Wednesday, September 4, 2013

Ama hangi Bediüzzaman?

Yıllar önce, bir hatıra metni hakkında yaşanan tartışmaya şahit olmuştum. Bediüzzaman’ın hayatının son dönemlerine ait bu hatırada, talebelerinden birisi, DP’nin, ona baskı uygulamaya başlamasıyla Ankara’ya gidişinin engellendiğini anlatıyordu. Bizzat yaşayıp nakledenin sözlerine göre; Üstad, o an hiddete gelmiş ve yollarını kesen polise apaçık bir şekilde “Hass…” diye küfür etmişti. Hadisenin böyle yaşandığı hakkında hiç şüphe yoktu. Ancak benim şahit olduğum tartışma neticesinde metinden bu ifade çıkarıldı ve anlatım yumuşatıldı. Gerekçesi ise şuydu: “Bu hadiseyi olduğu gibi aktarırsak tepki alırız.”

Benzer hadiseyi, yine Üstadın hayatıyla ilgili, başka bir metinde yaşamıştık. O metinde, Ruslarla savaş hengâmesinde Bediüzzaman’la yaşadıklarını anlatan Ali Çavuş’un hatıralarında bir sahne vardı: Cephede, talebeleri silah doldurup Üstada veriyorlar ve o da düşmana ateş ediyordu. (Orada yaşanan gerilimi ve telaşı hayal edin.) Her nasıl olmuşsa, bir seferinde verdikleri silahın emniyetini açmayı unutmuşlardı. Bunun üzerine Üstad, Kürtçe çok ağır bir söz söylüyor (bu söz aynen metinde geçiyordu) ve silahı kayaya çarpıp kırıyordu ki, Ali Çavuş hadiseyi naklederken; “Şimdiye kadar böyle şetm işitmemiştim” diyordu. Yıllar sonra bu hatırayı okuyan bir okur, bizi aramıştı ve şöyle demişti: “Bu sözü Üstad söylemiş olamaz. Bu, Kürtçe çok ağır bir hakarettir. Kitaba koymamak lazımdı.

Niye koydunuz?”

Size ikisini naklettim, ama benim böyle şahit olduklarım inanın ondan fazladır. Elinizden çıkan metinlerdeki ifadelere delil de bulsanız, burhan da gösterseniz; bir kısım insanlar (ki bunlar hiç az sayıda değildir) Bediüzzaman’ı bu yönüyle görmekten rahatsız olurlar. Onların gözünde Üstad, her zaman şefkatlidir. Celali alınmıştır. Kalmışsa da, birazcık Eski Said’de kalmıştır. Yeni Said tamamen cemaldedir. O cemal de tek başına olmaz, itaatin içindedir. Hatta böylelerine Üstadın bu yönüne dair hangi hatırayı hatırlatsanız, “Herkesin hatası olur” kabilinden konuşurlar. İyi de, sizin hata dediklerinizi, acaba Bediüzzaman hata olarak görüyor mudur? İşin bu kısmını kesinlikle masaya yatırmazlar.

Buna en net örnekleri, şimdilerde, Mısır’da yaşananlar ekseninde giriştiğimiz ‘müsbet hareket’ tartışmalarında yaşıyoruz. Malumunuzdur; Batı’da bir düşünür, bir kavram ortaya koyduğunda, takipçileri bu kavramı tartışmaya ve geliştirmeye devam ederler. Örneğin; “sivil itaatsizlik,” Thoreau tarafından ilk kez ortaya konmuş bir kavram olsa da Gahdhi ve Tolstoy gibi düşünürlerin onu yorumlayışı ve uygulayışı birbirinden farklı olmuş ve her biri kendi modelini oluşturmuştur.

Ancak ne zaman yönünüz biraz İslam dünyasına dönse, işin rengi değişir. Kavramı ortaya koyan düşünürün dinî kimliği kuvvet kazandıkça, geliştirdiği kavramlar da kutsiyetle bağlanır. Hatta bu da yetmez, kavramın eli ve kolu, o düşünürün hayatıyla bağlanır. Sözleriyle zenginleştirilmek yerine, sözleriyle kısıtlanır. Hatta bu da yetmez, son minvalde iş, benim yukarıda verdiğim örneklerdekine döner. Eğer kavramın genel kabul görmüş şekli, o düşünürün hayatıyla uyuşmuyorsa, hayatı rötuşlanmaya başlanır. Ya red, ya tahrif, ya inkâr edilir.

Mesela müsbet hareket ekseninde yaşanan tartışmalara ne zaman Eski Said’in hayatından, her biri birer izzet tablosu olan hatıralarla yaklaşsanız, muhatabınız o Said’in ‘eskiliğini’ hatırlatır. Rus komutanın karşısında ayağa kalkmayışı, Divan-ı Harb-i Örfî öncesi kendisini sorgulamaya gelen subaylara zindanda hücum edişi, Divan-ı Harbi Örfî’den çıkarken “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırarak yürüyüşü, meydanlarda nutuklar atışı, Zaptiye Nazırı’na posta koyuşu, Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’ya “Seni öldürmeye geldim” deyişi, Mustafa Kemal’e mecliste parmağını uzatarak onu tehdit edişi, Suriye topraklarında eşkıyalarla çatışmaya girişi, bütün bunlar Eski Said’e ait şeylerdir. Bediüzzaman da zaten o döneminin yanlışlarla alude olduğunu söylemiştir. Onlardan örnekler vererek müsbet hareketi yorumlamaya gerek yoktur.

Fakat burada, eleştirel bir parantez açmaz ne yazık ki muhatabınız kendi fikrine. Çünkü hatırlamaz: Bediüzzaman, Eski Said’in bu gibi izzetli davranışlarından pişman değildir. Onun pişman olduğu şey, siyasetle hizmet edeceğini sanmasıyla ilgilidir. (Bunu özeleştiri yaparken bizzat söyler.) Yoksa Bediüzzaman, Eski Said’in menfi hareket yaptığını, Yeni Said’in bunu müsbete çevirdiğini düşünmemektedir. Hatta Şualar’da yaptığı savunmalar esnasında zaman zaman mahkemeye kızıp Eski Said kafasını taktığını söyleyerek sert sözler savurması, onun Eski Said’den o kadar da ırakta/pişman olmadığını gösterir. Bediüzzaman, Eski Said’in izzetini bırakmamıştır, siyasetle alude sıkletini bırakmıştır.

Ama kafalarda yaşatılmak istenen Said, Yeni Said olduğu için ve Yeni Said’i taşımak kolay geldiği için, bazı Nur talebeleri de pek üzerine gitmezler bu işin. Eski Said’in o izzetli duruşunu (ki bence Yeni Said’de aynen devam etmiştir) takınmaya pek özenmezler. (Eski Said’in metinlerine de ilgi azdır her zaman.) Barla’ya sürüldüğü zamanlar ispat-ı vücut için imzaya gitmeyişini bir hükümeti tanımama hareketi olarak yorumlayıp buradan Mısır’dakilerin hükümeti tanımayışına bir ders çıkarmazlar. Onların takıldıkları meydan korkusudur çünkü. Meydanlarda onlarca nutuk atmış bir Üstadın, meydana çıkmaya çekinen öğrencileridir onlar. Hâlbuki bu dinin şartlarından birisi de milyonlarca Müslüman, hep beraber Mescid-i Haram’ın meydanlarına dökülmek değil midir?

Dedim ya işte: İki türlü yontma vardır bu işte. 1) Öncelikle kafalardaki itaatkâr, devletçi, dirençsiz ve sokaksız müsbet hareket kavramını sarsacak Bediüzzaman’ı ayıklarlar tarihçe-i hayatından. 2) Sonra da kalanların dışında bir tarifini yasaklarlar müsbet hareketin… Bu ikisiyle işleri bitince de mevcut metinlere el atarlar. Sadeleştirirken güdükleştirir, açıklarken iyice yumuşatırlar. Bu kısırlık içinde kendilerine bir yol açılır çünkü. Tarifin kısır olduğu yerde eylemler kolay eğilir bükülür. Kimse de nedenini sorgulayamaz. Gün gelir, birisi, kardeşlerine yardım etmek için gemide şehid olan masumlara, müsbet hareket içinde bir değerlendirme yaparak; “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” der. Fakat yine gün gelir, aynı kişi, halkın seçtiği otoriteye karşı girişilmiş ‘hakaretli hareketleri’ yine ‘müsbet hareket’ kavramı içinde değerlendirip hoş görür.

Peki, her şey iyi hoş da, bu tutarsızlık içinde müsbet harekete ne olur? Ne olacak? Küser. Kaybolur… Üzerinizden tanklar geçer. Darbeler yaşanır. Sesiniz çıkmaz. Başörtünüze uzanırlar. Demokrasinize sataşırlar. Sesiniz çıkmaz. Bediüzzaman’ın, üzerinde resmi var diye kâğıt para taşımadığı aynı kişiyi bayramlarda dev posterlerle anan gazeteleriniz, okullarınız olur. Sesiniz çıkmaz. Ta ki, Mısır’ın ‘sarıklı gençleri’ geriden gelip, ona sahip çıkıp, ‘sizinle omuz omuza verip’ yahut ‘sizi geçinceye’ kadar… O zaman ürpertiyle karışık fark edersiniz: Belki de emanet sizin bu halinize küsmüş, el değiştirmiştir.



NOT:

Bu yazıyı yazdıktan sonra Barla Lahikası’nı okurken (bence) biri diğerine cevap olan iki mektubu farkettim ki, evvel farketseydim tam da yazının içinde incelenmesi gereken metinlermiş. Söz Basım’ın baskısına göre 118 ve 247. numaralı bu mektuplar Hulusi ağabey ile Bediüzzaman arasındaki yazışmalar. 118. mektupta Hulusi ağabey aynı zamanda Üstadın kardeşi olan Abdülmecid ağabeyle aralarında geçen bir muhavereden bahsediyor. Şöyle ki:

“Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki: ‘Seydâ’nın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid’den maadâ her kim bakarsa câiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilâkis büyük bir mazarratı intâç edeceği ihtimali kavlini Seydâ’ya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Hâlbuki Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenâb-ı Hak Hâfız-ı Hakikîdir.’

Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:

Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla—Nurlarla alakadar olanları vasıtasıyla—meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü o zâtı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.

Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat zaten cemaati çok mahdut olan Nurlarla alâkadar zevâtın bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah’tır.”

Bediüzzaman’ın bu mektuba cevabında şöyle diyor:

“Aziz kardeşim,

“(…) Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.

‘Siz Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben mi sizin ortak koştuklarınızdan korkacağım?’ (En’âm Sûresi, 6:81.) diyen ve Kur’ân’ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim’in (a.s.) ittibâına mükellef olduğumuza işaret eden ‘Bâtıl dinlerden uzak, İbrahim’in İslâm dinine uy!’ sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.”

Demek ki; Üstadın metinlerini Eski Said-Yeni Said ekseninde ele alarak ve eskisinin ‘eskiliğini’ vurgulayarak metinleri sansürleme temayülü ta Abdülmecid abiden beri varmış.

Hadi, bu mektuplar, benim tahmin ettiğim gibi birbirinin cevabı olmayıversin. O zaman olay sayısı birden ikiye çıkıyor ki, bu da Bediüzzaman’ın daha hayatta iken Yeni Said’i yanlış yorumlayanlarca düzeltilmeye/yumuşatılmaya çalışıldığını ‘iki kere’ gösteriyor. “Ama Hangi Bediüzzaman?” diye sormakta haksız değiliz.

No comments:

Post a Comment

Allah'ın da bir 'kızılelma'sı var

İslam'ın Geliştirdiği Tasavvuf nâm eserinde, Ömer Rıza Doğrul, 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Muhammediyye' gibi kavram...