Sunday, February 7, 2021

Deistler ahirzaman bedevileridir

Meşhur bir sahnedir. Bilirsiniz. Torunlarına gösterdiği ilgiye hayret ederek "Siz çocukları öpüyor musunuz? Biz çocuklarımızı öpmeyiz!" diyen bedeviye, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz şöyle cevap vermiştir: "Allah Teâlâ kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim?" 

Barekallah. Hak Subhanehu bu sahneyi bize taşıyan o salihlerden de razı olsun. Katından büyük ecirlerle mükâfatlandırsın. Çünkü her ne hayra eriştiysek evvelimizin şu türden şefkatleri sayesinde eriştik. Onlar, Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayat sahnelerini kristal taşır gibi hassasiyetlerle nesilden nesile aktararak, sonraki hidayet arayan gözleri öpmüş oldular. Şefkatin en hasını gösterdiler. Yetim avuçlarımıza elmaslar sıkıştırdılar. Bugün biz de o salihlerin şefkati sayesinde bu sahnelerden dersimizi alabiliyoruz. İstifade edebiliyoruz. Elhamdülillah.

Fakat arkadaşım başlarken belirtmeliyim: Bu yazıda mevzuun çocuklara bakan yönünü konuşmayacağım. Ya? Deistlere bakan tarafı hakkında kelam etmeye gayret edeceğim. "Nasıl olur?" diyerek itiraz parmağını uzatma sakın. Sabredersen hisseni alacaksın. Sahiden Efendimiz aleyhissalatuvesselam bu kıssada deistlerden de bahsediyor. Dikkatle baktığında farkedeceksin: Çocuklarla ilgilenmeyi 'büyüklüğün şanına yakışmaz' sanan bedevinin de, mahlukatına vahiy göndermesinin Allah'ın 'azametine yakışmayacağını' sanan deistin de düştükleri çukur aynı. Ki ikisinin de yanlışını, yani ilah tasavvurlarındaki arızayı, mürşidim şöyle belirtiyor: "Sual: Cenab-ı Hakkın cüz'iyat ve hasis emirler ile iştigali azametine münafidir. el-Cevap: O iştigal azametine münafi değildir. Bilâkis, adem-i iştigali, azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur." 

Peki şu hatanın suyu nereden kaynamaktadır? el-Cevap: İnsanın kendi 'sınırlı büyüklük' algısıyla 'sonsuz büyüklük' arasındaki nüansı görememesinden. Nihayetsiz kemal sahibi Allah'ın azameti ile beşer hiyerarşisindeki sahte heybetlerin farkını sezememesinden. Yani insaniyetin büyüklüğünde mecbur olduğu şeylere Allah'ın da azametinde mecbur olduğunu sanmaktan. Evet. Hatanın özü budur. Halbuki arkadaşım her ismi/sıfatı sonsuz olan Kadîr-i Mutlak'ı kim/neye mecbur edebilir? Kim/neyle esir alabilir? Hâşâ. Böyle birşeyden sözedilemez. Hakkında böyle şeylerden sözedilebilen 'ilah' olamaz. Şu da var ki: Cenab-ı Hak elbette insanlığa, marifetine erişebilmesi için, bazı aynacıklar vermiştir. Ölçücükler koymuştur. Mizancıklar bağışlamıştır. Lakin bunların hiçbirisi Zatını sınırlamak için değildir. Kalıplamak için değildir. Sıkıştırmak için değildir. Dolayısıyla insan kendi sınırlı büyüklük algısına takılarak Rabb-i Zülkemal'ini de sınırlayamaz. Yaratılışın hiçbir kısmını tasarrufundan, tecellisinden, ilgisinden uzakta göremez. Hadsizliktir bu.

Şuna da mürşidim burada dokunur: "Ulûhiyetin azameti, izzeti, istiklâliyeti, herşeyin; küçük olsun, büyük olsun; yüksek olsun, alçak olsun; taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hissetin veya hakaretin Onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin Ondan bu'dun varsa da Onun senden bu'du yoktur. Veya senin bir sıfatının hakareti vücudunun hakaretini istilzam etmez." Veya şurada işaret eder: "Kader herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki: Dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir." Veyahut şurada dikkat parmağını basar: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır." 

Risalelerin neresine tasını daldırsan şu kevserin suyundan alırsın: Biz, Cenab-ı Hakkı bağışladığı küçücük mizanlarla anlamaya çalışırız, fakat onlara sıkışmaktan da tenzih ederiz. O 'onlarla esir alınmaktan' yücedir. O 'o kadarcık' olmaktan beridir. Subhanallah. Bir ressam da bazen resmedebilmek için manzaradan parmağıyla ölçü alır da "Dağ parmağım kadardır!" diyemez. Derse de halteder. Herkesi kendine güldürür. İşte deistin durumu da böyledir.

Deist insanî sınırlılıklardan kaynaklanan ilgisizlikleri Allah'a da maleder. Sözgelimi: Bir reis-i cumhurun herhangi bir mahalle muhtarının uğraştığı işlerle uğraşması beklenemez. Yine elbette generalin kafasında onbaşının nöbet listesi yoktur. İnsanlar makamlarında azamet kazandıkça sınırlılıklarından ötürü meşguliyetlerini azaltmak zorunda kalırlar. Her işe bakamadıklarından ilgilerinde seçmece yaparlar. Bazılarını başkalarına bırakırlar. Cüziyatı omuzlarından atarlar. Fakat herşeyin başında hazır-nazır, gücü herşeye yeten, herşey ilminde mevcud olan bir Alîm-i Hakîm-i Kadîr insan gibi aciziyetlere maruz değildir ki, böyle ilgisizliklere mecbur kalsın. O,  dünyayı güneşin etrafında nasıl çevirirse, protonun etrafında elektronu öylece çevirir. Bir işi bir işine mâni olmaz. Birisi diğerini gölgelemez. Dikkatten kaçırmaz. Hâşâ. Allah bundan yücedir.

 Dolayısıyla şu ahirzaman bedeviliğinden de kurtulmak lazım. Yani deistlikten. Çünkü bunlar da başlarken andığımız bedevinin düştüğü hataya düşüyorlar. Büyüklüğün 'küçüklerle ilgilenmemekte saklı olduğunu' sanıyorlar. Halbuki büyüklüğün bir mizanı da merhamettir. Yani merhamet büyüklükte bir kemaldir. Evet. Merhametsiz büyüklük kibirdir. Merhamet öyle birşeydir ki: En büyüğü en küçüğe ilgili kılar. Bilhassa onunla meşgul eder. Çünkü küçüğün imdada ihtiyacı büyükten fazladır. Bediüzzaman'ın "Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış!" derken uyardığı da budur. Allah'ın bizi yaratışı da rahmetinin bir eseridir. 

Böylesi bir rahmet hidayetini bulmakta hayrete düşmüş şaşkınları muztar durumda bırakır mı? Bir anne düşün ki arkadaşım binbir özenle büyütür çocuğunu. Sonra aynı anne uçurum kenarında umursamamazlık eder mi? Peki cümle annelerin şefkati toplansa rahmet okyanusunun damlası etmeyen o Rahman u Rahîm bizi nasıl nebisiz-şeriatsız bırakır? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. Biz ahmak değiliz. Hiç değiliz. Bu nedenle deistlerin imâ ettiği ilgisizlikten Rabbimizi tenzih ederiz.

Thursday, February 4, 2021

Sana nasıl soracaklardı ki doğmamışken?

"Allah yaratırken bana mı sordu?" veya "Bana mı sordunuz doğururken?" gibi cümleleri isyankâr bünyelerden sıkça duyarız. Kurulduğu mantık açısından bu tür sorular bana hep 'bozuk' gelir. Neden? Çünkü sual edilenin sualden önce varolması gerekir. Yani 'varolmak isteyip-istemediği' sorulacakların bu soruya bir cevap verebilmeleri 'varolmalarıyla' mümkündür. Dolayısıyla argüman paradoks içerir. Yokun sorgulanması mümkün olmayacağından cevap sahibi ister-istemez varolacaktır. Soru istiyorsa cevabı kaçınılmazdır: "Varolacaksın!" 

Olup-olmayacağını yokluktan cevaplamayaz. Karışamaz. Hoş: Standart bir müslüman için Cenab-ı Hak zaten yegane mülk sahibidir. Ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Yokun da sahibi Odur. Varın da sahibi Odur. Yaratılanın yaratmaya dahli yoktur. Zira yaratılan yaratmanın yokundadır. Öncesindedir. Evvelindedir. Üstelik elinden yaratmak da gelmemektedir. Elinden yaratmak gelmeyenin yaratılışı horgörmesi bir çizgifilm karakterinin çizerini sorgulamasına benzer: "Beni çizerken bana mı sordun?" Hayır. Elbette sormadı. Bu nasıl olacaktı ki?

Bizi böylesi kafa karışıklıklarına itenin iradenin gizemli varlığı olduğunu düşünüyorum. İrade varoluşta kendisine bırakılmış payı seziyor. Kararlar veriyor. Seçimler yapıyor. İmtihan bunun üzerine zaten. Fakat payın niteliğine dair yargısında her zaman isabet edemiyor. Ona bırakılmış pay bir 'yaratış' mıdır? Bazı istediklerinin, eylediklerinin veya hırsettiklerinin cevabını hemen alıyor çünkü. Elmayı ısırdığında tadı diline yayılmakta pek direnmiyor mesela. Babasının kucağında onu istediği yere sürükleyen bir bebek gibi şaşırıyor bu duruma: "Yoksa emirlerimi yerine getirmeye mecbur mu?" Babanın elbette böyle bir zorunluluğu yok. Varlığın da öyle. Çünkü bir bebeğin, eğer mantık sahibi olup da düşünebilse, ebeveyni böyle davranmaya mecbur edecek ilmi-iradesi-kuvveti yok. Ya? Ebeveynde bir şefkat var. Rabb-i Rahîm'imizde sonsuz bir rahmet var. Onlara dokunan yaralarımız,  dilemekle-çabalayışla-duayla asla gerçekleşmeyecek şeyleri, bir dileyişle-çabalayışla-duayla varolabilir kılıyor.

İradenin asıl mahiyetine uyanması için yapması gereken belli: Kapıldığı yargıların genelgeçerliğini sorgulamalı. Sözgelimi: Havaya attığı her taş yere düşen birisi, "Bunu hava aşağı doğru itiyor!" diye bir teori geliştirirse, sınama imkanı şudur: Havasız ortamda da aşağı düşüp düşmediğine bakmalıdır. Eğer yine de düşüyorsa belli ki bu iş havanın itmesinden değildir. Bizim de 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki farkı derkimiz böylesi bir tecrübeyle mümkündür. Her dilediğimizi yaratabiliyor muyuz? Bunun böyle olmadığını gayet iyi biliyoruz. Hatta emek sarfettiklerimizin bile pek azının elimize geçtiğine şahidiz. Öyleyse iradenin amelle arasına koyması gereken ayraç kendini göstermiştir: "Ben diliyorum ama yaratan başkası galiba?" Kaynağını bilmemekle beraber, İmam Ali rahmetullahi aleyhe atfen işittiğim, "Allah'ın Allah olduğunu gerçekleşmeyen isteklerimden öğrendim!" sözü hikmetini bu pencereden nazara verir. Her dilediği gerçekleşen insan Rabbiyle arasına acizlik çizgisini çekemez. Yani Üveys-i Karanî Hazretlerinin münacaatında pek güzel dilegetirdiği o hakikatleri diyemez.

Üstelik 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki kudret pergelini kapayamadığımız gibi 'ilim' pergelini de kapayamıyoruz. Nasıl? Şu an size bunları anlatırken parmaklarım klavyenin üzerinde geziniyor. Kainat denilen muazzam düzenliliğin içinde, onun yasalarının herbiriyle istisnasız bağlı olarak, insaniyetimin yasaları çalışıyor. Ben bu yasaların ne kadarına sahibim? Ne kadarını biliyorum? Ne kadarını seçiyorum? Ne kadarının şuurundayım? Evrenin başlangıcından şu ana, yazacağımın fikrimde oluşmasından parmağımdan buraya akışına, geçen süreçlerin ne kadarına hakikaten dahlim var? Bana sorarsanız hiç gibi birşey. Sadece yazacağım şeyi düşünüyorum. Yazmak arzusu duyuyorum. Düşünmek-arzulamak tam olarak nedir bilmeden yapıyorum bunları da. Parmaklarımdan buraya akması bitene kadar da kaç kasın nasıl incelikli/sistemli hareketler yapması gerektiğini, değil onları koordine etmekten, bilmekten-kuşatmaktan bile acizim. Araba ehliyetim bile yok ki buna ehliyetli olabileyim.

Yani aslında yazarken de yazmak tastamam nedir bilmeden yapıyorum bunu. Çünkü bilmem gerekmiyor. Yaratan ben olmadığımdan bilişin yükünden de kurtuluyorum. Onu Alîm-i Hakîm'e bırakıyorum. Ben bunu yapabilirim. Çünkü sadece dileyenim. Fakat Cenab-ı Hak bu bilişi kimseye bırakmaz. Çünkü Ondan başka yaratan yoktur. Kendi cehaletimden Ona pay biçemem. Onun ilminden kendime hüner çıkaramam. Bunlardan birincisi 'Subhanallah'ın manasını içerir. İkincisi 'Elhamdülillah'ın hikmetini anlatır. Üstelik tefekkür sürecim de bana bu bilişi bağışlayamaz. Çünkü Cenab-ı Hak kısıtlı tasavvurumdan da yücedir. İşte 'Allahu Ekber'i de buraya koyabilirsin.

Peki bunca cüziyeti içinde 'irade' neden var? Zorluk burada sanırım. Galiba insanlığın hikâyesinde asıl kaygı noktası 'varoluşun' değil de 'hürriyetin.' Yani başlarken alıntıladığımız suallerin doğrusu şu şekilde olabilir: "Beni O varettiyse neden hürriyet verdi?" Bu cidden önemli bir sorudur. Öyle ya: Taş gibi, ağaç gibi, melek gibi vs. 'hürriyetsiz' neden varolmadık? Neden seçimler yapabiliyoruz? Yahut da şöyle söyleyelim: Hürriyetimizin neden karanlık bir tarafı da var? Neden biz, bizimle birlikte herşeyi yaratan O olduğu halde, emrinden çıkabiliyoruz? İsyan edebiliyoruz? 'Zalûm' ve 'cehûl' olabiliyoruz? Yani karanlık tarafa geçebiliyoruz? Bu nasıl oluyor? Hem neden?

'Nasıl olduğuna' dair bir bilgim yok arkadaşım. Bu konuda mürşidimden ziyade söz diyemeyeceğim. O Kader Risalesi'nde söylüyor ki: "Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-ü ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez. (...) Bizzarure, herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul. İşte, şu cüz-ü ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz onun ademine delâlet etmez..."  Yani Hakkın adaleti iradenin varlığını iktiza eder. Çünkü kâfirleri-zalimleri cehenneme atacağını buyuruyor. Halbuki seçme şansı vermediğinde bu şekilde yargılaması-cezalandırması adaletsizlik olurdu. Çünkü başka yapmak ihtimali ellerinden alınmış sayılırdı. Hem iradenin yapısını çözemiyor oluşumuz da olmamasını gerektirecek bir zorunluluk değildir. Bilmemekler olmamayı gerektirmez.

"Neden?" sorusuna cevabım ise yine aynı paragraftaki soruda gizli. Sen bunu da "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla işitiver. Yani: Belki bu işte sınanan sadece insan değildir. Belki de sınanan bizzat 'hürriyet'tir. Yahut da onu şöyle söylemeli: Beşer hürriyetin itiraf etmesi gereken bir acizliğin vasıtası olmuştur. "Allah hidayet etmezse hürriyet erişemez." Cenab-ı Hakkın hidayetine isabet etmediğinde hürriyet de haklı değildir. Doğru değildir. Arkadaşım, inşaallah onlardan oluruz, hidayete erenler bu hakikati bir yanıyla isbat ediyorlar; inşaallah onlardan sayılmayız, karanlığı seçenlerden bunun diğer yanını gösteriyorlar. Nihayetinde hürriyet dağları korkutacak bir yük görünüyor. O Rahman u Rahîm aciz omuzlarımıza acısın da tevfikini refikimiz eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

Wednesday, February 3, 2021

Hamların şifası sorumluluktur

Bunu bana ilk düşündüren İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh idi arkadaşım. Mektubat'ını okurken 'Allahu Ekber'e verdiği manayı görünce derkettim: Yalnız 'Subhanallah'ta değil 'Elhamdülillah'ta ve 'Allahu Ekber'de de birer tenzih manası var. Yahut da şöyle söylemeli: Şu türden elfaz-ı mübarekenin herbirinde 'tenzihe bakar bir yüz' bulunuyor. Yani nasıl ki 'Subhanallah' Hakkı cümle kusurlardan beri gördüğümüzün ilanı oluyor; aynen öyle de; 'Elhamdülillah' da Onu bir şekilde takdis ediyor; 'Allahu Ekber' de birçok açıyla münezzehiyetine vurgu içeriyor. Peki bu nasıl oluyor? İşte onu söylemezden evvel Mektubat-ı Rabbanî'nin mübarek sayfalarına bir dokunalım. 303. Mektup'ta müezzin Hâce Yusuf'a yazılmış satırları okuyalım. Orada, ezandaki kelimelerin manalarını anlatırken, diyor ki Hazret-i İmam: "Allahu Ekber: Ona layık bir ibadeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibadetinin Ona layık/yakışır olmasından çok büyüktür O." 

Fakat, arkadaşım, bunu ezanın ahirindeki 'Allahu Ekber'i izah sadedinde söyledi. Başındaki 'Allahu Ekber'i açıklarkense şöyle diyor: "Allah kullarının ibadetlerine muhtaç olmaktan da büyüktür. Bu mühim manayı zihinlerde yerleştirmek için şu kelime dört kere söylenir." İşte ben de, bu ikili anlamlandırmanın balı damağıma değince, namazlarımıza kadar uzandım. Rükünleri eda ederken de, biri başta diğeri sonda, iki kez 'Allahu Ekber' dediğimizi hatırladım. "Acaba şunların da bu hikmetten bir hissesi var mıdır?" diye tefekküre başladım. Kalbimde bir itminan hasıl oldu. "Olabilir!" gördüm. Gördüğümün özetiyse şudur:

Giderken söylediğimiz tekbirler ezanın ilk tekbirlerine kardeş olabilir. Ayrılırken zikrettiğimiz 'Allahu Ekber'lerse ahirdekilerin sırrına erebilir. Yani biz de secdeye/rükuya giderken tekbirimiz içinde 'Hakkın şu ibadetimize muhtaçlıktan yüce oluşunu' ilan ediyor olabiliriz. (Maşaallah.) Ayrılırken zikrimizle de 'Ona layıkınca ibadet etmekten uzak olduğumuzu' beyanlandırabiliriz. (İnşaallah.) Tevfik ise hep Allah'tandır.

Bu beyanda iki mertebeli bir tenzih vardır. Birincisi: Kul, ibadete muvaffakiyetinde de bir bahşa uğradığını, bahşetmediğini, bahşedenin yalnız Allah olduğunu hatırda tutar. Onu böylesi bir muhtaçlıktan tenzih eder. Bediüzzaman Hazretlerinin "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbirşeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın..." demekle ifade ettiği sırrı kavrar. (Kavramasa bile 'vakti ölçtüğünü bilmeyen saat gibi' hikmetini eda eder.) İkincisi: Nasib edilen taatın Cenab-ı Hakkın mahlukatı üzerindeki hakkını ödemekten, yani Onu hakkıyla övmekten, zikretmekten, senadan uzak olduğunu kabul ederek Rabb-i Rahîm'ini ikinci kez tenzih eder. Bu ikinci tenzih de aynen birincisi gibi cana şifa olur. Çünkü Cenab-ı Hak tenzih eden kul aynı ameli içinde kibrine-ucbuna karşı da şifa bulur. Ne alan el olduğunu unutur ne de aldığının kıymetini bildiği sanrısına/sıtmasına tutulur. İlk tenzih 'muvaffak olunacak'a dairdir. İkinci tenzih 'muvaffak olunmuşa' dairdir. Allah hem 'e-bilecek' olduğumuza muhtaç olmaktan hem de 'e-bildiğimiz' ibadete layık olmaktan münezzehtir. İki türlü de seviyemiz kemalinin nice nice aşağısındadır.

Mevzuun 'Elhamdülillah' kısmına gelirsem de derim ki arkadaşım: Yine mürşidimin ifadesiyle: "Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ Ona aittir. Çünkü sebeb-i medih olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey Onundur, Ona aittir..." tefsiri saklıdır 'Elhamdülillah'ta. Bunda da Cenab-ı Hakkı 'başkasına medar-ı hamd yaratıcılıklar bırakmaktan' takdis etme vardır. Yani bizim Rabbimiz öyle bir Allah'tır ki: Başkasına hakiki bir övgü bırakmaktan da mukaddestir. Çünkü kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. Başkası birşey yaratamaz ki övgüsü ona gitsin. Bu zımmen de olsa tevhidin ilanıdır. Tevhidin ilanında "Allah'tan başka ilah yoktur!" manası saklı olduğundan elbette bu da birtür tenzihtir. "Uluhiyetinde olduğu gibi Rububiyetinde de şeriki yoktur!" demektir.

Arkadaşım, belki döke-saça anlattım, kafanı da karıştırdım. Kusura bakma. Lakin bu yazıya da muhtaç değilsin ki. Evet. Hem namaz içinde hem namaz tesbihatında şu üç mübareğin kardeşliğini düşünsen nice nimetlere erişebilirsin. Ve diyebilirsin: Cenab-ı Hak hakkında ne öğretse aslında bize şifa oluyor. Marifetinden ne bahşetse gönlümüzü düzeltiyor. Yaralarımızı iyileştiriyor. Çünkü kul kısmı Rabbisini kusurlardan teberri ettiği her yerde kendi kusurlarını derkediyor. Onu suçlamayı bıraktığı her demde kendi sorumluluğunu üstleniyor. Bu sorumluluğu kazanmak insanın hidayetidir. Olgunluğudur. Dua edelim: Sânî-i Hakîm'imiz bizdeki sırrını tamamlasın. Kusursuzluğunu unutturmamakla kusurlarımızı anımsatsın. Âmin. 

Sunday, January 17, 2021

Şuayb aleyhisselam liberalleri gördü mü?

Dedim ya daha önce de: Fâtır sûresinin öğrettiği kritik birşey var arkadaşım: Şeytan beşeri Allah ile de aldatabilir. Ne demek bu? el-Cevap: ("Allahu'l-a'lem!" kaydıyla dinle ey kâri.) En katıksız hayırlar dahi zifir kötülüklerin aracı kılınabilir. Üzerlerinden cerbeze çevrilebilir. Manipülasyon yapılabilir. Tuzaklar kurulabilir. Zaten 'ideolojiler çağı' diye de tesmiye edilebilecek 'ahirzaman tecrübesi'nin gösterdiği budur: "Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır." Yani ütopyaları arzulanır kılan içlerindeki hakikat tohumudur. 

Evet. Herbirisi kendince bir hakkı tutmuştur. Peşinden koşmaktadır. Yokluğundan sızlanmaktadır. Şifasın aramaktadır. Mesela: Feminizm kadını, komünizm işçiyi, faşizm ulusu, kapitalizm sermayeyi vs. korumaya çalışmaktadır. Ama? Fakat? 'Ama'nın ve de 'fakat'ın cevabını da yine mürşidim verir: "Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan tâmimdir." Demek 'haklı hassasiyetin haksızca manipülasyonu'ndan da ileri gelebilir böylesi sapmalar. Bâtılın da elinden gelir bu tip 'ayyüzlü aldatmaca'lar.

Öyle ya. Kul, her ismiyle/sıfatıyla 'subhan' olan Allah'ı hakkında bile aldatılıyorsa, daha 'aldatılamayacağı' ne vardır? Yani ayetin işaret ettiği zirve altbaşlıklara karşı da uyarıdır. (Burada da "Allahu'l-a'lem!" demeyi unutma ey kâri.) Nitekim, ümmet-i Muhammed'in yaşadığı fırkalaşma süreci de incelendiğinde, herbir bâtıl mezhebin 'yanlış bir temayülle kıvamını bozduğu Allah tasavvuruna' yaslandığı görülür. Mutezilenin 'tenzih' anlayışında da bu vardır. Mürcie'nin 'rahmet' anlayışında da. Cebriye'nin 'azamet' anlayışında da. Vehhabiliğin 'tevhid' anlayışında da. (Ve saymadığımız nicelerinde de.) Aşağı-yukarı hepsinin sapkınlığı 'iyi niyetli' bir vurgu farklılığıyla başlamıştır. Bütünlüğün güzelliğine razı olamayanlar, ne yazık, cüretkâr bir parça övgüsüne yaslanmıştır. Gavvaslar ellerine geçen mücevheri hazinenin kendisi sanmıştır. Körler dokundukları yeri filin ta kendisi zannetmişlerdir. Böylesi kırılmalar bazen tefritlerinden bazen de ifratlarından kaynaklanmıştır. Ölçünün yitimi nice azları çoklara galip etmiştir. Eh, evet, tasarımın yasası budur: Vurgu azı çoğa galip eder. Kalın yazılmış satır bütün bir metinde kendini övgüyle-istibdatla okutur. Yârin yüzü yüzbin yüz içinde aşk ile seçilir. İblisin böyle çok silahı vardır.

Arkadaşım daha bir başkasını da Hûd sûresinin 87. ayetinde görüyorum ben. Ve elbette yine Allahu'l-a'lem. Kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor ayet bize: "Dediler ki: Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terketmemizi, sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” Bilindiği gibi Şuayb aleyhisselamın irşad vazifesiyle görevlendirildiği kavim Medyenlilerdi. Gerek Kur'an'da gerek başka kaynaklarda aktarılanlardan öğrendiğimize göre Medyenliler ticarette gelişmiş bir kavimlerdi. Ancak alışverişlerinde haksızlık yapıyorlardı. Ölçüde-tartıda oyunlar çeviriyorlardı. Şuayb aleyhisselam da hem şirkleri hem de kem ahlakları hakkında uyarmıştı onları.

Tabii mevzu 'mallar hakkında dilediğini yapabilecek bir serbestlik' konusuna gelince insan günümüz liberalizmini hatırlamadan edemiyor. Hatta mürşidimin 20. Söz'ünde hepimizi uyandırdığı "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..." hakikatince "Bu kıssadaki kanun-u umumînin bir ucu 'burada/liberalizmde' diğer ucu 'orada/Medyenlilerde' olmasın mı?" diye sormadan yapamıyor. Çünkü nihayetinde liberalizm de "Bırakınız yapsınlar!" üzerine kurulu bir düzeni ifade etmekte. Evet. Fritjof Capra da Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası'nda liberalizmin öncü filozofu John Locke hakkında diyor ki: "Locke'un en yenilikçi teorilerinden birisi ekonomide fiyatlarla ilgili olarak yapmak istediği şeydir. Petty, fiyatların ve malların, onları vücuda getiren emek miktarını tam olarak yansıtacağını söylemişken; Locke, fiyatların aynı zamanda talep ve arz tarafından nesnel olarak belirlendiği fikrini ortaya attı. Bu fikir o günün tüccarlarını 'âdil' fiyatlara ilişkin ahlak yakasından kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda ekonominin bir başka köşetaşı haline geldi ve mekaniğin yasalarıyla aynı statüye yükseltildi."

Yani liberalizmle ölçü-tartı mevzuundaki dengesizliğin zirvesini ifade edebilecek bir yaklaşım başlamıştır. Bu sırf alınan-satılan arasında 'gramajdan çalma' şeklinde bir yolsuzluk değildir. Hayır. O buna göre çok masum kalır. Liberalizmle ürün değer sistemi temelinden altüst olmuştur. İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyh gibi "Bu ürünün fiyatı bu kadar az değil!" diye satıcıya fiyat arttıran veya "Pahalıya satmışsın!" diye çırağına kızan tüccarlardan gelinen nokta "Gideri varsa koy gitsin!" fırsatçılığıdır. İşte, şu durumu bir fizikî yasa genel-geçerliliğinde dünyaya kabul ettiren, içselleştirden, liberal ekonomi anlayışıdır. Mezkûr anlayış bugün herkesin 'normal'idir.

Yazının asıl konusu olmadığından burayı hızla geçerek sadede koşayım: Liberal aydınların toplumda gördükleri işlev de kimi açılardan Medyen ahalisinin söylemine benzemektedir. Bugün piyasada çoklukla yazan-konuşan liberallerin dinle-dindarlarla ilişkisine baktığınızda hep bir 'yumuşatma' çabası görürsünüz. Onlar sosyalistler veya komünistler gibi dini tastamam karşılarına almazlar. Ya? İçine sızabilecekleri yollar ararlar. Teviller kollarlar. Dinin argümanlarını çarpıtarak kendilerine/söylemlerine meşruiyet zemini inşa ederler. Tabir-i caizse, diğer sol ekoller gibi tokatlamazlar da, yanaktan şıpşıp makaslar alırlar. Sırt sıvazlarlar. Ayetin ahirinde dendiği gibi iltifatlar ederler: "İnneke leente'l-halîmu'r-raşîd(u)/Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın." Bugün liberal aydınların da dindarlara en çok yaptıkları budur. 

"İslam hoşgörü dinidir. Sevgi dinidir. Akıl dinidir..." gibi vurgulu söylemlerin altını biraz kazdığınızda çıkardığınız şudur: "Canım o kadar da sıkmayın herşeyi yaa. Bakın, biz sizin bazı yönlerinizi takdir ediyoruz, hadi siz de biraz bizim tarafa gelin. Şu sertliğinizden taviz verin. Halîm olun. Raşîd olun. Ama anladığınız gibi değil bizim istediğimiz gibi olun. Yumuşayın. Uyun. Çağı tanıyın. Adaptasyon sağlayın. Bırakınız herkes istediğini yapsın yahu!" Diğer bütün tartışmalar aslında bu telkinin altbaşlıklarından ibarettir. Makas alma türlü şekillerde sürmektedir.

Hatta ayetin orta kısmındaki "Sana bunu namazın mı emrediyor?" sorusu da bugüne kolayca taşınabilmektedir. Bugün de Medyenlilerin ahirzaman kardeşleri liberaller dinin farklı yönlerini/uygulamalarını parlatarak diğer bazı şer'i uygulamaların-anlayışların ensesine çökmektedirler. Nasıl? Mesela: Din düşmanı birisinin ölümünde buğzunu mu dillendirdiniz. Cık, cık, cık. Hemen Aleyhissalatuvesselamın bir yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığı hatırlatılır. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diye mi haykırdınız. Hemen "Avrupa ikidir!" ile karşınıza dikilinir. "Cennete yalnızca müslümanlar gidecek!" falan mı dediniz? Aman. Sakın. Nasıl yaparsınız? Hemen "Ehl-i Kitaptan öyleleri vardır ki..." ile başlayan ayetler başı-sonu-bağlamı koparılarak kafanıza vurulur. Hülasa: Bu kadim bir tâcir taktiğidir. Tam ismini sorarsan: 'Dine karşı din'dir. Eeee, tâcir adam uyumlu olur, her nabza göre şerbet vermesini bilir. Karşısına alıp dövüşmez.

 Uzatmayayım. "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim ve dedim. Benim kalbime gelenler bunlardır arkadaşım. Fakat, dikkat et, "Hemen alıp bağrına bas!" demiyorum asla. Bu şüpheyle biraz liberal aydınların yazdıklarına/söylediklerine bakmanı istiyorum. O zaman belki şurada dokunduklarımdan fazlasını sen diyeceksin. Ve göreceksin ki: "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor." Onun buyurdukları asla eskimiyor. Çünkü insaniyetin yasası değişmiyor. Biz de bugün Şuayb aleyhisselamın yerindeyiz işte. Onun kavminden bin beter tüccarlarla mücadele etmekteyiz. Kıssalarda nasıl yaşanılacağını daha fazla tecrübe etmek istersen 1. ve 2. Lem'aları oku isterim. Bediüzzaman, bizi o zamana götürmemiş, o zamanı alıp bize getirmiş. Vesselam.

Wednesday, January 13, 2021

İkiyüzlülüğün de bir hikmeti var mı?

Bakalım kağıda dökmeyi becerebilecek miyim? Tevfik Allah'tan. Özetle neyi deneyeceğimi söyleyebilirim arkadaşım: es-Settâr ism-i şerifinin gölgesinde bir seyahat edeceğim. Mürşidimin 'verilen her kabiliyetin bir varlık hikmeti bulunduğuna' dair beyanlarına dokunarak oradan 'ikiyüzlülüğe' varacağım. Ah, evet, şaşırdın değil mi? Beni de meselenin en çok bu tarafı düşündürüyor. "İkiyüzlülüğün de hikmeti olabilir mi canım?" diye soruyorsun belki de. Eh, şey, hımmm. Bunu da anlamaya çalışacağız şu yazıda diyebilirim. Fakat adımlarımız karışmamalı. Konuşacaklarımızın bidayetini Bediüzzaman'ın şu metni oluşturacak. "Bismillah!" deyip kapısından girelim bakalım:

"İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani, 'Fıtratını değiştir!' gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: 'Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz. Mecrâlarını değiştiriniz!' Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur." Ama bir saniye! Ne acele ettik de hemen sonuna vardık. Başında da biraz oyalanmalıydık. Bu paragrafı anlamak için, arkadaşım, azıcık evveline de uzanmalısın:

"İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur." Ah, ama, yine olmadı! Bu defa da üç misalin ne olduğunu merak edeceksin. O zaman şöyle birşey yapalım: Üçünü birden alamayız da bir tanesiyle yetinelim. 'İnat' diyelim. Aşkolsun:

"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."

 Yani burada öğretiliyor ki arkadaşım: Cenab-ı Hakkın inat gibi 'sûreti sıcak görünmeyen' hilkatlerinde dahi hayırlar-hikmetler var. Fıtratta yerleri var. İnsanda gerekleri var. An şart ki: Kullanılacak yerleri var. Kullanılmayacak yerleri var. Zararlandığımız durumlar bizzat kendileriyle ilgili değiller. Ya? İstimal ettiğimiz alanla ilişkililer. İyinin ardında inat edersek 'hakta şiddetli sebata' dönüşürken, kötünün arkasında inat etmek 'zararlı bir ısrara' dönüşüyor, kötülendiriyor. Belki hatta zehirlendiriyor. Çünkü küçücük bir inat, bazen, sahibinin bütün bir hayatını kaşığında boğabiliyor.

İşte ben de tam bu eşikten 'ikiyüzlülüğe' bakıyorum arkadaşım. Tamam. Şu aşamada mevzuyu buraya çekmemi biraz tuhaf bulduğunu tahmin ediyorum. Çünkü 'ikiyüzlülük' inat gibi değil. Yani sırf bir yetenek değil. Onun hali biraz daha bed duruyor. Taraf tutuyor. Hatta anıldığı anda kem ahlakın kötü kokusu burun direğimizi sızlatıyor. Ama bir saniye! Böyle olduğunu ne biliyoruz? Hiç sınadık mı? Biraz kapağını kaldırırsak bu tencereden de güzel kokular gelebileceğini ümit ediyorum. Fakirin ekmeği ümit. Açalım bakalım. Eğer dediğim gibi çıkmazsa tencereyi kafama atmak elbette ki hakkındır. Atarsın.

Öncelikle: "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesine dair konuşacağım senle. Nereden mi çıktı? Bilim felsefesinden. Evet. Bu alanla ilgilenenlerin bazısı diyorlar ki bize: Gözlemcinin gözlemde elde ettiği bulgular, hatta müşahadeleri, aradığı şeyden etkilenir. Tarafsız bir gözlemci yoktur. Bu nedenle tastamam nesnel bir bilgi de yoktur. Bu tıpkı şüphelendiğin komşunun her hareketini hırsızlara benzetmen gibidir. Gün gelip masumiyeti ortaya çıktığında, daha önce suizan ettiğin her davranışın, pek de o kadar 'hırsızca' durmadığını derkedersin. Peki bu sapma nasıl yaşanmıştır? Bu ışık nasıl bükülmüştür? Beklentin gözlemini yönetmiştir çünkü. Arzun aradığını cezbetmiştir. İraden bilgiyi eğmiştir. İşte "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesi de bize bunu anlatır. Malumun: Kuantum fiziğiyle artık böyle şeyler rahat konuşulur oldu. Yoksa bilim davulcuları nesnelliklerine asla laf ettirmezlerdi.

Kuantum fiziği ise bunu bize 'gözlemcinin gözleneni etkilediğini gösteren' çift yarık deneyi ile gösterdi. Aslında daha doğru bir ifadeyle şöyle demeliyiz: Âdemoğlu bunu başından beri biliyordu-yaşıyordu da 'bilimsel tahakküm'den paçasını ancak kurtardı. Kuantum fiziği kartezyen-mekanikçi bilimin ayarlarıyla oynamasa bu mevzuda parmak sallamak hiçbirimize nasip olmazdı. Kur'an'da defalarca 'aynı ayetlerin' mü'minlerin 'imanını' kâfirlerinse 'dalaletlerini' arttırdığı söylense de bunu kevnî ayetlere kadar taşıyıp "Sizin dalaletiniz de kâfirliğinizden. Küfrünüzün beklentisinden. Küfrî bakışınızdan. Küfür arzunuzdan. Yoksa kainat bu sapkınlığı zorunlu kılmıyor. A cahiller!" diyemezdik. Şimdi biraz fısıldıyabiliyoruz. Çok şükür. Elbet zaman gelecek gürleyerek de söyleyeceğiz. İnşaallah.

İkiyüzlülüğe geri dönelim. Gözlemcinin bakışının gözleneni bu kadar etkilediği bir dünyada elbette es-Settâr ism-i şerifi büyük bir hikmetin kapısını aralıyor. Belki de biz üzerini örttüklerimizin varlığına da kastediyoruz. En azından etkilerini azaltabiliyoruz. Hatta yokedebiliyoruz. Sözgelimi: Geceleyin korkumuzu tetikleyen bir nesnenin üzerini örttüğümüzde tesirinden de kurtulabiliyoruz. Acı bir sahneyle karşılaştığımızda yüzümüzü çevirerek ondan korunabiliyoruz. Hatta kötü bir olaydan bahsedildiğinde konuyu değiştirerek varlığından doğan baskıyı azaltabiliyoruz. Kısmen, küçükçe, nümune nevinden bu muvaffakiyetlerimiz, bizim, bu meseleyi aslında çok daha önceden, kalben, fıtraten, yaratılışımızdan bildiğimizi gösteriyor. Yani içimiz dünyaya kuantum okumuş olarak geliyor.

İkiyüzlülük de belki işte bu yeteneğin suistimali. İnsan neden ikiyüzlülük eder? Laçka olmuş insanımsıları çıkarırsak, 'korkusundan yorulduğu' veya 'menfaatini arzuladığı' yerlerde insanoğlunun, ikiyüzlülük sayılabilecek davranışlar sergilediğini görürüz. Mesela: Annesinden korkan çocuk ikiyüzlülük edebilir. Veya işyerinde yükselmek isteyen eleman ikiyüzlülüğe meyledebilir. Birisinde etken korkudur. Diğerinde etken menfaattir. Üçüncü bir ikiyüzlülük zeminiyse cerbezedir. Birisini kandırmak istediğinde de insan yanlışlığını bildiği şeyleri doğruymuş gibi savunabilir. Demek, hem 'kuvve-i gadabiye/korunma güdüsü' hem 'kuvve-i şeheviye/menfaat güdüsü' hem de 'kuvve-i akliye/doğruyu-yanlıştan ayırma güdüsü' insanı kendisinde ikiyüzlülük etmeye götürebilir.

Fakat, işte, bütün bunlar mezkûr yeteneğin suistimali de sayılabilir. Belki de aslında bu yeteneğin insana veriliş amacı 'kendisindeki kötülükleri azaltması'dır. Sözgelimi: Morali bozuk olduğunda dahi çevresine tebessüm eden kederine doğru ateş eder. Mürşidimin "Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül..." derken de dikkatimizi çektiği birşeydir bu. Tebessüm kederin şiddetini azaltır. Hatta kişisel gelişim kitaplarında dahi böyle zamanlarda 'aynaya bakıp gülümsemek' tavsiye edilir. Demek bu noktada ikiyüzlülük caizdir. Hem de lazımdır. Faydalıdır. Çünkü kederine baktıkça insan kederini büyütür. Meşguliyet kötülüğü besler. Veya Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Merak musibeti ikileştirir." 

Sagopa'nın Avutsun Bahaneler'de söylediği güzel bir mısra var: "Kafan seni dağıtmadan sen onu dağıt!" Küçük bir kelime oyunundan ibaret görmeyelim. Sahiden de bu 'kafa dağıtma' mevzuu dilimize-kültürümüze yerlermiş bir bilgelik içeriyor. Bir kaçış öğütlüyor. Vesvese ile ilgili sıkıntılarda dahi mürşidlerimizden öğrendiğimiz 'onlarla meşgul olmamak' noktasında temerküz. Yani, nasıl oluyorsa oluyor, endişemiz zararımızı çoğaltıyor. Tıpkı 21. Söz'ün 2. Makamı olan Vesvese bahsinde anlatıldığı gibi: "Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır." Yani böylesi durumlarda da günahsız bir gaflet, bir yüz çeviriş, bir ikiyüzlülük caiz olabilir. An şart ki: Gafletin arandığı yer haramla meşguliyet olmasın.

Üçüncü bir husus: Nefsimize karşı ikiyüzlülük. Evet. Eğer nefs-i emmare sahibiysek, ki herhalde çoğumuz öyleyiz, o kem nefse karşı ikiyüzlülük etmekten çekinmemeliyiz. Kur'an-ı Hakîmimiz bize Yusuf aleyhisselamın dilinden şu hakikati öğretiyor: "Nefis her zaman kötülüğe emreder..." Bu noktada biz nefsimize karşı ikiyüzlü olmakta tereddüt etmemeliyiz. Nasıl olacak bu? Belki şöyle: Yani bizden bir parça olması herşeyini sahiplendiğimiz-benimsediğimiz manasına gelmemelidir. Biz içimizdeki kötülüğe karşı ikiyüzlü olarak ancak dışımızda daha iyi birisi olabiliriz. İçimizde hırsızlık arzusu olabilir. Hased olabilir. Kin olabilir. Kıskançlık olabilir. Her çeşit deniyete arzu bulunabilir. Lakin biz bu arzuyu 'imtihan' bilerek karanlık yüzümüze atarız. Kaçarız. Şerrinin teşhisinde bulunarak aydınlık yüzümüzle Rabbimize sığınırız. Nefsimizi temize çıkarmayız. Kötülüklerine meşruiyet aramayız. Yüzümüzün tamamını yıkamayız. Benimsemeyiz. Sahiplenmeyiz. Savunmayız. "Bu da insaniyettendir!" demeyiz. Böylelikle kötülüğümüzü zayıflata zayıflata giderek aydınlık yanımızı besleriz. Onu büyütür-yaşatırız. İnşaallah. İşte bana bu noktada da ikiyüzlülük caizdir gibi gelir. Elbette en doğrusu her zaman Allah bilir.

es-Settâr ism-i şerifinin bir hikmetinin de bu aynada parıldadığından bahsetmiştim. Bitirmeden biraz daha arzedeyim. Bu isim bize, gölgesinde kalırsak, azaltabileceğimiz kötülüklerden bahsediyor. Tesettür bir kadını-erkeği nasıl kötülüklerden koruyorsa muhataplarını da öyle kötülüklerden koruyor. Günahlarından utanma-sıkılma bireyi şerrinin büyümesinden-genişlemesinden nasıl koruyorsa meşruiyet kazanmasından-normalleşmesinden de öyle toplumu koruyor. Dinimizde buna mümasil birçok emir-tavsiye bulunmakta. Bunlarla bir tür koruyucu hekimlik yapılmakta. Elhamdülillah. Sayılarınca elhamdülillah. Demek doğru bir şekilde örtülen şeylerde azalma gerçekleşiyor. Yanlış bir şekilde açılan şeylerde kötülük büyüyor. Cenab-ı Hakkın hayâ emrettiği her noktada bu azaltışın sırrı az-çok görünüyor. Rahman u Rahim cümlemize sırlarını görüp yaşayabilmeyi nasip eylesin. Âmin.

Saturday, January 9, 2021

Özdil'in eline Zülfikâr yakışır mı?

"Oysa Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) 'Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi halde siz de onlar gibi olursunuz!' diye hüküm indirmiştir..."
(Nisa sûresi: 4/140)

Kısacık da olsa bu konuya değinmeden geçemeyeceğim: Yılmaz Özdil, 'yağmur duasıyla alay etmesi' üzerinden başlayan tartışmada, mevzuyu çok başka yerlere çekmeye çalışıyor. Kaçak güreşiyor. Hatta yazılarından birisinde "Camiye almazsan, cemevinden kaldırırlar, müsterihim..." gibi bir cümle kurdu. Hoş, ona bu cümleyi kurmasında yardım edenler de oldu ya, neyse. Meselenin o kısmına çok girmeden burada çevrilen bir muğalataya dikkatinizi istirham edeceğim. Nedir? Özdil'in bireysel hatasıyla başlayan süreci 'mezhep çatışmasına' dönüştürmek istemesidir. Yani? Yani sanki Ebubekir Sifil Hoca malum uyarısını kendisine değil de alevilere yapmış gibi lansesidir. Halbuki, takip edenler bilirler, Ebubekir Hoca'nın gösterdiği haklı tepkide hiç böyle bir yan yoktur. Mevzuun merkezi bellidir.

Hatta, ihtiyacı yok ama, haklı tepkisinde Ebubekir Hoca'ya, değil yalnız sünniler, hem aleviler hem de sair din mensuplarının destek olması gerekirdi. Çünkü, yalnız sünnilikte değil, bütün manevî öğretilerde duayı ehemmiyetli bir parçaları sayıyorlar. Önemsiyorlar. Kime dua ederlerse etsinler. Neye tapınırlarsa tapınsınlar. Kudsîyetini itikadlarınca kabulleniyorlar. Sözgelimi: Özdil, bu alayı Türkiye'de değil de Roma'da etseydi, mevzu 'yağmur duası' değil de 'katolik ayini' olsaydı, Vatikan'dan tepki almaz mıydı? Alırdı. Hem de sağlam alırdı. Dindarlığı benimseyen her birey duanın hukukunu savunur çünkü. Dini ne olursa olsun. Hatta hatırlarsınız: Charlie Hebdo hâdisesi sonrasında, papa, yaptığı açıklamayla seküler dünyayı bir hayli şaşırtmıştı. Demişti ki: "Eğer Dr. Gasbarri, ki benim dostumdur, anneme küfrederse kendisini bir yumruk bekler. Bu normaldir. Provokasyon yapmak, başkalarının inancına hakaret etmek, doğru değildir."

Şimdi nasıl oluyor da, aleviliğin de yadsınamaz parçası olan duayı 'alay edilir bulan' birisi, alevilik kalkanına saklanabiliyor? Onları kendisine siper edebiliyor. Bir de aymazlıkla mevzuu 'mezhep çatışması' gibi gösterebiliyor? Tevbe-hâşâ! Aleviler Allahsız mı? Dua etmiyorlar mı? Cenazelerini çukura atar gibi mi gömüyorlar? Üstüne Fatiha bile olsun okumuyorlar mı? Doğrusu, yakınlarımın cenazeleri sebebiyle gittiğim cemevlerinde, böyle bir havaya hiç rastlamadım. Ki ben de alevi kökenli birisiyim.

Toparlarsam: Özdil'in bu taktiksel tutumuna CHP kardeşliği üzerinden alevilerin sahip çıkması, en azından teolojik anlamda, doğru bir tavır değil. Ne kadar ihtilaf noktaları olursa olsun, Özdil'i sünnilerle birlikte uyarması gerekenlerdendiler, çünkü din-diyanet sahibiydiler. Üstelik Özdil'in mevzuu alevi-sünni zeminine çekmesine de iyi gözle bakmamalıydılar. Zira zaten konunun böyle bir bidayeti yoktu. Böyle bir noktadan başlamamıştı. Bu tıpkı, yukarıdaki misalden istifade edersek, Charlie Hebdo baskınından sonra papanın çıkıp "Hristiyanlara karşı düşmanlıklarından dolayı müslümanları kınıyorum!" demesi gibi birşey olurdu. Halbuki ne alaka? Charlie Hebdo müslümanlarla bir alay ediyorsa hristiyanlarla beş alay ediyor. Papanın bu dille olaya dahil olmasının beklenir miydi?

Hiç unutmam: Danimarka'yla karikatür krizinin yaşandığı dönemde bir etkinliğe katılmıştım. Sunum yapanlardan birisi de bir Vatikan görevlisiydi. Sunumlar bitip de seyirciyle soru-cevap faslına geçilince karikatür meselesi hemen gündem oldu. Katılımcılar "Avrupa'da neden müslümanlara böyle eziyet edildiğini..." sordular. O görevli, gayet bağrı yanık şekilde, şu manada birşeyler söyledi: "Siz daha ne gördünüz ki! Ateistlerin asıl bizim başımıza getirmedikleri kalmadı. Ne papanın onurunu sayıyorlar, ne Meryem'in, ne de İsa'nın. En çirkin şekillerde bütün kutsallarımızla alay ediyorlar. Sizden önce biz yılgınız. Bıkmışız. Yani, bunu yapanlar hristiyanlar değil, ateistler. Onlar da zaten herkese saldırıyorlar."

Ben şimdi Bediüzzaman'ın "Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beytin adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar..." şeklinde tarif ettiği alevilere seslenmek istiyorum: Neden bu meselede kalkanlık ediyorsunuz? Özdil'i uyarsanız da böyle mevzularda cak-cuk etmese daha hayırlı değil mi? Hem şunu da unutuyorsunuz: Sekülerizm sünnilerle işini bitirdiğinde dönüp gitmez. Bin yıllık camileri ahıra çevirenler cemevlerine acır mı sanıyorsunuz? Eğer böyle düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Allah aldanışınızı yaşatmasın. Âmin.

Friday, January 1, 2021

Mustafa Öztürk'le vedalaşırken...

Mustafa Öztürk'ün öğrencilerine aşıladığı nedir? Sırf bir 'fikir jimnastiği' midir? Yoksa fazlası mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için Prof. Dr. Ömer Demir'in Bilim Felsefesi'ne uzanmak lazım. Özellikle Kuhncu geleneğin 'paradigma' üzerine söylediklerine. Yaklaşımlarının özetlendiği maddeleri alıntılarsam: "1) Bilimadamları bilişsel etkinliklerini ancak paradigmalarla sürdürebilirler. 2) Farklı paradigmalar birbirleriyle kıyaslanmayacak kadar nüanslara sahiptir. 3) Bilimsel bilgi 'birikimsel' değil 'devrimsel' bir nitelik taşır. 4) Bir paradigmadan diğerine geçiş 'ani bir algı dönüşümü' gerektirir. Yani paradigma değiştirmek 'din değiştirmek' gibidir." Bu gelenek, yine Ömer Hoca'nın ifadesiyle, "Pozitivizmin formulasyonuna değil bizzat kendisine karşı çıkmaktadır." 

Ah, atladık, en önemlisi sona kaldı. 'Paradigma' nedir peki? Kitaptan omuz alalım tekrar: 

"Paradigma, onlar için dünyaya bakılan, standartlar veya ölçüler yumağıdır. (...) Bilimadamları topluluğu tarafından paylaşılan bir paradigmanın en belirgin özelliği 'temel sorular' ve onlara verilebilecek 'kabul edilir cevaplar'ın çerçevesini çizmesidir. (...) Ancak paradigma sadece 'çalışma tekniklerini' veya 'disiplinin temel varsayımlarını' değil bunların yanında sözkonusu varsayım ve yöntemlerin doğruluğuna ilişkin 'bilimadamları topluluğunun ortak inançlarını' da içerir." 

Yani arkadaşlar 'paradigma'nın bir tür 'itikad'a benzediğini de söyleyebiliriz. Çünkü itikad da insanda âlem algısını kendisine göre belirler. Her itikad sahibi aynasında yansıyan şekliyle âlemi bulur. Bu nedenle bir dinin 'içinde' bilgi üretebilmek için 'o dinin itikadına uygun' konuşmak lazımdır. Yoksa üretilen bilgi 'din hakkında' olur fakat 'dinin içinde' olmaz. Bediüzzaman'ın tabiriyle: "Meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir." Evet. Mesela: Oryantalistlerin İslam'a dair çalışmalarını 'din hakkındaki bilgiler'e örnek verebiliriz. İslam ulemasının emekleriyse 'dinin içinde yeralan çalışmalar'a misaldir. Bu iki ekolün ürettiği bilginin 'aynı nesne üzerinde mesai sarfetmelerine rağmen' eşitlenememesi mensubu oldukları paradigmaların ayrımı üzerinden açıklanır. Oryantalistler için İslam ancak entelektüel bir meşgaledir. Hatta bazen hasımdır. İslam uleması içinse imanı, ibadeti ve ahiretidir. Taraftarlığıdır. 

Yine Bilim Felsefesi'nin satırlarından bakınalım:

"Farklı paradigmaların savunucuları, hem 'dünyayı' hem de ona sorulan sorularla verilebilecek 'meşru cevapları' farklı algılarlar. Yani paradigmalar, hem 'ontolojik' hem 'epistemolojik' hem 'metodolojik' hem de 'aksiyonolojik' düzeyde farklılaşma gerektirirler. Paradigmaların vardığı sonuçların bağlayıcılığı öncüllerin kabul edilmesine bağlıdır. (...) Her paradigma kendine özgü bir varlık anlayışına dayanır. Bu ontolojik temel sözkonusu paradigmayı benimseyen insanların bilinçleriyle içiçe olduğu için çoğunlukla sorgulanmadan benimsenir. (...) Paradigmal geçiş epistomolojik düzeyde de köklü dönüşüm gerektirir. (...) Bir paradigmadan diğerine geçen yahut bir paradigmadan diğerine bakan kişinin, hem 'nereye baktığı'nda hem de 'bakış biçimi'nde önemli farklılıklar meydana gelir." 

Bediüzzaman'ın Öztürk'ünkine benzer iddiaları cevapladığı 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri de bu durumu doğrulamaktadır: "Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer, öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki: Benimle konuşan şeytandır. (...) Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Görüldüğü gibi, mürşidimin farkettiği, esasında Kuhncu geleneğin dilegetirdiği türden bir 'paradigmal değişim'dir. Bediüzzaman, Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmanın nötr bir tavır ifade etmediğini, hatta 'bâtıla tarafgirlik kastı' taşıdığını, teşhis etmiştir. Çünkü böylesi değişimler 'öznenin nesneyi algılama şeklini' de değiştirirler. Hatta; Ömer Hoca'nın ifadesiyle bu değişim; ontolojik, epistemolojik, metodolojik, aksiyonolojik düzeyde farklılaşmalara da yolaçar. Bir tarafta kelama 'onun Allah sözü olduğunu gösterir bir açıyla' bakmak varken, diğer tarafta 'Bunu nasıl daha fazla beşerîleştirebilirim'in açısı vardır. Çalışması vardır. Mesaisi vardır. O kendi paradigmasının bilgisini üretir. Şu kendi paradigmasının marifetine uğraşır. Yani bilgi üretiminde mutlak bir nötralizasyon yoktur.

Tam da burada şöyle bir soruyla yüzleşelim: Kur'an'ın Allah kelamı olduğundan eminsek neden 'beşer kelamı olabileceği' yönündeki iddiayla yüzleşmekten(!) çekinmekteyiz? Nihayetinde hakikat bizi tekrar paradigmasına dönmeye zorlamaz mı? Bu soruya vereceğimiz cevap evvelemirde şöyle olur arkadaşlar: Ne Kur'an ne de biz 'beşer sözü olduğu yönündeki iddialarla yüzleşmek' konusunda sıkıntı yaşamamaktayız. Ancak teklif edilenin ilimden çok tuzak koktuğunu düşünmekteyiz. Evet. Eğer muhatabımız Kur'an'ın insan sözü olduğunu iddia ediyorsa, hakikate ulaşmak için, bizim de hemen Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmamız mı gerekir? Yoksa paradigmamızdan konuşarak iddiayı sınanamız mı icap eder? Düz mantıkla baktığımızda bile, sağlıklı bilgiye ulaşmak istiyorsak, yapılması gereken 'durduğumuz yerden konuşmak'tır. Böylece muhatabımızın da iddiasını bizimle sınama imkânı olur. Saf değiştirmek siga imkanını yokeder.

Hatta münazaralarda bilimadamları dahi sınanmak için 'karşı argümanları' ararlar. Popper'ın tabiriyle 'doğrulanma'dan ziyade 'yanlışlanma' ile hakikate yaklaşmaya çalışırlar. Sınanmayan bilginin bilimsel değeri de yoktur. Peki neden müslümanlar, hakikatin belirginleşmesini karşı taraf adına da kolaylaştıracak, bir saflaşmadan alıkonulmaktadırlar? Dünyada yeterince Kur'an münkiri yok mudur da karşıya adam verilmektedir? Bu mevzuda halısaha maçına eksik gelmiş gibi davranmaya ne gerek vardır?

İkincisi: Paradigmanın terki mecburiyetle olur. Yine Ömer Hoca'nın sözlerine dönelim: "Kunh'a göre bir paradigmanın terkediliş nedeni belirlediği çerçevede çözülemeyen sorunların yeni arayışlara sürükleyecek kadar fazlalaşmasıdır. (...) Karşılaştığı sorundan dolayı paradigmasını suçlayan bilimadamı kullandığı âleti suçlayan ustadan farksızdır. (...) Fakat artan kuraldışılıklar paradigmaya olan güven ve bağlılığı gevşetir. (...) Farklı bakış açıları, yöntem ve tekniklerin denenmesine başlanır. Zamanla paradigma bağlayıcı olmaktan çıkar. (...) Bunalımla beraber arayışlar başlar. Ve yeni bir paradigma eskisinin yerini alır. Bu geçiş devrimseldir. Aynen sosyal devrimlerde olduğu gibi bilimsel devrimlerde de, yeni bilim anlayışı, tüm bilgileri merkezinden bakarak ve rengine boyayarak yeniden kurar."

Şimdi soralım: Müslümanlara Kur'an hususunda paradigma değiştirtecek mecburiyet nedir? Nerede çıkmaza düşmüşlerdir? Nerede bunalım yaşamaktadırlar? Nerede cevapları yoktur? Öztürk'ün iddialarını dinlediğinizde 'Allah adına çektiği sıkıntıyı' anlamak bile güçtür. Evet. Öztürk, hâşâ, Allah'ın yerine kendisini/'göre'sini koyarak sürekli Onu endişelerinden kurtarmaya çalışmaktadır. Bu sanrılı tavrın normal bir mü'mini "Kur'an beşer kelamı da olabilir!" demeye mecbur edecek bir yanı var mıdır? Yoktur. Hiçtir. Hiphiçtir. Bu ancak Öztürk'ün kompleksidir. Kompleksten-sanrıdan bilim olmaz. Ancak halisülasyon olur.

Üçüncüsü: Öztürk paradigmasının her noktada hesabını vermekte midir? Hiç sanmıyorum. Misal: Bediüzzaman'ın aynı metinde hikmetle dillendirdiği 'kelamullah-nübüvvet-ümmet-medeniyet' bütünlüğü içinde bu iddia nasıl bir yere düşer: "(...) Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin..."  

Yani, Kur'an kelamullah olmaktan çıkarılırsa, Aleyhissalatuvesselam da peygambere yakışır faziletten çıkarılır. Ümmeti 14 asırdır insanlığı hakikatle ışıklandıran konumundan kovulur. Ellerinde şekillenen medeniyetin hüsn u kemali ister-istemez inkâr edilir. Herşeyi yalana müstenittir çünkü vs. En alttaki taşı çektiğiniz zaman üstündeki binayı yerle-yeksan edersiniz. O halde bu iddiayı 'fikir jimnastiği' şeklinde görmek yanlıştır. Bu İslam'ı baştan aşağa yeniden şekillendirecek, hatta, düpedüz başaşağı çevirecek bir saldırıdır! Evet. Saldırıdır! Saldırıya karşı da sipere sığınmak gerekir. Karşı tarafın ordusuna katılınmaz.

Dördüncüsü: Bu da Kur'an'ın mucizeliğini teşhiste avamiyetimizin teşkil ettiği sıkıntıdır. Ki mürşidim ona da şurada işaret eder: "Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar." Bu konuyu açmada da yine Bediüzzaman'a ait bir misalden yardım alalım: 

"(...) şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ bir vehim o kafasızı yoldan çıkarır..." 

İşte, Öztürk'ün aşıladığı zehir herbir öğrencisini misaldeki ikinci adama çeviriyor, çünkü kaynağa olan güvenlerini sarsıyor. O çocuklar su içeçekleri her dereyi sınamak zorundalar. Halbuki bu sınamaya elverecek yetkinlikleri de yok. İ'cazı takdir edebilecek idrake sahip değiller. Böylelerinin imanını ayakta tutacaksa pınara olan güvenleridir. Eğer o güveni dinamitlerseniz aşağıdaki herbir dereyi ayrı ayrı tecrübe etmeye onları mecbur edersiniz. Çoğu da bu süreci atlamazlar. Neden? Yukarıda bir seferde kolayca aşılan aşağıda yüzbin şubeye ayrılır da ondan. Herbir şubenin sınavı da ayrıdır. Sırrı ayrıdır. Penceresi ayrıdır. Tecrübesi ayrıdır. Şüpheyle yaklaşan, önceye şüpheyi alan, güvenliğine emniyet edemediğinden istifadesiz kalır.

Her neyse. Yazı çok uzadı. Diyeceklerimin bir kısmı da kaldı. Yapacak birşey yok. Seriyi daha fazla uzatmayacağım. Mustafa Öztürk reddiyelerimin yeni sezonuna bu yazıyla final veriyorum. Ne de olsa, şimdilik, kürsüsünü terketti. Biz de şimdilik terkedeceğiz. Korkumuz yok. O dönerse biz de döneriz. Allah doğrunun yardımcısıdır. Tevfik Ondandır. Hamd Onadır. İnayetine dayananlar asla mağlup olmazlar. Âmin.

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...