farkında değil ve kendisini kusursuz görüyor. Yahut da 'ancak birşeylerin parçası olabileceğini' zaten kabul etmiş. İnsanların ona 'teşhis etmekten' öte kötülük yapamayacağını biliyor. Zaten olanı söyleyecekler. İnkar ettiğini değil. Yaralarıyla barışmış. Hatta kanamasından haz alır hale gelmiş. Bu da aslında bir kötülük sayılmaz onun için. Neden kötülük olsun? İftira etmiyorlar ki. Hakkın hatırını tahayyülünün hatırından üstün görebilmekte kemal. Kendini 'o'laştırabilmekte enfüsî tefekkür. Belki malumu ilam sayılmalı en fazla. Öyle bir rahatsızlık oluşturabilir. Çok tekrardan belki sıkabilir. Yeni birşey söylüyorlarsa da ne âlâ! Öğrenmiş olacak böylece kendisini. Buna sevinmeli.

Yaşamak da zaten insanın kendini keşfe çıkmasıdır. Kendi hakkında deliller sahibi olmasıdır. Öyle ya! Neden varız? Bu varlık neden bir süreç içinde devam ediyor? Neden bu kadar 'an' var ömür sepetimizde? Ne farkımız var kelebekten? Bir yağmur damlasıyla yere inen ve bir daha sıra gelmeyen melekten? Neye şahitlik ediyoruz? Bu gibi soruların cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Önce bu şahitliğimiz kendimize. Sonra kendimizden ve eşyadan hareketle Allah'a ve Onun esmasına/sıfatına.

Kendimiz içre yolculuk konusunu biraz açarsam, şöyle bir hayal kurmanızı isteyebilirim: Bütün an'ları zaman ipinde birer tesbih tanesi gibi düşünün. Birbirine yaslandıklarında o delik boncukların içinde bir koridor oluşuyor. Ve her an'ın içinde de size ayrılmış bir beden, bir nazar, bir şahitlik, bir evren var. Siz ruhla (o nasıl bir keyfiyette ise) birlikte bu bedenlerin içinden ömrünüz boyunca geçiyorsunuz. Bedenler koridorunda bir ruh yolculuğu: Hayat.

Her 'an' bir boncuğun içinden geçiş süreniz. Bölünemeyecek bir zaman aralığı, bir şahitlik, an bu aslında. Bedenleriniz bir koridor, nazarlarınız bir koridor, şahitlikleriniz bir koridor, evrenleriniz birer koridor. Hepsi varlar, ama siz zamanla içlerinden geçiyorsunuz. Onlar da zamanla değişiyorlar ve birbirlerinden geçiyorlar. Herşey birbirinin içinden geçiyor. Zamanın dışından bakabilseydik böyle görecektik herhalde kendimizi. Ezel ve ebed (bence zamandışılığı ifade eder her ikisi de) meçhulümüz olan birer makam. Bu yüzden söylüyorum: Yolculuk, aslında biraz da kendimizi keşfetme yolculuğu. 'Belâ' dediğimiz günden beri bu yolculuk sürüyor. Allah, kader kitabında olacakları yazdı. Alîm isminin delillerini ortaya koydu. Biz de yaşayarak Allah'ın asla yanılmayacağına/yanılmadığına şahitlik ediyoruz.

Saturday, April 9, 2016

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (5): Bir de şu derse biz bakalım

Birinci Söz'ün hikayeciği içinde besmelenin "Allah'ın adını anmak" olarak değil de "Allah'ın ismini almak" olarak tarif edilmesi ayrıca anlamlı geliyor. Bu şekilde bakıldığında besmele 'denilip bırakılacak' birşey değil 'alınıp yaşanılacak' birşey. Hep tutulacak birşey. Zaten 'zikr' ile 'anma' arasındaki en büyük fark, kanaatimce, zikrin andığı şeyi arkasında bırakmayışıdır. Eskitmeyişidir. (Zaman hurdayı gözden düşürür, fakat antikayı ancak kıymetlendirir.) Bırakmama kastıyla diline mıhlayışıdır/ballayışıdır. Asla arkada kalmamacasına ve kalmasın diye anar zâkir, zikrettiğini.

Zaten vird 'hep anılana' denilir. 'Aman gönlümden çıkmasın!' diye telaşlandığınızdır virdiniz. Sık andığınız için dünyanızdan çıkmaz. Demesi böyle bir demedir. Sair 'demeler' veya 'anmalar' böyle değil. Sair 'demeler' veya 'anmalar' bir yönüyle arkada bırakmadır. Tekrar etmeye mecbur edildiğimizde kızarız/güceniriz hatta. "Kaç kere söyledim!" deriz. Sitem ederiz. Sıkılırız. Bıkarız. Yenilik ararız. Fakat besmele arkada bırakılamaz. Birinci Söz, bize, besmelenin arkada bırakılacak birşey olmadığını da hatırlatıyor.

"BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı hâl ile vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."

Sadece bu mu? Bence mürşidim besmeleyi 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtunca ehl-i zikrin her evradını da (ve ehl-i ilmin her ilmini de) aynı şekilde 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtur. Zaten esasında zikr 'anmayı' 'almaya' dönüştürmek içindir. Tasavvuf ehlinin virdlerini salt bir 'tekrar'dan ibaret görenler, küçümseyenler, tekrarat-ı Kur'aniyeyi nasıl konumlandırırlar acaba? Halbuki zikrin membaı, mehazı, meşruiyet kaynağı önce tekrarat-ı Kur'aniye ve sonra da sünnet-i seniyyedir. Mürşidim şu hikmeti bize şöyle izah eder:

"Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır. Hem öyle mesâil-i azîme ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor."

Hakikat yolculuğu dikey değil daireseldir. 'Almak' için yapılır tüm 'anış'lar. Çünkü anmak, dolayısıyla tekrar hatırlamak; hatırlamak, dolayısıyla onunla işaret edilen manayı tekrar dünyana dahil etmektir. O isim/vird ile gezmektir. O nam ile hürmet görmektir. Biz 'gaflet'i de şöyle tarif etmez miyiz: "Allah'ı hesaba katmadan kainata bakmak." Yani; bir an veya daha uzun bir zaman için olsun, onun herşeyi kuşatan varlığını unutmaktır gaflet.

Allah'ı unutmak az fakirlik değildir. Bu fakirlik, onun esma, sıfat ve şuunatından oluşan anlam/anlamlandırış dünyasından mahrum kalmaktır. Gaflete düştüğünüz zaman, Allah tasavvurunuzun dünyanıza kattığı zenginlikten mahrum kalarak, kainata 'nesne-nesne' düzleminde bakarsınız. Allah'ı hatıra getirmek varlığa dair her yorumunuzu 'mahluk-mahluk' düzlemine çeker. Tevhid ile bakmak rahatlatır. Size düşman görünenin sahibi de sizin merhametli sahibinizdir çünkü. Sahibi dost olunca mülkü de dostunuz olmaz mı?

"Hattâ bir adam, ('Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder...') âyetini okudu. Dedi ki: 'Bu âyetin harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.' Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâğati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."

Yeni olanın 'sınamaya tâbi tutulmadan' iltifata mazhar olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Hatta denilebilir ki: Modern medeniyetin yaptığı en büyük yıkım bu körkütük 'sıradışılık' aşkından kaynaklanıyor. Kemalin Allah'ın fıtratına aykırılıkta değil, uyumda olduğunu unutturdu yenilik tutkusu. 'Harika belagatlar' gözden saklandı. Virdleri gözden düşürdü. Ahirzaman çocukları için tekrar bir yük, bir karanlık, bir yanlış. Asla düşülmemesi gereken birşey tekrar. Her yapılanın/yazılanın/söylenenin bir öncekinden daha sıradışı olması lazım. Aynı hakikatin altını çizmek çoktan gözden düştü.

Felsefenin canı bu çünkü. Felsefî düşünce bir öncesiyle kapışmak üzerine kurgulu. Sütannesinden emdiği süt onun 'eyleyişine de' sirayet ediyor. Bir ismi yanına almakla ilgilenmiyor modern medeniyet. 23. Söz'de mürşidimin tarif ettiği gibi 'demirciler çarşısı' burası. Ustanın ismi kıymetsiz. Antikanın geçmişi önemsiz. Gelenek geçersiz. Herşey dönüştürülebildiği kadar önemli. Yeni birşey çıkıyor mu ondan, onda kemal var! 'Yeni fetişizmi' bu zamanın hastalığı.

Peki, modern zaman çocukları virdlere bu kadar düşmanken yanlarına nasıl isim alacaklar? 'Ona başlamanın' bir açıdan 'Onda kalmak...' anlamına geldiğini hatırlıyorlar mı? Besmele, vird-i zeban olmadan nasıl alınır? Kalmak da bir tekrar-ı vücud değil midir?

İnsan hakikaten şaşırıyor. Birinci Söz üzerine yazılmış bir yazıda ondan şu mana nasıl çıkarılır: "Tefsir kelimesinin gömleği Risale-i Nur’un yaptığı işi anlatamaz; dar gelir. Gömleği yırtıp atar. (...) Dersimiz ne tekrardır ne ezber; dersimiz hep yeniden başlamak, hep yeni kalmak..." Halbuki Söz'ün sahibi selef-i salihinin tefsirleri hakkında der: "Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar." Ezber olmadan söylenenin 'yeni' olduğu bile farkedilmez ki! Ezberi olmayan dün ne yediğini/söylediğini bile unutur. Kendi sözü bile nakledilse kendisine, yeni gelir. Ezberi olmayanın sistemi olmaz. Ezberi olmayanın usûlü olmaz. Ezberi olmayanın prensibi olmaz. Ezberi olmayan tekrara veya çelişkiye düşse de farketmez. Hey 'Demirci'ler çarşısı düşkünü! Kendi malını orada kaça satarsan sat. Karşılığında ne alırsan al. Bize ne? Fakat, insaf et, Nur'dan antikamızı çarşına sürükleyip harap etme...

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...