misafir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
misafir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2025 Pazartesi

Yeyiniz, içiniz, işgal etmeyiniz

İstanbul'a taze misafir olduğumuz dönemde Ataköy'de gezinmeyi pek severdim arkadaşım. (Orası daha ferah gelirdi sanki. Yenibosna'da âdeta boğulurdum.) Evet. Sessiz binaları arasında çok dolaştığım olmuştur. Bir keresinde hatta kayboldum. Fakat serde Sivaslı gururu da var. Yön sormak istemedim. Bir saate yakın boşuboşuna sağa-sola yoruldum. En nihayet kibrim "Ben biliyorum!" zalimliğinden taviz verince birisinden istikameti öğrendim. O zaman farkettim ki, ne tuhaftır, aynı daire içinde dönüp duruyormuşum.

Bediüzzaman Hazretleri 19. Lem'a'da (ki nâm-ı diğerle İktisat Risalesi'dir) iktisat için 'sebeb-i bereket' diyor. Mürşidimin sözü, hâşâ, yersiz değil. Hele yalnız hiç değil. Kalbimle yanındayım. Aklımla yanındayım. Hayatımla yanındayım. Çünkü iktisatta bir bereket olduğunu en çok kendimden biliyorum. Bir kere iktisadım beni, ona muvaffak olabildiğimde tabii, 'dünyayı işgal etmekten' alıkoyuyor. Önümü bizzat kendi hamlıklarımla kapatıp hareket edemez, göremez, işitemez, bilemez, sezemez vs. hale gelmekten koruyor. Evet. Elhamdülillah. İktisat ettiğim her yerde kendime 'Duuur!' demiş oluyorum. Yememe 'Duuur!' demiş oluyorum. İçmeme 'Duuur!' demiş oluyorum. Konuşmama 'Duuur!' demiş oluyorum. Tüketmeme 'Duuur!' demiş oluyorum. Durmalarımdan başkalıklara da alan açılıyor.

Başkalarının bize misafir olabilmesi için öncelikle bizim kendimize 'Dur!' dememiz lazım. Bereket, biraz da başkalarının bizde misafir olabilmesi ise, aynalar yansımayla zenginleşiyorsa şayet, mezkûr 'Dur!' ihtarına cidden ihtiyacımız var. Heryer 'ben' olmamalı. Heryer 'benim' olmamalı. Heryer 'ben' olursa ben heryerde yalnız kalırım. Kendime kalırım. Fehmime sıkışırım. Görüşüme körleşirim. Duyuşuma sağırlaşırım. Başkası kalmadığında, eyvah, ben aynasının bulacağı bir bereket de kalmaz. Kendimi frenlemeliyim. İrademi frenlemeliyim. Kuvvetimi frenlemeliyim. Eylemimi frenlemeliyim. Ancak varolmak arzusunda frenlersem beni gayrıma şahit olacağım.

Biteviye kendimle, eylemlerimle, seçimlerimle, düşüncelerimle, görüşümle, konuşmamla, yediğimle vs. dolu bir dünyada bana başkası konuk olamaz. Kibir biraz da 'dünyana girilmesine koyduğun engel'dir bu açıdan. Kibirliyle konuştuğunda sen konuşamazsın. O konuşur. O bilir. O söyler. O yapar, zulmeder... O, o, o, o! 'O'nunla dolu dünyada hiçbir 'o'nun, 'o'nun hiçbir, göreceği bereket yoktur.

Misal vereyim de yaklaş arkadaşım. Beni tanıyorsun. Düşük çeneliyim. Dost meclislerinde de bu huyumun kem yansımaları görülür. Fakat durabilirsem, kendimi durdurabilirsem, bu defa başkaları da konuşmaya başlar. Bense, ne güzel, dinlemeye başlarım. Bu defa meclisteki insan sayısınca sözcüklerim olur. Meclistekilerin dedikleri kadar bildiklerim olur. Gözüm olur. Kulağım olur. "Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır..." sırrı bende câri olur. Bu benim gibi küçük akıllılar için büyük hazinedir. Kıymetini bilebilirsem gerçekten.

Sonra "Herşeyi biliyorum!" tavrımdan vazgeçip, hakikati işgalden gerileyip yani, bilmekte "İstişareye muhtacım!" iktisadına ersem, o zaman da sorduğum-cevap aldığım şeyler sayısınca bende bir zenginleşme olur. Evet. İnşaallah. Çünkü bereket başkalarıdır. Ancak başkalarıyla bereket olur. Başkasız bereket olmaz. Başkaları Rabbü'l-Âlemîn'in bağışlama şeklidir. Yoludur. Duasıdır. İmkânıdır.

Bereketim illa birimi bine çıkaracaktır. Hem Hüda lütfetmek için cömertlik kapıları açık bırakmış zaten. Herşeyi bir bilgi alanı olarak ilgime müheyya kılmış. Hep mehirleri olan dikkati bekliyorlar. Hem bütün bu bilim, teknoloji, edebiyat, irfan vs. alanı özünde 'başkalarıyla edinilmiş bereketler' değil midir? O kapılardan giremediysem sebebi benim. Ben beni 'heryeri işgal etmek' fikrinden bir vazgeçirsem herşey bende misafir olacak zaten. (Tembelliğim de benim. Ukalalığım da benim. Cahilliğim de benim.) Herşey bir anlamda benim olacak. Çünkü 'ben'i varlık arzusunda sınırlamakla ancak başkalara açılıyorum. Hem böylelikle herşeye açık oluyorum. "Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir!" ikazı buna işaret eder şekilde de düşünemez miyiz?

İnsan, güzeller güzeli Allah'ı dünyasına sokarsa, şükrolsun, kendi uluhiyet iddiasından-marazından da kurtulmuş olur. Kendi uluhiyet iddiasından kurtulan dünyayı/dünyasını işgal eden Firavun'undan, Nemrud'undan, Karun'undan vs. da kurtulmuş olur. (Ki onlar bizzat kendisidir.) Dünyayı/dünyasını işgal etmekten kurtulana da, inşaallah, cümle varlık misafir olur. Melekler duacısı olur. Mahlukat yardımcısı olur. Yani herşeyden istifade etmenin kapısı ona açılır. O yüzden belki de şu manada denilmiştir: "İnsanın tanrıya inanabilmesi için öncelikle özgürlüğünün sınırsızlığından rahatsız olması gerekir. Zira tanrıya inanmak 'kendinin tanrı olamayacağına' inanmaktır..." Eğer zararlı işgalinden rahatsız değilsen, istediğini-istediğince yapman gerektiğini düşünüyorsan, evrenle ilişkini böyle kurguluyorsan artık, o zaman zaten güzeller güzeli Allah'ı sinene-dünyana misafir edemezsin. Bir sinede iki kalp yoktur. Kendisiyle lebaleb dolana hiçbir başkası sığışamaz. Dolu bardaklar dolamaz. Göğe bakmayanın gökyüzü yoktur. Köstebekler için güneş nafiledir.

Yani, arkadaşım, iktisadımız evveliyetle varlıkla ilişkimizi belirliyor. "Herkes yalnız bana şahit olsun!" diyorsan, eyvah, yandın, çünkü kendin kadar kaldın. "Ben herkese şahit olayım!" dersen, maşaallah, yaşadın, çünkü şahit olabildiklerin kadar geniş bir aynalığa talip oldun. Varlık da, ne güzel, sana açıklığın nisbetinde misafir oldu. Yani yokluğundan varlık hâsıl oldu. Yemekten iktisat ettin, ettinse, kimbilir neleri o açlıkta misafir ettin. Alışverişten iktisat ettin, ettinse, kimbilir neleri o telaşsızlıkta ağırladın. Konuşmaktan iktisat ettin, ettinse, kimbilir kimler o sessizlikte sende konakladı. Bir tane daha misal vereyim. Değerini bilirsin çünkü. Mesela: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olmayı seçtin, uleması kadar deniz bilgi hazinesine eriştin, hiç zararın gördün mü? Fakat 'Benim aklım, ben biliyorum, bana göre...' diyenlerin meclisinde emzikli firancuklarla, nemrutçuklarla karşılaştın. O hidayetsizlik de bereketsizlik kokmuyor muydu? 

Hâtime: İktisat Risalesi'nde de anılan ayette kısa bir mealiyle şöyle buyruluyor: "Yeyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!" Neden? Çünkü yemek-içmek varlığımız için yapmamız en kaçınılmaz amellerden. Onlarsız sıhhatimiz yıkılır. Beden devamlılığını koruyamaz. Fakat, israf ettiğinizde, haddini aştığınızda, yemek-içmek gibi en zaruri ameller bile 'meşru varolma eylemleri'nden 'varlığı zalimane işgal'e dönüşebilirler. O halde fehmimize şu mana da fısıldanmış oluyor sanki: "Varolun ama işgalci olmayın!" Evet. Yemek-içmekle israfın beraber anılmasının böyle bir hikmeti de bulunabilir arkadaşım. Ama her sözümüzün ardını 'En doğrusunu Allah bilir' ile toparlayalım.

21 Ekim 2016 Cuma

Güvenmek yükünü başkasına bırakmaktır

Bu sıralar, malumunuz, 'tevekkül' üzerine düşünüyorum/yazıyorum. Bunlar, büyük keşifler değil, farkettiklerimi unutmamak için alınmış notlar gibi. Bu notlardan birisini de şimdi karalamak istiyorum. Benim de hafiflemeye ihtiyacım var. (Yazdığımın kendim için de şifaya vesile olmasını dilerim.) Tevekkülün duygularla ilgili yanı 'hafifleticiliğini' en çok gösteren yanı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan eşyayla iki türlü ilişkiye girebiliyor. Bunlardan bir tanesi şahidî bir ilişki. Şahidî ne demek? Onda sadece seyirci konumundasınız. Yok, hayır, sadece seyirci değil, 'işleyen' konumundasınız.

Yani fabrikadaki çarklardan birisiniz. Bir bütünlüğün amacı doğrultusunda dönen/işleyen sayısı sonsuz küçük şeyden tekisiniz. Haliniz sorulduğunda, 5. Söz'deki temsilde denildiği gibi, "Devletin angaryasını çekiyorum!" diyorsunuz. İş sizin. İşleyiş devletin. Yaşananları tüm detaylarıyla bilmek/idare etmek uhdenizde değil. Devlet 'yap' dedi, yapıyorsunuz, yeter. Sorumluluk alanınız kısıtlı ve belli. Bütünün yükünü omzunuza almamışsınız. Fabrikada dönen herşeyden kendinizi sorumlu tutmuyorsunuz. Sindiremeyeceğiniz lokmayı yutmuyorsunuz. Çark kadar bir rolünüz var. Rolünüzü içtenlikle kabullenmişsiniz. Çark işlemekten mutlu, fabrika işleyişten...

Bunlardan diğer tanesi de sahibî bir ilişki. Onda seyreden değilsiniz sadece. Hem sadece işleyen de değilsiniz. Sahipsiniz. Fabrikada 'çark' değil, sizinle ilgili olan herşeyin oluşturduğu 'ilişki fabrikasının başında'sınız. Sahibi olmanın gerektirdiği bütün sorumluluklardan mesul görünüyorsunuz. Aldanıyorsunuz. Aldatıyorsunuz. 6. Söz'deki temsilde dikkatimizin çekildiği gibi "Yok yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam!" diyorsunuz. Ama bunun da bir bedeli var. Çiftliğin bütün yükü üzerinize kalıyor. Omuzlarınız ağrıyor. Bacaklarınız titriyor. Sanılanın aksine, sahibi olmak yükünü mülküne bırakmak değil, mülkün yükünü üzerine almaktır. Bu sizi çok hırpalıyor. Geceleri rahat uyuyamıyorsunuz. Çünkü kaldıramayacağınız bir işi üstlendiniz. Çark iken patronluğa özendiniz.

Peki, şahidî de az, sahibî de çok olduğunu iddia ettiğim bu yük nereden geliyor? Görünüşte bu insanlar birdirler. Yüklerinin çok olduğunu söylediklerim omuzlarında ağırlıklarla gezmemektedirler. O halde?

İşte tam da bu noktada devreye 'duygular' giriyor. Ben iddia ediyorum ki: Varlıkla sahibî türden bir ilişki kuran insanlar, duygusal bağlamda, şahidî ilişki kuranlardan daha fazla yük çekiyorlar. Çünkü eşyaya daha şiddetli duygulanıyorlar. Bir buğday tarlasına bakıp onun güzelliğinden gözüyle/ruhuyla istifade eden, ikram edilse ekmeğinden yiyen, tarlanın sahibi gibi orayı ekip biçmeye mecbur olmuyor. Görse yetiyor. Tatsa yetiyor. Uğrasa yetiyor. Sahibi olan ise görülecek, tadılacak ve uğranılacak olanın varolmasını veya varlığını devam ettirmesini kendi omuzlarına alıyor.

Tevekkül sanıyorum en çok şu yaramızı tedavi etmekte. Tevekkül ettiğimiz her meselede eşyayla ilişkimizi yeniden sahibî düzeyden şahidî düzeye çekeriz. Sahibî ilişkinin yaratılış hikmeti, belki, duygularımıza verdiği şiddetle bizi daha gayretli ve ilgili kılmasıdır işleyişe karşı. Bir tarlayı şahidi ekemez. Sahibi eker. Ancak bu sahiplik gerçek bir sahiplik değildir. Tarla da tohum da Allah'ındır. Dilerse ekin verir. Tam da bu nedenle, sahibî bir güçle tarlayı eken kişi, bu bölgedeki sorumluluğunu yerine getirdikten sonra, nazarını tevekkülle 'restart' eder. Bu tecdid, onu tekrar 'varlıkla ilişkisinin sadece şahit boyutunda olduğuna' uyandırır. Tevekkül etmenin en büyük faydalarından birisi de burada saklıdır. Varlıkla ilişkimizin duygusal boyutunu hafifletir. Zira, şiddetli duygusallık içeren bir ilişki, ilişkinin her iki tarafını da incitir.

Duygusallığın neden incitici olduğuna dair de şöyle bir tefekkürüm var: Bence yaşadıklarımızın ruhumuzun duvarına kazınması/yazılması ancak duygular vasıtasıyla oluyor. Ancak hakkında duygulandığımız şeyler ruhumuza uzanan (bir açıdan sonsuza kadar etkileri olan) değişimler yaratıyor. Eğer hakkında bir duygulanma yaşamadıysak o hadiseyi hiç yaşamamış gibi oluyoruz.

Dikkat ediniz, hayatımızda en çok iz bırakan, dolayısıyla ruhumuzu şekillendiren veya ona kazınan olaylar, hakkında şiddetli duygulanımlar yaşadığımız olaylardır. Duygu, bilgiyi ruh yazısına çevirir. Kalbin bir görevi de burada tezahür eder. Aklî bilginin sonsuza dek ruhla beraber varolması ancak kalbi bir elekten geçmesiyle mümkündür. Hiçkimse ilkokulda çözdüğü matematik sorularını hatırlamaz. Ama en sevdiği arkadaşıyla kopyalaştığı soruyu unutmaz. Ötekini unutturup bunu hatırlatan o olayın duygudan harflerle ruha yazılmasıdır. Biz de tevekkülümüz sayesinde yaşadıklarımızın ruhumuza ne ölçüde yazılacağını seçeriz. Dünyanın üzerimizdeki duygusal baskısını azaltırız. Hâsıl-ı kelam: Varlıkla emanetçi gibi bir ilişki kurabilmek tevekkülle mümkün. Çünkü güvenmek sahiplik yükünü başkasına bırakmaktır.

Altay tankı Kur'an'da geçiyor mu?

Bizi aptallaştıran hasma karşı hüsnüzannımızdır. Ancak bir aptal düşmanına karşı hüsnüzan eder. Ve başına gelecek felaketlere böylece daveti...