Monday, January 15, 2018

İçimizdeki sesleri azaltmak için

"İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur." (Mesnevî-i Nuriye.)

Bence bir yazarın dürüstlüğü her şekilde kendisinin ve kaleminin yararınadır. Çünkü bu bir tür 'tevhid-i kıble' sağlar. Gidilecek yollar tekilleşir. Hem dürüstlük insanın kendi içindeki sesleri de tekilleştirmesidir. Yani bire varıncaya kadar azaltmasıdır. Zaten olduğunuz şey olduğunuz zaman olmadığınız şeylerin seslerini azaltırsınız. İhtimallerin gürültüleri özvarlığınızı daha az baskılar. Bu da asıl duyulması gerekenin sesine güç katar. Sessizlikten gelen bir güçtür bu. Tıpkı pencereyi kapadığınızda odadaki sesleri daha net işitmek gibi. Yahut sevdiğiniz bir müziği kulaklıkla dinlemek gibi.

Böyle düşünüyorum: İnsan kendisine karşı dürüst davranmadığında içindeki seslerin sayısını da çoğaltıyor. Birbiriyle çelişir doğrularının sayısını arttırıyor. Misallendirelim: "Ahmed kalabalık davetlere katılmayı sever mi?" Aslında sevmez. Aslında hiç sevmez. Ama toplumsal hayatın içinde ve pekçok mecburiyet tahtında katılması gerekir. Hem sadece katılması da yetmez. Katılmaya istekli görünmesi gerekir. Katılmasından ayrılmasına geçen süre zarfında mutluymuş gibi yapması gerekir. Gülmesi gerekir. Gülümsemesi gerekir. Şaşırması gerekir. Sevinmesi gerekir. Memnun olması gerekir. Teşekkür etmesi gerekir. Gerekir de gerekir. Gerekir de gerekir.

Yani özetle: Etrafında dönen tüm dolaplara bir şekilde dahil olması gerekir. Peki bütün bunlar olurken ve olanların/numaraların sayısı sürekli artarken Ahmed'e ne olur? Bir saniye... Bu olmadı. Daha doğrudan sormayı deneyelim: Bu kadar tasannudan sonra kaç Ahmed vardır artık ortada?

Shyamalan'ın Split/Parçalanmış filminde Dr. Fletcher'ı canlandıran Betty Buckley'in şu tarzda bir sorgulaması vardı: "Acıların insanların yaşamlarını eksilttiğini düşünürüz hep. Peki ya onları arttırıyorsa?" İzleyenlerin hatırlayacağı üzere birçok farklı karaktere bürünebilen hastası Kevin (James McAvoy) film içinde bu cümleye tuhaf bir haşiyelik yapıyordu. Tecrübe ettiği acılar nedeniyle, bu acıları 'yaşamamış' veya 'yaşamayacak' alternatifler düşleyen ve onlara körkütük inanan Kevin, 23 farklı karaktere dönüşebiliyordu. Yeni bir tanesinin doğuşuna da film içinde biz şahitlik ediyorduk.

Bediüzzaman'ın 'her günah içinde küfre giden yol'a işaret ettiği 2. Lem'a'da da benzer bir tat yakalarım daima. Nasıl? Orada da aslında Split filmindekini andırır bir tarzda imandan inkâra dönüşümün süreci anlatılır. Ancak bu metinde, filmden farklı olarak, insan kendisini 'başka birisi olduğuna inandırarak' dönüşmez. Âlemin farklı bir yer olduğuna inanarak dönüşmeye başlar. Yani karakterindeki bozulma önce varlık algısındaki bozulmalarla başlar. Varlık algısındaki bozulmalar ise içindeki arzularla. Arzularındaki bozulmalar ise günahlarla.

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. (...) Meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor."

Sizi çok lafa tutmadan yazının sonuç bölümüne geleyim: Dürüstlüğün sadece 'fazilet' olarak değil bir 'ihtiyaç' olarak da dünyamıza girmesi lazım. Zira biz de içimizde çoğalmaya müsait 'kendiliklerimiz'le savaşıyoruz. Hatta diyebilirim ki: Arzu dediğimiz şeyler bu kendiliklerin kimliğini oluşturuyor.

Peşlerine düşülürse herbir arzu yeni bir kimlik inşa ediyor. Kendisini elde edecek insanı şekillendiriyor. Potansiyel olarak olabileceğimiz çok şey var. Fakat bu potansiyellerin tamamı biz değiliz. Veya çıkan sonuç her zaman bizi memnun etmeyecek. Bu yüzden dürüst olmaya davet ediliyoruz. Dürüst olmak içimizdeki asıl sesin, duyulması gereken sesin, gerçek sesin yankılarını belirginleştiriyor. İçimizin kalabalığı azaltıyor. Belki vahiy de bu yüzden lütfedilmiş. Yani onun kudsî sesine konsantre olarak içimizdeki sesleri azaltmak için.

"Neye inanıyorsan osun!" mottosuyla dünyamıza giren Split filminin verdiği derslerden birisi de bu olabilir. İman ettiği şeylerin insanın kendi dünyasında yansıyan âleme etkisi var. Ancak "Ben kulumun zannı üzereyim!" hadis-i kudsîsinden mülhem küçük bir düzeltmeyle şöyle diyebiliriz: "Neye inanıyorsan o değilsin, ama neye inanıyorsan âlemi öyle görür, düşünür ve bulursun."

Saturday, January 13, 2018

İstiğna iktidarın düşmanıdır

Kur'an'ın ilk nazil olan ayetleri Alak sûresinin başındadır. Malum. Aleyhissalatuvesselamın Cebrail'e (a.s.) "Ne okuyayım?" sorusu üzerine nazil olmuşlardır. Bu ilk beş ayetin beşincisi şöyle der: "İnsana bilmediğini O öğretti." Altıncı-yedinci ayet ise şöyledir: "İnsan kendisini müstağni sayarak azgınlık eder." Başlarken belirtelim. Ayette geçen 'istiğna' kelimesine şu anlamları verenler var: 1) Kendisi yeterli görme. 2) İhtiyaçtan uzak bulma. 3) Zenginlik. Fakat tüm anlam katmanlarının özünde aynı kokuyu alıyorum ben: İnsan için dışakapalılık bir maraz. Kendisini gerek 'bilme' gerekse 'e-bilebilme' durumu açısından 'ihtiyaçtan uzak' görünce azgınlaşıveriyor insanoğlu.

Meseleyi 'fıtrat' düzleminden 'siyaset' düzlemine taşıyalım: Demokrasiye taraftarlığımın en önde duran sebeplerinden birisi iktidarları 'seçmene muhtaç' hale getirmesidir. Bir iktidar, ne kadar güçlü olursa olsun, en nihayet seçim sandığından çıkacak sonuca göre muktedirliğini devam ettirebileceği için 'halkına müstağni kalmamak' zorundadır. 'Oyunu arttırmak' veya 'aynıyla korumak' veya 'kayıbını az tutmak' bağlamında hükümetler halklarının rızasını gözetmeye meylederler/zorlanırlar. Eğer seçim sistemi olmasa hükmedicilerin 'gücün sarhoşluğuna kapılarak' istiğna ile azgınlaşmalarından korkulur. En azından ben bundan korkarım. Bu korku doğru bir korkudur.

Tabii iktidarların meşruiyetlerini devşirdiği tek şey 'sandık' değildir. Sandığın olmadığı dönemlerde de, muktedirler, halkın teveccühünü çeşitli yollarla korumaya çalışırlar. Çoğunluğun teveccühünün korunmadığı iktidarlarda muktedirlerin iç karışıklıklarla uğraşmaları ise kaçınılmazdır. Çünkü en nihayetinde iktidarlar 'halk için ama halka rağmen' başta kalamazlar. 'Halk için ve halk ile' olursa iktidarların ömrü uzar. Bu sandık ötesi/üstü diyebileceğimiz meşruiyet kaynaklarından en önemlisi ise adalettir.

Bir iktidarın adaleti halkının genel kabulü ise, o iktidar seçimle başa gelmese bile, hükmünü sürdürebilir. Zira sessiz bir onaylayış vardır. Hatta diyebiliriz ki: Sandık dediğimiz şey de aslında bunun sağlamasından ibarettir. Elbette hiçbir iktidar mutlak bir şekilde adaleti sağlayamaz. Adaleti sağlamak için yaptığı hamlelerin bile değişimin ortaya çıkardığı yeni durumdan mutsuz mağdurları oluşur. Sözgelimi: Sadece kamyonculardan alınan bir köprü vergisinin terkedilmesiyle o köprüde kamyon trafiği artacağı için sair kullanıcılarda sızlanmalar olur: "O vergiyi kaldırmayacaktı be kardeşim! Ne rahat kullanıyorduk bu yolu. Şimdi kamyondan geçilmez oldu."

İşte, bu noktada, iktidarın meşruiyetini korumaktaki ikinci hamlesi/yolu halkı ile iletişimidir. Yani iktidar, adalet için yaptığı hamlelerin mevcuda alışık topluluklarda oluşturduğu rahatsızlığı gidermek için, halka bir iletişime girer. Bu iletişim iki yönlüdür. Hem kendisini anlatır. Hem onları dinler. Onları dinlediği ise serzenişlerinin iktidardan cevap alabilmesiyle ölçülür. Eğer bir iktidar, kendisini büyük bir medya gücüyle anlatıyor, ama halkı aynı büyüklükte bir şikayet masası gücüyle dinlemiyorsa iletişimi istibdada dönüşür. Bu gerçek bir iletişim değildir. Bir tür dayatmadır. Bir endoktrinasyondur.

Bu noktadan sonra 'diyalog' denilen şey aslında 'monolog'dur. Kendi kendisini över. Kendi kendisini meşrulaştırır. Kendi kendisini ikna eder. Kendi kendisini haklı bulur. Ancak bütün bu illüzyonların dağılacağı/yutulacağı Musa (a.s.) asâsı sandıktır. İş o kutudan çıkacak sonuca geldiğinde halk duyulmadığını muktedirlere hissettirir. Ses çıkarabildiği tek yerden güçlü bir ses çıkarır. Bunu öfkeyle yapmaz. Bunu derin ve güçlü bir akarsunun sessiz dönüşümüyle yapar. Öyle ki, kendi monoloğunun gücüyle körleşen iktidar dahi, sonuçlardan büyük bir şaşkınlığa düşer. Belki öfkeye asıl kapılan de o olur. Ancak öfkesi haksızdır. Haksız öfkesi onu halkından daha da uzaklaştırır.

Olağanüstühal sürecinin geldiğin noktada benim de hissettiklerim yukarıdakiler gibi. Olağanüstühali 15 Temmuz'dan sonra gerekli buluyor muydum? Kesinlikle! Özellikle ilk altı ay olağanüstühal olmadan atlatılamazdı gibi geliyor bana. Tehdit bastırılmıştı ama yokolmamıştı. Hızlı hareket etmek şarttı. Yaşanan hakikaten olağanüstü birşeydi. Fakat gelinen noktada birşeyler ters gidiyor. Kulağındaki açıklıktan dolayı sevdiğimiz iktidarımızın kulakları duvarlaşıyor. Devlete sesimizi ulaştıramıyoruz. Babamız yabancıya dönüşüyor. En çok abim Murat Ay'ın tutukluluk sürecinde gördüm bunu.

Bunu "AK Parti'yi artık desteklemiyorum!" bağlamında yazmıyorum. Hayır. Ben hâlâ özelde Erdoğan'ı genelde AK Parti'yi destekliyor ve Türkiye'nin bahtı adına varlıklarını önemsiyorum. 16 yılda başardıklarını da Allah'ın inayetiyle eriştiği büyük muvaffakiyetler olarak görüyorum. Ama hem Erdoğan'ı hem AK Parti'yi 'kulağı bendeyken' daha çok seviyorum. Çünkü beni de (ister istemez parçası olduğum) süreçlere dahil etsin istiyorum. Benim için en doğruyu, en hikmetliyi, en güzeli ve en ideal olanı uzaklarımda belirlemesin istiyorum. Bu yabancılaşma hissi seçmenden nasıl giderilir? Elbette iletişim kanallarıyla.

Soğuk yüzlü savcıların/hakimlerin, yargılama süreçlerinin, hapishanelerin duvarlarıyla beni daha fazla muhatap ederek değil. Bana açık olarak. Beni dikkate alarak. Beni işiterek. Bunu buraya iyiliğini istediğim insanların ellerindeki fırsatları heba etmemesini dileyerek yazıyorum. İstiğna iktidarın düşmanıdır. Hem bireysel anlamda hem yönetimsel anlamda, insan, kendisini sınamaya ve sınanmaya açık tutmak zorundadır. Bu iletişim ve özeleştiri mekanizması işlerse ancak azgınlaşmaktan korunuruz. Cenab-ı Hakkın 'insana bilmediğini öğreten' olduğunu buyurmasının hemen ardından istiğnayı bir tuzak olarak anması boşuna değil. Gücümüz merhametle karışsın ki kulaklarımız kapanmasın. Unutmayalım ki, Hz. Süleyman'ı (a.s.) büyük bir hükümdar yapan sadece ordusu değil, kuşların dilini bile anlaması ve karıncanın dahi sesini işitmesiydi.

Wednesday, January 10, 2018

"Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır"

"Allah dileseydi, onları (aynı dine mensup) bir tek ümmet yapardı." (Şûrâ sûresi, 8)

Italo Calvino Kum Koleksiyonu'nda hat sanatının 'yazıyı güç okutma' özelliğini beğenerek diyor ki: "Yazı bize kaçınma olanağı bulamadığımız bir duvardan ulaşıyorsa her durumda bir zorbalıktır. Bugün çiğnenmiş haklarını, duvarlara sprey kutularıyla bunları yazarak kabul ettirme gereğini duyan kişinin, iktidarı ele geçirdiği gün, kendini haklı çıkarmak için başka duvarlara gereksinme duymaya devam edeceği öngörülebilir. (...) Arap yazısının mimarlıkta ve İslam'ın bütün görsel dünyasında işlevi son derece çekici geliyor bize: Düşünceli bir dinginlik atmosferi içinde mekânları kuşatan yazılı sözün varlığını farkediyoruz, ama okumadığımız için ya da okumayı bilsek de bize uzak, kendi formülleri içinde kapalı göründüğü için, 'sözün buyurucu gücünden' kendimizi kurtarıyoruz."

Bu metin bana 'imtihan sırrı' ile birlikte düşünülünce daha da hikmetli görünüyor. Hatta mürşidimin ihbar-ı gayb hakkında mükerreren söylediği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." hakikati bu pencereden daha bir 'okunur' gibi geliyor.

Bencileyin düşünüyorum ki: İnsanın iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Ne için? Kendisini kemale erdirmek için. İradesizken eylediği hiçbirşey ona katkı yapmıyor. Onun olmuyor. Onu değiştirmiyor. Bizim olanı sahiplenmek için onu seçmeye muhtacız. Seçemediğimiz şeyler, sanki fıtratımıza da uyum sağlayamıyorlarmış gibi, 'dayatma' olarak isimlendirilip (gizli/açık) reddediliyor. Hem Taftazanî Hazretleri de, İşaratü'l-İ'caz'da nakledildiği üzere, imanı böyle tarif etmiyor mu: "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından (iradesini kullanmasından) sonra ilka ettiği (bıraktığı) bir nurdur."

O zaman kainat ayetlerinin ancak 'Allah hesabına bir mana-i harfî bakışıyla' okunur olmasını anlamak gerek. Neden? Cenab-ı Hak da bize yarattığı fıtrata uygun bir ders veriyor. Ne demek bu? Yani: Şu kitap tam da okurunun aradığı/arzuladığı şekilde yazılmış. Elmasın kömürden ayrılmak için iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Belki biraz da bu hikmetle Cebrail aleyhisselam Allah Resulü aleyhissalatuvesselama ilk vahyi getirdiğinde "Oku!" diyor.

Burada dikkatinizi şuna çekmek istiyorum: İlk vahiy "Dinle!" de olabilirdi. (Çünkü nasihat dinlemekle de edilebilir.) Ancak okumakta farklı bir durum var. Dinlemek çoğu zaman iradesizdir. Okumak ise ancak iradenin sarfıyla olur. Önünüze getirilen bir metni okuyup-okumayacağınızı siz belirlersiniz. Ancak neyi dinleyeceğinizi belirlemek çoğu zaman mümkün olmuyor.

"Neyi okuyayım?" İşte irade sarfoldu. Arıyor. Bekliyor. Müşteri oldu. Fakat buna da bir dikkat lazım: Cebrail'in yanıtı 'neyi' sorusuna değil 'nasıl' sorusuna cevap verdi: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." Demek ki beklentisi 'iradenin sarfı' idi. Metropolde yaşayanlarımızın bu sırrı daha kolay anlaması gerek. Herhangi bir sokakta yürürken dahi kırk türlü gürültünün saldırısına maruz kalıyoruz. Hele mağazaların çoklukla bulunduğu bir meydandan geçiyorsak ne fena! Hepten huzurumuzu yitirmişiz demektir. Ancak bunların hiçbirisi bizde tebliğ yerine geçmiyor. Hatta zorbalık gibi geliyor. Bir galeri ziyaretinde ise eserlerin altında bulunan metinleri kendi ilgimizle okuyoruz. Okuduklarımız bizim oluyor.

Varlık kâfirlerin geri dururlarsa okuyamayacakları bir şekilde yazıldı. Kainatın böyle 'ikinci bir dikkatle okunur' olmasında çok hikmet var. Tıpkı hat sanatının metinleri 'ilk bakışta okunur' kılmamasında olduğu gibi. Bazı şeyler ona talip olanların irade sarfetmesi için saklanıyor. 'Dayatma'dan alınıp 'teklif'e gizleniyor. Çünkü istidatlar ancak irade ile açılıyor.

Allah'ın bizi tek bir ümmet yapmamasında/yaratmamasında da çok hikmet var. Önce yaratılışımız söylüyor bize bunu. İradeye pay bırakılması gerek. İnsanın kömürü elmasından ancak böyle ayrılabiliyor. Hem bu şekilde belki şunu da isbat ediyoruz: İrade-i cüz'iyesi olan varlıklar ancak irade-i külliyeye sığınırlarsa felah buluyorlar. Biz Allah'ın emirlerine ittiba ettikçe şu hakikati ortaya koyuyoruz. 'Seçme yeteneği verilenler' ancak Allah'ın onlar için doğru olarak işaret buyurduğu şeyi seçerlerse huzura eriyorlar. İrade-i cüz'iyelerimiz irade-i külliyeyi böyle tenzih ediyor. Ona kaçarak. Ona koşarak. Ona sığınarak Kendi seçimlerinden onun emirlerine saklanarak. Tevekkül ederek.

Buradan şunu anlamaya da bir yol buluyorum kendimce: Cehennemliklerin cennetliklerden çok olması normal. Cennetlikler cehennemliklerden çok olsaydı toplamda irade-i cüz'îye başarılı olacaktı. Hasenatı seyyiatını galip gelecekti. Olamazdı ki bu. Bu şekilde/anlamda olamazdı. Her hayır kudret elinde olan Allah'ın küllî iradesinden kazanılan (tabir-i caizse) kısmî bağımsızlık, bağışlanan kısmî (tabir-i caizse) başıboşluk 'toplam faydada' kârlı çıkamazdı. İrade-i külliye içinde ayrıca bir (bir parça) seçim yeteneğine sahip olmanın bedeli toplamda kaybetmekti. Zira, yine mürşidimin ifadesiyle, hayır küllî şer ise cüz'î'ydi.

Cüz'î galip gelemezdi. Kimbilir? Belki dağların taşımaya korktuğu emanet de, bir yönüyle, budur. Allah'ın takdiriyle ve izniyle 'doğru' ile 'yanlış' arasında seçim yapma hakkı kazanan insanlığın ona itaatten bu kadarcık olsun uzaklaşmasıyla yaşadığı tecrübe onu genelde/toplamda 'çok zalim' ve 'çok cahil' yapmıştır. Parçanın bütünden ayrılınca yaşaması kaçınılmaz bir yoksunluktur bu. Meyvenin ağaçtan düşünce yerde yaşadığıdır. Aczimiz de buradan doğar.

Füsusu'l-Hikem'in sonlarına doğru İbn-i Arabî Hazretleri aşkı şöyle tarif eder: "Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır." Bu, tabir-i caizse, bağımsızlığı verildiğinde ekonomisi çöken bir ilçenin tekrar anavatanına koşmasıdır. İttihadın ve itaatin kıymetini kaybettikleriyle anlamasıdır. Biz de Allah'ın emir ve nehiylerinin ne kadar hak ve faydamıza olduğunu onlardan ayrıldığımızda yaşadıklarımızla anlıyoruz belki. Onun şeriatını yaşamımızla (irade-i cüz'îyemizin yanlış kullanımıyla kurguladığımız küçük şeriatçıklarımızla) tenzih ediyoruz. Hatalara düşerek doğrusunun onun seçtikleri/sevkettikleri olduğunu anlıyoruz. Cennetlikler de cehennemliklerin çokluğundan anlıyor Allah'ın onlara olan nimetini. Her neyse... En doğrusunu elbette Allah bilir.

Friday, December 29, 2017

Tekrarda bir şefkat var

Monotonluktan sıkıldığını biliyorum. Belki faydası dokunur. O yüzden sana bunu da yazmak istiyorum arkadaşım: Tekrarda bir şefkat de var. Ben gördüm. Bunu bana gördüren/düşündüren okuduğum bir yazardır. Ki o yazar, eserlerinde, aynı konulara sık sık değinir. Aynı hakikatlerin altını sık sık çizer. Ancak bunu bir özenle yapar. Tekrar özenle yapılırsa insanı bıktırmaz. Ne demek istedim şimdi? İzah edeyim: Eğer bir insanın 'özellikle' ve 'yeni özenişlerle' birşeyi tekrar ettiğini hissedersen sıkılmazsın. Arkasındaki kastı/ilgiyi hissedersin. Görünüşteki sıradanlığı aşarsın. Fakat aynı insan özensizce/ilgisizce ve yenilenmeyen bir emekle tekrarlar yaparsa bu seni bıktırır. Çünkü görmezden gelindiğini, aradan çıkarıldığını veya ıskalandığını düşündürür.

Niyet bu yüzden azizdir. Sevdiğinin, gözlerine dikkatle bakarak "Seni seviyorum!" demesiyle, her konuşmanın ardına farklı farklı sevgi sözcükleri iliştirmesi arasında bir fark vardır. İlkinde 'tekrar içinde bir yenidenlik' ikincisinde 'yenidenlik içinde bir tekrar' yaşanır. İşte, benim sevdiğim yazar da aynı şeyleri tekrar tekrar yazıyor, fakat bunu yeni cümleler ve bağlamlarla yaptığı için 'metni şişirmeye çalışmadığı' anlaşılıyor. Bunu farketmek beni 'aradan çıkarılmadığım' hissiyle besliyor. İnsan özenilmekten beslenir mi? Mutlaka beslenir. Allah'ın üzerimizde yarattığı açlıklardan birisi de budur.

Ehadiyeti, yani Allah'ın bütün isimleriyle her an herbirimizin yanında olduğunu, herbirimize ayrı ayrı yönelişi olduğunu ve hiçbirimizin onun, tabir-i caizse, dikkatinden kaçmadığımızı biz bu açlık sayesinde biliriz. Pardon, önce böyle bir dikkatin üzerimizde olmasını arzularız, buna şiddetli bir açlık duyarız, sonra da yaşadığımız 'bize özel' harikalar/mucizeler üzerinden bunu okur, bilir ve doyarız. Zaten ancak bu olursa (buna inanıyorsak) dua ederiz. Çünkü ancak böyle inanılırsa istenilir ve isteriz.

Fatiha'daki geçişin öğrettiği sırdır bu. Bundan umutlanırız. Dikkatten asla kaçmadığımız hissidir ki, bizi, Allah ile birebir irtibatlı, birebir ona âşık, birebir ondan ister/diler kılar. "Malikiyevmiddin." Hesap gününün sahibi ise, yani bize bir hesap soracak ise, bize ilgisi var demektir. Üzerimizde nazarı var demektir. Hesap sormak ilgi işidir çünkü. O zaman isteyebiliriz: "İyyake nabüdü ve iyyake nestain." Çünkü bizi duyar. Çünkü bizi görür. Çünkü bize ilgilidir. Geri kalan herşeye dudak kıvırabiliriz böylece. Şirk bu dudak kıvırmayla tarumar olur.

İzzetimiz de en çok buradan beslenir. Allahımız Ehad olduğu için hiçkimseye eyvallahımız yoktur. Çünkü onların üzerimizdeki gözeticinin bilişini ve tasarrufunu perdeleme imkanları yoktur.

Tekrardaki şefkate geri dönelim. İşte, bu yazar, metinlerindeki tekrarla beni güzelce teselli ediyor. Bana şefkat ediyor. Nasıl? Bu tekrar sayesinde umutlanıyorum ki: Metnin tamamını okumayı başaramamış olsam da, hatta bazı satırlarda şaşırsam da, herşeyi kaçırmamış olabilirim. Yani okuyamadığım kısımları da bir nebze okumuş olabilirim. Eğer bu mesaj, eşit şekilde metnin tüm katmanlarına nüfuz etmişse, ki bu nüfuzu en çok 'tekrar' gösterir, o halde okunmamışlar da birazcık okunmuş sayılabilir. Evet! Kaçırılanlara üzülünmez artık. Çünkü kaçırılanlar da aslında tastamam kaçırılmamıştır.

İşte, bu yüzden, o yazarın okumadığım bir metni varsa bir yerlerde, okuyamadığım için dertlenmem. Eksik kaldığımı düşünmem. Elime geçeni okumaya çalışmak bana yeter. Çünkü kelamları birbirine bir şekilde benzer. Aynı hakikatleri söyler. Aynı gerçekleri bildirir. Bu açıdan, bana hakkında sorulsa, 'o yazarın okurlarına çok ama çok şefkatli olduğunu' söylerim tam bir inançla.

Ne mutlu bana! Bir kere onu okumayı öğrenmişimdir ya! Ellerim ne kadar küçük olursa olsun içine bir dünya sığmıştır demek ki. Varlığımdan bu dünyanın yalnızca bir parçası değil bir özeti geçmiştir. Sahibim, şahitleri olamadığım, ama varlıklarından haberdar olduğum hiçbirşeyden benim mahrum etmemiştir. Hepsinden bir kaşık şu küçük damağa dokunmuştur. Şükürler olsun.

Buraya kadar bana katlanan arkadaşım. Biraz da mürşidimin şu güzel cümlelerini dinle. Belki buradan hem Kur'an'daki tekrarlara hem de bazen hata ile şikayetçisi olduğun kainatta tekrar be tekrar yaşanan fiillere gönül tazeleyen bir bakış bulursun: "Hem herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş."

Evet, Kur'an'da çok şefkatli bir tekrar var, ama yalnız Kur'an'da değil bu tekrar. Kainatta da var. Hayatta da var. Bir döngü çerçevesinde yaşanıyor herşey. Bu döngü herşeyi herşeyin özeti haline getiriyor. Kem bahtından şikayetçi olma. Yaşadığımız özet bütünden nasipsiz değil. Onun sayesinde insanlığa söylenen hiçbirşeyi kaçırmamış oluyoruz. Şimdi yazının başında dediklerimi aklına getir ve düşün: Bu inceliği, hiçbir söylediğini/yarattığını diğerine benzetmek zorunda olmayan sonsuz bir yaratış sahibine yaptıran, rahmetinden başka, nedir sence?

Monday, December 25, 2017

Tevhid kainatın ismetidir

Geçtiğimiz günlerde 7. Şua'yı tekrar okurken farkettim. Mürşidim birşeye çok sık vurgu yapıyor. O da şudur: Şirkin şükür dağıtıcılığıdır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Cenab-ı Hak, herşeyi insanın merkezde olduğu bir düzende, insanı ise şükrün merkezde olduğu bir düzende yaratmış/yaratıyor. İçiçe geçmiş dairelerin merkezinde veya şu ağacın meyvesinde 'şükür' var. Varoluşun en son dönüştüğü şey şükür. Sanki bu çarkın tüm işleyişi şu mahsul için. Varoluşun döngüsü hep nihayetinde ona hizmet ediyor. Ve ona hizmet ettikçe de değer kazanıyor. Bu pencereden bakarak diyor ki mürşidim:

"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi?"

Külliyat içinde bu dersi içerir çok yer var. Özetle öğrettikleri ise şu: Dünya tarlasını şükür mahsulü için yaratan Allah, sebeplerin/nedenlerin eline de bir yaratma gücü verip, murad ettiği mahsulü onlarla paylaşmaz. Eğer almak dilediği şu mahsulse, ki belli ki öyledir, o halde mahsulün 'kime ait olacağını' şaşıracağı bir 'şirk sistemi' kurmaz. Makbul seçeneklerin sayısını arttırarak zatına hasredilmesini istediği ibadetin, şükrün veya hamdin başka ellere dağılmasına yol açmaz. Yok, eğer açtıysa, bu sefer adresi şaşıranlara hesap sormak gibi bir adaletsizlik yapmaz. Vahyinde 'Yalnız kendisine ibadet etsinler diye' yarattığını söylemez. Şart koşmaz. Çünkü yaratıcıların sayısını arttırarak adresleri çoğaltan da kendisidir. Yani yaratışından nihayet kemalde olduğu anlaşılan bir Allah, kullarını, hem 'şaşırtan' hem de 'şaşırdıkları için hesap soran' olamaz.

Buradan şuraya geleceğim: Biz peygamberlerin ismetine neden inanırız? Sadece kudsî metinlerde öyle haber verildiği için mi? Hayır. Hem kudsî metinlerde öyle haber verildiği için hem de akıl/mantık bunu zorunlu kıldığı için inanırız. Ne demek bu? Açmaya çalışayım: Eğer bir peygamber 'günah işleyebilir' olursa tebliğ ettiği şeriatın içinde de pekâlâ böyle günahlar işleyebilir.

Mesela: Bir peygamber (hâşâ) yalancı olursa insanlığa ilettiği hakikatlerin içerisine de 'Sinek küçüktür ama mide bulandırır' tarzı bir zehir damlar. Böyle bir şüphe oluştuktan sonra şeriatın ne kadarı tastamam vahiy, ne kadarı vahiy değil, beşer bunu ayıramaz/anlayamaz hale gelir. Çünkü akıl gayba dair bilgilere şehadet alemindeki bilgiler gibi yakîn kesbedemez. Miraç olmuş mudur olmamış mıdır? Namaz beş vakit mi emredilmiştir yoksa Aleyhissalatuvesselam (hâşâ) kendisi mi bu rakamı uygun görmüştür? Hz. Ebubekir (r.a.) gibi "O söylüyorsa doğrudur!" mertebesine ulaşmadan bir yere gidemeyiz. Kur'an "O ancak kendisine vahyolunanı söyler!" derken bu türden muhtemel kirleri de temizler.

Yani demem o ki: Böyle şeylerin tamamından kurtuluşumuz 'ismete iman' iledir. Ve ismet de, görüldüğü üzere, Cenab-ı Hakkın Hakîm isminin muktezasıdır/gereğidir. Eğer bir nebi gönderip de ona ismet vermezse Hak Teala gönderdiği mesajın ne kadarının güvenilir olduğunu-olmadığını tesbitte insanlık müşküle düşer. Ayıramaz. Tayin edemez. Bir cümlesinin yalan oluşu diğer bütün cümlelerinde de aynı tereddüdün oluşabilmesine sebep olur. Bu yüzden biz iman ederiz ki: Nübüvvette ismet vardır. Bu zaruridir. İsmeti olmayan nebi de olamaz. Hem zaten o güzeller güzelinin güzel ahlakı bu ismetin en açık delilidir.

İşte, nasıl ki, ismeti olmayan nebi olamaz, Vahdet sahibi olmayan da Allah olamaz. İhlas sûresinin ilk ayetinin verdiği dersle: "Allah tektir." Kainatı hiçbir yardım almadan yaratmıştır. Başka hiçbirşeyin hilkate müdahalesi yoktur. Yaratışının sistemi tevhiddir. Tevhiddir ki; kainattaki her fiili isimleriyle bağlamamızı, yaratışında sıfatlarının/şuunatının izlerini aramamızı ve eriştiğimiz her nimette ona şükretmemizi sağlar. Eğer kainat tevhid ile yaratılmış olmazsa, tıpkı ismet meselesinde olduğu gibi, kime inanacağımızı şaşırırız biz. Kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Kime ibadet edeceğimizi şaşırırız. Adresler çoğalır. Kafamız karışır. Müşküle düşeriz. Bu açıdan diyebiliriz ki:

Yaratışın kusursuzluğu da tevhid iledir. Bu sayede ibadetin tek mercii Allah olur. Yoksa, ismetsizlikte bir nebinin hangi sözüne inanacağımızı şaşıracağımız gibi, tevhidsizlikte de hangi yaratış için kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Hangi yaratışı Allah'ın eseri gözüyle okumamız gerektiğini şaşırırız. Hangi yaratıştan onun sıfat ve esmasına dair okumalar yapacağımızı şaşırırız. İşte bu yüzden derim ki: Tevhid de kainatın ismetidir.

Friday, December 22, 2017

Güzele bakmak yaradır

Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde Talak sûresinin 2. ayetinde geçen "Kim Allah'tan ittika ederse (Ona karşı gelmekten sakınırsa/korkarsa) Allah ona bir çıkış yolu nasip eder..." mealini izah sadedinde 'günümüz insanın psikolojik problemlerine' değiniyor ve onlardan da çıkışın ancak 'takva' ile olacağı vurgusunu yapıyor. Hayatın modern insan için giderek daha boğucu/bunaltıcı bir hale gelmesinin halihazırdaki günahkârlığıyla da bir ilgisi olduğunu, bu halinden uzaklaştıkça, yani takvaya çalıştıkça, dertlerinin de gideceğini ders veriyor. (Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?v=tCkDNRyULOg)

Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:

"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:

Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.

Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.

Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."

Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.

İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.

Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.

Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!

Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.

Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.

Saturday, December 9, 2017

Allah'ı zamana sıkıştırmak...

Bu tam bir yazı gibi olmayacak. Evet. Başlarken hemen belirtelim. Yine yazı görünümlü notlarımdan birisiyle karşıkarşıyasınız. 28. Lem'a'nın 9. Nüktesi'ni yeniden okurken aklıma gelen birşeyi paylaşmak istiyorum bu karalamada sizlerle. Malum o metin 'kaylule uykusu'na dair. ('Öğle uykusu' diyelim daha anlaşılır olsun.) Dikkatimi çeken şeyse... Oraya gelmeden şunu söyleyelim:

Bir ehl-i bid'a, modernist ve/veya tarihselci olsanız, daha 'kaylule uykusu' başlığından haberdar olur olmaz, elinizi çenenize koyup şöyle diyebilirsiniz: "Hımm... Arapların yaşadığı bölge zaten çok sıcaktı. Bir de güneş tepeye çıktı mı hepten ayakta durulmaz oluyordu. Ne yapsın adamcağızlar? Çaresiz o vakti uyuyarak geçiriyorlardı. Elbette, onlardan birisi olması hasebiyle, Efendimiz de (a.s.m.) onlar gibi öğle vakti uyuyordu. Fakat bir 'yöre âdeti olarak' uyuyordu." Falan filan feşmekan... Onlardan olsanız kesinlikle dersiniz bunu.

Ve yine dersiniz ki: "Şimdi İslam'ın yaşandığı öyle bölgeler var ki yazın bile sıcak olmuyor. Sıcak olmadığına göre çalışmak da sorun olmuyor. Öğlen vakti bunaltmıyor. Güneşin en tepede olması güçten düşürmüyor. O halde ne imiş efendim bu zamanda öğle uykusu? Böyle sünnet mi olur? Geleneksel şeyler bunlar canım. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) her yaptığı da sünnet değildir ya!"

Fakat bakınız mezkûr metinde mürşidim ne diyor: "Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyyedir. Duhâ vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü'l-Arabda, vaktü'z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir."

Bir soruyla hemen dikkatinizi çekerim: Mürşidim kaylule uykusunun ana hikmeti olarak neye işaret ediyor? Sıcaklık mı? Hayır! Sıcaklık değil kaylulenin ana sebebi. O sadece daha ziyade kuvvetlendirmiş. Ya? "Gece kıyamına sebebiyet verdiği için..." Ne demek gece kıyamı? Yani gecenin bir miktarında uyanık kalabilme. İbadete vakit ayırabilme. Hani Kur'an'da ve sünnette çok övülmüş olan ibadet vakitlerine. İşte, ahiret adına, o vakitleri değerlendirebilmek için de öğle uykusuna ihtiyaç var. Belki bilemediğimiz bir dolu hikmeti daha var.

Hülasa, arkadaşlar, şöyle argümanları duyarsanız artık alnının ortasına aptallık kaşesini basın: 'Vay efendim Araplar sarık sarıyordu da o yüzden Efendimiz (a.s.m.) sarardı. Vay efendim Araplar öğle uykusuna yatardı da ondan Efendimiz (a.s.m.) öğle uykusuna yatardı. Vay efendim Araplar pis bir milletti de Efendimiz (a.s.m.) onları temizliğe alıştırmak için abdesti emretti vs..."

Bu gibi 'akılcı görünen herzeleri' söyleyerek Efendimizin (a.s.m.) hayatını 'döneminin duvarları içinde' okumaya tâbi tutanların yaptıkları hata her defasında aynı aslında: Buldukları 'tarihsel' veya 'sosyolojik' hikmeti o şeyin tek illeti, nedeni veya hikmeti olarak sanrılıyorlar. Hatta dayatıyorlar!

Günümüzde bu tür körleştirici okumalar da en çok 'sosyoloji' alanında karşımıza çıkıyor. Materyalizm nasıl dalaletine dayanak olarak sözde fen bilimlerinin verilerini (esasında dogmalarını) kullanıyorduysa modernizm de sosyal bilimleri (esasında dogmalarını) dayanak olarak kullanıyor. Orada 'biyolojik evrim' burada 'sosyolojik evrim.' İkisinde de bulduğunu mutlaklaştırma ve başka hikmete müsaade etmeyecek şekilde dayatma var. Bir ilmî isbidat/zorbalık sözkonusu. Ve her ikisi de konu ettikleri alana dışarıdan 'akrebî/vahyî' bir müdahalenin olabileceğini kabullenemiyorlar.

Yaşananları 'dış müdahalelerden tamamen arındırıldığını sanrıladıkları' laboratuar alanın içindeki nedenlerle açıklamaya çalışıyorlar. Halbuki dinin kendisi dış müdahaleye inanmakla (gayba imanla) başlar. Dış müdahaleye inanmayan bilimdallarının/bilimadamlarının dinin üzerinde yükseldiği hakikati anlaması mümkün müdür? Zira yapısal olarak onlar esbabperesttirler. Bu noktada mürşidimin şu tesbitinin de ne kadar haklı olduğu ortaya çıkar:

"Binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."

Özetlersem: Bu gibi okumaların en temel hatasının 'vahyi hesaba katmamak' olduğunu söyleyebilirim. Zamanlar üstü bir ilahın nebisinin davranışlarının 'tamamen konjontürel nedenlerle' izah edilip bağlanması, işte bu hata, onları tesbitlerinde zamanlarının kölesi kılıyor. Biz ezelî ve ebedî bir Allah'a inanmış olan mü'minler, inandığımız zamanlar üstü İslam'ı, neden onların 'günübirlik taktik ve stratejileriyle' değiştirelim? Böyle bir Allah'ın böyle bir nebisine şöyle daraltılmış bir nazarla bakmak önyargılı bir eksiklik değil midir?

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...