Showing posts with label İman. Show all posts
Showing posts with label İman. Show all posts

Saturday, February 22, 2020

Diskolar kazanıyor çünkü tekkeler kapalı!

Diskolar neden giderek daha çok doluyor arkadaşım? Çünkü tekkeler kapalı. İnsanları melekî yanlarıyla tanıştıracak müesseselerimiz kalmadı. İçlerindeki meleğe dokunamayanlar beşerî yönlerine daha çok tutunuyorlar. Cennetlerine bakamayanlar cehennemlerine daha fazla iman ediyorlar. Zikirle tatmin edilemeyen kalpler gafletle teskin olmayı deniyorlar. Faniliğinin denizine düşen hayvanîliğinin yılanına daha sıkı sarılıyor senin anlayacağın. Hem şu da var:

Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.

Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.

Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.

Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.

Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."

Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."

İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."

Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.

Thursday, October 17, 2019

Biyoloji Allah'ı esir alabilir mi?

Çok doluyum. Son söyleyeceğimi başta deyivereyim: Bazıları Allah'ı biyolojiyle (daha doğrusu 'biyolojinin bildikleri kısmıyla') esir almaya çalışıyorlar. Sanki Âlemler Rabbi biyolojinin kurallarına uymaya her şekilde mecburmuş gibi, onları aşamazmış gibi, kendi koyduğu kurallarla 'kudret eli-kolu' bağlanmış gibi, hatta (tabir-i caizse) biyoloji yaratışta onun dilemesinden aşkın bir üst-ilahmış gibi muhabbetler dönüyor.

Nerede? Sosyalmedyada. Mesela: Modernistlerin konuşmasını pek sevdiği 'Âdemler-Havvalar' meselesinde. Bu ahirzaman zıpçıktıları, güya modern bilimi de arkalarına alıp, diyorlar ki: "Efendim, insan türünün yalnız iki bireyden ortaya çıkması mümkün değildir, gen havuzu kısıtlanmış olur, bu kısıtlı gen havuzundan bu kadar farklılık çıkmaz, bik, bik, bik..." Neden bunu söylüyorlar peki? Çünkü Batı'daki abileri bunların kulağına öyle fısıldıyor. Sanırsınız bunlara vahyi İsviçreli bilimadamları getiriyor. Sünnetlerini Science dergisi belirliyor. İtikatlarını onlardan alınca kusurları da buraya taşımış oluyorlar. Eğriyle doğruyu aşılıyorlar.

Halbuki bir müslüman itikadını kendi kaynaklarından alır. Bu onun 'yerelliğini' korumasının yegane şartıdır. Yoksa haberi olmadan 'tarlası sürülür' de, Cenab-ı Hak'tan bir hidayet yetişmezse, ölene kadar nasıl operasyon yediğini anlayamaz. Peki Batılı kaynaklar hiç mi okunmaz? Elbette okunabilir. Fakat itikat almak için değil. İtikadımıza delil sağlayabilmek için. Yan malzeme olarak. O da 'katiyyet'le bağlanmadan. Sarsılmaz argümanlar gibi görmeden. Neden? Çünkü seküler bilimlerin yolculuğu parçadan bütüne doğrudur. Ulaştıkları her yeni bütünlükte kurallar yeniden irdelenir. Bazı olur, yeni bir fizik anlayışı bir öncekini, hem de çok kat'i sanılan bir öncekini, gümletir. Tıpkı Kuantum'un Newtoncu fiziğe yaptığı gibi. Aynısı diğer bilimlerde de mevcuttur.

Birgün anahaber bültenini açarsınız Kanadalı bilim adamları 'taze etin kalbe zararlı olduğunu' söylerler. Ertesi gün açarsınız Almanlar onların bu yanlışını düzeltir. Başka birgün açarsınız Canan Karatay alayına meydan okuyaraktan bir danayı çiğ çiğ yer. Pardon. Bu sonuncusu olamaz. Ama konu hakkında okuma yapanlar bilirler: Bu yüzyılın başlarında doktorların 'sigaranın sağlığa yararlı olduğuna dair' açıklamaları vardır. Hatta bu açıklamalar 'tavsiye' olarak gazetelerde yayımlanmıştır. Yine pedagoji de böyle sık sık 'silbaştan' yapan bilimdallarından birisidir. Önce birisi çıkıp "Annelerin bebeklerini çok kucağa alması özgüven eksiltiyor!" der, hop, çocuklar beşiğe. Sonra bir başkası çıkıp der ki: "Yok, öyle değilmiş, asıl kucağa almayınca çocukların özgüveni eksiliyormuş!" Hayda! Hadi, hop, tekrar bebekler kucağa.

Bütün bu 'bir öyle-bir böyle'lerden kurtulmanın yolu, itikadı 'parçadan bütüne' giden bilimdallarının elinden alıp, 'bütünden parçaya' konuşan naklî kaynakların eline vermektir. Yani Kur'an'ı, sünneti ve onların sahabeden bugüne sahih yorumlarını esas tutmaktır. Yoksa biyoloji bilimi bugün der ki: "İki kişinin genleri bütün bir insanlığın genetik havuzunu oluşturmaya yetmez!" Sonra Canan Karatay çıkar der ki: "Hadi oradan. Fırsatçılar sizi. Ben hergün yiyorum birşey olmuyor." Pardon. Canan abla bu konularla ilgilenmez. Ama başka genetikçiler çıkıp şöyle der belki: "Hayır, iki insanın genleri bütün bir insanlığın genetik havuzunu oluşturmaya yeter, yeter ki doğru zenginlikte genlerle yolculuk başlamış olsun." Tabii, siz eğer evvelki genetikçilere uyup itikadınızı onlara bina ederseniz, sonrakilere yetişemeyenlere epeyce bir geçmiş olur. Zira hakkında ayet bulunan meselede gereksiz şüpheye düşülür.

Yahut da, bütün bunları aşıp, ta baştan Allah tasavvurunuzu dininizin emrettiği şekilde inşa edersiniz. Bütün şüpheleri onun azametiyle boşa çıkarırsınız. Ne demek bu? Biraz açalım:

Benim şöyle bir iddiam var. Allah tasavvurunun zirve noktası İslam'dadır. İslam'dakinden daha kemalde bir Allah tasavvuru, ilah tanımı/tarifi, hiçbir dinde mevcut değildir. Bu işin zirvesi İslam'dır. Neden? Çünkü İslam'dan başka bütün dinler şöyle-böyle şirkler barındırırlar. Şirk ne demek peki? Allah'a 'Allahlıkta' ortak uydurmak demek. Onun isim, sıfat ve şe'nlerinde sonsuzluğuna sınır koyacak 'ilahçıklar' vehmetmek demek. Bu kurgunun türü ne olursa olsun; yani; ister Zeus gibi karısından korkan bir tasavvura tapılsın, ister Budistler gibi pehlivan heykeli önünde secdeye kapanılsın, ister Hindular gibi öküzün ayağı öpülsün, nihayetinde ilahlık payesi verilen şeyler yaratıcılığı bölüşmektedirler. Bu bölüşüm, ister istemez, isimlerde/sıfatlarda sonsuzluğu hakkıyla taşıyacak tekbir ilahtan, 'bölümlü' dolayısıyla 'sınırlı' yani 'birbirlerinin tasarrufunu sınırlar' ilahçıklara inanmaya götürür insanı. Evet. Böylece Kur'anî tabiriyle 'herşeye gücü yeter' tek Allah'tan 'şuradan şuraya kadar' parsel parsel varlığı bölüşmüş ilahçıklara düşmüş olursunuz. Bu elbette bütün bir yaratılışa bakışınızı etkiler.

Mesela: Genetikle bulanmış bir şüpheyle bana gelen olursa derim/diyorum ki: Kardeşim, ben, bütün evreni yoktan yaratan, yarattığı evreni her an muhteşem bir düzen içinde devam ettiren, bir topraktan/sudan milyarlarca çeşit canlı yaratmış, o canlıların içinde dahi binlerce farklı türler irade etmiş, hatta bir insan türünün her bireyinin yüzünü bir diğerine benzetmemiş bir 'orijinallikler' ilahına tapıyorum. Yani genetikten kapıp geldiğin şüpheyi hiç tınlamıyorum. Zira bu şüphe 'biyolojinin aşılmayacağı önyargısına' dayanıyor.

Bu benim inancıma göre bir dogmadır. Benim inandığım tasavvurda bir Allah böyle bir engele takılmaz. Nasıl dilerse öyle yaratır. Yaratıştaki kuralları 'aşılmazı' değildir. Bir topraktan bu kadar şeyi yaratana dört tane amino asitten şu kadar insanı yaratmak zor gelmez. Nerede kanununu kırmak istiyorsa orada kırar. Nerede değiştirmek istiyorsa orada değiştirir. "Başlangıç iki insanla oldu!" buyuruyorsa öyledir. "Hz. İsa aleyhisselamı babasız yarattım!" diyorsa öyledir. "Hz. Zekeriya aleyhisselamın eşi kısır olduğu halde Yahya'ya sahip kıldım!" diyorsa öyledir. "Hz. İbrahim aleyhisselamın eşi yaşlı olduğu halde İshak'ı verdim!" diyorsa öyledir. Öyledir, öyledir, öyledir. O nasıl buyurmuşsa öyledir. Nasıl dilemişse öyledir. Üç kuruşluk genetik Allah'ı esir alamaz.

Bu noktada Bediüzzaman'ın bize öğrettiği bir bakış açısı çok aydınlatıcıdır: Cenab-ı Hak 'kanundan hariç fertler' yaratarak bize o kanunlarla bağlı olmadığını, kudretinin herşeye yettiğini, nasıl dilerse öyle eyleyebileceğini göstermiş olur. Âl-i İmran sûresinde (ve Kur'an'ın genelinde) anlatılan böylesi mucizeler de aslında, işte, bu yönde yapılmış ikazlardır. Biz birşeyin hep aynı 'mukarenetlerle' olmasını, 'aynı şartlarda' gerçekleşmesini, o şeyin yaratımının bu şartlara bağlı olmasıyla açıklarız. Daire-i muamelatta işlerimizi yürütürken bir kolaylık sağlar bu.

Ancak Allah onu öyle yaratmaya mecbur değildir. Çünkü daire-i itikatta işler böyle değildir. O düzenini onu anlamamız için bir kolaylık kılmıştır. Elhamdülillah. Ama kendisi bu nizamın esiri değildir. Olmamalıdır. Kendi koyduğu nizamın esiri olan ilah 'Allah' olamaz. (Bu bir acziyettir.) Ancak müşriklerin 'ilahçıkları' olur. Yani arkadaşım, doğru bir Allah tasavvuru, tüm şüpheler için bir 'koruyucu hekimlik'tir. Demek herşeyden önce itikadımızı düzeltmeliyiz. Gerisi kendiliğinden düzelir.

Wednesday, April 3, 2019

Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı?

Newtonculuktan Kuantumculuğa geçiş kesin nedenler ve sonuçlardan 'gözlemcinin de gözleneni etkilediği' bir alana geçiştir. Meşhur Çift Yarık Deneyi'ni bilirsiniz. Kimse bakmıyorken dalga gibi hareket eden elektron taneciklerinin gözlenmelerinin ardından davranış şekillerini değiştirip tanecik gibi hareket ettiği o ilginç deney. Öğrettiği şeylerden birisi de maddenin sandığımız kadar tekdüze olmadığıdır. Rabbisi dilerse dalgalarla bereketlenir. Biri bin olabilir.

Peki gözleyen, sadece gözlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? Bilmiyorum. Fizikçi değilim. Üstelik Kuantum da fiziğin sonu değil. Belki ilerde çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Ancak bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sandığım kadar kesif ve sarsılmaz olmadığını gösteriyor. Yani bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Arızî olan varlığımı anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum karşısında vücudumun ne denli 'rüzgâr önünde yaprak' olduğunu kavrıyorum. Tabii bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, hakikate daha yakını, daha güzel manaları anlamamıza yardımcı olabilir. İnşaallah. Âmin.

Bediüzzaman 24. Söz'de gelişen teknolojinin itikada dair meseleleri anlamada nasıl bir katkı sağladığı sadedinde der: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar."

Yani, evet, seküler aklın imkansızlık eşiği bilim geliştikçe ileriye taşınmaktadır. Dün İslam kaynaklarında yeralan mucizevî bilgilere "Olur mu öyle şey canım?" diye dudak bükenler bugün modern bilimin de 'Pekala olur'luğunu göstermesiyle ağızlarını açamaz olmuşlardır. Bu bugün böyle olduğu gibi yarın da böyle olacaktır. Seküler akıl 'mümkün olanı tanımada' ayetlerin-hadislerin arkasından gelecektir. O halde denilebilir ki: Mü'min imanıyla bilimin önündedir.

Bu sıralar Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ni okurken de aynı kanaate varıyorum. Özellikle berekete dair mucizeleri okurken, Aleyhissalatuvesselamın mazhar olduğu şeyler, bana pek kolay anlaşılır geliyorlar. Çünkü artık elimizde Kuantum fiziği diye birşey var. Tanecik, tanecik de kalabilir, bereketle dalgaya da dönüşebilir. Çıkardığımız ses karşısındaki kulak sayısıyla ilgilenmezken, yani çokluğunu kendisine bir yük olarak görmezken, attığımız taş ancak bir kişiye ulaşır. Peki ya buna mecbur değilse? Ya bunu aşabilirse? Ya taş da ses gibi olabiliyor da bize çaktırmıyorsa?

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir avuç toprakla küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, 'Bu yüzler kahrolsun!' dedi. 'Bu yüzler kahrolsun!' kelimesi bir kelâm iken onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi herbir kâfirin gözüne gitti. Herbiri kendi gözüyle meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar."

Veya mübarek elini, duasını, ağız suyunu içine koymasıyla suların/yemeklerin bereketlenmesi. Hatta, musırrane, bu türden berekete mazhar olan bazı şeylerde 'gözlemcinin o şeyin bittiğini görmemesine' dair nasihatlerde bulunması. Mesela: Kendisine yağ tulumundan ikramda bulunan Ümmü Malik'e (r.anha) bereket duası ettikten sonra "Onu boşaltıp sıkma!" demesi. Ve hakikaten sıktıkları zaman bereketin kesilmesi. Veyahut Gazve-i Tebük'te Ebu Hureyre'nin (r.a.) heybesindeki hurmalara bereket duası etmesi ve demesi: "Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut. Muhafaza et. Boşaltma!" Ve böyle yapan Ebu Hureyre'nin (r.a.) Hz. Osman'ın şehadetinde yağma edilene kadar ondan bağışta bulunabilmesi. Veyahut da, Cabiru'l-Ensarî'nin (r.a.) şahitliğiyle, yarım yük arpa verdiği birisinin 'hayret edip ölçene kadar' onun bereketinden faydalanması. Olayı anlatınca Aleyhissalatuvesselamın ona "Eğer kile ile tecrübe etmeseydiniz hayatınızca size yeterdi!" demesi.

Bu tarz şeyler eski zaman kâfirlerine anlaşılmaz gelse belki kafalarının basmamasına atfedilerek mazur görülebilirlerdi. Fakat ahirzaman mülhidlerini, hele hele, müslüman olduğunu söylediği halde böyle mucizelere inanmazlık edenleri anlamak hiç mümkün olmuyor. Kuantum fiziği diye birşey var nihayetinde. Üzerine düşünülen bir vakıa olarak bilime girmiş. Bir sürü makale yazılmış. Deney yapılmış. Öylece duruyor. Elin gavuru söyleyince inanması tatlı oluyor da Aleyhissalatuvesselam yapıverince neden zor oluyor? Yoksa, ey nâdân, senin inandığın tanrının gücü bilim elverdikçe mi genişliyor? Yaratmak için bilimden mi icazet alıyor? Nasıl anlamak gerek bunu? Einstein'a imanın nübüvvete imanından fazla mı? Onlar söyleyince mi inanacaksın kendi dinine?

Thursday, October 4, 2018

Sonuçlar Allah'tansa nedenler neden var?

"Sebepler neden var?" diye kendime sorduğumda (ah, evet, bazen böyle şeyler de soruyorum kendime) öncelikle şöyle bir cevap alıyorum: Biz sebeplerle yaratılışa muhtacız. Evet. Körkütük muhtacız hem de. Çünkü 'yoktan yaratılışı' anlayacak bir kapasiteye sahip değiliz. Elbette kainatın böyle bir yaratılışa ihtiyaç duyduğunu seziyoruz. İzlerini görüyoruz. Anların, yüzlerin, seslerin, hatta parmak izlerimizin sahip olduğunu 'orijinallik' meselenin bir yoktan yaratılışa dayandığını hissettiriyor.

Daha önce olmayan şeylerin varolduklarına şahitiz. Daha önce akla gelmeyen fikirlerin geldiğine şahitiz. Daha önce kurulmamış cümlelerin kurulduğuna şahitiz. Bu yeni varlıklar, fikirler, cümleler 'yapıtaşları olarak' daha önce varolan şeyleri kullanıyor olsalar da, son aldıkları biçimde eşssizler. Orijinaller. Başka bir yerden kopyalanmış değiller. Bu da kulağımıza onların 'yoktan yaratıldığını' fısıldıyor.

Evet. Benden önce çok sayıda Ahmed varoldu. Doğru. Kabul. Fakat tıpkı ben gibi bir Ahmed daha varolmadı. Ben olduğum Ahmed olmada orijinalim. Benzerimden alıntılanmış değilim. Bu bir yoktan yaratılış habercisi. Beni 'ben' yapan şeylerin en azından bir kısmı 'daha önce varolmamışların' âleminden geldi. Geldi ki, beni, 'daha önce varolmamış bir Ahmed' yaptı. Bunun başka açıklaması yok. Ancak onun detaylarına inebilecek bir aklımız da yok. Yok. Çünkü yokluğun bilgisi bizde yok.

Yokluğun bilgisi bizim de yok olduğumuz zamanın bilgisidir. Bu bilgi bizim gaybımızdır. Cenab-ı Hak, ezelî-ebedî olarak, bizim yokluğumuzun bilgisine sahiptir. Ancak biz kendi yokluğumuza dayanan bir bilgiye akıl erdiremeyiz. Ki erdiremiyoruz da. Big-bang gibi teorilerle eşiğine kadar gelsek de o eşikten içeriye adım atamıyoruz. 'Nasıllığına' kafa yoramıyoruz. 'Keyfiyetini' tefekkür edemiyoruz. 'İçeriğine' inemiyoruz. Bunları yapamamamız da doğal. Çünkü orası bir tür 'uluhiyet' bölgesi.

Fakat Allah'ı da bilmemiz lazım. Bu, mürşidimin tabiriyle, şiddet-i zuhurundan bilinemeyen Zât-ı Zülcelal'i anlamak için berzahlara, ara âlemlere, geçiş süreçlerine ihtiyacımız var. Aklımız bu kadarını kaldırabiliyor. Tıpkı, edebî bir eseri okumaya başlamadan önce, her çocuğun hece talimi yapması gibi bir talimden geçmeliyiz. "Aaaa-liii tooo-puuu aaaat!" Cümle aslında böyle değil. Daha kısa. Biliyoruz. Fakat o kısaya varmadan önce dolaşılması gereken uzun pratikler var. Bence, sebepler de işte aynen böyle, kısayı öğrenmeden önce dolaşmamız gereken uzun yolları gösteriyorlar. Evet, biz, Onu bilebilmek için Onun tarafından lütfedilmiş pratiklere muhtacız.

İşaratü'l-İ'caz'da Fatiha'yı tefsir ederken 'hakaik-ı nisbiye' diye tabir ettiği birşey var Bediüzzaman'ın. Yazıyı uzatmak pahasına bir miktar alıntı yapacağım: "Hakaik-i nisbiye denilen şeyler kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vâhid in'ikâs etmiştir. Hakaik-i nisbiye büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise hakaik-i nisbiyesi yedi yüzdür." Şimdi, bencileyin bu metni anlamak için, şöyle bir örneğe uzanalım:

Gökyüzüne bakıyorsunuz. Gündüz vakti. Hiç bulut yok. Tamamen masmavi gökyüzü. Ben gelip size sorsam: "Gökyüzünün derinliği ne kadar sence?" Nasıl cevap verirsiniz? Kafanızda nasıl bir derinlik oluşur? Bir de aynı soruyu şöyle bir tabloda size yönelttiğimi düşünün: Gökyüzüne bakıyorsunuz. Gündüz vakti. Havada aşağıdan uçan küçük kuşlar var. Daha yukarılarında uçan kartallar var. Daha yukarılarında bulutlar var. Daha da yukarıdan bir uçak geçiyor. Ay da bir parça görünür olsun. Ve ben size yine soruyorum: "Gökyüzünün derinliği ne kadar sence?"

Gökyüzü her iki halde de derin. Her iki halinde de aynı derecede yüksek. Fakat siz, pek maşaallah ve ne yazık ki, insansınız. Bilmek için nisbetlere muhtaçsınız. Gökyüzünün hakaik-ı hakikiyesi binlerce kilometre ise de (bu rakamı salladım) sizin onu farkedebilmeniz mümkün değil. Çünkü açık hava kıyaslama imkanı vermiyor. Semada başka bir detay bulunmadığı için bir nisbet bağı kurarak ölçünüzü ortaya koyamıyorsunuz. Yeterince açamadıysak bir tanesinde daha şansımızı deneyelim:

Ömrünüzde metre diye birşey görmemişsiniz, bilmemişsiniz, duymamışsınız. Ve dünyadada hiçbir yükseklik yok. Herşey düz bir zemin üzerinde. Dağ yok. Tepe yok. Çukur yok. Ve ben karşınıza dikilmiş soruyorum: "Boyum ne kadar?" Herhalde bu soruya cevabınız şöyle olurdu: "Neye göre ne kadar?" Çünkü boy bilgisini üzerine bina etmek için de bazı temel ölçüleri kabul etmek gerek. Metre böyle bir kabuldür. Eğer beni birkaç insanla daha yanyana görseniz ve onlara nisbetle boyumu söyleseniz bu bir kabuldür. Üşenmeyip karışla ölçseniz bu dahi bir kabuldür. Her şekilde, nisbet edilecek bir temel 'birim'i belirlemediğiniz sürece, ölçümü tamamlayamazsınız. İnsanın ölçme yeteneği baz alacağı birimlere muhtaçtır.

Baz alacağı birimler çeşitlendikçe de ölçümleri çeşitlenir. Metreyle başka, karışla başka, adımla başka, kulaçla başka, parmakla daha da başkadır. Hakikatte o şeyin boyu olduğu şey kadar olsa da, ki zaten öyledir, nisbî olarak bu sayı fazlalaşır. Hatta diyebiliriz ki: Nisbet ettiğiniz şey kadar o şeyin boyu vardır.

Esas konumuza geri dönelim: Herşeyin yoklukta eşit olduğu bir düzlemde insan yoktan yaratılışı nasıl ölçebilir? Bir dağın yokluğu ile bir insanın yokluğu arasında yokluk açısından bir farklılık var mıdır? Şeyler birbirlerinden farklı derece de mi yok olurlar? Bence herşey hiçlikte eşittir ve "Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir!" (Lokman sûresi, 28) gibi ayetler bu 'yokluk eşitliğine' dikkat çekerler. Yokluktan çıkarılmada bir-bin farkı yoktur. Çünkü baz alınacak bir 'varlık tabanı' yoktur. Nisbet imkansızdır. Tek açıklama sonsuzluktur. Sonsuz bir kudreti olmayan birisi tek bir zerreyi bile yokluktan varlığa çıkaramaz. Çünkü tek bir zerre yokluğa çıkışta herşeyle eşittir.

Evet, biraz dağıttığımı görerek, ama bundan kaçınamayarak, şuraya geleceğim: Biz Allah'ı yoktan yaratışıyla tanımakta zorlanırız. Çünkü yoktan yaratılışı anlayabilecek melekelere sahip değiliz. Çünkü sınırlıyız. Çünkü mahlukuz. Çünkü yokluk aynı zamanda bizim de yok olduğumuz bir düzlemi ifade ediyor. İnsan olmadığı yerin bilgisine de sahip olamaz. Ancak, o Rahman u Rahim, lütfediyor. Bize 'onu bilebilmenin' yollarını açıyor. Nasıl? Zâhirde sebepleri kullanarak. Neden-sonuç ilişkisini yoktan yaratılışın üzerine bir perde gibi asarak. Bu bağlar sayesinde biz bir 'nisbet imkanına' ulaşıyor ve bu yolla Allah'a dair marifetler geliştirebiliyoruz.

Yoksa bitmiştik. İşte, biz böylece Allah'ın kudretini, ilmini, iradesini ve bütün sıfatlarını/isimlerini 'aklımızın bir derece kavradığı şu yatay düzlemde' bir yere koyabiliyoruz. Kendimizce bir tanıma kavuşturabiliyor, anlayabiliyor, anlatabiliyoruz. Elmanın yaratılışının 'yoktanlığını' değil de ağaç, toprak, bahar, güneş, yağmur vs... bir dizilim içinde tefekkür edebiliyoruz. Bu da Allah'ı tanıyabilmek için bize bir imkan sağlıyor. İşte, baştaki heceleme yapan çocuk gibi, "eeeel-maaaa, aaaa-ğaaaç, toooop-raaak..." diyoruz. Aslında o cümle daha kısa ama bizim talime ihtiyacımız var.

Bir de meselenin şöyle bir yanı var: Eğer sebepler olmasa biz Allah'ın yaratışının azametini de anlayamazdık. Yoktan yaratılışı kuşatamadığımız için onda Allah'ın haşmetini görmemiz mümkün olmazdı. Veya görsek bile tek şekilde görürdük. Fakat şimdi büyük büyük döngülerde, kocaman kocaman değişimlerde, devasa devasa sistemlerde, bir kere değil bin kere, aklımızın ulaştığı her farklı şekilde Allah'ın büyüklüğünü görüyoruz. Yani: Hemen "Sorumlusu Mehmettir!" diyen bir cümle yerine uzun/muhteşem bir kurgu içinde bizi "Sorumlusu Mehmettir!" demeye götüren bir romanı (hem de ne roman) okuyoruz. Ve en sonunda diyoruz: "Vay be, ne kitap yazmış, ne yazarmış ama!" Evet arkadaşlar, bazen yazarlar, bu tür cümleleri kurdurabilmek için sizi yüzlerce sayfa ile oyalarlar. O oyalama hikmetlidir. Bence kainatta sebeplerle olan ilişkimize ve sebeplerin Allah'ı anlamadaki imkanlarına da böyle bakabilmeliyiz. Ve şükretmeliyiz. Onlar engel değil imkan.

Tuesday, September 18, 2018

Tom'u Jerry mi düşürdü?

Hazine nedir? Varlığından mutlu olduğun şeyin daha çoğudur. Kaynağıdır. Hatta sabitliğidir. Öyle ki, sen, birşeyin hazinesinden bahsetsen, aslında o şeyin bir derece sabitliğinden de bahsedersin. Ümit Şimşek ağabeyin yaptığı Mesnevî-i Nuriye tercümesinde şöyle bir cümle var: "Herşeydeki sanatın altında bir bilinmezlik vardır ki varlığı zaruri olan bir Kadîrin sonsuz kudretini meydana çıkarır." Ben, bu cümleyi, Hicr sûresinin 21. ayetiyle ilgili görüyorum. Ki onun da kısa bir meali şöyledir: "Herşeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz."

Evet. Bence bu ikisi arasında bir kardeşlik var. Kardeşliğin özünü de, ism-i Kayyum penceresinden kuşanılacak bir bakışla, şöyle bir varlık algısı oluşturuyor: Biz evrendeki şeyleri her ne kadar 'müstakil' olarak, 'bağımsız varoluşlar' olarak, 'kendi başına ayakta durur' olarak müşahede ediyor olsak da, bu, bizim sınırlı nazarlarımızdan kaynaklanan bir yanılgıdan ibarettir. Aslında biz, sinemada oturmuş, çizgifilm izler gibiyiz. Çizgifilmde gerçekleşen her hâdiseyi salt perdede yaşananlarla açıklamaya çalışıyoruz: "Şimdi Tom düştü. Çünkü Jerry ona çelme taktı. Şimdi de Jerry kaçıyor. Çünkü Tom onu kovalıyor..." diyoruz.

Çizgifilmi çizgifilmin içinde kalarak açıklamak böyle oluyor. Fakat bir de bunun üstü bir bakış var. Bize Kur'an-ı Hakîm'in öğrettiği bir bakış. Sünnet-i Seniyyenin aşıladığı bir bakış. O bakışta herşeyin bir 'gaybı' var. Beş duyu organımızın dokunamadığı 'aşkın boyutların/âlemlerin' varlığının farkındayız. Ve vahiy de tam olarak bu 'artı'nın zenginliğini elde edenleri övüyor. "Onlar ki gayba iman ederler!" diyor. Gayba iman edenleri methediyor.

Peki gayba iman edenlerin ne artısı var? Onların en temel artısı perde üzerinde gerçekleşenleri perdeye bağlı olarak anlatmaya mecbur olmayışları. Bakışlarını genişletmişler. Nübüvvet güneşi gözlerini açmış. Sinemada olduklarının farkındalar. Çizgifilmin bir projektör vasıtasıyla yansıtıldığını biliyorlar. Karşılarındaki manzarayı bir tecelli olarak okuyorlar. Asıl değil gölge bunlar. Bu da onları önlerindeki bilgiyi 'perdeden aşkın bir şekilde' anlamlandırmaya teşvik ediyor. Bunu yapıyorlar. "Tom, Jerry ayağına çelme taktığı için değil, çizer böyle çizdiği, senarist böyle kurguladığı, perdeye böyle olduğu yansıtıldığı için düştü." Ve o zaman görüyorlar:

Hiçbir görüntünün sabit kalmadığı bu yaz-boz tahtasının ardında daha sabit birşeyler olması lazım. Tom ve Jerry'nin bu koşuşturması kendilerinin yarattığı birşey olamaz. Tesadüfen de böyle birşey ortaya çıkamaz. Tabiat ki, temsilde çizgilfilmin kendisidir, kendisi zaten an be an yeniden şekillendirilen/değiştirilen birşeydir. Her an yaratılmakta, dönüştürülmekte, biçimlendirilmektedir. Yaratılıyor, dönüştürülüyor, biçimlendiriliyor olan kendisini yaratamaz. Birşey hem 'eyleyen' hem 'eylenilen' olamaz. Perde hem yansıtan hem yansıyan olamaz. İşte, o zaman, böyle diyenin 'neden öyle söylediğini' anlıyorlar:

"Tabiat misalî bir matbaadır, tâbi' değil. Nakıştır, nakkaş değil. Kàbildir, fâil değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil."

Tom ve Jerry'nin sabitliğini koruyan daha sabit bir âlem olmalı. Hazineleri orada bulunmalı. Çünkü varlığı 'dönüşgenler' ancak 'sabitlere tutunarak' ayakta kalabilirler. Gezegenleri tutan güneşin sabitliğidir. Aynalardaki sûretimi aynı tutan yüzümdeki sûretin aynılığıdır. Her bahar yeniden çiçeklenen ince dallar ağaç köklerinin sabiteliğiyle bunu başarırlar. Bu değişkenden sabite akış hepimize çok önemli bir ism-i Kayyum sırrı söyler: Değişken âlemlerin ardında bir 'kendisine değişmek arız olmayan' olmalıdır. Değişen herşey, varlıkta kalabilmek için, değişmeyen birşeye yaslanmaya muhtaçtır. Değişkenlik ömrünü sabitelikten alır.

Şu da var: Değişmek eksiklerin/sınırlıların işidir. Öyleyse o şey nihayetsiz kemalde de olmalıdır. Çünkü sebat kemale tâbidir. Mükemmel olan ancak değişmez.

Dalların hazinesi köklerin yanındadır. Köklerin hazinesi toprağın yanında... Toprağın ise kayaların ufalanmış hali olduğunu biliyoruz. Zaten kayalar da daha aşağımızdaki magma tabakasının soğumuş kısmından oluşuyorlar. Peki ya magma tabakası? Peki ya herşeyin özündeki sabitelik? Atom altına indikçe inceleşen/belirsizleşen varlık? Bunca değişkenlik içinde bizi 'biz' kılan şey nedir? Anlar birbirlerinden farklıyken seni 'sen' ve beni 'ben' kılan ne sabit kalıyor? Değişen herşey kime tutunuyor?

Arkadaşım, lafı çok dolaştırdım, fakat farketmemiz gereken birşey var. Bazen, tüm şartlar yerli yerinde olmasına rağmen, mutlu olamıyoruz. Bazen, yazmak için herşey müsaitken, iki cümle bile karalayamıyoruz. Bazen, en zevk aldığımız şeyleri yaparken bile, dilimize acı bir tat geliyor. Bütün bu yoksunlukların öğrettiği birşey var.

Nedir o? Bence şudur: Bu şeylerin hazineleri bizim yanımızda değil. Başka bir yerde. Dilimize değen yalnızca sızıntı. Perdedekiler yalnızca tecelli. Biz, inan, ne kadar dönüp dolaşsak, yine mürşidimin dediğine geleceğiz: "Âlem-i şehadet avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir." İşte, kanaatimce, 'herşeydeki sanatın altındaki bilinmezlik' biraz da budur. Aklın ile tüm değişkenliğin kenarına geldiğinde muhtaç olduğun sabitliktir. Bu sabitlik, bir an gelir ki, tüm sınırlı şeyleri aşar. Yine Kur'an'daki bir soru-cevabın ortasına düşersin: "Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan: 'Elbette Allah!' diyeceklerdir." Evet, âlemdeki değişimin kenarına gelen, imana düşer.

Saturday, May 26, 2018

Ya evren de canlıysa?

Ünlü gökbilimci Carl Sagan'ın bir sözünü işittim (Bir Uzay Serüveni belgeselinde) bu yakınlarda. Demiş ki: "Biz evrenin kendisini tanıması için bir aracıyız." Bana çok etkileyici geldi. Neden? Çünkü ben de kimi yazılarımda böylesi bir eşik olduğumuzun altını çizmeye çalışmıştım. Hatta biraz da cüretle demiştim ki: İnsan bir karadeliktir. Şahit oldukları ondan geçerek başka bir âleme dönüşür. Kulluğumuzun Cenab-ı Hak katındaki kıymeti de buradan gelir. Biz âlemin anlamlandırıcılarıyız.

'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.

Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.

Mürşidim bir yerde diyor ki:

"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."

Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.

Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.

İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.

Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."

Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.

Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)

Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?

O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

Tuesday, May 1, 2018

'Yorum' değil 'aşırı yorum'

Şimdi, bilenler zaten biliyor, bilmeyenler için bir hatırlatma geçelim: İslam üç 'fıkıh'tan oluşuyor. 1) Fıkh-ı Ekber. Ki biz onu 'akaid' olarak da biliyoruz. 'Neye/nasıl inanacağımızı' söylüyor bize. 2) Fıkh-ı Zâhir. Ki biz onu da ilmihal kitaplarımızdan tanıyoruz. Eylemlerimizin 'ne şekilde olursa' rıza-i ilahîye uygun olacağını anlatıyor bize. Helali-haramı öğretiyor. 3) Fıkh-ı Bâtın. Ki o da genelde tasavvufun iştigal alanıdır. Dışımızdaki dünyada rıza ararken iç dengelerimizin bozulmamasının sırrını ders verir bize. Çünkü nihayetinde ameli rızaya uygun yapan 'ihlas'tır. Her niyet amelinin başlangıcıdır. Her şükür amelin nihayetidir. Bu ikisinin sağlam şekilde bağlanabilmesi için insanın içinde de bir denge gözetmesi gerekir. İşte bu dengenin dersi de Fıkh-ı Bâtın'dadır.

Ben, mürşidimin, tedrisinde Fıkh-ı Ekber ve Fıkh-ı Bâtın'la yoğun bir şekilde meşgul olduğu, fakat Fıkh-ı Zâhir konusunda mevcudu yeterli gördüğü kanaatindeyim. O nedenle Risale-i Nur'u okurken namazın 'ne şekilde' kılınacağına dair bir bilgiye pek rastlanmazken 'ne hikmetle kılınması gerektiği' veya 'nasıl bir kalbî teyakkuzla eylenmesi lazım geldiği' üzerine pekçok bilgi bulunur.

Bu, bazılarının yanlış lanse ettiği şekilde, Bediüzzaman'ın Fıkh-ı Zâhir'i 'küçümsemesinden' değildir. Hâşâ, hiçbir ehl-i sünnet âlimi, böyle bir cinnete teşebbüs etmez. Allah'ın 'Bâtın' ism-i şerifi 'Zâhir' ism-i şerifini 'önemsizleştirmediği' gibi Fıkh-ı Bâtın da Fıkh-ı Zâhir'i önemsizleştiremez. Bediüzzaman'ın bu konuya girmemesi, onu 'hikmetsiz' görmesinden değil, üzerine yapılan çalışmaları 'yeterli' bulmasındandır. Eğer bu alanda ümmetin eksik bir bilgiyle muhatap olduğunu düşünseydi, elbette, ona da eserlerinde yer verecekti. (Fakat bir-iki mesele dışında temas ettiğini görmüyoruz.)

Bu yüzden, velev Risale-i Nur metinlerinden hareketle olsun, Fıkh-ı Zâhir'in (tamamının veya bir parçasının) mevcut halini eleştirip 'yeni fıkıh' arayışına giren adamlar haltediyorlar. Bu haltın edildiğine çoklukla şahit oldum. (İsim vermeyeceğim. Zira sonra başıma iş geliyor.) Bir müellifin kasten girmediği/terkettiği bir alana, o alanla doğrudan ilgili olmayan metinler üzerinden girmek, züccaciyeye giren fil gibi olmaktır. Metni 'yorumlamak' değil (Umberto Eco'nun Yorum ve Aşırı Yorum'daki tabiriyle) 'aşırı yorum'a tâbi tutmaktır. Kullanmaktır. Çünkü Fıkh-ı Zâhir'in Fıkh-ı Bâtın'dan ayrı bir usûlü vardır ve Fıkh-ı Bâtın bilgisini içeren metinler üzerinden oraya dalmak, âmiyane bir örnekle, basketbolu futbol kurallarıyla oynamaya benzer. Bu da elbette kâr değil zarardır. Şut çekerek basket atmaya çalışanlar, potaya zarar vermez belki amma, çok seyircinin başını yararlar. Pekçok canı acıtırlar.

Nur talebelerinin bu hususta dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum. Biz, elhamdülillah, dört mezhebin cadde-i kübrası içinde yaşamaktayız. Hanefiyiz, Şafiiyiz, Malikiyiz veya Hanbeliyiz. Akaid ve tasavvuf dersimizi mürşidimizden alsak da amelde yine kendi mezhebimize tâbiyiz. Onun helal dediğini 'helal' haram dediğini 'haram' biliriz. Böyle yaşarsak istikamette kalırız.

Fıkh-ı Bâtın'a dair bir metine bakarak insan kendi adına 'takva' seçimleri yapsa da, bu özel bir tercihtir, kimseye dayatamaz. Fıkh-ı Zâhir'in dengesini bozamaz. Cadde oymuş gibi tavır takınamaz. Amel dairesi fetva dairesi kadar geniştir. Bediüzzaman dört mezhebin üzerine bir beşinci mezhep kurmamıştır. Böyle bir ihtiyaca işaret de etmemiştir. Böyle anlamak/anlatmak hatadır. Bunu zaten nur talebeleri umumen bilir. Fakat işte insan bazen istisnalarla da karşılaşıyor. İfrat-ı muhabbetten bile gelse böyle marazlara dair birşeyler söylemek gerekiyor ki üzerimizdeki sorumluluk eda edilmiş olsun. Ben de bu yazıyı şunun için yazdım.

Wednesday, January 10, 2018

"Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır"

"Allah dileseydi, onları (aynı dine mensup) bir tek ümmet yapardı." (Şûrâ sûresi, 8)

Italo Calvino Kum Koleksiyonu'nda hat sanatının 'yazıyı güç okutma' özelliğini beğenerek diyor ki: "Yazı bize kaçınma olanağı bulamadığımız bir duvardan ulaşıyorsa her durumda bir zorbalıktır. Bugün çiğnenmiş haklarını, duvarlara sprey kutularıyla bunları yazarak kabul ettirme gereğini duyan kişinin, iktidarı ele geçirdiği gün, kendini haklı çıkarmak için başka duvarlara gereksinme duymaya devam edeceği öngörülebilir. (...) Arap yazısının mimarlıkta ve İslam'ın bütün görsel dünyasında işlevi son derece çekici geliyor bize: Düşünceli bir dinginlik atmosferi içinde mekânları kuşatan yazılı sözün varlığını farkediyoruz, ama okumadığımız için ya da okumayı bilsek de bize uzak, kendi formülleri içinde kapalı göründüğü için, 'sözün buyurucu gücünden' kendimizi kurtarıyoruz."

Bu metin bana 'imtihan sırrı' ile birlikte düşünülünce daha da hikmetli görünüyor. Hatta mürşidimin ihbar-ı gayb hakkında mükerreren söylediği "Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur..." hakikati bu pencereden daha bir 'okunur' gibi geliyor.

Bencileyin düşünüyorum ki: İnsanın iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Ne için? Kendisini kemale erdirmek için. İradesizken eylediği hiçbirşey ona katkı yapmıyor. Onun olmuyor. Onu değiştirmiyor. Bizim olanı sahiplenmek için onu seçmeye muhtacız. Seçemediğimiz şeyler, sanki fıtratımıza da uyum sağlayamıyorlarmış gibi, 'dayatma' olarak isimlendirilip (gizli/açık) reddediliyor. Hem Taftazanî Hazretleri de, İşaratü'l-İ'caz'da nakledildiği üzere, imanı böyle tarif etmiyor mu: "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından (iradesini kullanmasından) sonra ilka ettiği (bıraktığı) bir nurdur."

O zaman kainat ayetlerinin ancak 'Allah hesabına bir mana-i harfî bakışıyla' okunur olmasını anlamak gerek. Neden? Cenab-ı Hak da bize yarattığı fıtrata uygun bir ders veriyor. Ne demek bu? Yani: Şu kitap tam da okurunun aradığı/arzuladığı şekilde yazılmış. Elmasın kömürden ayrılmak için iradesini sarfetmeye ihtiyacı var. Belki biraz da bu hikmetle Cebrail aleyhisselam Allah Resulü aleyhissalatuvesselama ilk vahyi getirdiğinde "Oku!" diyor.

Burada dikkatinizi şuna çekmek istiyorum: İlk vahiy "Dinle!" de olabilirdi. (Çünkü nasihat dinlemekle de edilebilir.) Ancak okumakta farklı bir durum var. Dinlemek çoğu zaman iradesizdir. Okumak ise ancak iradenin sarfıyla olur. Önünüze getirilen bir metni okuyup-okumayacağınızı siz belirlersiniz. Ancak neyi dinleyeceğinizi belirlemek çoğu zaman mümkün olmuyor.

"Neyi okuyayım?" İşte irade sarfoldu. Arıyor. Bekliyor. Müşteri oldu. Fakat buna da bir dikkat lazım: Cebrail'in yanıtı 'neyi' sorusuna değil 'nasıl' sorusuna cevap verdi: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." Demek ki beklentisi 'iradenin sarfı' idi. Metropolde yaşayanlarımızın bu sırrı daha kolay anlaması gerek. Herhangi bir sokakta yürürken dahi kırk türlü gürültünün saldırısına maruz kalıyoruz. Hele mağazaların çoklukla bulunduğu bir meydandan geçiyorsak ne fena! Hepten huzurumuzu yitirmişiz demektir. Ancak bunların hiçbirisi bizde tebliğ yerine geçmiyor. Hatta zorbalık gibi geliyor. Bir galeri ziyaretinde ise eserlerin altında bulunan metinleri kendi ilgimizle okuyoruz. Okuduklarımız bizim oluyor.

Varlık kâfirlerin geri dururlarsa okuyamayacakları bir şekilde yazıldı. Kainatın böyle 'ikinci bir dikkatle okunur' olmasında çok hikmet var. Tıpkı hat sanatının metinleri 'ilk bakışta okunur' kılmamasında olduğu gibi. Bazı şeyler ona talip olanların irade sarfetmesi için saklanıyor. 'Dayatma'dan alınıp 'teklif'e gizleniyor. Çünkü istidatlar ancak irade ile açılıyor.

Allah'ın bizi tek bir ümmet yapmamasında/yaratmamasında da çok hikmet var. Önce yaratılışımız söylüyor bize bunu. İradeye pay bırakılması gerek. İnsanın kömürü elmasından ancak böyle ayrılabiliyor. Hem bu şekilde belki şunu da isbat ediyoruz: İrade-i cüz'iyesi olan varlıklar ancak irade-i külliyeye sığınırlarsa felah buluyorlar. Biz Allah'ın emirlerine ittiba ettikçe şu hakikati ortaya koyuyoruz. 'Seçme yeteneği verilenler' ancak Allah'ın onlar için doğru olarak işaret buyurduğu şeyi seçerlerse huzura eriyorlar. İrade-i cüz'iyelerimiz irade-i külliyeyi böyle tenzih ediyor. Ona kaçarak. Ona koşarak. Ona sığınarak Kendi seçimlerinden onun emirlerine saklanarak. Tevekkül ederek.

Buradan şunu anlamaya da bir yol buluyorum kendimce: Cehennemliklerin cennetliklerden çok olması normal. Cennetlikler cehennemliklerden çok olsaydı toplamda irade-i cüz'îye başarılı olacaktı. Hasenatı seyyiatını galip gelecekti. Olamazdı ki bu. Bu şekilde/anlamda olamazdı. Her hayır kudret elinde olan Allah'ın küllî iradesinden kazanılan (tabir-i caizse) kısmî bağımsızlık, bağışlanan kısmî (tabir-i caizse) başıboşluk 'toplam faydada' kârlı çıkamazdı. İrade-i külliye içinde ayrıca bir (bir parça) seçim yeteneğine sahip olmanın bedeli toplamda kaybetmekti. Zira, yine mürşidimin ifadesiyle, hayır küllî şer ise cüz'î'ydi.

Cüz'î galip gelemezdi. Kimbilir? Belki dağların taşımaya korktuğu emanet de, bir yönüyle, budur. Allah'ın takdiriyle ve izniyle 'doğru' ile 'yanlış' arasında seçim yapma hakkı kazanan insanlığın ona itaatten bu kadarcık olsun uzaklaşmasıyla yaşadığı tecrübe onu genelde/toplamda 'çok zalim' ve 'çok cahil' yapmıştır. Parçanın bütünden ayrılınca yaşaması kaçınılmaz bir yoksunluktur bu. Meyvenin ağaçtan düşünce yerde yaşadığıdır. Aczimiz de buradan doğar.

Füsusu'l-Hikem'in sonlarına doğru İbn-i Arabî Hazretleri aşkı şöyle tarif eder: "Aşk parçanın bütüne iştiyakıdır." Bu, tabir-i caizse, bağımsızlığı verildiğinde ekonomisi çöken bir ilçenin tekrar anavatanına koşmasıdır. İttihadın ve itaatin kıymetini kaybettikleriyle anlamasıdır. Biz de Allah'ın emir ve nehiylerinin ne kadar hak ve faydamıza olduğunu onlardan ayrıldığımızda yaşadıklarımızla anlıyoruz belki. Onun şeriatını yaşamımızla (irade-i cüz'îyemizin yanlış kullanımıyla kurguladığımız küçük şeriatçıklarımızla) tenzih ediyoruz. Hatalara düşerek doğrusunun onun seçtikleri/sevkettikleri olduğunu anlıyoruz. Cennetlikler de cehennemliklerin çokluğundan anlıyor Allah'ın onlara olan nimetini. Her neyse... En doğrusunu elbette Allah bilir.

Thursday, July 13, 2017

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (5): Kıyamet kopar da ayağının altı sallanmaz mı sandın?


"Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir." 14. Söz'ün Zeyli'nden.

İş öyle bir noktaya doğru gidiyor ki, yakında, "Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Allah'ın azabı şiddetlidir!" ayetinden dolayı, hâşâ, Cenab-ı Hakkı dahi 'adalet-i mahzaya uygun hareket etmemekle' ihtam edeceğiz. (Allah bizi böyle vartalara düşmekten korusun.) Herşeyin müfriti tat kaçırıyor.

Bir kere şu ayrımda bir sıkıntı yaşandığını görüyoruz: Daire-i itikad ile daire-i muamelatı birbirinden seçemiyorlar. Halbuki mürşidim diyor: "Daire-i itikadı daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur." Biz, kulluk sahasında çok hatalar yaparız, çok günahlara batarız, ancak bu hata ve günahları işleyişimiz 'onların doğruluğuna iman ettiğimiz' anlamına gelmez.

Ehl-i Sünnet itikadında, biraz da bu daire-i itikat ve muamelat ayrımından ötürü, büyük günahlara girenler tekfir edilmez. Bunu yapan ancak sapkın Mutezilîlerdir. (Allah onları ıslah etsin.) Biz bir insanın kalbiyle hayatını birbirinden ayırırız. İnanışıyla eyleyişini birbirinden ayırırız. İnsanın sadece akıldan, kalpten, ruhtan veya vicdandan ibaret olmadığını kabul ederiz. Fıtrata bakışımız bu yüzden kapsamlıdır. Biraz daha ilerisi: İnsanın imzasının kusur olduğunu biliriz. O yüzden bu iki daire içinde birebir uyum, mü'mince arzulanır, ama hayatın her anında olmayışı tersine yorulmaz.

Bu, bireyler içdünyalarına bakarken böyle olduğu gibi, dış dünyayı tefekkür ederken de böyledir. İşlemekten Allah'a sığındığımız bir günahı (mesela içki içmeyi) bir müslümanda görmemiz (o kişi eyleminin günahlığını inkâr etmediği sürece) itikadî bir yoruma yol açmaz. Onu buna bağlamayız. Aklını veya kalbini değil (onlara rağmen ayaklarını kaydırabilecek olan) nefsini sorumlu tutarız.

Nitekim kendi hayatlarımızda da ancak bu ayrım sayesinde 'çıldırtıcı bir vesveseye' düşmeyiz. Düşünsenize: Kafamızdan geçen her yanlış fikri ve elimizden çıkan her hatalı fiili 'imanımızdaki bir soruna' hamletseydik biz müslümanlar için yaşam nasıl bir işkence olurdu? Bir günde kaç defa dinden çıkar ve tekrar dine dönerdik? En nihayet "Yahu bu iman işi olmuyor!" deyip pes etmez miydik? İşte, biz, Allah'ın imkansızı teklif etmeyeceğini (Hakîm ismi muktezasınca) bildiğimiz için, kusur işlemeye müsait yaratılmış varlığımızı 'kusursuzlukla' sorumlu tutmadığını düşünürüz.

Ancak şu var tabii: Kusurda ısrar etmeyiz. Âdileştirmeyiz. Onu alışkanlık edinmeyiz. Bundan sorumlu tutulduğumuzu biliriz. Kusurumuzu farkedince çabukça tevbe ederiz. Günaha sıradan bir eylem gibi davranmayız. Hatanın hata olduğunu itiraf etmek de Cenab-ı Hakkı tenzihtir çünkü. Onun emretmiş veya yasaklamış olduğu şeylerin 'uyulması gerekenler' olduğunu kabuldür.

Bu 'şahıslar' dünyasında olduğu gibi 'şahs-ı manevîler' dünyasında da böyledir. Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da söyler ki: "Devlet bir şahs-ı manevîdir." Münazarat'ta ise yine bununla ilgili olarak der:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Hükümetler de hata yapar. Devletler de hata yapar. İnsanlar da hata yapar. Şahıslar yaptığı gibi şahs-ı manevîler de hata yapar. Bunların hiçbirisinden 'kusursuzluk' beklenmez. Ya ne beklenir? İşte, en evvel, şu hadisin bize ders verdiği şey beklenir: "Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa, cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa ateş onundur.'" (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885)

Cenab-ı Hak da bizi mahşer günü böyle yargılayacaktır. 'Hiç günahı olmayanları' değil sadece, 'hasenatı seyyiatından fazla olanları' cennete alacaktır. Allah Rahman'dır, Gafûr'dur, Hakîm'dir. Kullarını bir hatasında silicilerden değildir. 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak' emr-i Nebevîsi (a.s.m.) işte tam burada somutlaşır: Biz, çevremizdeki insanları bir hatalarında silmemeyi, Cenab-ı Hakkın bizi 'bir hatamızda silmeyişinden' öğreniriz. Özür kabul etmeyi de tevbelerimiz bize öğretir. Şükretmeyi de teşekkürle ders ederiz. İnsan yaşamındaki herşeyi kendi ihtiyaçları/yaşanmışlıkları vesilesiyle bilgi edinir.

Bütün bunları anlatıyorum. Neden? Çünkü 15 Temmuz'la ilgili devam eden süreçlerde yaşanan hataları işitiyorum. Bu hataların varlığını inkâr edemeyiz. Hatasızlık iddia edemeyiz. Dillendirilmesini de engelleyemeyiz. Bu tevbenin yolunu kapamak olur çünkü. Fakat şuna itiraz edebiliriz: Bu hataları nümayişle dillendirenler, biri bin yapanlar, 15 Temmuz gibi birşeyi yaşamış devletten ne bekliyorlar? Günahsızlık mı? Böyle birşeyin Ehl-i Sünnet itikadında yalnız peygamberler için geçerli olduğunu biliyoruz. Öyleyse ne?

Eğer istedikleri hükümetin hasenatının seyyiatına galebe etmesi ise, eyvallah. Hatalarını farkedip tevbe etmesi ise, eyvallah. Bunlar can yakmayan nasihatle de olabilir. Fakat ben; öfke öfke, atar atar, racon racon biriken bu itirazların öyle bir hale geldiğini görüyorum ki; neredeyse, 15 Temmuz suçluları ile mücadelede devletin elini tutacaklar.

Kastettikleri bu gibi. Acaba bu insanlar, eğer mevcudun ellerini kırarlarsa, darbecilerle mücadele etmek için görevlendirebilecekleri ismet sahibi bir kadroya mı sahipler? Sahabeye bile verilmeyen bu özelliğe sahip elemanları mı var? Hiç. Hiçbirşey. Hiçbirşeyleri yok. Tek istedikleri, hiçbir zaman hayatlarında bulamayacakları, mükemmellik gibi duruyor. Yahut da muhalif hissiyatlarını bu yoldan tatmin ediyorlar.

Yer deprenmiş. 15 Temmuz gibi bir kıyamet kopmuş. 200'den fazla kişi şehit olmuş. 2000'den fazla gazi yaralanmış. Büyük bir eşikten dönülmüş. Bütün bunları kabul ediyorsun da ayağının altının sallanmasına neden inanmıyorsun? Kıyamet kopar da sana hiçbirşey dokunmaz mı sandın? Musibet gelir de masumları incitmez mi sandın? Nasreddin Hoca'nın kazan fıkrasını hatırlatmıyor mu senin halin? Elbette birçok şeyin değişmesi gerek. Bu kabul etmeyen bir Allah'ın kulu yok. Fakat hangimizin elinde sihirli değnek var?

Allah korusun, bugün bu mücadeleyi vermekte devletin elini gayretten alıkoyarsak, yarın şu hastalığın daha beter nüksetmeyeceğinin garantisi var mı? Kim verse inanırız ki bu garantiye? Yarına çıkacağımızın bile bir garantisi yok. Bindiğimiz geminin yoluna devam etmesine hep beraber sağlamak yerine mürettebatın haline doludizgin sövmek niye?

En nihayet mürşidimin dediği gibi derim: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuku zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası âsândır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. (...) İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder."

Friday, June 2, 2017

Belki de sandığımız kadar aptal değilizdir?

Gülümseyerek ve kendisine dualar ederek hatırlarım. Çıraklığını yaptığım dönemde, amcam rahmetli, birşeye çok hayret ederdi: Konuştuğumda beni zeki bulurdu. İnsanların içinde takındığım tutum az-çok aklı başında bir gencin tavrı idi. Ahlakımı severdi. İnsanlardan iyiliğimi işitirdi. 'Yeğenim' deyince keyiflenirdi. Üstelik okul notlarım da durumun çok kötü olmadığını gösteriyordu. Bunlar hep iyiye işaretlerdi. Benden geleceğim adına ümitlenirdi. Fakat hakkında çok ümitvar olduğu bu çocuk, yahut da yeniyetme diyelim, inşaat işleri yaparken düpedüz aptala dönüşüyordu. Elbette, dediğini anlamaz değildi, söylenileni yerine getiriyordu. İtaatkârdı, kaytarmazdı, yapılması gerekeni gayretle yapardı. Fakat kendi oğullarının kolayca kavradığı, biraz daha yetkinlik/derinlik isteyen işlerde, kaç tekrar ile gösterilirse gösterilsin, gelişme gösteremiyordu.

Benzeri bir şaşkınlığı beraber büyüdüğümüz oğlu Turan'a da sıkça yaşatmışımdır. Fakat ona yaşattıklarım daha farklı bir alanda. İskambil kağıtlarıyla oynanan oyunlarda. Bu oyunların her türlüsünde bir türlü basmayan kafamdan 'illallah' diyen emmoğlum bir keresinde şöyle demişti: "Ahmed, sen aslında zeki bir çocuksun, ama nedense böyle konularda mallaşıyorsun." Yaşanılanları hatırlayınca ben de kendisine hakvermeden edemiyorum.

Hayatımın bir döneminde, kesin bir şekilde, aptal olduğuma inandığım doğrudur. İnkar edemem. Ama bu hikayenin sonraki kısmı. Önce geriye gidelim: Çocukken kendimi gelecekte büyük işler başarabilecek kadar zeki görürdüm. Gerekli testlerden (herhalde birileri geleceğin dehalarıyla ilgileniyordu) geçmeyi bekliyordum. Yetkili makamlar bir gün mutlaka farkedecekti. Bu sadece zaman meselesiydi. Beklerken de bol bol 'olabilecekler hakkında' hayal kuruyordum. Hayalim kuvvetliydi. 'Harika çocuk' yaşarken oyalanıyordu sadece.

Öyle sanıyorum ki, bu sanrıda, eğitim sistemimizin ortalama bir zeka için bile zorlayıcı olmayan yapısının payı var. Sınavlara çalışmadan girer ve tatmin edici sonuçlar alabilirdim. Üstelik dersleri dinlemek dışında not aldığım yoktu. Her konuda bir fikrim vardı. Bir keresinde dördüncü sınıfların çözemediği bir problemi çözmem istenmişti. (Ben henüz üçüncü sınıftaydım.) Benzeri birşey ortaokulda da yaşandı. (O zaman da lise sonların sorusunu çözmeye gittim.) Bütün bu sığlıklar o yıllarda bana derinlik gibi gelirdi. Belki çocukken bunlar sahiden hüner sayılabilirdi de. Ayılmak için yüzüme çarpılması şart olan soğuk suya denk gelmemiştim henüz. Sınırlarımla tanıştığımda şiddetle sarsılacaktım.

Ta, ta, ta, taaaa! Peki bu uyanış nasıl gerçekleşti? Bu uyanış bende Fen Lisesi'ni kazanmamla gerçekleşti. Aslında kazanmanın tek başına uyandırıcılığı yoktu. Aksine muhayyilemi besliyordu da. Fakat ben orada duramadım. Sınırımı bilemedim. Tadında bırakamadım. Okula da gittim. Okulda gördüklerim aslımı kavramamda müthiş yardımcı oldu. "Günaydın Ahmed!" Meğer zeka denilen şeyden bu ülkede epey vardı. Hatta daha kötüsü: Bunlar benden de iyiydiler.

Bir hadis-i şerifte 'zenginken fakir düşene acınmasının' tavsiye edildiğini okumuştum. Yaşadıklarımdan sonra bunun salt 'mal varlığı' anlamında algılanmaması gerektiğini düşünüyorum artık. Zengini olduğunuz (veya olduğunuzu sandığınız) her neyde aniden fakir düşseniz bu şiddetli bir sarsıntıya sebep oluyor. Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'nda diyor ki: "Bir kez elden gitmeyegörsün, ünlülükten ve kitlelerin hayranlığından daha acı birşey yoktur." Bu söze hak veriyorum. Her zenginlik kendi büyüklüğünde bir yoksunluğa gebedir. Her tokluk kendi büyüklüğünde bir açlığı doğurur. Varolanın varlığını arttırmayı isterken onun yoksunluğundan gelecek acıyı da arttırmayı istediğimizi bilmeyiz. Yıldızların hacmi büyüdükçe patlamalarından oluşacak karadelik de büyür.

Ben de tahayyülümle büyüttüğüm varlığımın aslında öyle olmadığını öğrenmekle fakir düştüm. Fen Lisesi'nde Ahmed alelade bir insandı. Sıradandı. Hatta ortalamanın bile altındaydı. Sınavlarda kopya vermesi istenen birisi değildi. Nasıl kopya verebilirdim? Deli gibi çalışmazsam o sınavlardan geçer not alamıyordum bile. İlk dönem boyunca sarfettiğim çırpınışın neticesi 'Teşekkür belgesi' almak olunca çalışmayı bıraktım. Aslında tam anlamıyla kendimi bıraktım. Hayal etmeyi bıraktım. Okul hayatım boyunca ellerim cebimde geze geze 'Takdir belgesi' almaya alışmıştım. Çalışarak onu dahi alamamak beni fena sarstı. Asıl deprem 'hayallerimin kahramanı'ndan 'hakikatin sıradanlığına' düşmemle yaşanmıştı. 'Teşekkür belgesi' yaşananı somutlaştırdı.

Somut olan şeyleri inkar etmek daha zordur. Bundan sonrası düşüş. O yıllar boyunca hep düştüm. Derslerde uyudum. İnatla hem de. Zorlukla, kopyayla, hatta bazen soruları çalarak sınıfımı geçtim. Okuldan ayrılmak yeni bir düşüş anlamına geleceğinden buna cesaret edemiyordum. Fakat içimdeki en sessiz kuyuda bunu haykırıyordum. Aslında en doğru karar da bu olurdu o dönemde. Yüreğim yetmedi. Yapamadım. Bu sefer 'aptalın teki' olduğumun garantisi altında oyalanmaya başladım. Gülmeyin. İnsan her şekilde oyalanacak birşey buluyor işte. 'Deha' olduğuna inansa da oyalanıyor, 'aptalın teki' olduğuna inansa da. Kur'an'da buyrulduğu gibi: 'Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaret...'

Bu düşüşüm de epey bir süre devam etti. Sonra, yıllar sonra, bunun da önceki ifratıma tokat bir tefrit olduğu kanaatine vardım. Her iki şekilde de aşırıya gidiyordum. İki şekilde de özgür değildim. Yolumu kendim çizmiyordum. İki şekilde de yargım başkaları üzerinden şekilleniyordu. Kendimi tartmış değildim. Zehrimi tatmış değildim. Başkaları yüzünü buruşturduğu için ekşi olduğum kanaatine varmıştım ben. Takdir edenler çoğaldığında iyiydim. Takdir edenler kalmadığında zehirdim. Bu özgürlük değildi. Bu izzetli de değildi.

Özgürlük izzete çok yakın birşeydir. İkisi de kendi ayakların/tanımların üzerinde yükselmeni zaruri görür. Özgürlük önce neyi sağlar? Özgürlük önce uzunvadeli düşünmeyi sağlar. Büyük resmi görmeyi sağlar. Başkaları seni yönetmediğinde seni yönetmek için ortada kocaman bir ben kalır. Geçmişten geleceğe uzanan ve her gün yeniden doğan, yeniden gelişen, yeniden öğrenen, yeniden büyüyen bir ben.

Derecenizi üzerlerinden tayin ettiğiniz dayatılmış/öğretilmiş jürilerden kurtulduğunuzda bir boşluğa düşersiniz. Mübarek bir boşluktur o. Bir sıfırlamadır. Yeni bir kaba akarken suyun yaşadığı şaşkınlıktır. Bu boşlukta inşa edilecek yeni denge için yeni kıstaslar gerekir. Yeni kıstaslar yeni tanımlar yapmayı zorunlu kılar. Yeni tanımlarsa yeni bakış açıları ister. Yeni bakış açıları yeni bir varlık algısını şekillendirir. Bunlar birbirleriyle bağlı şeylerdir.

Ben de o bakış açılarından birisine Dücane Cündioğlu Hoca'nın bir kitabında rastladım. 'Dalgınlık' üzerine önemli şeyler söylüyordu o metin. Aklımda şöyle bir mızrağı kalmış: "Düşünürün sermayesi dalgınlıktır."

Dalgınlıktan çok muzdarip ve onu da aptallığının bir alameti sayan benim gibi birisi için bu yeni bir bakış açısı ve varlık algısıydı. İyiliğime inanmak için bir yoldu. Herkes iyi olduğuna inanmak ister. Kötü olduğuna inanarak hayatta kalmak zordur. O cümlenin üzerimdeki etkisiyle anladım ki: Senin ne olduğun seninle ilgili olan şeyleri dünyanda nasıl konumlandırdığınla yakından ilgili.

Onları kötü görüyorsan sen de kötü olursun. Onları iyi anarsan onlar da seni iyileştirirler. O zaman ben bu aptallık dediğim şeyle savaşmayı bırakıp anlaşmaya karar verdim. Kendimi hüsnüzanla okuyacaktım. Kendimi iyi niyetle edilmiş bir nasihat gibi okuyacaktım. Nihayetinde Allah Hakîm'di. Ahmed'i de boşuboşuna yaratmamıştı. Ben de Ahmed'in ne işe yaradığını bulacaktım.

Hem mürşidim de bana o yıllarda böyle öğütledi: "İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan, san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."

Bazı oluyor, insan, karamsarlığın imanlı kalpteki küfür izi olduğunu unutuyor. Bazı oluyor, insan, kendi hakkındaki suizannın da bir küfrî körleşme, Cenab-ı Hakk'ın yaratışı hakkında bir suizan olduğunu kaçırıyor. Bazı oluyor, insan, aptallıkla cahilliği birbirine karıştırıyor. Risale-i Nur'la hakiki tanışmam da işte bu döneme rastlar. Hissettiklerimi bazı açılardan Hulusi Yahyagil abinin ifadelerine çok benzetirim. Ne de olsa fıtratlar kardeştir. Bediüzzaman'ı ve eserlerini tanımaktan doğan coşkusunu ifade ettiği, Barla Lahikası'nın hemen başlarında yeralan bir mektubunda diyor ki merhum abimiz: "Sevgili Üstadım, evvelce arzettiğim veçhile, ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum."

Bu cümle her okuyuşumda kalbimi avuçluyor. 'Artık birşey için yaşadığını zannetme.' Evet, işte o mübarek farkediş, asıl özgürlük burada başlıyor. Amacı olmayanın özgürlüğü yalandır. Nereye gideceğini bilmeyeni, ihtimallerin artması ancak daha çok şaşırtır, daha çok bocalatır, daha çok esir eder. Amacı olmayan yaşamaz. Sadece oyalanır. Bende eksik olan da buydu aslında. Varlık amacımın cahiliydim ben. Bana verilenlerin neden verildiğini bilmiyordum.

Ne yöne gideceğimi seçemiyordum. Beni çevremle en uyumsuz kılan huylarımın bile bir hikmete binaen üzerime işlenmiş olacağını düşünemiyordum. Onlarla barışamıyordum. Birşeyde aptallığın herşeyde aptal olmak anlamına gelmediğini, çok şeyin aptalının dahi birşeyin, hatta çok şeyin âkili olabileceği keşfetmem aklımı özgürleştirdi. Öğretilmiş aptallıklardan kurtulmamı sağladı. Kendime uzunvadeli baktım. Geçmişin sıkletini omuzlarımdan attım. Şimdi hayatımın daha iyi bir yerinde olduğumu düşünüyorum. Elhamdülillah.

Elimden gelse, bu öğrendiğimi, tanıdığım bütün çocuklara ve gençlere öğretirim. Hepsinin bu sırra, kafalarını benim kadar duvarlara vurmadan, düşmeden, şaşırmadan erişmesini isterim. Yüreklerinden tutup onlara şöyle söylemek isterim: Ancak ne amaçla yaratıldığının farkına varan insan kendi Harikalar Diyarı'na dokunmuş olur. Amacını bulan dehasını da bulur. Herkes kendi olmakta birincidir. Herkes kendi olmakta tektir. Kanatlarını keşfetmeden kartalın tavuğu geçmesi mümkün değildir. Siz olmak konusunda sizden başka herkes size göre tavuktur. Ve her insan üzerine yaratıldığı şeyin kartalıdır. Kendimizi hüsnüzanla okumak bize kanatlarımıza dair çok sırlar söylüyor.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...