Kardeş Payı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kardeş Payı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2015 Salı

Neşeyle yozlaştırmak suçtur!

“O (Allah) Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar, kâfirlerle beraber oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” (Nisa sûresi, 140)

Eskiler çok güleni de güldüreni de sevmezlerdi. ‘Cıvık’ (Sivas’ta o ‘k’ hırıltılı bir ‘h’ye yakın söylenir) lakabının hakkında fısıldanması kaçınılmazdı. (Ben de hakkımda söylendiğini işitmişimdir.) Sonraları bu meseleye dair hadis-i şeriflerin de varolduğunu öğrendim. Canımın çok yandığını anımsıyorum. Zira yapı olarak hem gülmeyi hem de güldürmeyi seven birisiyim. Halimi tarif etmek için şöyle bir bilgi vereyim: Çocukları vazgeçirmek için ‘kızgın yüz’ yapmam istendiğinde (çaresiz anneler genelde en yakındaki ‘amca’dan talep ederler bunu) beceremiyorum. Yine gülesim geliyor.

Annem de bu durumun erkekler için bir zaaf oluşturduğunu düşünürdü. Fakat kırkımın kenarındayım artık. Denizim karar buluyor. Sessizlik neşeyi bastırıyor. Kahkahalar tebessüm kadarcık kalıyor. Çocuklarını oyalamamı-eğlendirmemi isteyen komşular da yok. Yaşlanmak eskisi kadar sık gülmemek ve güldürememek mi? Sanırım bir tarafı da öyle.

Büyümek biraz da geniş açılardan bakmaktır dünyaya. Evet. Artık hem Aleyhissalatuvesselamın hem de eskilerin sözlerini daha farklı bir düzlemde kavrıyorum. Güldürmenin potansiyel tehlikelerine dokunabiliyorum çünkü. Mizah ile yapılanın, daha doğrusu yanlış ellerdeki mizah ile yapılanın, kem sonuçlarını görebiliyorum. İstikametsiz mizah her türden kudsiyete yapılmış bir saldırıdır.

Gülünen şey eğer iyilikse mahzunlaşıyor. Yitiriliyor. Çekingenleşiyor. Çünkü utanılıyor artık ondan. Salt Charlie Hebdo, Leman veya Gırgır ile ilgili değil bu sözlerim. Herşeyin bu ellerde ciddiyetini yitirmesiyle ilgili. Bir de işin şu tarafı var: Güldürmek bir meşrulaştırma aracı da aynı zamanda. Gülünen şey eğer kötülükse masumlaşıyor. Sadece aldırılmaz olmakla kalmıyor, seviliyor da.

Mesela Kardeş Payı dizisinde yapılan (hatırımda kaldığıyla) o espri: Hilmi’ye eski karısı; “Sabahtan beri bana asılıyor musun sen?” diye sorduğunda Hilmi’nin verdiği cevap: “Patronunum ben senin. En doğal hakkım. Türkiye’nin bütün dizilerinde ve Yeşilçam’da bize böyle öğrettiler.” Bunun şakası bile tuhaf geliyor bana. Geçilmemesi gereken bir çizgi geçilmiş gibi. Bir kötülüğe gülünmüş gibi. İyiliğe gülersen/alay edersen azalır. Kötülüğe gülersen/alay edersen artar. Nisâ sûresinde demiyor mu: “Yoksa siz de onlar gibi olursunuz...”

Demek onlar gibi olmanın sınırı ‘onların güldüğüne gülmek’tir.

Yaptığı şeyin meşruiyeti üzerinden herşeyi bu güzel amaca(!)malzeme kılabileceğini düşünüyor komedyen. Sinizmin insanı deforme etmesi. Argo tabiriyle ‘yalama’ yapması. Sınırlarını belirsizleştirmesi. İsimleri fıkra malzemesi olmuş tarihî şahsiyetlerin kaçı ciddiye alınıyor artık? Kaç gülünesi iyilik bugün de yapılıyor? Yedi Kocalı Hürmüz’den beri kime böylesi birşey ‘iğrenç’ gelir?

Ahirzamanda cennet sûretinde cehennem ve cehennem sûretinde cennetler olacağından bahsedilir hadis-i şeriflerde. Galiba mizah da işte bu ilizyonun araçlarından birisini oluşturuyor. Tabii sadece mizah değil bunu yapan. Ama mizah bunlar içinde en arkayı dolaşanı, en sessizce iş yapanı, en dost yüzlü görüleni. Zira, modern zamanlarda en çok açlık hissettiğimiz şey, neşe. Gaflet neşesiz çekilmez.

Şimdi emeği geçenlere sorsan elbette işyeri tacizlerini hoş görmediklerini ve kınadıklarını beyan ederler. Samimiyetlerine inanıyorum da. Fakat işyeri tacizini gülünecek hale getirmekle ‘duyarlılıkları uyuşturmak’ bir vebal değil mi?

Neyi alaya alıyorsunuz en iyi niyetlerle? Bir sorunun tatlıya bağlanması için onu alaya alırsınız mesela. Yani küçültmeye çalışırsınız: “Ne var ki canım eşek demekte? Sen de bana eşek de. Hatta bak sesini çıkarıyorum: Aaaiii!” Yahut da içinizdeki yaraları kapatmak için kullanırsınız onu. Derdinizi alaya alırsınız. Alay edilince dertler de küçülür. Musibetin yüzüne gülünce o da sanki tebessüm eder.

Böylesi şaklabanlıklar tepkiyi azaltmak içindir. Peki, Tecavüzcü Coşkun üzeriden tecavüzü, Nuri Alço üzerinden gazoza ilaç atıp ırza geçmeyi ‘gülünesi’ kılan komedyenlerimiz, böyle şeylerden eskisi kadar nefret edilmemesinden de mesuliyet duyacaklar mıdır? En nihayet mürşidimin roman ve tiyatro üzerinden modern (m)edeniyete yaptığı eleştiriye varıyorum:

“Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: ‘Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.’ Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez.”

İşte modern medeniyetle ilgili her sanat kolunun ikirciği bu: Bir kemliği hem özendiriyor, masumlaştırıyor, karşıtlığını törpülüyor; hem de zahiren “Yapma!” diyor. Hatta “Yapma!” deyişte öyle de öne koşuyor ki, sanıyorsunuz suçlu yalnız sizsiniz, onlar ismet sahibidirler. Hatta melektirler. İnternette, ünlülerin güzel reflekslerle çektikleri sosyal sorumluluk videolarına bakın, bir de bir şekilde pay sahibi oldukları sanat ürünlerini düşünün. Bediüzzaman’ın burada neyi kastettiğini daha iyi anlayacaksınız. Ve şunu da anlayacaksınız: Birşeye karşı olmak yalnıza “Ben karşıyım!” demekten ibaret değildir. Tutarlı olanı fiilen tekzibdir. Ciddiye almakla başlar, buğzetmekle yaşar, tedbirli davranmakla kendini ifade eder.

Yani ki arkadaşım: Samimiyetimiz ciddiyetimiz kadardır. Ve alay edemediklerimiz kadar ciddiyiz. İslamî metinlerde kötülenen bunun karşıtıdır. Neşeli olmak suç değildir. Neşeyle yozlaştırmak suçtur.

15 Mart 2015 Pazar

Sövmeyi normalleştirmek

“İşte bir bahçeye rastgeldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, ‘Herşeyin iyisine bak!’ kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.” Sekizinci Söz’den.

Bir vakitler, televizyon programlarında konu ‘sinemada cinselliğe’ gelirse, konuşan kişi özür diler gibi şöyle derdi: “Elbette cinselliğin hayatın parçası olduğunu kabul ediyorum.” Böyle sahnelerde oynamamışlar kendilerini ‘affettirebilmek’ için aynı cümleyi kullanırken, başarıyla(!) canlandırmışlar da üzerinden meşruiyet çıkarırlardı: “Cinsellik hayatımızın bir parçası.” Ve siz de ekranınızın karşısında şöyle düşünürdünüz: “Üreme sisteminin faaliyetlerini ‘hayatının bir parçası’ olarak teşhir etmeyi mantıklı görenler, umarım bir gün boşaltım sistemiyle ilgili de benzer noktaya gelmezler...” Umarım gelmezler. Umarım!

Şimdilerde iş biraz daha cinsellikten uzaklaşarak (herhalde cinsellik istedikleri kadar normalleşti artık) küfür meselesine yaklaştı. (Az ilerisinde de LGBT sapıklıkları yeralıyor.) Hayvan isimleri içeren argoların bile sansürlendiği Kemal Sunal filmlerinden, bugün, sin-kaflı küfürlerin havada uçtuğu sinema ve televizyon yapımlarına ulaştık. (Sanatta ne büyük yükseliş! AB’ye alınmayışımıza haksızlık denmez de ne denir artık?) Karşısındakinin yedi ceddine dümdüz giden esas oğlan/kızlarımız setten çıktıktan sonra mikrofon uzatıldığında; “Aaa, niye etmeyecekmişiz canım? Hayatın parçası bunlar. Sokaktaki insan da ediyor!” diyebiliyorlar. Şu sözleri işitince insan ister istemez mürşidimin ettiği nasihati de hatırlıyor:

“Hem deme: ‘Ben de herkes gibiyim.’ Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”

‘Sokakların meşrulaştırıcılığı’ üzerine yürüyen bir sanat. Hatta bir hayat. Bir sosyoloji. Bir toplum mühendisliği. ‘Herkes gibi olmak’la ‘doğrusunu yapmayı’ ayıramayan bir terakki yanılgısı. İdealini ‘sokak’ olarak görüyor. Bunu kesinlikle sorgulatmıyor. Ne hayret ki eskiden sokaktan ziyade ev sahib-i kemaldi. Hatta sokak ehli olanlara iyi gözle bakılmazdı. ‘Sokak serserisi, sokaklarda sürtüyor, sabah-akşam sokaktasın...’ vb. terkipleri hatırlayalım. Bunların hepsi sokak hayatını tenkid içeren tabirlerdi. ‘Amaçsızlığa’ veya ‘eğitimsizliğe’ yahut ‘tembelliğe’ veyahut da ‘günahkârlığa’ gönderme yaparlardı.

Hadi, dindarlığımızın kanı acıdır, adına konuşmamız sanat camiasının hoşuna gitmez. Onu şimdilik bir kenara bırakalım. Şöyle soralım: Sokağın idealleştirilmesi sanat için ne kadar doğru? Yahut da şu suali tevcih edelim önce: Sokak aslında kimden oluşuyor? Küfür edenlerin de olduğu doğru. Ama yalnız onlardan mı ibaret? Sokakta bir de bu küfürlerden hoşnutsuz bir grup var. Evet. Öyle. Küfürlere şahit olduğum kadar, otobüslerde veya insanların toplu bulunduğu yerlerde, küfürbaz insanları uyaranlara da rastlıyorum. Fakat bu sanatın gözü nasıl birşeyse ikinciler asla batmıyor.

Bu kötülüğe seçici-geçirgen algının geldiği noktada dizilerin bile iki versiyonu olmaya başladı. Bir versiyonda küfürler, RTÜK abiyi susturacak kadar, sansürlenirken diğer versiyonda bütün küfürler korunuyor. Bir de şöyle bir acayiplik var: Küfürler öyle bir kıvama geldi ki sokağın öğreteceği birşey kalmadı. Hatta hayretten damakları şaklıyor gençlerin. Lahana yaprağı gibi günışığı görmemiş yeni küfürler öğrenebilirler ancak. Ne de olsa bu çamurlukları çalışanlar senarist. Daha profesyonelce/sanatlı sövüyorlar birbirlerine. İrticalen değil düşüne düşüne küfür ediliyor onlarda.

Otuzlu yaşlarımda olmama rağmen (ve küfür edilen ortamlarda da bulunmuşluğuma rağmen) ben bile ünlülerin ulaştığı başarıyı(!) hayretle izliyorum. Askerde ‘komutanın ettiği küfürü üzerine değil üniformaya alınmak’ diye bir tabir vardı. Küfürü daha ‘katlanılır’ kılmak için kullanıyordu erler bunu. (Psikolojik bir savunma tekniği.) Onlara göre küfür edilen kendileri değil üniformaydı. Acaba bu ünlüler de küfürleri üzerlerine değil de oynadıkları karakterlere alınarak mı rahatlıyor? Nasıl aşabiliyorlar?

Bütün bunlar bizi şu sorgulamaya götürmek zorunda: ‘Kötülük’ ondan utanılacak ve mümkün mertebe teberri edilecek birşey mi? Yoksa gerçeğin ta kendisi muamelesi görüp nümayişle duyurulacak birşey mi? Sinema/dizi sektörünün geldiği durumda ‘tedavi etmek’ yerine ‘yarayla övünmeyi’ tercih ettiği ortada. Fakat anlamıyorum. Böyle bir sanat bizi nasıl bir zirveye taşıyacak? Bir genç, kendi ebeveyninin yanında başka birisinin anasına-babasına sövdüğünde veya en nihayet kendi anasına-babasına sövdüğünde, zirveye ulaşacak mıyız? En iyi küfür dalında bir Oscar’ımız olacak mı mesela? Böyle bir bataklığın peşinde miyiz yoksa?

İster istemez mürşidimin şu sözlerini hatırlıyorum: “Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.”

‘Sövmeyi normalleştirmek’ nasıl bir kemal içeriyor cidden merak ediyorum. Nereye varılacak bu eğitimle? Bu sanatın hakikat arayan bir felsefesi var mı? Sadece dindar olarak değil insan olarak merak ediyorum. Sokakların gerçekliği ondaki her sefaleti taşımakla mı kemal katacak? Veya buradan nasıl bir yüceliğe varılacak ki, artık küfür edenler etmekten utanmaz, ama biz uyarmaya utanır olduk? Dönüp dönüp bu meseleyi konuşasım var. Zira bazı şeyleri tartışmamak onları normalleştirmekle neredeyse eşanlamlı. İşte bugün cinsellik, hatta eşcinsellik, hususunda geldiğimiz tehlikeli eşik. Buğzumuzu sinemizde tutarak bu günahların yayılmasından başka neye hizmet ettik? Halbuki elimizle-dilimizle karşı koymanın yollarını arasaydık daha somut bir duruşumuz olacaktı. Ne diyelim? Cenab-ı Hak rüştümüzü yeniden ilham eylesin. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...