Saturday, March 25, 2017

"Çocuk dövmemek sünnettir" üzerine bir küçük itiraz (3):


"Usûl-i şeriatta takarrur ettiği vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı muayyen bir had altına alınmadığından sû-i istimale uğrar." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Metin Karabaşoğlu abinin şahsını tenzih ederim, o böyle şeyler yapmaktan beridir, fakat kraldan çok kralcılar heryerde! "Çocuk dövmemek sünnettir" yazısına itiraz sadedinde kaleme aldığım metinlere enteresan tepkiler aldım. Hatta, kulakları çınlasın, 'Ebubekir Sifil zehirlenmesi yaşadığımı' söyleyen dahi oldu. Öncelikle şunu açıklıkla ifade edeyim: Ben böylesi zehirlenmelerden teberri etmem. Zübeyir ağabeyin Risale-i Nur'a 'zehir' denmesi karşısında mahkemede kullandığı merdane ifadeyi, maaliftihar, Ebubekir Sifil Hoca ve metinleri hakkında kullanabilirim:

"Savcı iddianamesinde diyor ki: 'Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.' Biz de buna mukàbil deriz ki: Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin."

Benim bu itirazımın amacı, kendisinden ve kitaplarından çok şeyler öğrendiğim Metin Karabaşoğlu abiyi karalamak değildir. Hatta onun böylesi insaflı itirazlardan 'kralcılar' kadar rahatsız olmadığına eminim. Ancak yine de, madem bulanık suda balık avlamak isteyenler var, niyetimi tasrih etsem yanlış olmaz, inşaallah. Benim o iki yazıyı telif etmekteki amacım şu idi: Yaptığım araştırmalardan gördüğüm kadarıyla, Metin abinin 'yanlış anlaşıldığını' iddia ettiği hadis, sadece bugün değil, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek ağzından çıktığı andan beri hep böyle anlaşılmıştır. Metin abiye (veya dayanağı olan Mehmet Emin Ay'a) kadar bu hadisin farklı anlaşılabileceği üzerine bir tartışma yoktur. Hatta mezkûr hadis (veya aynı haberi veren diğer bazı hadisler) üzerine hüküm bina edilecek kadar da önemli bulunmuştur.

Bir hadis âlimi olan merhum İbrahim Canan Hoca'nın, Çocuk Eğitimi isimli eserinde, İbn-i Hacer'den, Beyhakî'den, hatta İbn-i Abbas'tan (Allah hepsinden razı olsun) konuyla ilgili yaptığı alıntıları vardır ve bu alıntıların hiçbirisi meseleye dair bir 'acaba' içermez. Alıntılar eşliğinde tartışılan ise 'tekidin varlığı' değil bu 'tekidin sınırları'dır. İnternette konu hakkında küçük bir araştırma yapan herkes, meseleye dair, benim bulduğumdan çok daha fazlasını bulacaktır. Bunların bize sordurduğu soru şudur: Ulemanın ittifak ettiği bir meselede Metin abiye 'yanlış anlaşılmıştır' dedirtebilecek güçlü delil nedir? Bu delil nedir ki, geçmiş ulema onu ıskalamış, ancak Metin abi yakalamıştır?

Metin abinin yazısında zikrettiği diğer hadisin, yani "Çocuklarınızı dövmeyiniz!" hadisinin, senedine dair bir tahlil bilgisine sahip değiliz. (Yazı bize böyle bir bilgi vermiyor.) Ancak bir tahlile sahip olmadan da şu hadislerin muarız olduğunu söylemeye gerek yoktur. Zira hadis usûlünde, muarız gibi görünen böylesi hadisleri beraber anlamanın bir yolu varsa, önce o denenir. Biz de diyebiliriz ki: Çocukları vara yoğa dövmekten Efendimiz aleyhissalatuvesselam ümmetini menetmiştir, fakat namaza alıştırmak bunun istisnasıdır. Tıpkı öğlenin, ikindinin veya yatsının farzlarını dört rekat kılmak farzken sefer halinin bunun istisnası olması gibi. Veya normalde kan dökmek haram iken cihadda bunun görev olması gibi. Örneği çoktur.

Özetle endişem şudur: Metin abinin bu meselede seleften bir dayanağı yoksa, bu yeni yorum, Bediüzzaman'ın da ahirzamanda işletilmesinden endişe duyduğu içtihad kapısından girmek gibidir. Çünkü mesele fıkhîdir. Bugünlerde böyle şeyleri gündem olarak önümüzde çok sık buluyoruz. Kimisi recmi, kimisi tesettürü, kimisi namazın beş vakit olduğunu, kimisi Hz. Âdem aleyhisselamın babasız yaratıldığını, kimisi Hz. İsa aleyhisselamın nüzulünü inkâr ediyor.

Bunu yaparken kullandıkları argümanlar da yine en çok etimolojiye dayanıyor. Kelimelerin sözlükte yeralan ardıl bir anlamını bulup onunla cerbeze yapıyorlar. (Herkes bunun bir nümunesine kendi okumalarında rastlamıştır.) Halbuki etimolojinin muayyen bir miktarı yoktur. Had altına alınamadığından suistimale uğrar. Yalnız başına hükümlere illet ve medar olmaması gerekir.

Eğer biz de, böylesi bir konuda, selef-i salihinden bize gelen fıkhın tertemiz ve sınanmış mirası yerine etimolojinin imkanlarına güvenirsek, modernistlerden/ehl-i bid'adan ne farkımız kalır? Ben eminim, Metin abi bunu yapmaya çalışmıyor, fakat zahirde öyle görünüyor. Öyle görünmemesi için, bizim, bu hükmü eskilerin fehmini suçlamadan isbat edecek delillere ihtiyacımız var. Yoksa şu kapı tehlikeli yerlere açılır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

Friday, March 24, 2017

Garp husumeti baki mi kalmalı (2): İslamofobiyi hayra yormak

Mehtap Kayaoğlu'nun Öfke Kontrolü isimli eserinde okuduğumu hatırlıyorum. Öfkenin aslında başka duyguların bozulmuş hali olduğundan bahsediliyordu. Mesela: Birisinin ilgisini kendinize çekmeye çalıştınız. Ancak o size ilgi göstermedi. Bu arzunuz son kullanma tarihi geçtiğinde öfkeye dönüşüyor. Aşk ve nefret arasındaki ilişki de bize bunu anlatıyor. Karşılıksız kalan ilan-ı aşkların hemen arkası ex-maşuka duyulan nefrettir. Bediüzzaman bunu ahiretin fıtrattaki delillerinden birisi olarak anar.

"Cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır." Öyle ya! Kendisini sevmesi için bu dünyada insanı şu kadar nimetle tanıştıran bir Allah, onları sonsuza dek elinden çekip alarak, büsbütün düşmanı eder mi? Demek ki: Âşıkların küsmesini engelleyecek bir ahiret olacaktır.

Mürşidimin, Hulusi ağabeye yazdığı bir mektup var, Mektubat isimli eserinde yeralıyor. Haşir Risalesi hakkında tenkid edici ifadeler kullanan birisine Abdülmecid ağabeyin yaptığı savunmayı tashih ediyor. Daha doğrusu: Abdülmecid ağabeyin yaşadığı hadise üzerinden aynı sorulara Bediüzzaman da bir cevap veriyor. Bu cevabı bir mektupla ikisine birden göndermiş oluyor. O mektubun sonunda, sanki biraz da sevinçle, diyor ki mürşidim: "O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek." Fakat durun! Ben acele ettim. İki başka sevinci daha var Bediüzzaman'ın orada:

"O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum: Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir. İkincisi: İnşaallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu. Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek. Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz."

Külliyatın tamamını bu gözle temaşa ettiğinizde, Bediüzzaman'ın, İslam'a yapılan her taarruzu "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrınca, bir açıdan hayra yorduğunu görürsünüz. Örneğin: Talebelerinin, yurdun değişik yerlerinden toplanarak bir cezaevine konmasını, 'haberleşmelerine' vesile olması açısından hayra yorar. Eserlerinin müsadere edilip makam sahibi kişilerce incelenmesini 'hakikatin etki alanının genişleteceği için' olumlar. Yine nümayişli yargılanma süreçlerinin muhtaç halkın kendilerine ilgisini arttırdığını söyler. Hakikaten de geçen zaman onu haklı çıkarmıştır. Risale-i Nur'a ve talebelerine yapılan her taarruz, hakikat dersinin tesir alanını genişletmiş, halkı ondan korkutmaktan çok, ziyade teveccühüne vesile olmuştur.

Şu durumun bugüne de çok şeyler söylediği kanaatindeyim. Nasıl? Geçmiş zaman Avrupa'sının, yani Roma'nın, İsevilikle yaşadıkları malumdur. Önceleri putperestlik adına İsevilerle mücadele eden Roma, ettiği zulmün, havarilerin ders halkasının daralmasına değil genişlemesine vesile olduğunu görünce teslim-i silah etmiş, ancak bu teslim-i silah içinde İseviliği de hakiki yolundan çevirerek hristiyanlığa dönüştürmüştür. Yani, yine mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Hakikaten ve açıkça mücadele ettiğinde, o varlıktan bir yokluk, bir başarısızlık, bir tersi durum ortaya çıkarken; musalaha yolu aradığında ise müslüman sineleri tahrip, izzetleri mağlup, imanları bid'akâr kılmaktadır. Bediüzzaman'ı 'Garp husumeti baki kalmalı!' demeye iten veya 17. Lem'a'da şöyle feryat etmeye zorlayan işte bu 'adem görünen vücut'un tesiridir:

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Bizim için, bizi teyakkuza ve gayrete sevkeden bir cihad, içimizdeki hamiyet-i diniyeyi ve vataniyeyi öldüren bir sulhten hayırlıdır. Cihad-ı manevi denilen şey zaten mü'min kalplerde şu teyakkuzun ve gayretin diri tutulması değil midir? Avrupa'nın birşeylere hamile olduğu malum. Fakat bize bu doğumun sancısız olacağını kim garanti etti? Belki de sancısızlık doğumu teşvik etmiyor, geciktiriyor, sancının artması ise doğumun habercisi. Bugün Batı'da yükselen İslamofobia, yeni Roma'nın, eski Roma'yı takliden yürüttüğü 'vücudunda adem olan' bir zulmet olamaz mı? Dün İsevileri çarmıha gererek başarılı olacağını Batı, bugün de İslam'ı gererek bunu başarabileceğini sanıyor olamaz mı?

Halbuki bu ilişmeler, mürşidimin de dediği gibi, hep bir müşterilikten haber veriyor. Korkuları bile aslında bir ilginin habercisi. İlgisizlikleri, adem görünen bir vücutken, korkuları vücut görünen bir adem. İnsan, birşey hakkında hangi duygulanımı yaşıyor olursa olsun, duygulanım bizzat ilginin işaretidir. Batı İslam'la ilgileniyor. Korkusu delilidir. Endişesi delilidir. Öfkesi delilidir. Mücadelesi delilidir. Belki de, ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselamın Mehdi'nin (r.a.) ardında namaz kılacağını haber veren hadislerin işaret ettiği hakikat boy gösteriyor. Bu ilişmek bir yerde müşteriliğe dönüşecek. Allahu'l-alem. Bize düşense, âli zeka sahiplerimizin, tıpkı Abdülmecid ağabey gibi, gayrete gelmesi.

Wednesday, March 22, 2017

Kötülük neden var?

"Bahçıvan fidanlar yücelsin ve meyve versin diye muzır dalları budar. Sevgilinin ağrıdan ve hastalıktan kurtulması için hekim çürük dişi çekip çıkarır. Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar, ağlayıp taşan da nimetine erişir. Rahmetim o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı, rahmet denizi kabarmaya, dalgalanmaya başlar." Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.)

Gizli Güzellik (Collateral Beauty) filminde, kızını kanserden kaybetmiş ve bunu atlatamamış bir babayı (Howard) canlandıran Will Smith ile sevgiyi canlandıran Keira Knightley arasında geçen bir diyalog var. Sevgi ondan 'kendisine tekrar güvenmesini' istediğinde Howard şöyle cevap veriyor:

"Güveneyim mi? Güvenmiştim zaten. Ama bana ihanet ettin. Seni her gün kızımın gözlerinde gördüm. Her gülüşünde seni duydum. Bana her 'baba' deyişinde seni hissettim. Ama bana ihanet ettin. Kalbimi kırdın." Sevginin buna cevabı ise şöyle: "Ben her yerdeyim. Karanlığım, ışığım, güneşim, fırtınayım. Evet, haklısın, kızının gülüşlerinde vardım. Ama şu an acında da varım. Ben herşeyin sebebiyim. Tek neden benim. Bensiz yaşamaya çalışma. Lütfen çalışma."

Risale-i Nur'dan "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer ise cüz'îdir..." dersini almış bizler için, sanırım, şu diyalog ilginç şeyler söylüyor. (En azından ben kalbimde ve kulağımda öyle hissediyorum.) Hakikaten de 'kötülük' dediğimiz şey aslında 'kuşatamadığımız iyiliklerin' nazarımıza sığan ve pek de hoşumuza gitmeyen kısımlarından oluşuyor gibi. Gözümüz küllî olana ulaşamayıp cüz'îde boğulduğunda kötülüğü görüyoruz. Ne demek bu? Bir gül örneğiyle zihinlerinize yakınlaştırmaya çalışacağım:

Gülü güzel yapan nedir? Çiçekleri, tomurcukları, yaprakları, dikenleri, dalları ve onların birbiriyle uyumundan oluşan 'bütünlükteki sanat' öyle değil mi? Gül bu bütünlükle güzeldir. Ve ancak bu bütünlükle devam eder. (Dalından koparılmış gülün ömrü kısadır.) Peki bu bütünün parçalarının ayrı ayrı güzelliği yok mudur? Vardır. Hele bazılarının güzelliği bütünün güzelliği ile yarışacak cinstendir. Örneğin: Gülün tamamı ne kadar güzelse çiçeği de o kadar güzeldir. Hatta o bütünün güzelliği büyük oranda şu parçanın güzelliğine mütevakkıftır. İtibarı ondandır. Yaprakları, dalları ve tomurcukları yine bu güzelliğe birçok güzellik katar. Bu güzelliğin bütünlüğünden birer parça taşır. Bu, en azından, gülü hissettirdikleriyle değerlendirenler için böyledir.

Ancak her parçanın birbirinin eşiti olduğunu, en azından hissediş boyutunda, söylemek mümkün değildir. Örneğin: Dikenin güzelliği gizli bir güzelliktir. Çiçeğinki kadar bariz görünmez. Dokunulduğunda onunki gibi kadifemsi bir şekilde hissedilmez. Koklansa rayiha vermez. Bu parça da bütünün güzelliğinin lazımıdır, devamı için gereklidir, ama bütünün güzelliğini tastamam üzerinde taşı(ya)maz. Varlığının amacı bu değildir. Hatta biraz haddini bilmezlikle denilebilir ki: Gül güzel fakat dikeni çirkindir. Bu dar düşünce dilimize/zihnimize o kadar sirayet etmiştir ki denilir: "Gülü seven dikenine katlanır." Demek: Seven gülü sever. Diken sadece gül adına katlanılandır.

Bu hissediş boyutunda böyledir, ama aklediş boyutunda da böyle midir? Akıl, hikmet okumayı öğrendiği zaman, onun hissin zevkedişlerinden ayrı/üstün birşey olduğunu kavrar. Kur'an buyurur: "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir." Çünkü Kur'anî hikmet 'parçayı' değil 'bütünü' okumayı öğütler. Mana-i ismî değil mana-i harfî ile bakmasını öğretir. İnsan oradan baktığında gülün hiçbir parçasını diğerinden ayırıp önceleyemez olur. Hatta, dikenden okuduğu hikmet çiçekten okuduğu hikmetten fazlaysa, akleden kalbinin hesabına, dikeni çiçeğe önceleyebilir. Diyebiliriz ki: Aklın nazarında, hikmeti iyice okunmuş bir diken, hikmetine dair uyanış bulunmayan gülden yeğdir, yani o şundan daha güzeldir. Elhamdülillah.

İşte, bu noktada, 'kötülük ve iyilik' veya 'şer ve hayır' arasındaki ilişki başkalaşıyor. Biz, bütüne/küllîye baktıkça (büyük resmi gördükçe) iyiliğe ve hayra yaklaşıyoruz. Aslolanın o olduğunu görüyoruz. Taziye Risalesi'nde mürşidimin dikkatimizi çektiği gibi, küçük yaşta vefat eden çocuklar, cennette kavuştukları nimetler düşünüldüğü zaman, bütünde erişilen bir güzelliği ediniyorlar. Bakanın kalbi de rahatlıyor. Diken gülüyle beraber görülmüş oluyor. Ahiret boyutu herşeyin bütünlüğünü/vücudunu bu âlemde görünenden aşkın hale getiriyor. Aşkınlaşan artık sadece bu dünyadaki bilişlerle açıklanmaz oluyor. Minik cesetleri bomba ile parçalanmış olsun, canınızı o kadar da yakmıyor, çünkü o parçalanış sonsuz bir cennette birleşmek için. Tohumun toprakta çürümesi, yeşermek için, kocaman bir ağaç olabilmek için.

Bir kitap hakkında yapacağınız yorumlar, o kitabın sadece yarısı veya birkaç sayfası elinizdeyken, epey haksızlık ve eksiklik içerebilir. İşte, bu parçalılıklar/kuşatamazlıklar içinde, bizim eksik gördüklerimizdir kötülükler. Kötülük iyiliğin eksik görünüşüdür. Bütüne uyanamayışımızla yaşadığımız düşünsel arızalardır stresler ve gerilimler. Kaçırdığımız uçağa üzülürüz, ta ki, o uçağın kaza yaptığını öğrenene kadar. Hakikatin bütününe dair edindiğimiz hikmet, bizi, yaşadığımız parçalara dair okumalarımızda zengin kılar.

"Malûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever."

Kocamanız. Hatta koskocamanız. Hepimiz birer deviz. Sevdiğimiz herşey kadar vücudumuz var. Sevdiğimiz herşeyle ilgiliyiz. Sevdiğimiz herşeyin yarası bizim yaramız. Bu anlamda varlığımızı 80 kilo bir etten/kemikten ibaret görmemeliyiz. Sevdiklerimizin yaralarına kadar uzanır yaralarımız.

Buzullar arasında sıkışmış balinalar, nesli tükenen hayvanlar ve hatta ışıklarının dünyamıza gelmesi yüzyıllar süren yıldızlar hakkında telaşlarımız var. Dikkat edersek: Aslında onlar hakkındaki her duygulanımımız onlara duyduğumuz sevgiden ve ilgiden kaynaklanıyor. Mürşidimin 11. Lem'a'daki ifadesiyle; "Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecâtına göre o muhabbet tezayüd eder. Aşkın en müntehâ derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir."

Cemal, kemal ve ihsanları bizi onlara ilgili ve sevgili kılıyor. Bu sevginin bir tezahür ediş şekli 'sevmekse' bir tezahür ediş şekli de 'üzülmek.' İnsan sevgisiyle tanıştırılmadığı hiçbirşey hakkında hüzünlenemez. Ayrılık acısını çekmeyi öğrendiğimiz herşeyin önce sevmesini öğrendik. Sevmesini öğrendiğimiz herşeyin bedeli endişesi oldu. Tatmak yoksunluğun kardeşiydi.

Anne çocuğu için endişelendi. Âşık yâri için endişelendi. Bugün yarın için endişelendi. Bu endişeler bizi gayretli kıldı. Mutluluğumuz varlığının şahidi olduğu gibi hüznümüz de yokluğunun şahidi oldu. Ve bu anlamda, yokluğuna şahid olmak da aslında yoksunluğuna şahid olmaktı, yani varlığına şahid olmaktı. Çünkü yoksunluğu çekilen şey mutlaka bir zamanlar vardı. O artık bir ihtiyaçtı. Mutlak yokun şahitliği olmazdı.

Sorsana bir kalbine: Bir zamanlar varolan, Allah'ın hikmetine ve rahmetine yakışır mı ki, yokluğa atılarak 'boşuboşunalığa' indirgensin? Böyle hikmet sahibi bir Allah boşuboşuna yaratır mı? Cennette yedirmeyeceği helvayı bu dünyada tattırır mı? Diken güzel görünmeyebilir. Ama gülün bütünlüğü, o bütünlüğün güzelliği ve o güzelliğin devamı için varlığına gerek var. Gülüşümüz de sevgiden, gözyaşımız da... Sevgiden başka âlemde ne var?

"İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir' demişler."

Tuesday, March 21, 2017

Garp husumeti baki mi kalmalı?

Yıllar önce, Düşünce Okulu'nun bir etkinliğinde, Şükrü Nişancı Hoca'yı dinlerken (ne kadar seminerde anlatılanlarla ilgili olduğunu şimdi hatırlayamadığım) şöyle bir kanaate sahip olmuştum: Bediüzzaman'ın "Garp husumeti baki kalmalı!" gibi sözleri o zaman Avrupası için söylenmiş sözlerdir. Dönemseldir. Bugün Avrupa daha başka bir Avrupa'dır. Daha insancıl bir Avrupa'dır. Daha medenî bir Avrupa'dır. Bu Avrupa'ya husumet edilmeyebilir.

Bugün 'akıllara zarar bir saçmalık' gibi görünen şu tesbiti seminerin sonunda seyirci katkısı olarak dillendirdiğimi hatırlıyorum. (Ne cür'et ama!) Şundan daha tuhafı: Benim bu herzeme o güzel topluluktan itiraz eden de olmamıştı. Halbuki herbiri Bediüzzaman hakkında konuşmaya/yazmaya benden daha yetkin gençlerdi. Acaba kale alıp itiraz etmeyi mi gereksiz gördüler? Yoksa onlar da az-çok böyle mi düşünüyorlardı? Hatırladıklarım net bir kanaat ifade etmemi sağlamıyor. Ancak, bugün geldiğim noktada, Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra eleştirilerinin dönemsel değil esasî olduğundan eminim.

Geçen yıllar en çok şunu öğretti bana: Bediüzzaman'ın söz ve tavırlarını, üzerinde yükseldiği ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasından kopardığınız an, o sözleri veya tavırları nereye koyacağınızı şaşırıyorsunuz. Hatta bir adım ötesi: Bediüzzaman'dan duruş almayı bırakıyor ve onu/metinlerini konjonktürel şekilde kullanmaya başlıyorsunuz. Mesela: Avrupa'yla aranız iyi olduğunda 'Avrupa ikidir'e coşkuyla koşarken, aranız kötü olduğunda da 'Garp husumeti baki kalmalı'ya sarılıyorsunuz. Bu, bir aşamadan sonra, "Yahu bu metinlerden sabit bir duruş çıkmaz mı?" sualini sordurmaya başlıyor.

Bediüzzaman'ın bunda bir kabahati var mı? Hâşâ! Hiç yok. O, metinlerinde, ehl-i sünnet aidiyeti ve bu aidiyetten gelen yakîni kuvvetli bir sosyolojiyle konuşuyordu. Fakat ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına bakmadan salt Risale-i Nur ile duruş çıkabileceğini düşünenlerin bunda suçu var. Ve zaten böyle işleyen süreç de sizi 'sizden önce Risale okumuş abiler'in elinde topa çeviriyor. Onların okuması (hesabı hakkıyla verilmediği halde) Risale-i Nur'un kanaati oluyor.

Bu abilerin hükümetle (veya Avrupa'yla) araları iyi iken veya o sabah keyifleri yerinde olduğu için yaptıkları yorumlarla, bütün bunlar tam tersi durumdayken yaptıkları yorumlar, iki farklı duruş ortaya koyuyor. İlkesellik, eğer ayakları bir mirasla bağlanmazsa, herkesin istediğini alabildiği bir 'bir milyoncu'dur. Konjonktüre göre değiştirilebilen bir sürü ilke var. Dün ne söylediğinizi hatırda tutamayanlar için ilkeler üzerinden kolaylıkla cerbeze yapabilirsiniz. Çünkü ilke üzerine birşey giymeyen soyut hakikattir.

Süreç, bir noktadan sonra, abinin "Hadi hükümete yükleniyoruz!" işareti vermesiyle hep beraber hükümete yüklendiğiniz, "Hadi hükümeti korumaya çalışıyoruz!" demesiyle silahlarınızı indirdiğiniz, "Hadi Avrupa'yla aramızı iyi tutuyoruz!" demesiyle Avrupa'ya sıcak baktığınız, "Hadi Avrupa'yla aramızı bozuyoruz!" demesiyle öfkeyle dolduğunuz, ama hiçbir zaman emin ve sağlam bir duruşa sahip olamadığınız bir cendereye savruluyor. Çıkamıyorsunuz. Çünkü tutunabileceğiniz 'zamanları ve sınanmaları aşmış sağlam bir miras' yok.

Peki, derdi söyledik, devası var mı? Var: Bediüzzaman'ı sadece bugünle ve kendi metinleriyle değil, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıyla ve duruşuyla beraber okumak. Yani; Risale-i Nur'u da 'mana-i ismî' ile değil 'mana-i harfî' ile okumak, onu 'dava değil dava içinde burhan' kılmak, o gözle bakmak.

Örneğin: 'Garp husumeti baki kalmalı' meselesinde Bediüzzaman'ın nasıl sınırlar içinde durduğunu/konuştuğunu da yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bin yılı aşkın mirası eşliğinde okuyunca idrak edebiliyorsunuz. Risale-i Nur'un bize söylediği, ne DAİŞ olup canavarlaşmak, ne de FETÖ olup Batı'ya köpekleşmek. Müslümanların, ta Asr-ı Saadet'ten beri, ehl-i küfre karşı gösterdiği temkini ve teyakkuzu korumaya çalışmak bu aslında. Ki, bu ifadeyi kullandığı dönem itibariyle, müslümanların en çok yitirdiği şey şu mübarek temkin ve teyakkuz.

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Hem bakınız, Ebubekir Sifil Hoca, mezkûr meseleyle de ilgili sayılabilecek bir yazısında neler söylüyor:

"Görebildiğim kadarıyla müfessirler arasında bu meseleyi detaylara inerek en güzel tafsil edenlerden birisi İbn Âşûr’dur. Mü’minler’le kâfirler arasındaki 'muvâlât' ilişkisini, intaç ettiği ahkâm bakımından sekiz madde halinde ele alan İbn Âşûr özetle şöyle der:

1) Müslüman’ın, kâfirleri veya kâfir bir grubu, gönlünden küfürlerine meylederek veli edinmesi. Bu küfürdür. Sahibi de münafıktır.

2) Mü’minler’e düşmanlıklarını açığa vurduğu bir zamanda kâfirlere (aralarındaki dostluk ve sevgiye bağlı olarak) müzaheret etmek, yardımcı olmak, destek vermek. Bunu yapan müslümanın içinde kâfirlerin dinine karşı bir meyil söz konusu değilse, bu fiil küfür olmaz; ancak büyük günahtır.

3) Bir önceki maddede zikredilen yaklaşımın, Müslümanlar’a karşı kin ve düşmanlık izhar etmeyen, fiilî saldırı ve ezada bulunmayan kâfirler hakkında söz konusu olması. Bu yaklaşım, sahibinin küfrünü gerektirmez; ancak sakındırılmış/nehyedilmiş bir tavırdır. Zira burada onların durumunu güzel bulma söz konusudur. İbn Âşûr burada, İslam’ın zuhuru esnasında mevcut Arap Hristiyanları’nın durumu ile Habeşistan Hristiyanları’nı örnek gösterir ki, son derece ilginçtir.

4) Müslümanlar’dan bir gruba zarar vermek için kâfirlerden bir grupla muvalat ilişkisine girmek (birbirini veli edinmek). Burada niyete itibar edilir.

5) Müslümanlar’ın, zafer ve galibiyet için Müslümanlar’a karşı sevgi besleyen kâfirlerden bir grubu veli edinmesi. Bunun hükmünde ihtilaf eden ulema arasında Ehl-i Kitap ile diğerlerini ayıranlar bulunduğu gibi, ihtiyaç duyulması yahut kâfirlerin kendiliklerinden yardıma gelmesi haliyle onlardan talepte bulunmayı birbirinden ayıran ve herbiri için farklı hükümler verenler de vardır.

6) Müslümanlar’dan birisinin, kâfirlerden birisini veli edinmesi. Aralarındaki özel bir yakınlık sebebiyle ve Müslümanlar’a zarar verecek bir duruma yol açmamak kaydıyla böyle bir ilişki yasaklanmamıştır.

7) Müslümanlar’la kâfirler arasında ticaret, akitler, musalaha vb. gibi dünyevî ilişkiler bulunmasının hükmü, farklı durumlara göre değişiklik gösterir.

8) Kâfirlerden gelebilecek bir zararın önlenmesi için onlarla muvalat ilişkisine girmek. Ayette geçen '… kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden korunmanız hali müstesna' ifadesinde işaret edilen durum budur.
"

İşte, Bediüzzaman'ın 'Garp husumeti baki kalmalı' derken 'baki kalmasını' istediği şey, ilişkilerin şu istikametli kıstaslar içerisinde yürütülmesidir. Şu maddeler boyunca anlatılan hassasiyetlerin korunmasıdır. Bu ne ilişkisizliktir, ne DAİŞ olmaktır, ne de küresel güçlerin yalakası olmaktır. Bu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin ehl-i kitap ve sair küfür mensuplarıyla ilişkilerinde gözettiği, naslardan beslenen ve bin yılı aşkın zamandır tecrübe edilen bir duruştur. Konjonktürün ve konjonktür üzerinden konuşanların elinde her yere atılan top haline gelmemenin yolu da burada saklıdır. Bu sekiz maddeyi kuşatamayanlar için daha kısa ve öz bir ifadeyi yine Ebubekir Sifil Hoca'dan naklederek yazıyı bitirelim:

"Burada önemli olan nokta, bir müslümanın, gerek birey olarak kendisine, gerekse daha geniş anlamda müslümanlara zarar verebilecek ilişkilerden uzak durmasıdır. Eğer bir kimsenin Ehl-i Kitab’a mensup hanımı, İslam’a ve Müslümanlar’a zarar verecek davranışlarda bulunuyorsa, (ne kadar seviyor olursa olsun) onu bu ayetteki nehyin dışında tutmak mümkün değildir. Şu halde burada belirleyici olan, Yahudi ve Hristiyanlar’la ilişkilerde İslam’ın ve Müslümanlar’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi, izzetinin zedelenmesi anlamına gelen bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Vallahu a’lem."

Saturday, March 18, 2017

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (3): Zeki Müren bizi neden göremiyor?

Şu diyeceğim insanın garip bir yanılgısıdır: 'Olmak' her zaman 'görülmeye' delalet etmediği gibi, 'görmek' de her zaman 'olmaya' delalet etmez. Bu ikisi arasında bir yakınlık olduğu ve sık sık birbirlerine tevafuk ettikleri doğrudur. Fakat bu 'mukarenet' içinde birisinin diğerisinin zaruri lazımı olduğunu düşünmek yanlıştır. Birşey aynada görüldüğünde, görülen aynadadır, ama aynadan değildir. Bu yansımanın öğrettiği bir varoluş sırrıdır. Ben bu sırra şöyle bir cümleyle yaklaşmaya çalışıyorum:

Birşeyin, başka birşey üzerinden görülmesi, o şeyin onda tastamam varolmasını gerektirmez. Yahut da, birşeyin bir yerde görülüyor olması, o şeyin orada tastamam varolduğu anlamına gelmez. Bu tıpkı, her istenildiğinde görülebilen sevimli yüzünün, sevdiğinizin fotoğraf albümünün içinde varolduğu anlamına gelmemesi gibidir. Hadi Vizontele filmine bir atıf yapalım burada. Evet, siz, televizyonda Zeki Müren'i görebilirsiniz. Ama hayır, Zeki Müren sizi göremez, çünkü görüldüğü yerde varolmuş değildir.

Peki Zeki Müren diye birisi hiç mi varolmamıştır? Elbette olmuştur. Şu gölgedeki kemal bir asıldan haber vermektedir. Ancak sizin televizyonda gördüğünüz Zeki Müren asıl Zeki Müren'in arızî bir varlığıdır. Ondan gelmektedir fakat o değildir. Ondan geldiğini benzerliğiyle, o olmadığını ise farklarıyla anlarsınız. İzlediğiniz Zeki Müren'in sesi tıpkı Zeki Müren'dir. "O zaman ondandır!" dersiniz. Fakat izlediğiniz Zeki Müren sorularınıza cevap veremez. "O zaman o değildir!" dersiniz. Asıl Zeki Müren'in yaptığı şeyleri yapmasıyla ondan olduğunu, asıl Zeki Müren'in yaptığı şeyleri yapamamasıyla da o olmadığını anlarsınız. Televizyonu açıp içine bakmanıza gerek yoktur.

Mürşidimin sıklıkla dikkat çektiği şu hakikat, aslında 'varolmak' ile 'görmek/görülmek' arasında kurduğumuz bağlantıyı tashih etmek içindir: "Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki; küllü cüz'îde, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder. Meselâ: Küçük bir kabarcıkta güneşin tamamıyla tecelliyâtını ister. Bunu göremediği için o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder. Halbuki, şemsin vahdeti, tecelliyâtının da vahdetini istilzam etmez. Ve keza, delâlet etmek, tazammun etmeyi iktizâ etmez. Meselâ: Kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delâlet eder, fakat güneşi tazammun edemez, yani içine alamaz. Ve keza birşeyi birşeyle tavsif edenin o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez. Meselâ: Şeffaf bir zerre, şemsi tavsif eder, fakat şems olamaz. Balarısı, Sâni-i Hakîmi vasıflandırır, amma Sâni olamaz."

Benzerlikler 'vahdet'e ve 'hamd'e bakar, eksiklikler 'subhaniyete' ve 'tenzihe' bakar. Biz Allah'a hamdederiz hazinesinden gelen ve Onu haber veren bağışları için. Kemal için, cemal için, ihsan için... Ve Onu tenzih ederiz görünenin kaldıramayacağı 'tastamamlık' için. Şer için, kusur için, çirkinlik için... 'Elhamdülillah' birincisi içindir. 'Subhanallah' ikincisi içindir. 'Allahu Ekber' ise bu ikisi içinde yaptığımız tefekkürlerin dahi onu anlamakta eksik kalacağını ifade içindir. Allah bizim marifetimizle eriştiğimiz her bilişten de yücedir. Tıpkı Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın duasında buyurduğu gibi: "Seni hakkıyla bilemedik ya Maruf!"

Evet, bizde 'tecelliyat' sırrının bir gereği olarak Allah'ın Esmaü'l-Hüsnası yansıyor. Fakat bu yansımalar bizi üzerimizden görülenlerin sahibi kılmıyor. Çünkü onlar aslında bizde varolmuyor. Bizde sadece konaklıyor. Üzerimizden görülüyor olmalarıyla onlara sahip çıkamayacağımız gibi, başkaları da hataya düşüp onları bize ait görmemeli. Cam parçasında güneşin yansıması veya cam parçasından güneşin görülmesi, nasıl ki, 'güneşin içinde olduğu' veya 'onun olduğu' veya 'tastamam onunla olduğu' anlamına gelmez; bizim üzerimizden okunan her kemal, cemal ve fiil de bizde varoluyor anlamına gelmez.

Bizde sadece konaklıyor onlar. Tıpkı bizim de dünyada bir süre konakladığımız gibi. Demek, bu noktada bizi yanıltan, daha uzun ömürlü olanda daha kısa ömürlü olanın konaklamasını/yansımasını, aradaki süre farkından dolayı, sahiplik sanıyoruz. "O gitti ve şu kaldıysa demek bu onundu!" diyoruz.

Halbuki Baki olan Allah'tan başka ne kalıyor geriye? Gözüne değen sevgilinin yüzü, azıcık konaklayıp gözünde, gitti. Ayrılığına dayanamadın. Deliye döndün. Bu gideni şu kalan sevgilinin yüzünden sandın. Peşine düştün. Meyveyi tattın. Dilin yandı lezzetinin firkatiyle. Ağacının peşine düştün. Fakat gün geldi. O güzellik de şu yüzden gitti. Ağaç sandığın daha uzun ömürlü bir meyve çıktı sadece. Şimdi nereye gideceksin? Daha uzun ömürlü başka bir meyveye mi? Daha uzun süre kırılmayan bir aynaya mı? Bu kadar aynalarla oyalandığın yetmedi mi?

Friday, March 17, 2017

Baştan çıkarıcı parçalar...

Mürşidimden aldığım derslerden şöyle birşey sezinliyorum: Sebep perdesi inceldikçe, yani neden-sonuç ilişkisinin iki ucu arasındaki orantısızlık "Yok artık!" cümlesini daha içten söyletecek bir hal aldıkça, netice daha da bereketleniyor. Daha aciz canlılar daha kolay besleniyor. (Bitkiler durdukları yere gelen gıdalarıyla rızıklanırken aslanlar günlerce av kovalamak zorunda kalıyorlar.) Beyinleri daha küçük canlılar daha zekice işler yapıyor. (Arının hayretle farkettiğimiz muvaffakiyetleri malum.) Daha güçsüz şeyler daha büyük işler başarıyor. (Küçücük incir çekirdeğinden kocaman incir ağacı çıkıyor.) Varlığı daha hafif olanlar daha çok işe yetişiyor. (Işığın her parlak şeyde eylediklerine bakınız.) Bütün bunlar şunu farketmekte önemli:

Kendimizden, yalnız kendimiz olarak ve kalarak memnun olmamalıyız. Birşeye dair veya birşeye ait olmalıyız. Neden? Çünkü biz, varlığımızla, varoluşa artı birşey katmaktan ziyade varolabilecekleri engelleyiciyiz. (Veya engelleyebilme ihtimali olanlarız.) Bereket kaçırıcıyız. Kudret perdeleyiciyiz. Araya girmemizle kudrete destek olmuyoruz. Varlığa varlık katmıyoruz. Aksine yaratabileceklerine zarar veriyoruz. Şunu nasıl ifade etmeli? Belki şöyle: Yaratılışla ilişkimiz 'Olmasaydık olmazdı!' ilişkisi değil, 'Gölge etme başka ihsan istemem!' ilişkisi. En zekice, fedakârca, gayretlice işlerimizde bile bu böyle. Benlik imtihanının bedeli bu. Nitekim mürşidim de diyor:

"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ: Hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ, küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."

Peki neden böyle oluyor? Bu, insanın, kendisini 'bütünden ayrı başka bir bütünlük' olarak tanımlayabilmesinden kaynaklanıyor. Biz, varlık içinde, varolduğunun ayrımında olan bir varlık öbeğiyiz. Kendini bütün sanabilen bir parçayız. Karınca, arı veya örümcek gibi 'bütüne büsbütün uyumlu' parçalar da değiliz. İrademiz sorumluluğumuzu katlıyor. Yeteneklerimiz bizi riske atıyor. Şıklar arasında doğru olanı bulmak zorundayız. Üstelik bunu sürekli yapmak zorundayız. İnsanın 'nisyanla/unutmakla' ilgisi belki de buradan başlıyor. Parça, kendi bütünlüğünü tanımlayabilmek ve menfaatlerini kollayabilmek için, dahil olduğu asıl bütünlüğü ve uyumu unutmaya meyyaldir.

Bu insanî kulluğumuzun başlangıç noktası ve çokça şükredilesi bir nimet. Fakat bir açıdan da tehlikeli. Çünkü o 'tevhidî büyük resmin' parçası olduğumuzu hatırımızda tutamıyoruz. (Hatırlamak için hatırlatılmasına; yani vahye, nübüvvete, vicdana ve şeriata ihtiyacımız var.) Parçamız bizi baştan çıkarıyor. Bencillik aklımızı başımızdan alıyor. Hayırlı olan aslında bütünün hayrına olanken, biz, parçamızın hayrına olanı seçiyor ve parçalıyoruz. Kudret de işte tam bu noktada esbab ile perdeleniyor.

Kainat büyüklüğünde tıkır tıkır işleyen bir saat düşünün. Bu saatin parçalarından birinin ayrıca kendine ait istek ve arzuları, irade ve akledişleri olsun. Bu arzular ve akledişlerden bir 'nefis bilinci' gelişsin. 'Diğer parçalarla uyum'a bedel 'diğerleri rağmına menfaat'ini kollamaya başlasın. Öncelikle şunu farketsin: Parçaya, menfaati, her zaman bütünün menfaatiyle aynı yönde gelmeyebilir.

Hayal kuralım: Dakikada on tur dönmesi gereken bir çarksa bu çark, bir süre sonra diyor ki kendi kendine; "Ben, bu kadar hızlı dönmeye devam edersem, çabuk yıpranırım. En iyisi dakikada bir tur döneyim. Böylesi daha menfaatime." Bu yeni görev tanımlaması, her ne kadar bireysel anlamda kendisine faydalı(!) görünse de, bütünün menfaati açısından yanlış bir seçimdir. Zira, o, fıtratı üzerine dakikada on tur dönmezse, büyük saatin işleyişi aksamaya başlayacaktır. Belki saatçi de kızıp onu umduğundan daha erken çöpe atacaktır.

İşte; göklere, yere ve dağlara bedel; insanın cesaretle uhdesine aldığı şey; yani emanet, bir vechiyle 'ene'dir mürşidime göre. Peki 'ene' nedir?

Ben 'ene'yi biraz mezkûr misaldeki gibi anlıyorum. Kainat saatinin çarklarından birisi kendi farazî/varsayımsal bütünlüğünü saatin bütünlüğünden ayırmayı başarabilmektedir. Tek başına hiçbir kıymeti olmadığı halde, yani tek başına saati falan gösteremediği halde, kendi varlığını saatin varlığından daha öncelikli/önemli görebilmektedir. Bu yeteneğin adı 'ene'dir.

Bencilliğimiz buradan doğar. Başkalarının hukukuna tecavüzler bu noktada yaşanır. Bireysel, ailevî veya toplumsal hayatta yaşanan kargaşalardan tutun; ta ekolojik dengeye verdiğimiz zarara kadar; bir yığın yıkım buradan kaynaklanır. Parça, bütünün rağmına, parçasal/farazî bütünlüğünü önceleyebilmektedir. Sabah namazını kılmaktansa uyumayı, zekat vermektense para biriktirmeyi, oruç tutmaktansa kebap yemeyi, Japon masumları korumaktansa Amerikan ulusunun çıkarları adına atom bombası patlatmayı tercih edebilmektedir.

Bu noktada Ahzab sûresinin 72. ayetinin bizi 'zalim' ve 'cahil' olarak tarif etmesi ne kadar da hikmetlidir: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir."

Evet, zalimiz, çünkü parçamızı öncelemekle bütüne zulmediyoruz. Yorulmanın bedenine iyi gelmeyeceğini düşünüp pasa koşmayan forvet gibiyiz. Aynen bu şekilde kainat takımına zarar verebiliriz. Evet, cahiliz, kendi parçamızın menfaat bilgisine tutulmakla bütünün uyum bilgisine karşı cahilleşiyoruz. Yüzümüzün yağıyla güzelleşmesi, yılda kaç balinanın öldürüldüğünden habersiz ve hatta umarsız kılıyor bizi. Bile-isteye 'bilmezmiş' gibi yapıyoruz. Göz yumuyoruz. Kulak kapıyoruz. Kırışıklıklarımızın gitmesi onların neslinin tükenmesinden önemli geliyor. Parçamızda deliriyoruz.

Bugün, dünyayı, menfaatleri ekseninde yaşanmaz hale getiren medeniyet-i hazıra baronları şu ayet-i kerimenin en açık delili değil midir? Demek en temel arıza burada: Parça, parçasal/farazî bütünlüğü ile baştan çıktı, asıl bütünü ve ona uyumu gözden çıkardı, kudretin yaratacağı tevhidî mucizeleri engellemeye başladı. Varlık ile kardeşliğe sırtını döndü. En küçük günahtan tutun da ta en büyük sapkınlığa kadar bütün sapma ve sapıtmalarımızın özü buraya dayanıyor. Belki biraz da bu yüzden sonu 'gazaba uğrayanlardan ve sapıtmışlardan olmamayı' dilemeyi öğütleyen Fatiha, bütünü hatırlatarak başlıyor: "Elhamdülillahirabbilalemin/Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." Evet, öyle ya, ona Âlemler Rabbi olarak iman ettikten sonra, sen nasıl dışarıda kalırsın?

Wednesday, March 15, 2017

İnsanın insana en yakın yeri yarasıdır

Allah gani gani rahmet eylesin. Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) 1980'lerde yaptığı Ramuzu'l-Ehadis derslerini izlerken çok şeyler öğreniyorum. Bunlardan bir tanesi de "Bir saat tefekkür bir sene ibadetten hayırlıdır!" hadis-i şerifine dair öğütlediği bakış açısıydı. Diyor ki, Esad Coşan Hocaefendi, mezkûr hadisi ders verdiği bölümde: Bazı olur, değil bir sene yaptığımız ibadetler, bir ömür yaptığımız ibadetler bir saatlik tefekkürümüzün neticesi olarak gerçekleşir.

Mesela: Gayrimüslim bir adam, bir saat düşünse ve farketse ki, İslam hak dindir; ve kalbinden gele gele bir kelime-i şahadet söyleyip İslam'a girse ardından; ondan sonra yapacağı tüm ibadetler o bir saatlik tefekkürün neticesi olur. Yine bir mü'min, herhangi bir ibadet hakkında, bir saatlik bir tefekkür neticesinde 'onda devamlı olma' kararına varsa, daha sonra yaptığı bu türden ibadetlerin tamamı o bir saatlik tefekkürünün neticesi olarak gerçekleşir. (Takva, tevbe ve istiğfar ile ilgili kararlar da yine bu sadeddendir.)

Aynı hadisle ilgili olduğunu düşündüğüm bir başka dersi de mürşidim bana vermişti. İnsanın kendi tefekkürü sonucu eriştiği bir kararın, marifetin veya delilin, dışarıdan kendisine nakledilen herhangi bir bilgiye göre neden daha kıdemli olduğunu anlatıyordu sanki. Neresi mi? Hemen alıntılayayım: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır."

Peki 'merkezden harice bakmak' ne demek? Paul Auster, bir açıdan otobiyografisi sayılabilecek Kış Günlüğü'nde içine doğru konuşurken diyor ki: "Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?" Şununla hemdem bir hakikati de, Chateaubriand, Atala/Rene isimli kitabında, 'Şaktas' karakteri üzerinden ifade ediyor: "Kalp, insanların yaralarını iyi etmek için gereken devayı, ancak kendileri balta ile yaralandıkları zaman veren şifalı ağaçlar gibidir."

İşte, mürşidime de "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi, çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi!" dedirten bu sırrın bir vechini yukarıdaki hadise ve metne bakar görüyorum. Yani; bir insan kendi içinden dışına doğru konuşmuyorsa başkasının içine de dokunamaz. Dışarıdan söylenen dışarıya söylenir. İçeriden söylenen içeriye söylenir. Bu tıpkı çıplak sesle yetişilmeyecek yerlere telefonla erişebilmek gibidir. Yaralarımız, zaaflarımız veya hayatın her köşesinde en insan olduğumuz yanlarımız; aynı zamanda ötekimize en yakın olduğumuz yerlerimizdir. Kalbin iletkenliğidir bu. Bizden olan ahizeye fısıldarız, bin diyar ötemizdeki kulaklar titreşir.

Şöyle bir örnek üzerinden düşünmeye devam edelim: Ellerini birbirlerine doğru uzatmış iki insanın birbirlerine en yakın noktaları nereleridir? En uzun parmaklarının ucu mu? Zahiren, evet. Peki hakikatte? Hakikatte bu fiilin bir öncesi vardır. Daha içeride bir yerde sevgiden eller birbirlerine dokunmadan yabancı eller birbirlerine uzanamaz. Yine birbirlerinin gözlerine bakan insanlar için de aynı şey söylenebilir. Aradaki mesafe ne kadar olursa olsun, iki insan birbirlerinin gözlerine bakıyorsa, en yakın yerleri burunları değil gözleridir. Fiziksel yakınlaşmalar aslında daha içeride meydana gelmiş yakınlaşmaların neticesidir. Bidayet değil nihayettirler. Başlangıç değil sonuçturlar.

Şu da mümkündür: Sizinle aynı yaralara sahip birisi sizi kendisine doğru çeker. Sizin hastalığınıza devası olan kişi de sizi kendisine doğru çeker. Çünkü deva da yaradandır. Bu tıpkı parmağı yaralı birisinin parmağında yarabandı gördüğü birisine bant istemek için yaklaşması gibidir. Bunlar manevî çekimlerdir. Her zaman fiziksel nedenler bulamazsınız. Velilerin cazibesi burada saklıdır. Okuyunca "Sanki benden bahsediyor!" dediğimiz kitaplardaki sır da burada saklıdır. Ve bir mürşid de kendi yaralarına doğru konuştukça size doğru konuşmuş olur. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" diyen bir âlim, nefsinin davuluna vurdukça, nefsinizin derisinden ses getirir. Mevlana Celaleddin-i Rûmi Hazretleri bu bahiste der ki: "Peygamber’in (a.s.m.) savaşı sulha sebep oldu. Bu ahirzamandaki sulh o savaş yüzündendir."

Şöyle de olabilir mi: Belki yaralarımız insandan insana fizikötesi yollar açan karadeliklerimizdir. Bu son yazdığımı anlamak için biraz bilimkurgu filmi izlemiş olmak gerekiyor. (Örneğin: Interstellar/Yıldızlararası'nı anımsayalım.) Neşet Ertaş merhumun, 'kalpten kalbe bir yol vardır görülmez' diyerek ifade ettiği sır, evrenin her köşesinde varolduğu düşünülen ve iki yer arasında ışıktan daha hızlı mesafe alınmasını sağlayan solucan delikleri gibi birşey olabilir mi? Yoksa nasıl oluyor, bin yıl öncesinden gelen bir metin, sanki sizin için yazılmış gibi hissettiriyor? Veya nasıl oluyor: "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor!"

Belki de bizim kestiremediğimiz bir delikten geçiyor onlar. Belki gizli bir ip gibiler. 'Sapasağlam bir kulp' ve 'kopmayacak halat' gibiler. O deliklerden/deliklerimizden geçerek zaman üstü bir boyutta bizi birbirimize dikiyorlar. Biz buna kardeşlik diyoruz. İlmeklendiğimize duyduğumuz sevgiden dikişi ve Terzi'yi hissediyoruz.

Enfüsî tefekkürü afakî tefekkürden daha umumî ve güçlü kılan yanı; onun, insandan insana, gönülden gönüle, zamandan zamana giden bu karadelikleri keşfediyor/çalıştırıyor olması olabilir mi? Ve bir saat tefekkürü, bir sene nafile ibadetten daha faziletli kılan şey, böylesi bir sırr-ı akrebiyete dokunması olabilir mi? Edebiyatın sihri burada mı yatıyor? Hem meselenin tecrübî bir tarafı da var: Bizzat denediğin elbette dışarıdan kulağına gelen gibi olmaz. İçinde yaşadığın hem deney hem bilgidir. Dışarıdan gelense sadece bilgidir. Diline bal değmişin balı bilişi, elbette, sadece kavanozda görmüşün bilişi gibi değildir.

O halde içinden dışına doğru, kendi yaralarından başkalarının yaralarına doğru, merkezden muhite doğru, konuş/yaz arkadaşım. Kaleminin ucu önce yaralarına batsın. Kanamasından da korkma. Senin kanın, hem sana, hem başkalarına şifadır. Çünkü sözünün/acının isbatıdır. 'İçlerinden biri' olduğunun delilidir. İnsanlıkta birsiniz. İzin ver, canına değsin ki, sonra cümlesinin canına değsin. Mürşidimin de dediği gibi: "Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir."

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...