13 Haziran 2013 Perşembe

Gazalî'den Bediüzzaman'a ene ve kuvveler...

Metin Karabaşoğlu abiyle bir grup talebe her pazartesi yaptığımız Ene Risalesi okumalarında enteresan şeyler keşfediyoruz. Bunların bir kısmı oraya gelirken yanımızda oluyor. Bir kısmını ders sırasında farkediyoruz. Bu açılımlar, bana, Risale-i Nur’u ideal okuma şeklini de öğretiyorlar. Şahs-ı manevinin eline verilmiş bu emaneti, ancak farklı fıtratlardan mürekkep bir şahs-ı manevi anlayabiliyor. Kişilerin, bireysel okumalarla istifadesi ise, her zaman mukayyet. Zaman cemaat zamanı, ama belki de böyle bir cemaat zamanı. Hakikati birbirleriyle yardımlaşarak bulmaya çalışanların zamanı. Yoksa lider kültünün altında ezilen iradesizlerin zamanı değil.

Bu okumalar esnasında elbette herkes kendi dünyasını getiriyor oraya. O sırada elimizde olan, gözümüze çarpan başka metinler var. Ve bazen o kafamızda takılı olan metin, Ene Risalesi’ni okurken bir karşılık buluyor. Kâinat, aynı katibin kaleminden çıkma olduğuna göre (ki buna imanımız var) oradan çıkan bilgide de bir paralellik, bir uyum var. Bazen alakasız gibi duran birşey, bir başkasının kapısı oluyor. Hiç böyle düşünmeden okuduğunuz bir kitap, bir diğerinin kalbinize nüzulüne sebep oluyor. Tevafuk, ara sıra karşılaşılan bir sıradışılık değil. Kaderin kafiyesi. Yalnız şu da var ki: Biz bu kafiyeyi bazı bazı farkediyoruz.

İşte bu tevafuklardan birisini de ben İmam Gazalî’nin Tevbe Risalesi’ni (Etkileşim Yayınları) okurken yaşadım. O kitap elimdeyken karşılaştığım satırlar, diğer taraftan Ene Risalesi’ne yönelik mesaimiz, ikisi arasındaki tevafukları okumamı sağladı. Ki bunlardan en hoşuma gideni de kuvveler bahsine dairdir.

Bediüzzaman’ın insanın içdünyasını anlatırken en çok kullandığı terimlerdendir bu kuvveler. Çoğunuz bilirsiniz isimlerini: Kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvet, üç farklı estetik algısı, üç farklı temayül şekillendirir insanın his dünyasını. Özellikle Ene Risalesi’nde Bediüzzaman kuvveler bahsine büyük vurgu yapar insanı okurken. İnsanlık tarihinin tamamına onların ekseninden yaklaşır.

Fakat klasik metinleri taramaktan uzak kalışımızdan mıdır bilinmez, pek bilmeyiz bu kuvvelerin literatürdeki yerini. Yani onları ilk Bediüzzaman mı bulmuştur? Yoksa daha evvel başka âlimler de bu kuvvelerden bahsetmiş midir? Yine mesela Ene, Bediüzzaman’ın keşfi midir? Yoksa Ondan önce de Ene’ye benzer/yakın tarifler yapılmış mıdır? Pek kurcalamayız bunları. Halbuki gelenekle irtibatlı okumalar, Bediüzzaman’ın, nasıl bir özden beslendiğini ortaya koymak açısından çok anlamlıdır.

İşte Tevbe Risalesi’ni okurken İmam Gazalî’nin o leziz metinleri içinde bu kuvvelerin ve hatta enenin tariflerine rastladım ben de. O zaman Bediüzzaman’ın bu tarifleri yaparken nasıl kaynaklardan beslendiğini daha iyi anladım. Zikrettiğim eserin ikinci bölümünde Gazalî şöyle bir yere getiriyor tevbe meselesini: “Günaha sevk eden sıfatlar dört gruptur: Rububiyet sıfatı, şeytanî sıfat, hayvanî sıfat, yırtıcı sıfat.”

Metnin ilerleyen kısmında bu sıfatların tariflerini de yapan İmam Gazalî, adeta, kuvveleri kendi cümleleriyle anlatıyor oralarda. Ve ilave olarak ilk zikrettiği Rububiyet sıfatını da şöyle tarif ediyor: “Bu sıfatların etkisindeki insan adeta ‘Ben sizin en büyük rabbinizim’ demek ister. Bütün büyük günahlar bu sıfattan çıkıp dal budak salar.”

Durun bir saniye. Bu son cümleyi ben bir yerden hatırlıyorum. Evet, Bediüzzaman da eneyi anlatırken yakın bir ifade kullanır: “Evet, ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.” Fakat bir farkla: Gazalî malum sıfatın sadece şer yönünü nazara verirken, Bediüzzaman hayır ve şer yönünü beraber nazara verir.

Metnin devamında yapılan tanımlarda ise yırtıcı sıfat kuvve-i gadabiyeye, hayvanî sıfat kuvve-i şeheviyeye, şeytanî sıfat ise kuvve-i akliyeye çok yakın tariflerle izah edilir. Yalnız bunlarda da yine İmam Gazalî meselenin sadece şer boyutuna bakar. Bediüzzaman ise hayır ve şer ekseninin ikisine birden bakarak kuvvelerin izahlarında bulunur. Ama aynı kaynaktan su içtikleri o kadar bellidir ki.

Dahası da var: Biz bu dersi yaparken Metin abi; “İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında...” ila ahir devam eden kısımda Bediüzzaman’ın önce kuvve-i şeheviyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi ve daha sonra kuvve-i akliyeyi zikretmesinden hareketle dedi ki: “Bu aslında küfrün hareket şeklini de gösteriyor bizlere. Çünkü daha evvelinde kuvvelerin hayra yönelik istimalini anlatırken (‘küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn...’ ila ahir devam eden kısım) önce kuvve-i akliyeyi, sonra kuvve-i gadabiyeyi, sonra kuvve-i şeheviyeyi zikrediyordu. Demek ki, imanın hareket tarzı akıl kuvvesinden şehvet kuvvesine doğru. Küfrün hareket tarzı ise önce şehveti elde edip oradan aklın küfrüne kadar yol bulma şeklinde...” Bunun üzerine konuştuk bir miktar. İkinci Lem’a’da geçen “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var” cümlesi hatırımıza geldi.

Ders bitti. Daha sonra ben Tevbe Risalesi’ndeki metne bir de bu gözle bir baktım. İmam Gazalî’nin cümleleri, Metin abinin Ene Risalesi’nden yaptığı çıkarımı doğrular nitelikteydi: “Bu sıfatlar insan fıtratında tedrici olarak gelişir. Önce hayvanî sıfatlar baskın gelir. Ve yırtıcı sıfatlar onu takip eder. Sonra ikisi birlikte aklı aldatma, hile ve kandırma gibi şeytanî sıfatlar için kullanmaya başlarlar. Ardından rububiyet sıfatı galip gelir. Övünme, izzet, yücelik, büyük sayılma beklentisiyle bütün yaratılmışları istila etmek ister.”

Küfrün hareket tarzını konuşmayı başka vakte erteleyelim. Bu yazıdan muradım aralarında asırlar bulunan iki ses arasındaki ahengi göstermekti. Bunun böyle olduğunu zaten düşünsek de izlerini görmekle insan daha bir mutlu oluyor. Bu yazı da biraz garip kalmakla birlikte, bu kadar...

8 Haziran 2013 Cumartesi

Bir terapi yöntemi olarak dua

Birkaç yazıdır ‘fakr’ ve ‘hayatı fakr boyutunda yaşamak’ üzerine konuşuyoruz. Bu yazıda isterseniz (Bunu öylesine söyledim. Ben istedikten sonra kaçarınız yok) konumuzun biraz dışına çıkalım ve dua üzerine konuşalım. Peşinen söyleyeyim: Bu dışına çıkmaktan kastım ‘biraz’ olacak, zira dua da fakr’ın çok ötesinde bir olay değil.

İhtiyaçlarını ‘farkeden’ insanların, Allah’tan onları talep etmesi ile ilgili birşey dua. Ama yalnız böyle anlatıldığında veya ihtiyaç/farketme boyutuna eksik vurgu yapıldığında—en iyi ihtimalle—nafile kıvamında bir talep görüyor ne yazık ki. Nafile, kullanımındaki kırılmaları da hatırlarsak, yapılması şart olmadığı halde ‘fazladan’ yaptığımız şeyler demek. (Bazense cümlelerimizdeki anlamı ‘boşyere’ kelimesine yakın.) Halbuki dua öyle mi?

Burada hemen 23. Söz’de dua hakkında geçen şu ifadeyi hatırlayalım: “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: ‘Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.’”

Ben bu ifadeyi, duanın fıtrat ile ilişkisini ortaya koyması açısından çok önemsiyorum. İntihar ve öfke de dahil pekçok nefsî ve psikolojik arızanın ‘anlaşılmadığını düşünmeye’ dayandığı bir düzlemde, duanın sadece ‘arzuladıklarımızı Cenab-ı Hak’tan istemekten’ ibaret olmadığını farketmek önemli. Dua, aslında bizim yaratılıştan gelen yalnızlığımızı ve anlaşılamadığımız duygusunu alıyor. O yalnızlığın getireceği yükten ve çektirebileceği elemden bizi kurtarıyor.

Tevbe Risalesi (Etkileşim Yayınları) isimli eserinde peygamberlerin başındaki en büyük imtihanın ‘anlaşılmamak’ olduğunu belirten İmam Gazalî, çokça yanlış yorumladığımız bir hadisin de nasıl yorumlanması gerektiğini şöyle öğretiyor:

“Bu mana bir hadiste şöyle anlatılır: ‘Belalarla önce peygamberler yüzleşir, sonra derece derece onlara yakın olanlara gelir.’ Belayı sadece Eyyub’un (a.s.) belası sanma! O imtihan bedene aittir. O bela sadece onun bedenine inmiştir. Belanın büyüğü Nuh aleyhisselama inmiştir. O öyle bir toplulukla imtihan edildi ki onun Allah’a daveti onların ancak kaçışını arttırıyordu.”

Burada, Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın bizi taşıdıkları noktadan hareketle artık diyebiliriz ki: Peygamberlerin hayatlarının her anını bu kadar dua ile doldurmaları sadece dua edilmesinin ibadet olmasından dolayı değil. Yahut ibadet, bizim anladığımız gibi sevap kazanmadan ibaret değil. Belki de peygamberler, ümmetleri arasında yaşadıkları yalnızlığı dua etmekle gideriyorlar. Ondan kazanacakları sevap değil yalnız hedeflerindeki. Bir açlığı gideriyorlar.

Tabii olayı yalnız ‘yalnızlığa’ indirgersem bu da benim hatam. Duanın daha bizde yaptığı çok iş var. Mesela bunlardan bir tanesini de yine Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın (Allah ikisinden de razı olsun) rehberliğinde gıybet ve dua arasındaki ilişkide hissediyorum. 22. Mektup’taki gıybet bahsinde, pişman olunduktan sonra, gıybet edilene dua edilmesini tavsiye eden Bediüzzaman (bu dua da özünü Suyutî’de geçen bir hadisten alıyor) acaba bunu sadece ahiretteki hesap sırasında helalleşilebilmesi için mi öneriyor?

Ben bu noktada, İmam Gazalî’nin, yine Tevbe Risalesi’nde geçen şu cümlelerini okumamız gerektiği kanısındayım: “Herşeyin bir sebebi vardır. Bir şeyin sebeplerini terk etmek ve zıddıyla meşgul olmak, gidiş yolunu tersine çevirmek demektir. Tevbeden murat da budur.”

İşte burada geçen ‘zıddıyla meşgul olmak’ ifadesi, yukarıdaki gıybet bahsiyle birlikte okuyunca, bana, “Bir günah terapi metodu olarak duayı kullanabilir miyiz?” sorusunu sorduruyor. Zira yine kardeşlikle ilgili bir bahiste bir kalpte iki zıt duygunun aynı anda bulunamayacağını belirten Bediüzzaman’ın bu dua vurgusunu, iki zıttın çarpıştırılması olarak anlamak aklıma geliyor.

Örneğin; gıybetini etmekten bir türlü kurtulamadığınız ve bunun dilinizde bir alışkanlık haline geldiği bir insan hakkında dua etmeniz, kalbinizde iki zıt hissin çarpışmasını sağlayabilir: Sevgi ve nefret... Sıkıntıda olan başka bir kavme dua etmeniz yine birbirine zıt iki duyguyu boğuşturabilir: Kardeşlik ve asabiyet...

Bu iki duygu arasındaki kapışma, birisinin diğerini zayıflatmasıyla sürüp gidiyor. Ve belki de gıybeti edilen bir şahsa hemen arkasından yapılan dua da böylesi bir tedaviyi arkasından getiriyor: “Kötülüğünü istedin, iyiliğini de iste...”

Bence bu yönüyle duanın psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılabilmesini sağlayacak önemli bir yönü var. Zaten alışkanlık haline gelmiş günahlar da nefsî veya psikolojik rahatsızlıklarımızın getirisi. Böyle kurtulamadığımız günahlardan dua vesilesiyle—zıt hisleri tokuşturma anlamında faydalanarak—kurtulmamız, en azından hissi tabanının üzerine yürümemiz iyi bir yöntem. Bu terapi tarzına hepimizin ihtiyacı var. Ki işte hayata fakr penceresinden bakmanın bir getirisi de budur: Tedaviye talip olma...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...