Friday, June 14, 2024

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir."

İlk Dönem Eserleri'nden.


Şahsen hiçbir kadına tesettür nasihati etmiyorum artık. Çünkü Türkiye'deki kadınların tesettür konusunda çizgiyi aştıkları kanaatindeyim. Gayrı sadece nasihatle bu iş çözülmez. Yani, Bediüzzaman'ın tabiriyle, İslamî anane kırıldı. Yeni toplumsal alışkanlıklar inşa edildi. Kem aşılar müslüman memlekette tuttu. Maalesef ki tuttu. Tutacak kadar uzun süre sopalarla tatbik edildi çünkü. Devletin en ceberut devirleri onların zorba saltanatında yaşandı. Şimdiyse açık bir kadına örtünmek 'dinini değiştirmek gibi' zor geliyor. Zira ötekisi ikinci bir fıtrat gibi ruhunu avucuna almış durumda. Sokakta o daha yaygın. Okullarda o daha hâkim. Sosyalmedyada o prim yapıyor... Tarlamızı çoktaaan sürdüler anlayacağınız.

Fıtrat nedir? Yaratılıştır. Üzerine yaratıldığımız düzendir. Sahicidir. Varlığımız onun kollanmasıyla devam eder. Susamak fıtrattandır mesela. Acıkmak fıtrattandır. Nefes almak fıtrattandır. Alışkanlıklarsa ikinci fıtratlardır. Sonradan kazanılırlar. '(...)mış gibi.' Sahtedirler. Fakat yaratılıştan sanılırlar. 'Olmazsa olmaz' addedilirler. Alkolikler alkolü bedenlerinin ihtiyacı sanırlar. Esrarkeşler de hakeza. Hapçılar, tinerciler vs. Her bağımlılıkta bu vardır. Bağımlılıklar fıtrat sanılan sûnîliklerdir. Onları terkettiğiniz zaman beden de 'ölecekmiş gibi' yaparak bu inanışı destekler. Krize girersiniz. Sarsılırsınız. Dolayısıyla ancak tedaviyle giderilebilirler. Bazen birden de bıraktırmazlar uzmanlar. Alıştıra alıştıra terkettirirler.

İşte, arkadaşlar, ben misali 'Batılı gibi' giyinmeye alışmış bir erkeğin birden sarığa-cübbeye bürünüp dışarı çıkması neyse, nasıl zor geliyorsa, yüz misli şekilde tesettür o kadınlara zor geliyor. Büsbütün dinin-diyanetin düşmanı olmuşları ayrı bir yere koyuyorum. Öyleleri bahsimizden hariçler. Onlarla zaten müzakere mümkün değil. Küfür yemezseniz hamdedeceksiniz. Fakat anadan-babadan dindar kadınlarda dahi tesettür pek müşkül konulardan. Ancak, insaf edelim, şöyle bir hakikat de var:

Bu kadınlar dinlerine hürmetlerini yitirmiş durumda değiller. Elhamdülillah. Özlerinde Allah'a, Aleyhissalatuvesselam Efendimize, Kur'an'a saygıları duruyor. O halde başlama noktası olarak burayı seçmek lazım. Bediüzzaman'ın, Miraç Risalesi isimli eserinde, altını çizdiği şekilde: İmanî hakikatlerin tebliğinde bir hiyerarşi vardır. Allah'a, Peygamber'e, Kur'an'a imanı olmayan kişiye/kişilere Mirac'ı anlatamazsınız. Anlayamaz çünkü öncülleri kendisinde inşa edilmemiştir. Çarpım tablosunu bilmeyen birisine muhasebe yaptırmaya benzer. Bizim de tesettürü tebliğimizde bir hiyerarşiyi gözetmemiz lazım. Tesettür kendi ayakları üstünde duran bir amel değil. Yine Allah'a, Peygamber'e, Kur'an'a imanınız sizi tesettüre doğru sürüklüyor-sürükleyecek. O halde başlangıç noktamız bunların inşasıdır.

Yanlış anlaşılmasın. AK Parti'yi, Erdoğan'ı yabana atmam. Ülkeye büyük hizmetleri olmuştur. Dindarlara da bir hürriyet alanı kazandırmışlardır. Eyvallah. Ancak şunu içimiz yanarak kabul edelim: Bir iman hamlesi başlatamamışlardır. Gençleri götürmek istedikleri yere karar vermiş değillerdir. Herşeyi eskisi gibi yapıp neticeyi başka umuyor gibidirler. Halbuki iman gittiğinde geriye sadece kabuk kalır. Şu düzende iyi-kötü bir okuldan mezun olup da CHP'ye oy vermeyen her genç için şükür namazı kılmak gerekir. Çünkü okullarımız, maalesef ki maalesef, CHP'li yetiştirmek üzere kurulmuş bir düzendedirler. Henüz CHP bu ülkede iktidarı seçim yoluyla kazanmadıysa-kazanamıyorsa, bu hâlâ Osmanlı bâkiyesinin direnişindendir, yoksa sağ hükümetlerin insan yetiştirmede yeni bir yol izlemelerinden değildir.

Oradan şuraya geleceğim: Okulun kapısında mezuniyet törenine girmek için mini etekle bekleyen kızın da başörtülü anasının da çok bir suçu yok. Var ama yok. Çünkü okulun mezuniyet töreni mini etek kaldırmayacak gibi değil. (Hepimiz o çarklardan geçtik.) Eğer o okul bir medrese olabilseydi, kutlamaları o hüviyetin izlerini taşıyabilseydi, zaten kızın kalbi, eğer bir küfr-i inadî sahibi değilse, mini etek giymeyi kaldırmayacaktı. Sözgelimi: Kur'an okunup, dua edilip, dağılınacak yere o kıyafetle gitmez bu kızlar. Bu kızlar Milli Eğitim'in sergüzeştinden senelerce "Mini etekle de bu etkinliğe katılırım!" umudunu aldılar. Muhtemelen törenin içeriğinde eğlence de var. Neyse. Şunu demek istiyorum: Yasağın konulacağı yer kapının önü değil. Yasağı önce o kızların müslüman kalbine koymak lazım. Onun da yolu bir iman hamlesidir. Bu memleketin nereden gelip nereye gittiğini belirginleştirmektir. Bizim laik düzende süregelen tezadımız bu gençleri de zehirliyor. Devlet neyden hoşlanır/bekler tam teşhis edemiyorlar.

"Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz..." sözünü, Bediüzzaman'ın, Ankara hükümetinin Men-i Müskirât Kanunuyla yaşadığı başarı üzerine söylediği anlatılır. Hoş, Ankara hükümeti o çizgide kalmamıştır, lakin mevzuun özü görünmüştür: Devlet hem hikmetini anlatacak hem de hükmünü icra edecek. Ne sadece nasihatle bu işler çözülür ne de sadece yasaklarla. Hatta bence, Tâlibân Türkiye'ye hükmedip şeriatı tatbike niyet etse, kadınlarımızla başedemez. Amerika'ya, Rusya'ya, İngiltere'ye kök söktürmüş o yiğitler kadınlarımıza pes ettiremez. Çünkü artık kadınlar bu meseleyi 'hakkıyla kadın olmanın' şartı gibi görüyorlar. Açtırmadığında birşeylerinin eksik kaldığını zannediyorlar. Devlet bu bâtıl inanışın karşısına başka hiçbir yerde geçmiyor gibi duruyor. Komple bir mücadele sözkonusu değil. Hatta 'Devletimizin herbir yanı ayrı oynuyor' denmeye seza hal. Tutup bir lisede geçince herhalde bu iş tatlılıkla hallolmaz.

Allah bize rüşdümüzü ilham eylesin.

Wednesday, June 5, 2024

Avrupa'nın öküzleri barışmaz

"Bu bir sırr-ı azîmdir. Ona remz ve işaret: Fahr-i Rusul demiştir: İsâ, şer'im ile amel edip ümmetimden olacak."


Lemeat'ta bir 'ikiz iki deha' analizi var:

"Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti. Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu..." ila ahir.

Devamını sonraya bırakmakla birlikte şöyle bir soruyla yüzleşelim hemen: 'İkiz iki deha' nedir? İdeoloji midir? Sistem midir? Kavim midir? Felsefe midir? Eğilim midir? Nasıl-nice birşeydir ki, evvela Roma-Yunan ile görünmüş, ancak Bediüzzaman'ın yaşadığı çağa da Alman-Fransız olarak gelebilmiştir?

Proudhon'nun 'Sanatın Prensibi'ni okurken yeni bir bakış açısı kazandığımı söyleyebilirim mevzua dair. Özeti şöyle: Proudhon, reform hareketi ile Roma, rönesans hareketiyle de Yunan arasında bağlar kuruyor. Ona göre ne 'reform' ne de 'rönesans' Batı için yeni şeyler değil. Ya? Özündeki 'yol açıcı' değerlere geri dönmüş oluyor onlarla Avrupa. Tabii biraz daha açılması gerek buranın. 'Yol açıcı' ne demek? Putperest Roma'nın İsevîlikle yaşadığı kavgayı nasıl aştığını anımsayalım şimdi: Kanlı bastırma çabalarının ardından pes etmişti imparatorluk. Hristiyanlığı da putperestlikle barıştırarak sinesine basmıştı. Hatta imparatorluğun resmi dini olarak kabul etmişti. Böylece düzenin devamı güvenceye alınmıştı. Eğer Roma hristiyanlığı kabullenmeseydi parçalanması işten bile değildi. Parçalanmak yerine hasmıyla uzlaşmayı seçti. Tıpkı bugün liberalizmin gittiği her ülkenin 'satılabileceklerine' yaptığı gibi...

Binlerce yıl önce yaşanan bu hâdise Roma için bir 'reform' anlamına geliyordu. Evet. Dinlerini değiştirmişlerdi. Tabii putperest köklerinden tamamen kopmamışlardı. (Köklerden kopmak kolay mı?) Heykellerini muhafaza ediyorlardı. Ama 'güncelleme' yapmışlardı. Tanrı sayısını azaltmışlardı. Kimbilir kaçtan üçe kadar düşürmüşlerdi. Eh, az değişiklik sayılmazdı bu da. Ne şiş yansın ne kebap misali düzenlerinin önünü açmışlardı böylece. Elbette her devletin bir sonu vardı. Onlarınki de yaklaşıyordu. Lakin bu hamleyle ömürlerini uzattıklarını kabul etmek yerinde olur. Güncelleme epey idare etti onları.

Nihayetinde parçalanmaktan kurtulamadılar. Uzun bir süre de karanlık çağları içinde boğuldu durdular. Gerçi manevi karanlıkları asla bitmemiştir. Fakat maddi anlamda eski savletli zamanlarına dönebilmek için bir güncellemeye daha ihtiyaç duydular. İşte aydınlanma çağının meşhur 'reform'u böyle birşeydir. Putperestlik hristiyanlığa dönüşerek nasıl güncellemiştir kendisini, aynen öyle de, hristiyanlık da protestanlığa dönüşerek tekrar bir güncelleme yapmıştır-yaşamıştır. Başlangıç noktası Almanya'dır. Ancak Almanya'da kalmamıştır. Batı dünyacılığının dehşetlenmesi reform hareketiyle başat gider. Artık uhreviliğin pek belirleyiciliği yoktur. Çalışmak ibadettir ama ibadet çalışmak değildir.

Peki o zaman 'reform' aslında nedir? Halisane din kaygısı mıdır? Sahiden İncil'i daha iyi anlamak için mi yapılmıştır? Onunla yaşanan sekülerleşmeye baktığınızda böyle olmadığını görürsünüz. Yani, protestanlık, Batılıları daha dindar yapmamıştır. Aksine maneviyattan uzaklaştırmıştır. (Mesela: Ateist-deist miktarı tavan yapmıştır.) Fakat, Batı, yine reformla dinini 'yol açıcı' bir şekle büründürmüştür. Asıl hedefi dünyayı elde etmektir. Putperestlik gün gelip 'engeller gibi durduğunda' nasıl rafa kaldırıldıysa, hristiyanlık da 'engeller gibi göründüğü' anda rafa kaldırılmıştır. Max Weber haklıdır yani:

"Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz." Dünyevileşmek için inanışın de uhreviyetten uzaklaşması şarttır. Reformla Batı'da olan aslında budur. Yani reform Batı faydacılığının dine kadar sirayet etmesidir. İtikadın dahi dünyaya göre belirlenmesidir. Şekillenmesidir. Mühendisliktir. Yahut da tam söylenişiyle: Reform, Roma faydacılığının, Alman sûretinde yeniden Avrupa'ya dönüşüdür. (Türkiye'de dini güncelleme çabalarının nasıl bir maksada yönelik olduğunu buradan çıkarabilirsiniz.)

Peki 'Yunan' ile 'rönesans' nasıl bağdaştırılacak? Burada Bediüzzaman'ın "Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti..." demesini hatırlamak gerekiyor. 'Maddeperest' reformun çizgisine denk geliyorsa 'hayal-âlûd' da rönesansın arkasındaki sırra denk geliyor. İşte şimdi Proudhon'dan alıntı yapabiliriz:

"Yunan sanatı açısından değer taşıyan korkunç eğilim, 'Graecia Mendax: Yalancı Yunanistan' sözünde ifadesini bulan 'yalancı' sıfatıydı. Bu sıfat Yunan sanatını şöhretin en üst basamaklarına kadar yükselttikten sonra onu tüm çürümüşlüklerin dipsiz uçurumuna alaşağı etti. Ancak gerçekçi ya da idealist düşüncenin tüm itirazları güzellik karşısında etkisizdi ve daha önemlisi, akla dayanan pekçok eleştiri sonuçsuz kaldı. (...) Nitekim akıl ve ahlak bize bir miktar ihtiyatlılığı dayatsa da, güzellik daima bizi kendine çeker ve eninde sonunda bizi ele geçirir. (...) Raffaello, resmin görevinin ve kuralının doğayı yeniden icra etmek değil, nesneleri temsil etmek olduğunu ileri sürdü. Resim 'Şeyleri doğanın yaptığı gibi değil, yapması gerektiği gibi: di fare le cose non como le fa la natura, ma como ella le dovrebbe fare...' temsil etmeliydi."

Efendim, soğuğa sormuşlar 'Nerelisin?' diye, demiş ki: 'Aslen Sivaslıyım ama Kars'ta yaşıyorum.' Aynen o hesap, rönesans daha çok İtalyan sanatçılar elinden tezahür etmişse de, kelimenin kökeni Fransızcadır. 'Yeniden doğuş' anlamı içerir. Felsefî altyapısı da yine Fransızlara aittir. Ve rönesansla başlayan sanat bir ölçüde 'manipülasyon' barındırır bünyesinde. Gerçeği bükebilme yeteneği/cerbezesi kazandırır sahibine. 'Şeyleri, doğanın yaptığı gibi değil, yapması gerektiği gibi' yansıtma bugün de Batı (me)deniyetinin üzerinde durduğu sistemin önemli bir ayağını oluşturur. (Sineması, tiyatrosu, medyası, sosyalmedyası vs. yine rönesansın bu manipülatif dehası peşinde yürümektedir. Olanı değil kendince 'olması gerekeni' sunmaktadır. İnsanlığa yapılan algı operasyonlarının bini bir paradır.) Biraz evvel birincisine 'Roma faydacılığı' demiştik. İkincisine de şu ismi verebiliriz: 'Yunan manipülasyonculuğu.'

Septisizme (Sofestailik/Sûfestaîyye) dair okumalar yaptığınızda, Yunan felsefesinin, 'herşeyi istediği şekle sokabilme' konusunda zirve yaptığını görürsünüz. Hatta, Aristo'ya mantığı geliştirme fikrini veren, bu tarz cerbezelere karşı koyma isteğidir. Yine TDV İslam Ansiklopedisi'nin 'Sûfestaiyye' maddesinde aktarıldığına göre Arapçaya geçen safsata kelimesi de aynı köktendir:

"Antik Yunan düşüncesinin ilk dönemlerinde belli bir alanda uzmanlığı olan bilge kişiye sofist denilirken sonraları zayıf delilleri güçlü gibi göstermeye çalışan ve belâgatla insanları ikna edip amacına ulaşmak isteyen hatipler için kullanılmaya başlanmıştır. Sofistlerin ortaya çıkmasında eski Yunan’daki çeşitli ekollerin varlık ve bilgi konusunda farklı, bazan da birbirine zıt düşünceler ileri sürmesinin etkisi olmuştur. Bu tür görüşler zihinleri karıştırmış ve katı şüpheciliğin artmasına yol açmıştır. Sokrat’a yönelik safsataları sebebiyle Eflâtun ve diğer filozoflar tarafından şiddetle eleştirilen sofistlerin en meşhuru Protagoras’tır. Felsefe tarihinde sofistlere karşı gösterilen tavır Aristo ile devam etmiş, bunlar, Roma döneminde bütünüyle popüler kültür ve bilimsel olmayan şüphecilikle özdeşleştirilmiştir."

Batı bugün de bu iki ayağın üstünde durur işte: 1) Seküler fayda sağlayabileceği herşeyi realist bir şekilde sinesine basar, kullanır, kendisine katar. 2) Yine seküler bir fayda sözkonusuysa her gerçeğin yerine bir hayal koyabilir. Nasıl arzuluyorsa öyle gösterir. Nasıl gerektiğini düşünüyorsa öyle resmeder. İşte, Roma-Yunan iki dehasının, Bediüzzaman için Alman-Fransız olarak tenasuh etmesi arkasındaki hikmet bu olabilir. Allahu a'lem. Hristiyanlık ne kadar uğraşırsa uğraşsın dünyacılığın bu iki şeklini ıslah edip barıştıramamıştır. Bu iki deha türü, elbette ismetsiz dehalardır bunlar, tekrar sahaya dönmeyi başarmışlardır. Peki neden birbirleriyle imtizaç edemezler? Çünkü birisi 'gerçeği bir ölçüde kabullenmeyle' ilerlerken diğeri 'gerçekliği ortadan kaldırma yeteneğiyle' çalışır. Kabullenme-reddetme arzuları birbirinin zıttı olduklarından mürşidim öyle der:

"Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi."

Fakat metnin devamında bir müjde de var:

"Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur'ân'da olan nuru, şeriat hidayeti, şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsı birbiriyle barışır, hem mezcu ittihadı..." 

Eh, evet, hadi bakalım. Üzerine düşünmeye başlayalım. Buradan, Yunan'ın yalancı dehasıyla değil fakat, Roma'nın faydacı dehasıyla İslam'ın barışmasının mümkün olduğu fikrine mi varmalıyız? Yahut da Batı'nın realist tarafının bir şekilde onu İslam'a yaklaştırdığını-yaklaştıracağını mı düşünmeliyiz? Veyahut da maslahatçılığın en nihayet Batı'yı İslam'a getireceğine mi uyanmalıyız? Ne demeliyiz? Ne söylesek bir ucu gayba bakıyor. 'En doğrusunu Allah bilir...' deyip yazıyı burada sonlandıralım en iyisi...

Sunday, May 26, 2024

İlmihal'in derdi KADEM'i niye gerdi?

Yıllar önce TV111'de Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini 'berraklık' nokta-i nazarından ele alan bir sunum yapmıştım. Evet. O ümmiydi. Ama bu ümmilik yalnızca 'okuma-yazma bilmemek' manasına gelmiyordu. Onun ümmiliği aynı zamanda berraklığıydı. Vahye makes olmaktaki duruluğuydu. Yani, kafasında-kalbinde, aldığı mesajı bulandıracak hiçbir kalıp, önyargı, şekillenmişlik, dogma yoktu. Sahabesi de alelekser öyleydi. Ve onlar, bu duruluklarının sırrıyla, 'Nebiyyi'l-Ümmi'ye geleni hırz-ı can ettiler. Maşaallah. Hüda hepsinden razı olsun. Şefaatlerine nail eylesin. Âmin. Yine bu minvalde, Ali Yurtgezen Hoca'nın 'Evin Mahremi Olmak'ında, ümmiliğe dair şu ifadelere rastladım:

"Ebu Cehil, fıtratı bozulmuş, kalbi kararmış, kibirli bir karakteri temsil eder. Ucb ve kibir kişinin kendini ve haddini bilmesine mânidir. Bu mezmum haller sadece servetle, şöhretle, nüfuzla değil ilimle de ârız olur insana. Bazan tahsil, hilkatteki sâfiyeti bozar, ümmiliği zedeler. Ol sebepten, sinesi saf olmayan malumat sahibi kimselerin, cahil cüreti cinsinden ithamlarına şaşmamak gerekir..."

Peki hilkatteki sâfiyet ilimle nasıl bozulur?

1) İnsan, ilim sahibi olmakla, mahlukiyetten daha ileri bir makama yükseldiğini düşünebilir. Tıpkı İblis gibi. Muallimliği müstağnilikle karıştırabilir. Halbuki ne beşeriyetimiz ne aczimiz ne de fakrımız ilimle yerinden oynamaz. Âdem âdemden başka birşey olmaz. İlim sahiplerinin de karnı acıkır. İlim sahiplerinin de uykusu gelir. İlim sahiplerinin de nefes almaya ihtiyacı vardır... Yani, ilim sahibi olmakla, yaratılmışlığımız zâviyesinden hiçbir değişiklik yaşanmamıştır. Kimse süpermene falan dönüşmemiştir. Hâşâ, yüzbin hâşâ, ilahlıktan bir parça kapıp cebine atmamıştır. Yanına tevazu katık edilmeyen bilgiyse, başka türlü sanrılatarak, bu husustaki sâfiyetimizi bozar-bozabilir. Bilgeliğe değil 'kibre' vesile olabilir.

2) İlim, insana yanlışı doğru, doğruyu yanlış bildirebilir. Böyleleri, Bediüzzaman'ın tabiriyle, hem bilmezler hem de bilmediklerini bilmezler. Cehl-i mürekkep sahibidirler. Yani katmerli cahildirler. Mürşidime göre ahirzamanın en büyük tehlikesi, işte, ukalalıkla beraber büyüyen bu cüretkârlıktadır:

"Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat, dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar..."

Bugün kendisini 'bilimsellik' boyasıyla satan her bâtıl ideolojide izlerini görebiliriz bu tesbitin.

Buradan şuraya geçelim. 'Meteor Risalesi' diye tesmiye edilebilecek, tabii beğenmeyebilirsiniz de bu ismi, 15. Söz'ün girişi şöyledir: "Ey kozmoğrafyanın ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız." Mülk sûresinin 5. ayetidir bahsi geçen. Ve kısacık bir mealiyle şöyle buyrulmaktadır orada: "Andolsun ki dünya semasını kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık."

7 Basamak'ın herbiriyse aslında birer perspektiftir. Bilimsellik adı altında endoktrine edildiğimiz kalıpların kırılmasıdır. Birer 'göz açma'sıdır. Birer 'düşünme şekli'dir. Hayalin prangalarının kırılmasıdır. Zihni seküler bilgiyle darlaşan, düşünme yeteneğindeki ümmiliği yitiren, fıtratındaki tefekkür sâfiyeti kaybeden mektepli efendinin göğsünü genişletir böylece Bediüzzaman. Ülfet duvarlarını yıkar. Çünkü hayal 'dimağdaki meratib'in ilk aşamasıdır. Hayali sağlıklı çalışmayanın akledişi de arızadan kurtulamaz.

Madem değindik, becerebildiğimizce özetleyelim, 1. Basamak: Canlılık biyolojik hayata münhasır kalmak zorunda değildir. 2. Basamak: Uzayla dünya arasındaki ilişki geçişkenliği imkansız kılacak bir ilişki değildir. 3. Basamak: Uzaydaki hayat bizim hayatımız gibi olmak zorunda değildir. 4. Basamak: Allah'ın mübarezeyi de kapsayan/gerektiren kanunları yalnız dünyamızda tecelli ediyor değildir. 5. Basamak: Meteor düşerken melekleri-şeytanları kafa gözünle görememen işaret kılınmaları hakikatini cerhetmez. 6. Basamak: Allah'ın Kur'an'da bu hâdiseyi anması kendi azâmetini öğretmek için olabilir. 7. Basamak: Sen de bu sırr-ı mübarezeden hisseni alıp şeytanlarını kalbinin göğünden kovmaya çalış.

"İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu 'Yedi Basamaklar'da işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet..."

Esra Aslan Turan tarafından yazılan, KADEM mihmandarlığında yayınlanan, Ömer Nasuhi Bilmen Hoca merhumun İlmihal'ini 'toplumsal cinsiyet' perspektifiyle tenkid eden makaleyi incelerken de aynı şeyler geldi aklıma. Galiba Bediüzzaman'ın 'bir ahirzaman arızası' olarak tesbit ettiği bu maraz giderek tevessü ediyor. Öyle ki, bir ilahiyatçı, 'toplumsal cinsiyet' gibi bir modern-seküler-bâtıl kavram üzerinden hanefî fıkhını sigaya çekebiliyor. Sanki, Batı'nın eline tutuşturduğu şu mizan vahiyden daha vahiy, sünnetten daha sünnet, nasslardan daha nassmış gibi onunla şunları rendeçleyebiliyor. Boylarının ölçüsünü alıyor. Ayar veriyor. Böyle söylememi garip bulmayın arkadaşlar. Çünkü mesele Ömer Nasuhi Efendi merhumun İlmihal'i ile ilgili değildir sadece. Orada tenkid edilen hususlar hemen hemen her ilmihalde bulunabilir. Mevzu dindir. Hükümler her yerde aynıdır. Sosyoloji değişmekle değişmez. Zaman değişmekle değişmez. İnsanların beğenmemesiyle hiç değişmez. İşte, mürşidime İçtihad Risalesi'ni yazdıran o endişe, başka başka teraşşuhlarıyla, tezahürünü hızlandırmaktadır. Hüda gençlerimizi şerlerinden muhafaza eylesin. Kendi şeytanlarını recmedebilmeyi ilham buyursun. Âmin. Yoksa, beceremezlerse, cahiliye döneminde Ebu'l-Hikem (Hikmetin Babası) sayılan Amr b. Hişam'ın Ebu Cehil'e (Cehaletin Babası) dönüşmesi gibi, aldıkları eğitimle itikatlarını/amellerini mahvedecekler.

Monday, May 20, 2024

Ya Ebu Cehil kablosunu doğru kullansaydı?

"Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var."

Birşeyin bizce 'bilinir' olması için aracılara ihtiyacımız var. 'Bilmek' sadece bizimle gerçekleşmiyor. Önümde bir klavye duruyor mesela. Onu görebilmem için ışığın, klavyenin kendi ziyası olmadığına göre, ona çarpıp gözüme ulaşması gerekiyor. Buna 'görmek' deniliyor. Demek ki görmek için sadece göz yetmiyor. Ben görmenin yalnız bir parçasıyım. Gözün, görülenin ve göstericinin bir(den) düşünülmesi lazım. Gözün 'görecek' gibi, görülenin 'gözükecek' gibi, göstericinin de 'bilgiyi taşıyacak şekilde' yaratılması gerekiyor. İşin içine 'bilgi'yi de kattığımıza göre son cümleyi şöyle genelleştirebiliriz belki: Bilmek için; 1) Bileceğin 'bilecek' şekilde, 2) Bilineceğin 'bilinecek' şekilde, 3) Aracının da 'bilgiyi taşıyacak şekilde' yaratılması şarttır. Bu üçü uyumla vücud bulmadığı takdirde bilmek hadisesi gerçekleşmez. Hatta bilmeyi bırakın 'farketme' dahi gerçekleşmeyebilir. Tıpkı taşlarda olduğu gibi. Taşlar bizi farketmez. Çünkü 'bilinecek' ve 'bilgiyi nakledecek' varolsa dahi taşlarda 'bilmek yeteneği' yoktur.

En azından şimdilik böyle kabul edelim. Zaten 'farketme' de bilmenin ilk basamağıdır. Ben sadece kulaklı bir canlı olsaydım renklerden bahsedemezdim. Bu tarz bir bilmeyi beceremezdim. Çünkü farketmezdim. Evet. Her şekilde tavazzuh ediyor ki, bilmek, bilenin de bilmeye göre ayarlanmasıyla bilmek oluyor. Anahtar kilitle beraber çalışıyor. Yoksa ne anahtar anahtar ne kilit kilit olabiliyor. Bu yüzden mürşidimin şöyle demesine şaşılmıyor artık:

"Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir."

Ama başta söylediğimizi de sakın unutmayalım: Bilmek, ancak bilgi araçlarla taşınırsa, gerçekleşebilen birşeydir. Karadelikleri göremeyişimiz ışıklarının bize ulaşamamasıyla ilgilidir. (Onların çekim kuvveti ziyayı bile yutar.) Bu yüzden bilmenin aydınlık yolları karadelikler için kapalıdır. Fakat, bir saniye, karadeliklerin asla bilinemeyeceği anlamına gelir mi bu? Elbette hayır. Karadeliği bilmenin ışıklı yolları kapalıdır sadece. Gerisi açıktır. Mesela: Herhangi bir yıldızın önünden geçtiğinde, karadelik, görünmezliğiyle görünür. Lekesi hemen farkedilir.

Cenab-ı Hak, Nur sûresinde, "Allah göklerin ve yerin nurudur!" buyuruyor. Dikkat ediniz lütfen. "Allah göklerin ve yerin ziyasıdır!" denmiyor. Çünkü 'ziya' denilmiş olsa 'nur'daki anlam zenginliği oluşmayacaktı. Hem Celle Celaluhunun isimlerinden birisi de en-Nur'dur. 'Ziya' değildir. 'Nur' kelimesi 'ziya'dan başka olarak ışığın zatını kastetmez. Ya? Eşyadaki fonksiyonunu kasteder. Eylediğini anlatır. Yunus sûresindeki “O Allah, güneşi bir ziya, kameri bir nur kıldı!" beyanında da sezebiliriz bunu. Evet. Güneş bir ziyadır. Çünkü kendi ışığından hareketle bilinir. Ama ay bir nurdur. Çünkü kendi ışığıyla değil güneşin ışığıyla bilinir. O halde belki de 'nur'la kastedilen 'birşeyin başka birşey vasıtasıyla bilinmesi'dir. Bu eşikten bakınca Allah'ın 'göklerin ve yerin nuru' olması daha anlaşılır olur. Çünkü göklerde ve yerde ne varsa Hüda'nın onları 'bilinir' kılmasıyla bilinebilmişlerdir. Bilginin hakiki kaynağı Allah'tır. Onları bilinebilir, bizi bilebilir ve aracıları da 'bilgiyi taşıyabilir' yaratarak bilmenin vücuda gelmesini sağlayan Odur. Üstelik, Ona iman edildiğinde, bilineceklerin Esmaü'l-Hüsna sayısınca yeni boyutları da açılır. Bilgi zenginleşir. Ebedîleşir. Anlamlanır. Bilinecek şeyler sayısınca o Rabbü'l-Âlemîn'e hamd u senalar olsun.

Hem şu hususa da ayrıca dikkatinizi isterim: Ziya güneşte yaratılır. Ve güneşin zatının parçasıdır. Ondan ayrılan enerjisidir. Foton tanecikleridir vs. Ancak kainatta, üzerinden Allah'ın bilindiği hiçbirşey, Subhan'ın parçası değildir. Hâşâ. O parçalı-bütünlü olmaktan münezzehtir. Esbab ancak Onun perdesidir. Yaratığıdır. Mahlukudur.

Bediüzzaman Hazretleri, 33. Söz'ün 20. Penceresi'nde, şöyle birşey söylüyor:

"İşte ziyanın parlaması, sair hikmetli hidemâtının delâletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlâhiyeyi izn-i Rabbânî ile teşhir ve ilân etmektir. Demek bir Sâni-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor; çarşı-yı âlem sergilerindeki antika san'atlarını onunla irâe ediyor. Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakîmâne, kerîmâne faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sâni-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbânînin çabuk yerine getirilmesine sür'atle çalışmaktır..."

Burada, mürşidim, eşyanın tümünü yekdiğerleri için bir 'bilgi nakil aracı' görmeyi teklif ediyor gibi. Yani herşey herşeyin bilgiye ulaşma aracı. Bir tür bilgi iletkeni... Işık yaratılmış. Ne maksadla? Çünkü bilginin bize öyle bir hızda nakledilmesi gerek. Yıldızlardan haberdar olmanın başka bir yolu yok. Ve gözlerimiz de o bilgiyi kabullenip beyne iletebilecek şekilde takdir edilmiş. Peki ya hava? Hava da daha dar bir dairede aynı fonksiyonu görmek için, yani bilgi taşımacılığına aracılık etmek için, istihdam ediliyor. O da bir tür bilgi iletkeni. Bu gözle temaşa edildiğinde cümle varlık ya bilginin kaynağı yahut da taşıyıcısı haline geliyor. Herşey ekilmiş ilmin iletkenine dönüşüyor. Peki böyle bir iletişim dünyasında gaye koltuğunda oturan kim olur? Elbette bilecekler. Yani şuurlu varlıklar. İnsanın merkeziyeti de burada. İnsan kainatın meyvesi. Zira onun vücuda gelmesiyle bilginin taşınma süreci tamamlanacak. Eğer insan işini yapmazsa kainatın üzerine kurulu olduğu bu biliş süreci aksayacak.

Kilim devasaysa da ortasındaki nakış biziz. Cismimize bakmayalım. Bizimle görülen işe bakalım.

Geçenlerde bir mecliste uçuk-kaçık bir misal söyledim. Şimdi tekrar etmek isterim. Dünya-ahiret ikilemini anlamada yardımcı bir mahiyeti var sanki. Misalim şöyle: Nasıl ki, bir yerden bir yere bilgi, ancak 'nakil araçlarıyla' nakledilebiliyor. Yani, mesela, ya bir seyyar hafızaya yahut bir internet kablosuna veyahut da başka bir usûlle yüklenerek bilgi taşınıyor. Böylece bu mekandaki bilgi başka yerlerde de bilinir oluyor. Aynen bunun gibi de, Allahu a'lem kaydıyla, diyorum ki: Cenab-ı Hak, bu âlem-i fenadaki oluşların bilgisini, insanlar üzerinden beka âlemlerine naklediyor. Bizim bu dünyadaki imtihanımız, haşir sabahındaki diriltilişimiz, mizanımız, hesabımız hep o netice için: Âlem-i şehadetin bizdeki imana/amele göre arşivlenmiş kısmı orada beka âlemlerine çevrilecek. Kabımızın çapı kadarı bizimle oraya aktarılacak. İman sahiplerinin arşivi karşılarına cennetleri olarak çıkacak-yaratılacak. (İnşaallah onlardan oluruz.) Küfür sahiplerinin arşivleri de cehennemleri sûretinde dikilecek-yaratılacak. (Öylelerinden olmaktan Hüda muhafaza buyursun bizi.) Tamam. Herşeyi bilen Allah'ın elbette böyle bir arşivlemeye muhtaciyeti yok. Zaten kaderde hepsi mahfuzdur. Ancak hikmeti böyle iktiza ediyor ve yapacak.

Dolayısıyla insanın da Allah'ına cenneti-cehennemi hakkında sorabileceği bir hesap, hâşâ, kalmıyor. Zaten yoktu ve hiç olamıyor. Zira, üzerinden yaratılacakların büyüklüğü düşünülünce, arşivcinin arşivciliği de elbette sonuçları gayet ciddi etkiliyor. Düşünsenize: Eğer, Ebu Cehil, Ebu Bekir radyallahu anh gibi bir müslüman olsaydı, kabiliyetlerini İslam yoluna kullansaydı, onunki kadar bir cennetin yaratılışına vesile olacaktı ahirette. Sonsuz şekilde varlığını sağlayacaktı biriktirdiği şahitlikler. Ancak o aksine hizmet etti. Kendisi üzerinden yaratılacak cenneti cehenneme kalbetti. Bu nedenle ebediyete yaptığı bu kem etkinin cezasını da biriktirdiklerinin içinde yaşayarak çekecek. Her neyse... Bu konuya neden girdim? Çünkü buradan bakınca insan da bir çeşit 'bilgi nakil vasıtasına' dönüşüyor. Yani; nasıl ışık gözlerimize, ses kulaklarımıza, koku burnumuza bilgi taşınmasına aracılık ediyorsa; insan da ahirete taşınacak olan bilginin aracılığını ediyor. Bu da kainatın Aleyhissalatuvesselam Efendimizin nurundan yaratıldığını hikmetine, yani Nur-u Muhammediyye sırrına, pek muvafık geliyor. O nasıl?

Açayım: Bizim bilmemiz belki de bütün bilgi nakil şekillerinin piri. Bilgi naklinde öyle bir zirve ki taşıyan da artık ne taşıdığını bilebiliyor. Geliştirebiliyor. Çoğaltıyor. Ebedi ruhuna nakşediliyor. Silinmiyor. Sırrımız öyle harika birşey. Yine mürşidimin tabiriyle, insan, âlemden hususi bir âlem sahibi olabiliyor. Elbette bu bilme şekillerinin zirvesi de Aleyhissalatuvesselamla tezahür edenin ta kendisi. Yani onun nuru hem görüşü hem göstericiliği. Bilgiyi taşımadaki temeli. Faniyatın bakiye nakledilmesi sırrı. İşte, Fahr-i Kainatın tam liyakatle ifa ettiği biliştir ki, evrenin üzerine kurulduğu düzendir. Kainat öyle bir bilgiyi nakletmek içindir. Faniyat vesilesi kılınmıştır. İnsan bu bilginin kablosudur. Arşividir. Mektubudur. Taşınması gereken üzerinden taşınmaktadır. Allahu a'lem. Eh, evet. Sonlarda biraz uçtuğum için, taksiratım varsa, affımı dilerim. Siz de lütfen kardeşinizin tefekkürüne merhametle bakınız.

Saturday, May 11, 2024

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir."
11. Söz'den.

Mürşidim, Ramazan Risalesi'nin 7. Nüktesinde, şöyle bir ifade kullanıyor: "(...) savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir." Bu ifade bir mecliste medar-ı müzakere oldu. Neden? Çünkü 'Samediyete aynalık' mevzuunda hemfikir olamadık. Bir kısmımız metnin öncesini de delil göstererek dediler ki: "Burada kastedilen 'ihtiyaçların azaltılmasıyla' Samediyetin aynası olmaktır." Diğer bir kısmımız da dediler ki: "Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden ayna olmak mümkün değildir. Çünkü insanın ihtiyaçsız bir ânı yoktur. Hatta orucu dahi 'ihtiyaçsızlığı' değildir, aksine, 'fakrın tezyidi'dir. Yani ihtiyaçların arttırılmasıdır. İnsan oruçluyken kendisini Allah'a daha muhtaç hisseder. Niçin? Zira karşılayabileceği ihtiyaçlarını dahi karşılayamamış haldedir. Yani 'bile-isteye fakrını arttırmış' haldedir."

Tabii, tarafların durdukları eşiklerden bakınca, metnin öncesine yaklaşımlar da değişiyor:

"(...) yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir..." denildiğinde tam olarak ne anlaşılmalıdır? Sözü uzattığımdan farketmişsinizdir. Ben de ikincilerin tarafındayım. Ve 'Samediyete aynalık' kavramlaştırmasını 'ihtiyaçları azaltma' ekseninde okumuyorum. Evet. Allah'a 'herşeyin Ona muhtaç olması ama Onun hiçbirşeye muhtaç olmaması' yönünden ayna olabileceğimizi sanmıyorum. Hatta bir parça 'teşebbüh-ü bilvacip' kokusu da alıyorum önceki yaklaşımdan. Ürküyorum. Eşyasının Allah'a ayna olduğu doğrudur da aynılığı mümkün değildir. Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden bir mazhariyetse mahlukatın üstesinden gelemeyeceği bir iştir.

Fakat Samediyete aynalığa, tam tersi şekilde, 'ihtiyaçlarımızı arttırarak' muvaffak olabileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla, 'hayvaniyetten çıkma' tefekkürümde 'ihtiyaçların azalması' değil, 'ihtiyaç şuurunun şiddetlenmesi.' Neden? Çünkü, oruç tuttuğumuzda, karşılanması âdet u ülfet haline getirilerek kanadıkları neredeyse unutulmuş yaralarımızı tekrar hayatlandırıyoruz. Fakirliğimizi kaşıyoruz. Onlara kasten maruz kalıyoruz. Melekleşiyoruz, evet, ama melekleşmek Allah'a daha az ihtiyaç duymak mıdır? Hâşâ. İslam'ın bize öğrettiği melek tasavvuru böyle birşeyi kapsamıyor. Aksine, melekler ihtiyaçlarına duyarlılık bağlamında bizden daha şuurlu varlıklar, tesbih u zikirlerini asla aksatmıyorlar, gaflete düşmüyorlar. Hep uyanıklar yani. Allah'a olan ihtiyaçlarının hep farkındalar.

Bizse düşüyoruz. Hem de biz gaflete daha çok 'otomatik karşıladığımız ihtiyaçlar' üzerinden düşüyoruz. Otomatikleşme, robotlaşma, ihtiyaç şuurunu köreltiyor. Hergün doğan güneş için yeterince şükrediyor muyuz? Fakat bir öyle bir böyle olan şeyler bizi kendileri için şükretmeye sevkediyorlar. Bir esnaf, ihtimallere bağlı hissettiğini kazancı için, daha çok şükretme ihtiyacı hissediyor. Güneşin doğuşu gibi garanti görmüyor çünkü. Sabit maaşla çalışan memur o kadar hissetmiyor. Oruç bu yönüyle ihtiyaçlarımızı ortadan kaldırmıyor. Hayır. Onun yaptığı bu değil kesinlikle. O 'otomatikleşmeyi' ortadan kaldırıyor. Âdetimizi, alışkanlığımızı, ülfetimizi bozuyor. Yaralarımızdan kaçmamayı öğretiyor.

Hergün serbestçe yeyip içtiğimiz için açlık hükmünü üzerimizde icra edemiyor. Varlığımızın parçası olduğunu gereğince hatırlatamıyor. Susuzluk yeterince hissedilemiyor. Onlarla bağlantılığı diğer zaaflar da ortaya çıkamıyorlar. Bu anlamda, pek kusurlu akledişime göre, melekleşmek de ruhlaşmak da 'ihtiyaç azalması'nı ifade etmiyorlar. Ya? 'İhtiyaçlarının daha fazla farkında olmayı' ifade ediyorlar. O da 'fakrın tezyidi' meselesine götürüyor beni. 'Fakrın tezyidi' nedir? Sılasını misafir edelim öncelikle:

"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."

'Sakın yanlış anlama...'dan sonrası aradığımız tılsımı fısıldıyor sanki: "Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir." Demek ki, ihtiyaçların hissedilmesinde korkulacak birşey yok, asıl korku 'teşebbüh-ü bilvacib'in olabileceğini düşlemek. Peki 'teşebbüh-ü bilvacip' ne?

"Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, 'İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-ü bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir' deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler..."

Bakınız burada da Bediüzzaman Hazretleri acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapamayı 'tehlikeli bir alan' olarak işaretliyor. 'Ubudiyet yolunu seddetmekle' itham ediyor. O halde 'Samediyete aynalık'ı böyle anlamak doğru olabilir mi? Ramazan'ın böyle birşey olduğunu söylemek çok isabetli gelmiyor bana. Allahu a'lem. Doğru olan, bunun yerine, mürşidimizin "İnsan üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir..." tefekkürünü hatırlayıp 'Birinci Vecih' hakkında daha fazla düşünmektir:

"Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir..."

İşte, arkadaşlar, Ramazan Risalesi'ndeki 'Samediyete aynalık' meselesi, ancak 'Birinci Vecih' perspektifinden anlaşılabilir bence. Eğer bu perspektif bırakılıp da İkinci Vecih'in bakış açısı kuşanılırsa, bize de Samediyetten bir parça verilmiş gibi düşünülür ki, çok tehlikelidir. İnsan Samediyete bu yönüyle aynalık edemez. Zira Samediyet İkinci Vecih'te misal verilen sair sıfatlara benzememektedir:

"İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, 'Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder' ve hâkezâ..."

İnsan, varlık anlamında, nerede 'Samediyet aynası' olduğunu iddia edebilir ki? Samediyete bu cihetten ayna olmak herhangi bir mevkide 'Allah gibi ihtiyaçsız olmak' ve de 'herşeyin size ihtiyaç duyması' gibi birşeydir. Beşer böyle olamaz ki. İnsan hangi konumda olursa olsun, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır. Arızî olanın Hayy u Kayyum karşısındaki pozisyonu değişmez. Ancak bilinci noktasında değişebilir. Yani, biz, her zaman Allah'a sonsuz derecede muhtacız da, bazen bunu idrakimiz diğer zamanlardan yüksek-eksik olabilir. Ramazan bize böylesi bir zenginlik katar. Farkındalığımızı yükseltir. Fakrımızı tezyid eder. Onunla yüzleştirir. Yoksa Samediyette Allah'a benzetmez, yüzbin hâşâ. (Mutasavvıfların çile, riyazet vs. gibi uygulamalarını da yine bu 'fakrın tezyidi' ekseninde kavrayabiliriz.)

En doğrusunu Allah bilir. Şuraya bağlayarak bitireyim sözü: 'Emanet ayeti' aldığımız yükü haber verdikten sonra hemen 'çok zalim' ve 'çok cahil' olduğumuzun altını çiziyor. Belki de burada aldığı emanetle duracağı yeri şaşıran insana kıymetli bir hatırlatma var. Evet. Üzerimizde İkinci ve Üçüncü Vecihler itibariyle görünen bazı emanetler var. Bazı aynalıklar yapıyoruz. Fakat bu emanetler hiçbir zaman mahlukiyetteki konumumuzu değiştirmeyecek. Kulluğumuzu yerinden oynatmayacak. Zalimliği-cahilliği varlığımızın ayrılmaz bir parçası olarak sırtımızda taşıyacağız hep. Hep eksik kalacağız. Hep yaralı olacağız. Hep arayacağız. Neden? Çünkü emanetçilik sahiplik değildir. Sahiplik ancak yaratıcılıktır. Yaratmayan hakiki sahip sayılamaz. Yoktan varedemeyen yoksunluk çekmekten kurtulamaz. İşte beni 'Samediyete aynalık' meselesinde uzun uzun kelam etmeye iten bu oldu kârilerim. İnşaallah meramımı anlatabilmişimdir. Tevfik ise Allah'tandır. Biz de inayetini, rahmetini, keremini Samediyetinden dileriz.

Saturday, May 4, 2024

Leyla Mevla'nın bahanesidir

"Hem, gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır."


Şefkati biliyoruz da 'rahîm şefkat' nasıl oluyor? 10. Söz'ün, nam-ı diğerle Haşir Risalesi'nin, 2. Hakikat'ini okurken bu soruyu sordum kendime arkadaşım. Şöyle bir mana açıldı kalbime sonra: "Anne sütü misal verildiğine göre dakikatine bir girmek lazım. 'Rahîm şefkat' nasıl oluyor sormak lazım. Örnek ondan olduğuna göre cevap da onda gizlidir..." Biraz araştırınca şu detaylar dikkatimi çekti hemen:

Anne sütü dediğimiz tekdüze birşey değil. Âdeta bebeği sürekli izleyen birşey. Yaşına, durumuna, gelişimine, hastalığına göre mahiyeti şekilleniyor. Aydan aya başka özellikler kazanıyor, değişiyor. Hatta "Sabah sütüyle akşam sütü dahi aynı değil!" diyorlar. Demek 'rahmet'ten içre 'rahîm' ile sıfatlandırılması şu sırrıyla kaim. Bediüzzaman'ın eserlerine aşina olanlar hatırlayacaklardır: Onun sistematiğinde rahmet daha çok 'vahidiyetle' rahîmiyetse 'ehadiyetle' bir anılır.

Vahidiyet nedir, ehadiyet nedir? Rahmaniyet nedir, rahîmiyet nedir? Özetle şöyle ifade edilebilir belki: Vahidiyet büyük resmin bize söylediğidir. Ehadiyet herbir parçasında ayrıca gördüğümüzdür. Vahidiyeti kuşanan, Allah'ı, 'herşeyi yaratan' olarak bulur. Ehadiyete dokunan, Rabbini, 'herbirşeyi yaratan' diye bilir. Çünkü varlık denilen ayna öyle bir tecelligâhtır ki, tamamında görünen, herbir parçasında da görünür. Yansıyan kendisini herbir parçasında özetleyerek yansıtır. Mürşidim, daha kolay kavrayabilmemiz için, güneş temsilini kullanır çok yerde:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey, güneşi bütün sıfâtıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvân-ı seb'a gibi keyfiyatlarının herbirisi dahi umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor. Öyle de, (...) temsilde hata olmasın, ehadiyet ve samediyet-i İlâhiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudatla alâkadar herbir ismi, bütün mevcudatı ihata ediyor. İşte, vâhidiyet içinde ukulü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdesi unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden, Bismillâhirrahmânirrahîm'dir."

Demek, tek cümle görünürken zâhiri, içiçe geçmiş üç daireyle örülüdür besmele. Ve demek, Allah için Rahman neyse, Rahman için de Rahîm odur. Yani vahidiyetten ehadiyete gitmektir. Denizden damlaya varmaktır. Herşeyden herbire inmektir. Evet. Haklısınız. Uluhiyetin geniş dairesinden haber veren bir küçük tecelligâh arıyorsanız rahmete bakmalısınız. Fakat rahmetin geniş dairesini kabiliyetince okutan bir küçük tecelligâh bakınıyorsanız rahîmiyete koşmalısınız.

Çünkü rahîmiyetin dairesinde rahmetin has yansımalarını bulursunuz. Hatta anne sütü gibi bir odağa yöneldiğinizde bebeğin her durumuna göre başka başka kesilen tecellilere rastlarsınız. Öyleyse, elhamdülillah, perde biraz açıldı. "Rahîm şefkat 'şefkatin şiddetlisi'dir!" azıcık göründü. Şiddeti nasıl olur peki arkadaşım şefkatin? Elbette dakikleşmesiyle olur. Dakik şefkat; her anın ayrıca gözetildiğini; her duruma münasip ikramlarda bulunulduğunu; Rahman'ın, herşeyin büyük resminde gösterdiği gibi ilgisini, herbirşeyde de 'rahîm ilgiler'le küçük resimler sergilediğini ilan eder. Yani, şefkatin rahîmleşmesi, aslında inceleşmesidir.

Ah, ne güzel denk geldi, buradan şuraya da uzanmak lazım şimdi: Mürşidim başka bir eserinde yolunu tarif ederken diyor ki: "Acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder."

Hadi soralım: "Fakr neden Rahman ismine isal ediyor da şefkat Rahîm ismine ulaştırıyor?" Mezkûr sırla alakalı olabilir yine cevabı. Yani, şefkatin mahiyetinde varolan dakiklik, Rahmaniyeti vahidiyetten alıp ehadiyet arşında müşahedeye zorluyor olabilir bizi. Ama ondan da önce: "İnsanın fakrını kavraması, yani ihtiyaç yaralarıyla yaralı olduğunu anlaması, neden hemen Rahîmiyet düzeyine çıkarmıyor da Rahmaniyet'te tutuyor?" Bu soruyla da yüzleşmek gerekmez mi?

Buna da yanıtım şöyle bir zeminde yeşerdi: Fakr insanın öncelikle kendisine dikkatidir. Yani kendisinin 'ihtiyaçları karşılanması gereken bir varlık olduğunu' kavramasıdır. Böyle bir bilişte detaylara kadar inmek gerekmez. İcmalîsi de gayet mümkündür. İcmalî bir bilişteyse Rahîmiyet kendisini gösteremez. Rahîmiyeti bilmek daha detaylara düşkün bir ilgiyle mümkün olur. Ve insan bu detaylı ilgiyi ancak şefkatiyle başarabilir. Evet. Bir anne çocuğuna şefkat ettiğinde onun detayları, o detaylardaki ihtiyaçları, o ihtiyaçların gerekleri daha bir görünür olur. 

Öyleyse artık şöyle desem kabahat olmaz: "Fakr insanın kendine dikkatiyse şefkat ötekine dikkatidir. Ve bazen ötekimiz bizi kendimizden daha çok açar." Yahut da son cümleyi şöyle düzeltmeli: "Fettah u Fâtır Rabbimiz bazen bizi kendimizle değil ötekimizle açar." Demek gayra dikkatte de ayrıca bir nimetiyet var. Sadece kendini bilmekle terakkiyat olmuyor. İnsan kendisini bile başkasıyla öğreniyor. Kabiliyetleri ötekisi bahanesiyle açılıyor. Ya seviyor açılıyor, ya şefkat ediyor açılıyor. Nihayetinde Leyla, Mevla'nın Kays'ı Mecnun'a dönüştürme bahanesidir. Belki şefkatin şe'nini öğrenmekle de Rahîmiyet tâlim ediliyor bize. Allahu a'lem. Evet. En doğrusunu Alîm olan Allah bilir. Tefekkürüm ancak küçücük kabıma sığandır. Taksiratımın affınıysa yine Rahman u Rahîm'den dilerim. Âmin.

Saturday, April 20, 2024

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

 

"Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. 'Hâkim benim' der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak..." İktisat Risalesi'nden.

Kur'an bizi "Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?" diye uyarıyor. Biraz da bu ihtardan dolayı 'zühd' tasavvufun özü olmuştur. Yani, hâl erbabı, iddialarının altına önce hayatlarıyla girmişlerdir. Çileler-riyazetler hep bunun içindir. Sûfî, âfâkta girişeceği davaların altına, enfüsünde bedel ödeyerek imza atar. İmzası bizzat yaşantısıdır. Vazgeçmişliğidir. Geri duruşudur. Takvasıdır. Hatta, âvâma helal olanları dahi, kendisi için haram bilmesidir bazı. Hadisin buyurduğu gibi 'şüpheli şeylerden kaçınmak'ta ziyade çaba göstermesidir. Belki, İmam-ı Âzâm rahimehullah misali, 'Ya faiz olursa?' endişesiyle borçlusunun gölgeliğinden kaçınmasıdır. Halbuki mezhebinde faizin böyle bir türü yoktur. Allah dostları elbette bilirler ki, fıkh-ı zâhirden başka bir de fıkh-ı bâtın vardır ve fıkh-ı bâtın ziyade hassasiyet kaldırır.

Bediüzzaman Hazretleri, İktisat Risalesi'nde, o büyüklerden pek ulu birisinin, Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin bir menkıbesini anlatıyor:

"Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: 'Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!' Hazret-i Gavs tavuğa demiş: 'Kum biiznillâh!' O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: 'Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.'"

Mürşidimse bu menkıbeden aldığı dersi bize şöyle özetliyor:

"İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir."

Ben, Bahadır Yenişehirlioğlu Bey'in kolundaki Rolex'e, siyasetçiliğinden ziyade, sûfîliğinden dolayı bir parça iliştim. TRT'de Mesnevî'den Hikâyeler anlattığını biliyordum. Tasavvufla ilgili paylaşımlarını da görmüştüm. "Herhalde bu güzel meslekle bir irtibatı var..." diye düşündüm. Maşaallah. Allah hayırlı yolundan ayırmasın. Âmin. Öyle olduğu için, elbette, yaptıkları siyasetçiliği kadar sûfîliğiyle de tartılır.

Davası olan, her tavrında bir kere değil, bin kere dikkat etse yeridir. Zira "Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?" tehdidinin dairesine girmek tehlikesi vardır. Zühdsüz tasavvuf olmaz. Zühdsüz halktan da olunmaz. Çünkü halk fakirdir. Bu İslam ümmeti imamlarını 'içinde' ister. Dolayısıyla kolunda Rolex'le böyle iddialara girilmez. Fıkh-ı zâhir açısından tertemiz almış olabilirsiniz o saati, birşey demem, fakat sûfînin mesul olduğu sadece 'zâhir' değildir. Bir de fıkh-ı bâtın var ki, onda, helal parayla aldığınız dahi size helal olmayabilir. Sınamanın da şöyle kolay bir yolu vardır: Rolex'inizi kolunuzdan çıkarıp çekiçle kırarsınız. Yaşananı kör nefsinize tokat sayarsınız. 'Sevdiklerinizden Allah rızası için vazgeçmek' çerçevesinde imtihan görürsünüz. Sonra da "Kum biiznillah!" dersiniz. Tekrar toparlanıp çalışırsa, aşkolsun, hiçbir zararı dokunmaz size. Helaldir. Lezzeti şükür için isteyenlerdensinizdir çünkü. Fakat, toparlanmıyorsa, dahası gönlünüz kolunuzdan çıkarmaya kıyamıyorsa, 'Eyvah!' demenin zamanıdır.

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...