Monday, February 2, 2015

Bizi aldatan bizi kurtarır...

"Bizi aldatan bizi kurtarır..." diyor Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'da. Katılmamak elde değil. Benim de nicedir düşündüğüm birşeydir 'kandırılmanın' kanmak isteğiyle olan ilgisi. Biz bu fiili iki şekilde kullanıyoruz. Birincisi 'suya kanmak'ta olduğu gibi: Çok ihtiyaç duyduğumuz ve büyük ihtimal vuslat için çok da bekletildiğimiz birşeye ulaşmanın sonucu olarak; hem bedenimizin hem ruhumuzun onu elde ediş, ona sahip oluştaki şiddetini vurgulamak için seçtiğimiz bir kullanım bu.

"Suyu kana kana içtim..." Normal bir içmek değil bu. Ona olan ihtiyacınızın, 'olmasa da olur' seviyesinden 'olmazsa olmaz' noktasına geldiğini ifade ediyor. "Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur." Yahut da şunun gibi: "Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır." Demek cezbe, cazibe, değil hüsnüne bir iltifat; belki hüsne olan ihtiyacın tezahürüdür. Âşık olurken de veren el değilsin yine. Alan elsin. Hakkın naz değil niyaz.

"Ve hem 'Niçin duam kabul olmadı?' diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder."

İkincisi; daha meşhur olanı, bir yalana gerçekmiş gibi inanmak anlamına gelen kanmak. "Güzel gözlerine, şirin sözlerine kandım..." derken kullandığımız şekli bu. Fakat bu kanış, daha çok kandırılmayı içerse de (yani nisbet anlamında fail, nefsini temize çıkarmak adına, fiili kendisine değil cümlenin nesnesine yüklemeyi sevse de) aslında her kandırılma bir kanıştır. İnsan ancak inanmak istediği yalanlarla kandırılabilir. Bir yönüyle düşmek istediğimiz tuzakların mağduruyuz. Tıpkı Virginia Woolf'un altını çizdiği gibi; "Bizi aldatan bizi kurtarır..." çünkü. Peki, aldatan neyden kurtarır?

Sabırlı okuyucum, seni alıp Bediüzzaman'ın İkinci Lem'a isimli eserine götüreceğim. Orada 'günah psikolojisine' dair çok manidar analizlerde bulunuyor çünkü, Hz. Eyyub efendimin kıssasından hareketle. Diyor ki mesela: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." Ve devam ediyor: "O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor." Peki bu ısırma, bu yolculuk nasıl yaşanıyor dersen, cevabı da şu üç örnekte gizli:

"Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır."

Yani demem o ki; kurtulmak istiyorsun birşeylerden. Kurtulmak istiyorsun vicdanından, aklından, korkundan veya kendinden... Her aldatıcı, yani kandırıcı sendeki bu 'kanmak' arzusundan besleniyor.

Burada kanmayı iki türlü de anlayabilirsin. Canın o kadar çok meleklerin yokluğunu, cehennemin inkarını ve Allah'ın adem-i vücudunu istiyor ki; suya âşık olduğun gibi âşık oluyorsun bu ihtimale. Suya kanmak istediğin kadar ona da kanmak istiyorsun. Ve bu kanmak arzunu şeytan koklar koklamaz, vehmî emareler taşıyor.

"Dalâlet vehmidir..." diyor Bediüzzaman yine Sözler'de. Vehim ne demek? Olmadığı halde olmuş, oluyor, olacak gibi kabul ettiğin şeydir vehim. Tahayyül dairesinde bir vücuttur. Gerçek bir vücut değildir. Ama sen kurtulmak istiyorsun, hem o kadar istiyorsun ki, seni aldatan bile seni kurtarıyor. Şeytana kanıyorsun, günaha kanıyorsun, şüpheye kanıyorsun, fakat en nihayet kanmak istediklerine kanıyorsun.

"O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder."

En nihayet demem o ki: Canını yaksa da doğrudan kaçmamalısın. Yalanla kurtulmaya bakmamalısın. Gerçeğin peşin acılığı, yalanın 'ertelenmiş sancısından' yeğdir. Buraya kadar yolu beğendinse, iki şeyi daha bu yoldan yürüyerek tefekkür etmeni önereceğim sana. Birincisi, Tevbe sûresi 37. ayeti: "Ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir..." diye başlıyor. İkincisi, bir hadisi şerif, o da şöyle der: "Ertelemek şeytandandır." Bitirirken yalnız birşeye dikkatini çekeyim: Takva belki de bedeli ertelememektir.

Friday, January 23, 2015

Yükünü gemiye bırak

Öfkenin, hafızayla bir bağlantısı var galiba. Ne kadar öfkeli insan tanıyorsam, aynı zamanda hafızaları kuvvetli. Garip birşey bu. Gerçi yaşlanınca da insanların (hafızanın rağmına) aksileştiğini söylerler, ama bu bahsettiğim ondan farklı. Normal şartlarda, bir insan, ne kadar geçmişiyle birlikte yaşıyorsa, o kadar gergin oluyor. Mazisini arkada bırakamayanların geleceğe mirası, hiç geçmeyen bir agresiflik. Onlar, bir değişmez halet gibi, hep öfke taşıyorlar omuzlarında.

Sanıyorum bu biraz da kafalarında hep yaşayan kavgalar olduğundan. Onları geride bırakmadıkları için, gelecek yıllar, kalplerindeki kavga sayısını arttırmaktan başka işe yaramıyor. Bu şekilde nasıl mutlu olunabilir? Neşe, o kadar kalıcı değil çünkü. Zeval-i lezzetin de elemi var. Sen o elemin üstüne bir de zeval-i elemin lezzetinden de vazgeçiyorsun, iki kere kötü oluyor. Son bulmuş elemlerden, kötü olaylardan bile neşe almak yerine öfke devşiriyorsun. Şimdi sen nasıl mutlu olursun? Senin mutsuzluğun kendini mahkûm ettiğin bir hapistir.

Belki de bu yüzden tarih bilgisi iyi olan insanlar daha gergin. Onlarla konuşmak, başkalarıyla konuşmaktan daha zor. Benim seçici algımdan da olabilir bu: Açık oturumlarda en çok tarihçiler tartışıyorlarmış gibi geliyor. Yahut en azından tarih bilgisi iyi insanların çok kavga edesi var. Kafalarında kapatılmamış çok sayıda dosya olduğundan mı? Belki de.

En nihayet, unutmak da bir nimet. Geride bırakmak da bir nimet. Bu nimetin hakkını vermezseniz, Allah onu elinizden alır. Hiçbir şeyi unutamayan, geride bırakamayan, ama mutlu da olamayan tipler olursunuz.

"Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musibet zamanında nisyan ona râcihtir. nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur."

Bunun bir kötü yanı daha var üstelik: Maziyi değiştiremezsiniz. Geleceğe dönük öfkelerin iradeye rol biçen bir yönü de var. Bir umut ışığı hep asılı ufukta. Ama geçmişle edilen kavgaların çaresi yok. Yenileceğin yerlerde savaşıyor, kıramayacağın duvarları yumrukluyorsun. Sabrını geçmişe saçıp dağıtıyorsun. İşte sen böyle böyle kendini mutsuzluğa mahkûm edersin. Kimsenin sana kötülük etmesine ihtiyacın kalmaz. Keşke biraz akıllansan da yükünü gemiye bıraksan.

"Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: 'Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.' O dedi: 'Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.' Yine ona denildi: 'Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek..."

Birşeyleri de arkanda bırakmalısın, hepsini birden kalbinde taşıyamazsın.

Thursday, January 22, 2015

Bana herşey mucize...

Bu, bana çok olan birşey olduğu için hakkında yazacağım. En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor. (Üretim, çok kapitalist kaçsa da, durum bu.) Ama aksine yoğun zamanlar, o yoğunluğun şiddetinden kafamın karıştığı zamanlar ve onlar arasında bulduğum bir boşluk, bir dinleniş, bir yazarken dinleniş... İki sıkıntının arası bir cennet.

En güzel yazılarımın bana bağışlandığı odacıklar oluyor bu boşluklar. Yazmak işinin insanın iradesiyle ve rahatıyla doğru orantılı olmadığını, en azından iradenin ve rahatın 'iyi yazının' garantisi olmadığını buradan anlıyorum. Yaptığınız iş maddeden manaya yaklaştıkça vesileler de ağır yaralar alıyor. Sanat arttıkça nesnede, Allah'ın uluhiyetinin azameti daha çok çekiyor ellerinizden eseri. Daha yüksek sesle "Bu benim!" diyor.

Nübüvvetlerini tasdik için peygamberlerin ellerinden zuhur eden harikalara 'mucize' denmesi, ümmetin onları bu isimle anması boşuna değil. "Bunu ben yapmadım. Bunu ben yapamam. Ben bunu yapmaktan acizim. Bu bir mucizedir..." dediğiniz şey mucizedir ancak. Farkındalığınızla doğru orantılıdır varlığı. Yapmadığınızın, yapamayacağınızın, yapmaktan aciz olduklarınızın farkına vardıkça sayısı artar.

Abdurreşid Şahin abinin çok dikkat çektiği birşeydir: Allah'a tevhid ile iman etmek, Allah'a kelime-i tevhid ile iman etmek, aslında yaratılan herşeyin mucize olduğunu kabul etmektir.[1]

Tanımlarımızı kontrol edelim. Mümin için yalnız 'sıradışı olan' değildir mucize, mucize herşeydir, herşey mucizedir. Mucizedir, çünkü siz ve benzerleriniz, benzerini yapmaktan acizsiniz. Kelime-i tevhid de zaten bunu görenin/şahid olanın şahitliğinin ilanıdır. "Allah'tan başka ilah yoktur!" aynı zamanda şunun itirafıdır yani: "Ol'uşların en küçüğüne bile gücümüz yetmez. Allah'ım, senin 'ol'ların, benzerlerini yapmakta bizi aciz bırakır. Tek 'ol' sahibi sensin."

Bediüzzaman'ın, mesleğinin dört esası olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkürde; acz'in başa, tefekkürün sona gelmesi bu açıdan bakınca ne kadar anlamlı. Kainata acizliğini görmek kastıyla bakanların yapabileceği şeydir tefekkür. Ve tefekkür, aczini arttırmıyorsa; yani zaten sende varolan acizliği ve zaten kainatta varolan mucizeleri görmeni sağlamıyorsa, ona tefekkür denilmez. Aczle kuşanmamış bir tefekkür ancak gafleti kalınlaştırır, çünkü sıradanlaştırıcıdır.

"Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; 'İşte bu ağaç bundan çıkmış' diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!"

Nereden başladık, nereye geldik? Aslında bana dair birşeyden bahsedecektim size. Ki biraz dokundum. Aynı şeye Virginia Woolf, Deniz Feneri romanında şöyle dokunuyor: "(...) ilhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun için birşey şekilleniyordu. Sonsuza kadar geçip giden ve akıp duran bu bitmeyen akış ve geçiş bir anda sabitleniyordu."

Ben buna benzer birşeye Bediüzzaman'ın da dokunduğunu düşünüyorum. Tam da şurada işte: "(...) ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilave edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur'âniye olmazsa nedir?"

Evet, Allah'ı inayeti sebepler perdesi imkansızı işaret ettikçe daha da coşkulu bir şekilde tezahür ediyor. Çünkü zahirde nazara çarpan o kaos, o karmaşa, aslında desenin de daha muhteşemleştiğinin/muhteşemleşeceğinin işareti. Bir kilimi düşünün yahut da dokunan başka herhangi birşeyi. Renk sayısı, ip sayısı, ilmek sayısı, malzemedeki ve ayrıntıdaki fark sayısı arttıkça; zahiren herşey karmaşıklaştıkça yani, desenin en girift ve harika yerlerine yaklaştığınızı da hissediyorsunuz.

Şöyle bitmiş haline geriden bakınca da aynelyakin görüyorsunuz: İşlerin en sarpa sardığı yer, kilimin en güzel yeri, en manidar nakışı. Ama siz o nakışı yaparken herşey karmaşık geliyordu, çünkü nazarınız bir manzara-yı âlâ'yı kuşatmıyordu. Allah'ın ezelî bilişinde herşeyin bir anlamı var. Ama sen yaşarken bütüne vakıf olmadığından bazen parçanı anlamlandırmakta zorlanırsın. Depresyon da parçanın bu yaşadıklarıdır belki.

"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz'ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz'üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami', en bedi', en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san'atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen destgâhı ve menâzır-ı sermediyenin sür'atle değişen taklitgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur."

İnsanın karmaşıklığı, insanın sanatı. Arzın karmaşıklığı, arzın sanatı. Her ne ki karmaşık geliyor sana, aslında orada büyük işler dönüyor. O kadar girift bir hal alıyor ki, onun intizamı; sen onu adem-i intizam şeklinde görüyorsun. Şiddet-i zuhurundan görünmez oluyor.

"Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."

'İntizamsızlık içinde kemal-i intizam.' Bu ne demek biliyor musun? Kainat da bunun üzerine yaratılmış demek. İnsan da bunun üzerine yaratılmış demek. Şiddet-i zuhurundan çözemediğin bazı intizamsızlıklar var ki, kemal-i intizamın, harikanın ta kendisi! Ve başta da söylediğim gibi: En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor.

Şimdi şu hadise de birazcık yaklaşabildin mi: "İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer salâbet-i diniyesi varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır." Kim, ne kadar üretecekse; o kadar musibet, o kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar nakış.



[1] Bu içerikte bir dersini dinlemek için: http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-30-bolum-gercekten-mucize-var-mi-339.html

Wednesday, January 21, 2015

Allah 'şahidi kılarak' eğitir

"Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." (Enfal sûresi, 42)

İnsan şahitlikten kaçamaz arkadaşım. Kurtulamaz. Başını çevirmekle baht değişmez. Fıtratı bunun üzerine kuruludur çünkü. Gözü görmek, kulağı duymak, kalbi aldırmak, merakı ilgilenmek, hafızası hatırlamak üzerine kurguludur. Günahı da bir şahitliğidir tevbesi de. Takvası da bir şahitliğidir tereddüdü de. Sevmesi de bir şahitliğidir küsmesi de. Yani, kötüye 'kötü' demesi de bir şahitliğidir, iyiye 'iyi' demesi de. Böylece iyinin ‘iyiliğine’ şahit olursun, kötünün ‘kötülüğüne.’ İyinin iyiliğinden öğrenirsin, kötünün kötülüğünden. Aynen. Evet. Şuna da dikkat et: Kelime-i şahadet, birşeyin sonuna gelme değil, 'yoluna talip olma' gibi bu yönüyle. Bir nazara teslim olma. Bir niyete teslim olma. Yolun ikileştiği yerde tarafını seçme. Bir tür bidayet yani. Şahitlikten önce edilen doğruluk yemini.

Rububiyet şahitlikle de ilgiliymiş gibi geliyor şimdilerde. Yani Cenab-ı Hakkın terbiye etme metodlarından birisi de şahit kılma. Sürecinin şahidi kılma. Hatalarının şahidi kılma. Tevbesinin şahidi kılma. Kötünün şahidi kılma. İyinin şahidi kılma. Seçimlerin şahidi kılma. Sonuçların şahidi kılma. Öyle ya. Sultan-ı Ezel tarafından zaten sonucu bilinen bu imtihanda neden varız? Neden bu süreci bizzat yaşıyoruz? Neden imtihan ediliyoruz? el-Alîm olan Allah, zaten bildiği halde tüm olacakları, neden olduruyor yine de? İşte böylesi sorular ancak şahitliğin hayatımıza kattıklarıyla cevaplandırılabilir. İlk öğrenilmesi gereken de şudur: Şahit olma da bir bilme çeşididir. Hem de bilmelerin en kuvvetlisidir. Hakkalyakîndir.

İlk kez İsmail Mutlu'nun Düşünce Okulu'nda dikkatimi çektiği birşeydi: Bediüzzaman varlığı sadece ‘delil’ olarak anmıyor. ‘Delil’ ve ‘şahit’ olarak anıyor. Yaptığına da delalet (işaret ediş) ve şahadet (şahit oluş) diyor. İşaratü'l-İ'caz'a kadar gittiğinizdeyse Bakara 4’ün tefsiri sadedinde şunlara dokunuyorsunuz: "Bu cümlenin makabline atfı medlulün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: 'Ey insanlar, Kur'an'a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sabıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur'an onların sıdkına delil ve şahittir.'"

Bu tam da İsmail kardeşin dikkat çektiği gibi varlığı ‘statik’ değil de ‘dinamik’ düşünmek demek aslında. Yani sadece bir belge, bir tabela, bir uyarı işareti gibi ‘okunması gereken’ değil. Kendisi de anlatan konumuyla sahnede varlık. Farkı ne peki bu söylediklerimin? Açayım: Birincisinde iradenin sarfı ile sonuca ulaşmak ancak mümkünken; ikincisinde sadece müsait olmakla da, yani hakikate açık olmakla da, hakikatin bilgisine ulaşabilirsin. Yeter ki hidayetin hasmı olma. Hac sûresindeki ifadeyle kalbini kör etme. Gözün kör değil zaten. Sen yeter ki Allah'a küsme. Kalbin karşı koymadıktan sonra gözlerini dolduracaktır bu nur.

Belge kendisinden ibarettir. Olduğu kadardır. Değişmez. Şahitlik öyle değildir. Konuşuldukça konuşan, sordukça açılan, şahitliği de artan birşeydir şahit. Hakkın ortaya çıkmasına da taraftır üstelik. Marifetinin dibi yoktur bu yönüyle. Hem duygusal bir yanı da vardır bilişinin. 'Yaşamak' ve 'okumak' arasındaki fark bu. Balı tatmak bizi bala dair okumalardan daha ziyade bilir kılıyor.

Varlık hidayete taraftır. Yönünü doğrular. Süreci beraber yaşadığınız diğer şahitlerden bilgi alarak yolculuğunuza devam ediyorsunuz. Kelime-i şahadet de bunu söylüyor: "Allah'ım, işte, ben de kendi şahitlik sürecimi başlatıyorum. 'Olduğuna' ve 'olmadığına' şahit olarak yaşayacağım bundan sonra. Senden başka ilah 'olmadığına' ve Muhammed aleyhissalatuvesselamın kulun ve resulün 'olduğuna' şahit olarak yaşayacağım." İşte bu makamda diyor ki mürşidim:

"Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. (...) Eğer kat-ı intisabdan ibâret olan küfür insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer; okunmaz."

Demek kâfir dediğimiz 'örtücü' de aslında bu kainatın bir belgesi. Okuyan ve okutan değil o, sadece okunan. Örttüğü sadece kendi şahitliği. Gözünü kapamakla gündüzü kendine gece yapan cinsten. Bir belge olarak, delil olarak, işaret olarak onu okumaya devam ediyoruz. (Ebu Cehil bile Allah'ın varlığına bir delildir.) O da dalaletiyle yokemediği delaletine devam ediyor. Evet. Allah'a inanmamak Allah'a delil olmaya engel değildir. (Firavun Allah'ı inkâr etmekle Kur'an'da delil olarak istimal edilmekten kaçabildi mi?) Fakat, Allah'a inanmamak, Allah'ın rububiyetinin şahidi olmaya engeldir. Kâfir ancak şahitliğini örter. Delilliğini örtemez. Şahit gibi dinamik bir yaşam seviyesinden, belge gibi statik bir yaşam seviyesine geriler.

Şunu da hatırında sıkı tut arkadaşım: İnsan Esmaü’l-Hüsna ayinesidir ve ayna olmaya ebeden devam edecektir. Bu vazife, ama fıtrî vazife, üzerinden asla kalkmayacaktır. Mü’min için cennette, kafir için cehennemde, daha müstekar bir ayinedarlık vazifesi devam edecektir. Bu ayinedarlık aynı zamanda fıtrî, yani canın da istediği olduğu için, cennet lezzetleri olarak resmedilmiş mü’mine. Kâfir ise bu dünyada şahitlik etmedi, öteki tarafta birikmiş şahitlik borçlarını ödeyecek. Mü’min, iman nuruyla yaktı, nurlandırdı âlemini. Kâfir bugün tutuşturamadığını cehennemde pişmanlık ateşiyle tutuşturacak. Hadiste buyuruluyor: "Pişmanlık tevbedir." Bu dünyada etmediğine öteki tarafta kesin tevbe edeceksin. Ve bu dünyada kötü demediğine öteki dünyada kesinlikle kötü diyeceksin. İşin şahitlik kısmı mutlaka tamamlanacak. Yanlış işaretlenen şıkların doğrusu orada tanınacak. Fakat, ne yazık, bu yana yakıla şahitlik o zaman ferah vermeyecek.

Risalelerde deniliyor ki: "Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler."

Demek yaşamak böyle birşey arkadaşım: Cennetteki daha nitelikli kulluk için bu dünyada bir staj. Bir şahitlik sürecinden geçmek. Dili ballanmakla ve yanmakla acıyı-tatlıyı tam bilen insan doğrunun-yanlışın kesin bilgisine kavuşuyor yaşamakla. Taklidden tahkike koşuyor. Allah'a birşey öğretmek için yaşıyor değil, hâşâ, o zaten biliyor. Herşeyi biliyor. Asıl biz öğreniyoruz: Kötü neymiş? İyi neye denirmiş? Kötü nasıl kötüymüş? İyi neden iyiymiş? İblise kapılmak bir öğretiyor. Allah'a sığınmak bir öğretiyor. İblise kapılmanın sonuçları yakıcılıklarıyla Allah’ın haklılığını bir başka şekilde ders veriyor. Allah’a sığınmanın lezzeti Rabb-i Rahîm’in haklılığını bir başka yöntemle anlatmış oluyor. Evet. Stajın tabiatı imtihandır. Asıl görevse orası. Yani şahid kılınarak cennete-cehenneme yetiştiriliyoruz. Şimdi, ey satırlarıma katlanan arkadaşım, şu hadise de bu pencereden bir bakar mısın: "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder, yerinize günah işleyip peşinden tevbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe 9)

Tuesday, January 20, 2015

Aşk da mahvediciydi

Bazen öyle ortada kalıyor insan. İçinde bir yazma isteği oluyor, ama hakkında yazacak birşey bulamıyor. Hakkında yazılacak şeyler, eğer bizzat sizin bir yaranıza tekabül etmiyorsa, yani onu deşmek sizde tuhaf bir tatmin yaratmıyorsa (hem can acısı, hem iyileştirici tatmin) o zaman yazmanın da, okumanın da bir anlamı yokmuş gibi.

Dışınızdaki dünyada büyük büyük şeyler yaşanıyor olabilir. Koca koca adamlar her gün onlardan bahsediyor olabilir. Ama sizde bunu anlamlı ve kıymetli kılacak şey yaralarınızdır. Eğer karadeliğin dolmasına benzer bir içhuzuru yaşatmıyorsa, daha çok şey hakkında daha çok şey yazmanın da bir anlamı yok. İnsan başkaları için, başkaları 'hoş bulacak' diye yaşamaz ki. Başkalarının beğenisiyle yaşanan bir tatmin, çabuk terkeden bir tatmindir. Başkası hep 'başkasıdır' çünkü. Gidicidir. Aşk bile olsa, öyledir. Tıpkı ömrü boyunca okurlarının beğenisiyle ayakta durmaya çalışmış Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway'de dediği gibi:

"Aşk da mahvediciydi. Güzel olan, doğru olan ne varsa gidiyordu." (...) "Hiçbir şey yeterince yavaş değildi. Hiçbir şeyin ömrü yeterince uzun değildi." Yahut Pazartesi ya da Salı'da dediği gibi: "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu."

Lezzet-i ruhaniye dediğimiz şey ise, tıpkı ruhun kendisi gibi, daha kalıcı bir mutluluk. Zeval-i lezzeti elem olmayan türden. Eylemsel değil, doğrusal bir lezzet. Doğru şeyi yapmış olmanın mutluluğu, kalabalığın desteğini almış olmanın veya kalabalıkla yapmış olmanın 'mış gibi' mutluluğu değil. Allah'ın rızası da salt bir beğeni değildir bu yönüyle. Daha derin birşeydir. Yaratılmışlığın yaralarının tedavisiyle ilgilidir.

"Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

İkisi genelde karıştırılır. Kalabalığın desteği doğru şeyi yapmak anlamına gelmez her zaman. Ama doğru şeyi yapmak bugün veya yarın kalabalığın sizin yanınızda olacağını garanti eder. Bugün olmayabilir bu, dediğim gibi. Yakın bir yarında da gerçekleşmeyebilir.

Nice peygamber gelmiştir ki, ümmetleri olmamıştır. Davalarında bir yanlış olduğundan veya bir üslûp hatasından mıdır bu, haşa? Hayır, kalabalıkların eylemden öte doğruyu farketmesi zaman aldığından. Bugün Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamı destekleyen herkes aslında onları da desteklemiş oluyor. Peygamberler insanlığı klanlara, aşiretlere, kavimlere bölmek için gönderilmediler. Aynı zamanda gönderilen peygamberler vardır (Hz. İbrahim ve Hz. Lut gibi) ama birbirleriyle savaşan peygamberler yoktur. Allah'ın varlıkta muradı hiçbir zaman bölmek, parçalamak, savaştırmak olmadı. O bir bütünlüğün/tevhidin kalıbında yarattı mahlukatı. Mahlukat bu tefrikayı kendi sınırlılığından icad etti.

"Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız."

İnsan önce yaratılıyor sonra da farkları ve düşmanlıkları yaratılıyor değil. İnsanın yaratılışındaki sınırdır ki, varlığı kendinden ötede ve farklı algılamaya mahkum. Elinde iki seçenek var: Ya o farklılığı bir bilgi kaynağı kılıp tevhide bir kapı açacak. Yeni bir marifet devşirecek ondan. Yahut da öteki olanı 'kendinin olmamakla' veya 'kendinden olmamakla' yaftalayıp ondan kaçacak. Her ne ile karşılaşsanız yeni, tepkiniz iki şekilde olur: Ya merak ile ona yönelirsiniz, ya korku ile ondan çekinirsiniz. Birisi kuvve-i akliyeye bakar, ötekisi kuvve-i gadabiyeye.

Birşeyler yazmaya niyetlenmek, içinde bunun arzusunu da duymak, birşeyleri tanıma isteği... Kolayca tanıma isteği... Tanınma isteği... Allah ırkımızı böyle kabile kabile, renk renk kıldığı gibi kelimelerimizi de, dillerimizi de, düşüncelerimizi de birbirinden ayırmış. O dillerin içinde de manaları birbirinden ayrı parçalar olarak bırakmış zihinlerimize. Allah bizden o kelimeleri ayrı ayrı bırakmamızı istemiyor, o kelimelerden düşmanlık üretmemizi de.

O kelimeler vasıtasıyla ve yine birleştirerek kolayca tanımamızı diliyor birbirimizi. (Yazıyla da olur bu. Yazmak birleştiricidir.) Yalnız birbirimizi mi? Kendimizi de. Fakat nereden başlayacağız düşünmeye? Düşünmenin en zor yanı, eşiği, ilk adımıdır. Nasıl başlayacağına karar veremeyenlerin vazgeçtikleriyle doludur çöpsepetleri. İşte bu noktada da vahiy devreye giriyor. Allah bize nereden başlayacağımızı öğretiyor bir nevi. Her bir ayet bir yıldız. Bir pusula. Bir merkez. Bediüzzaman ayet ve yıldız, Kur'an ve sema arasında benzerlik ilgisi çok kurar.

"Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir."

Benim fikrim sönüktü. Kalbime yazmak isteği koymuş idin ama ne hakkında yazacağıma karar veremezdim. Düşünmek istiyordum, ama neyi/ne kadar düşüneceğime karar veremezdim. Ne zaman ki, Kur'an'ın yüzü bana açıldı, o zaman konuşmaya değer şeyler olduğunu anladım. Yola çıkacak, ilk adımı atacak altıbinden fazla cümlem var artık. Eş'arîce bir bakış bu söylediğim. Allah'ın kendisini de 'kolayca tanımamızı' murad ettiğini kastediyor. Çünkü eğer Maturidîce bir nazarla aklımıza bırakılsaydık, İbn Tufeyl'in Hayy b. Yakzan'ı gibi pek azımız Allah'ı bulabilirdik. Pekçoğumuz, o kalabalık içinde kaybolacaktık.

Monday, January 19, 2015

Hepimiz neden Ermeniyiz?

"Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur." Maide sûresi, 32'den...

"Hürriyet budur ki; kanun-u adaletten başka kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın." Münazarat'tan...

Fakat anlamıyorsun, neden isyanlardayım? Seni de ikindi vakti vurursa birileri. Seni de sırf milletin için, sırf ırkın için, sırf yazdıkların için, sırf farklı konuştuğun için mahkûm ederlerse ölüme. Senin de ardından boynu bükük bakarsa evlatların. Senin de eşin, eşiğin ağlarsa arkandan, her yıldönümünde, ölüm gününün. O zaman senin arkandan da; “Haketti şu Türk!” derse birileri. O zaman insafsızlaşırsa dünya sana, tıpkı bugün olduğu gibi. O zaman da adalet yerini bulmaz, kan kurumaz, akıllar yatışmazsa. İnan bana, imanım olsun, hem imanın olsun; o gün ben senin arkandan da yas tutacağım. Tıpkı bugün Hrant’ın arkasından olduğu gibi.

Mevzu bir millet değil, mevzu bir ideoloji değil, mevzu bir dil değil, mevzu üç beş gen, farklı bir ten, bir koku, bir renk değil. Mevzu bir mucize-i hilkat, bir insan, bir hayat. Öyle ikindi vakti, öyle nedensiz kıyılan bir can! “Neden böyle şeyler yazıyorsun?” diye soruyorsun. Sormamalısın! Ben Türkiyem, ben ülkem, ben İstanbul, ben Sivas, ben Anadolu, ben dünya bu kadar kolay can alınan bir yer olmasın diye uğraşıyorum. Hem bu kadar kolay, nedensiz ve pisipisine ölünen bir mezarlık olmasın. Yalnız kendim için de istemiyorum. Yalnız Ermeniler için de istemiyorum. Yalnız Kürtler için, yalnız Türkler için, yalnız Lazlar için, yalnız Çerkezler için de istemiyorum. Hepimiz için, hepimizin çocukları için, hatta o silahı tutan ellerin çocukları için de istiyorum. Türkiye bu kadar kolay, bu kadar rahat, bu kadar hissiz, bu kadar övgüyle adam öldürülen ve bununla ayrıca da kuytu köşelerde iftihar edilen bir yer olmasın. Yalnız buna dua ediyorum. Yalnız buna çabalıyorum.

Şimdi sen soruyorsun; “Üzerinize neden öyle şeyler yazdınız? Hepimiz Ermeniyiz falan?” Arkadaşım, bizi değiştiren üç beş gen olsa da; üç beş harflik yazıyla bir millet değişmez. Fakat o küçümsediğin üç beş harf sayesinde belki bir milletin bahtı değişir. Bir kafa değişir, bir arıza değişir, bir zihniyet değişir, bir yanlış değişir, bir mevsim değişir.

Sana daha nasıl anlatayım hislerimi? Ben bugün, tıpkı halifeliğinin ilk gününde minbere çıkmış Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibiyim. Ve aynı cümleyle haykırıyorum yüzlere: “Benim yanımda, hakkını alıncaya kadar, en zayıfınız, en kuvvetlinizdir! Ve benim yanımda, üzerindeki hakkı teslim edinceye kadar, en güçlünüz, en zelilinizdir!” Ben işte bu haykırıştan cesaret alıyorum o cümleyi söylerken, yazarken, telaffuz ederken. Bugün tıpkı onun gibiyim. Bu yüzden cesaretliyim. “Evet” diyorum. “Evet, Hrant’ın hakkı alınıncaya kadar, en güçlümüz odur, onun ruhudur ve adalet sağlanıncaya kadar hepimiz Ermeniyiz.”



Not: 2012'de yazdığım bir yazı. Birkaç küçük dokunuşta bulundum sadece. Bence bu blogda olması gereken bir yazıydı.

Sunday, January 18, 2015

O şey 'yalnız' değildir

“Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır.” Mesnevî-i Nuriye’den.

Hikayenin farklı versiyonları var. Bendeki versiyonu Picasso’lu. Picasso restoranda takılırken kadının birisi yaklaşmış ve bin rica resmini yapmasını istemiş. Sürrealist abimiz de akımının verdiği rahatlıkla yanıbaşındaki bir peçeteye yalan-dolan karalamış. (Benzetemese de sürrealistliğine verilir ne de olsa.) Kadın borcunun ne kadar olduğunu sormuş. Oy, oy, oy. Sormaz olaymış. Duyduğu rakamla başından kaynar sular dökülmüş. Fakat koskoca Picasso da duvar boyacısı fiyatına emek satacak değil a! Şânına münasip birşey deyivermiştir elbette. Kadıncağız hayretle damağını şaklatmış: “Beş dakika için fazla bir rakam değil mi?” Yaşlı kurt piyasanın raconuna hâkim bir tavırla cevaplamış: “Altmış yıl artı beş dakika.”

Bir Picasso değilim amma benzer bir hatıra da bende var. Çilingirlik yapan Mustafa isminde bir arkadaşımla işe gitmiştik. “Senin ne işin vardı?” derseniz ‘can sıkıntısından’ diye yanıtlayayım. Marmara depreminin üzerinden fazla zaman geçmemişti o vakitler. Bu nedenle insanlar her küçük sarsıntıda anahtara eyvallah etmeden kendilerini sokağa atıyorlardı. Çilingirler için altın bir çağdı. Kâşifler için Amerika’nın keşfi gibiydi. Fakat bu hikâyede ilginç olan işin parasal kısmı değil. Mustafa için çekili kapıyı açmak saniyeler süren bir işti. Ama bu kapıya dakikalarını harcamıştı. Dönerken nedenini sordum. Dedi ki: “Kolay açınca para vermek istemiyorlar.”

‘Kıymetli’ olanın ‘zor’ zorun ise ‘vakit alıcı’ olduğuna dair bir önyargı var insanda. Bu aslında beşerî sınırlılıklarımızdan beslenen birşey. Herkes bir diğerinin ustalığının biganesi. Doktor çabuk teşhiste bulununca, çilingir çabuk kapıyı açınca, ressam çabuk çizince yaptığının o kadar da kıymetli olmadığını düşünüyoruz. Berberinizi ele alalım. İnanın bana. Kafanızda geçirdiği sürenin büyük kısmı oyalanmadan ibarettir. Aslında saçınızı istediğiniz şekle yarısı kadar bir sürede getirebilir. Ama böyle yaparsa yaptığı işin gözünüzde kıymetli olmayacağını düşünüyor. Çünkü siz, yani müşteriler, ‘zaman alanın kıymetli olduğu’ konusunda hemfikirsiniz. Fiili, kudret ve zaman eksenli düşünüyorsunuz. Failin ustalığını (ilme bakan yanını) hesaba katmıyorsunuz. Halbuki ustalık fiile harcanan süreyi de zahmeti de azaltan birşeydir. İş bilindikçe emek azalır.

Bediüzzaman, Yasin sûresinde geçen “Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir...” ayetini tefsir ederken de bu ustalık bilgisinin işleri nasıl kolaylaştırdığına dikkat çeker:

“Nasıl ki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sür’at ve mahareti ifade için denilir ki, ‘O iş ve san’at ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor.’ Öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten ‘Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir...’ ferman eder.”

Fakat burada bir ayrıma daha ihtiyacımız var. İnsanın ustalığı ile Allah’ın ustalığı elbette aynı değildir. Allah’ı anlamak için hangi teşbihi kullansak onun karşılığını tasavvur ederken ‘subhaniyeti’ hatırlamak zorundayız. Evet. Onun ustalığı insanî kusurlardan ve insanın ustalaşmak için muhtaç olduğu şeylerden münezzehtir. Bence ‘subhaniyetin’ bir yönü de Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu ifadede saklı:

“Vâcibü’l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.”

Bu kafamdaki şeyin birinci tarafı. Şimdi ikinci tarafını konuşalım. Başta Picasso “Altmış yıl artı beş dakika...” dedi değil mi? Mustafa da ‘müşteri psikolojisi’ne uygun hareket etmeyip kapıyı hemen açsa ona belki şöyle denilecekti: “Yalnız birkaç saniye için (o zamanın parasıyla) yedi milyon mu?” Mustafa’nın da bu itiraza şöyle cevap verebilme hakkı vardı: “İki yıl artı birkaç saniye...” O yıllarda sanıyorum çıraklığında bu kadar zamanı doldurmuştu. Fakat burada insan psikolojisine dair bir refleksi de yakalıyorum ben: “Daha az bedel ödemek için bedel ödenmesi gereken şeyi basitleştirme.”

İnsan bunu çok yapıyor. Aile içi meselelerden tutun iş hayatına, kulluktan tutun siyasete kadar her alanda bunun yansımaları var. Ne zaman ki birşeye ödeyeceği bedeli fazla buluyor, o zaman o şeyi basitleştirmeye gayret ediyor. Bunu bir kaçış yolu olarak görüyor. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında bahsettiği ‘bilimsel açıklamaların vicdanî itirazları gideren gücü’ bu noktada devreye giriyor. Ve baaam! Rahatlamaya başlıyorsunuz.

Sözgelimi: Eşinizin çok önemsediği bir olayı unuttunuz. Yıldönümünü falan mesela. Erkeğin bu konudaki tavrı genelde nasıl olur? “Amaan, yıldönümü işte, takvime göre bir döngü, neden bu kadar önemli olsun?” Fakat kadının yargısı genelde daha bütüncüldür. O, bu unutuşun, aslında daha alttan gelen bir ‘önemsememe’ halinin tezahürü olduğunu düşünür. Dolayısıyla siz fiili bütünden kopuk bir parça olarak basitleştirirken, kadın, o fiili bir bütünün parçası olarak algılamaya meyyaldir.

Bence kadınlarda, bu yönüyle, bütüne bakma temayülü daha fazla. Hatta ne zamanki erkek bir hata yapıyor, kadınlar genelde geçmişte meydana gelen benzerî hataların tamamını listelemeye başlıyorlar. Hepsini birden hatırlıyor ve hatırlatıyorlar. Çünkü o fiil onların dünyasında ‘yalnız bir fiil’ değil. Bir bütünün parçası. “Altmış yıl artı beş dakika...” gibi birşey. Hem size birşey diyeyim mi: Bardağı taşıran son damlalar da genelde daha evvel özrü dilenmiş yanlışların üzerine düşen son damlalardır. Özür dilemek asla hata bardağını boşaltmaz. Son damlaya kadar zaman kazandırır o kadar.

Siyasi olaylar da böyle. Fiili basitleştirmek gerekiyordu ki vicdanı rahatlatacak bir açıklaması olsun. 2009 yapımı The Box filmini izleyenler hatırlayacaklar. Orada da karakterler suçluluk duygusuna direnebilmek içi birbirlerini şöyle diyorlardı: “Bizim yaptığımız sadece düğmeye basmak.” Muhtemelen Japonya’ya atom bombasını atan Paul Warfield Tibbets da yaptığının sadece ‘düğmeye basmak’ olduğunu düşünüyordu. O sadece ‘emir kulu’ydu. Kulun emre direnmeyişi sebebiyle çoğunluğu sivil 140.000 kişi öldü.

Bütün bunlar, beni, Bediüzzaman’ın “Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir...” diyerek başladığı 32. Söz’e götürdü. Bu vekil, rab ve malik olmak istediği şeylere yaklaşırken şöyle cümleler kullanıyordu: “Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz... Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun... Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım... Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar... Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın...”

Aslında o metin de insanın yanlışını içinde meşrulaştırmak için sığındığı şeylerden birisinin ‘basitleştirme’ olduğunu gösteriyor. Bunu da parçayı bütünden bağımsız/kopuk göstermekle yapıyor. Parça, bütünden koparıldığında, insana daha kuşatılabilir görünüyor. Halbuki Kur’an’ın şirke karşı bizim dikkatimizi çektiği şey bütünlüğün harikalığı. Mesela Rum sûresindeki şu ayette: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.” Bediüzzaman, bu ayeti tefsir ettiği 33. Söz’ün 28. Penceresi’nde bütünlüğün harikalığına şöyle dokunur:

“Bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar, zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münasebettardırlar ki, bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakikî rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir.”

Yani arkadaşlar, yalnız başına yaratılmış bir elma yok. Yalnız başına yaratılmış bir Ahmed yok. Yalnız başına yaratılmış bir atom yok. Yalnız başına yaratılmış bir hücre yok. Bütün bunlar, anlamak için basitleştirdiklerimizin/böldüklerimizin tamamı, aslında ‘kainat artı o şey.’ Elma ‘kainat artı’ elma. Ahmed ‘kainat artı’ Ahmed. Bu yüzden karşılığında fiyat istendiğinde yan çizmenin bir anlamı yok. Kainatı Allahsız açıklamayadığımız gibi ibadetsiz de açıklayamayız.

Picasso, altmış sene ömrünü vermeseydi sanatına, o resmi beş dakikada yapamazdı. Mustafa, iki sene çıraklık etmeseydi, birkaç saniyede o kapıyı açamazdı. Ve Allah, zamanlara yayılmış kainatları yaratmasaydı, sen sırf pazardan almakla veya dalından koparmakla o elmayı yiyemezdin. Hiçbir fiil yalnız değildir. Her fiil bir sistemle varolur. Bir sistemin devamlılığına/imkanlarına bağlı olarak varolur. Ve bu yüzden Allah Kıyame sûresinde sorar: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” Çünkü, yaratılışa dair herşey, herşey artı o şeydir. Yani o şey yalnız değildir. Ücretini vermek zorundasın.

“Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.”

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...