Showing posts with label İman. Show all posts
Showing posts with label İman. Show all posts

Saturday, March 18, 2017

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (3): Zeki Müren bizi neden göremiyor?

Şu diyeceğim insanın garip bir yanılgısıdır: 'Olmak' her zaman 'görülmeye' delalet etmediği gibi, 'görmek' de her zaman 'olmaya' delalet etmez. Bu ikisi arasında bir yakınlık olduğu ve sık sık birbirlerine tevafuk ettikleri doğrudur. Fakat bu 'mukarenet' içinde birisinin diğerisinin zaruri lazımı olduğunu düşünmek yanlıştır. Birşey aynada görüldüğünde, görülen aynadadır, ama aynadan değildir. Bu yansımanın öğrettiği bir varoluş sırrıdır. Ben bu sırra şöyle bir cümleyle yaklaşmaya çalışıyorum:

Birşeyin, başka birşey üzerinden görülmesi, o şeyin onda tastamam varolmasını gerektirmez. Yahut da, birşeyin bir yerde görülüyor olması, o şeyin orada tastamam varolduğu anlamına gelmez. Bu tıpkı, her istenildiğinde görülebilen sevimli yüzünün, sevdiğinizin fotoğraf albümünün içinde varolduğu anlamına gelmemesi gibidir. Hadi Vizontele filmine bir atıf yapalım burada. Evet, siz, televizyonda Zeki Müren'i görebilirsiniz. Ama hayır, Zeki Müren sizi göremez, çünkü görüldüğü yerde varolmuş değildir.

Peki Zeki Müren diye birisi hiç mi varolmamıştır? Elbette olmuştur. Şu gölgedeki kemal bir asıldan haber vermektedir. Ancak sizin televizyonda gördüğünüz Zeki Müren asıl Zeki Müren'in arızî bir varlığıdır. Ondan gelmektedir fakat o değildir. Ondan geldiğini benzerliğiyle, o olmadığını ise farklarıyla anlarsınız. İzlediğiniz Zeki Müren'in sesi tıpkı Zeki Müren'dir. "O zaman ondandır!" dersiniz. Fakat izlediğiniz Zeki Müren sorularınıza cevap veremez. "O zaman o değildir!" dersiniz. Asıl Zeki Müren'in yaptığı şeyleri yapmasıyla ondan olduğunu, asıl Zeki Müren'in yaptığı şeyleri yapamamasıyla da o olmadığını anlarsınız. Televizyonu açıp içine bakmanıza gerek yoktur.

Mürşidimin sıklıkla dikkat çektiği şu hakikat, aslında 'varolmak' ile 'görmek/görülmek' arasında kurduğumuz bağlantıyı tashih etmek içindir: "Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki; küllü cüz'îde, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder. Meselâ: Küçük bir kabarcıkta güneşin tamamıyla tecelliyâtını ister. Bunu göremediği için o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder. Halbuki, şemsin vahdeti, tecelliyâtının da vahdetini istilzam etmez. Ve keza, delâlet etmek, tazammun etmeyi iktizâ etmez. Meselâ: Kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delâlet eder, fakat güneşi tazammun edemez, yani içine alamaz. Ve keza birşeyi birşeyle tavsif edenin o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez. Meselâ: Şeffaf bir zerre, şemsi tavsif eder, fakat şems olamaz. Balarısı, Sâni-i Hakîmi vasıflandırır, amma Sâni olamaz."

Benzerlikler 'vahdet'e ve 'hamd'e bakar, eksiklikler 'subhaniyete' ve 'tenzihe' bakar. Biz Allah'a hamdederiz hazinesinden gelen ve Onu haber veren bağışları için. Kemal için, cemal için, ihsan için... Ve Onu tenzih ederiz görünenin kaldıramayacağı 'tastamamlık' için. Şer için, kusur için, çirkinlik için... 'Elhamdülillah' birincisi içindir. 'Subhanallah' ikincisi içindir. 'Allahu Ekber' ise bu ikisi içinde yaptığımız tefekkürlerin dahi onu anlamakta eksik kalacağını ifade içindir. Allah bizim marifetimizle eriştiğimiz her bilişten de yücedir. Tıpkı Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın duasında buyurduğu gibi: "Seni hakkıyla bilemedik ya Maruf!"

Evet, bizde 'tecelliyat' sırrının bir gereği olarak Allah'ın Esmaü'l-Hüsnası yansıyor. Fakat bu yansımalar bizi üzerimizden görülenlerin sahibi kılmıyor. Çünkü onlar aslında bizde varolmuyor. Bizde sadece konaklıyor. Üzerimizden görülüyor olmalarıyla onlara sahip çıkamayacağımız gibi, başkaları da hataya düşüp onları bize ait görmemeli. Cam parçasında güneşin yansıması veya cam parçasından güneşin görülmesi, nasıl ki, 'güneşin içinde olduğu' veya 'onun olduğu' veya 'tastamam onunla olduğu' anlamına gelmez; bizim üzerimizden okunan her kemal, cemal ve fiil de bizde varoluyor anlamına gelmez.

Bizde sadece konaklıyor onlar. Tıpkı bizim de dünyada bir süre konakladığımız gibi. Demek, bu noktada bizi yanıltan, daha uzun ömürlü olanda daha kısa ömürlü olanın konaklamasını/yansımasını, aradaki süre farkından dolayı, sahiplik sanıyoruz. "O gitti ve şu kaldıysa demek bu onundu!" diyoruz.

Halbuki Baki olan Allah'tan başka ne kalıyor geriye? Gözüne değen sevgilinin yüzü, azıcık konaklayıp gözünde, gitti. Ayrılığına dayanamadın. Deliye döndün. Bu gideni şu kalan sevgilinin yüzünden sandın. Peşine düştün. Meyveyi tattın. Dilin yandı lezzetinin firkatiyle. Ağacının peşine düştün. Fakat gün geldi. O güzellik de şu yüzden gitti. Ağaç sandığın daha uzun ömürlü bir meyve çıktı sadece. Şimdi nereye gideceksin? Daha uzun ömürlü başka bir meyveye mi? Daha uzun süre kırılmayan bir aynaya mı? Bu kadar aynalarla oyalandığın yetmedi mi?

Monday, March 28, 2016

Müslüman 'tarafgir' olur mu? (2)

"İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder." Sözler'den.

Empatiyi sorgusuz/sualsiz yüceltmenin en korkutucu yanı şu ki: Bazen empati yapmaktan ötürü, kendini o şeyin avukatı gibi hissetmeye başlarsın. Yalnız hissetsen yine iyi. Bazen, öyle olduğunu düşünmediğin halde, şeytanın avukatı olursun. Kötüyü anlamaya çalışmak, ondaki güzellik kırıntılarını veya bütünde ifade ettiği güzelliğin nakışlarını bulup ortaya çıkarmak açısından güzeldir. Çünkü mürşidimin ifadesiyle: "Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var."

Fakat bir yanlışı anlamaya çalışmak, hem de iyiliğe olan tarafgirliğinizi yitirerek çalışmak, yanlışın ağzına/ağına düşüp lokma olmak açısından tehlikelidir. Burada en temel ölçümüz—bir nevi koruma kalkanımız—‘buğz’ olmalıdır bana göre. Bir kötüdeki kötülüğü irdelerken veya anlamaya çalışırken aynı zamanda buğzu kalbimizden hiç gitmemeli. Ona buğzetmeyi bırakmamalıyız ki, 'anlamaya çalıştığımız' kötülük, 'savunduğumuz' kötülük haline gelmesin.

İnsanın, başkalarını rasat ederken düşebileceği çok tuzak var. Empatiden avukatlığa kayma, bunlardan sadece birisi. Serinin birinci yazısında da alıntılamıştım. Neseî'de geçen bir hadis-i şerifte buyuruyor ki Allah Resulü aleyhissalatuvesselam: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o kişi, imanın tadını ve lezzetini almıştır. Allah ve Resulünün o kimseye, o ikisinin dışındaki herşeyden daha sevimli olması. Allah için sevmesi ve Allah için buğzetmesi. Büyük bir ateşe düşmek Allah'a herhangi birşeyi ortak koşmaktan daha sevimli gelmesi."

Buradaki sıralama da bana ilginç gözüküyor: 1) Allah ve Resulüne duyulacak sevginin diğer her sevgiden aşkınlığı. 2) Sevginin ve buğzun itikada göre şekillenir bir hale gelmesi. 3) Bu itikadın esaslarından vazgeçmenin ateşe düşmekten daha can acıtıcı gelmeye başlaması... Dikkat ederseniz bu üç aşamanın hiçbirinde mü'mine tavsiye edilen 'tarafsızlık' değildir. Aksine, taraf olduğunu belli edecek hislerin/duyguların varlığıyla sınanmaktadır imanın lezzeti.

Bu yüzden Kur'an'da defaatle buyrulduğu gibi, mü'min, şeytandan bir vesvese geldiğinde Allah'a sığınmaktadır ve sığınmalıdır. Bu reflekse sahip olmalıdır. Tuttuğu tarafa sığınmaktır çünkü bu onun için. Bu noktadan hareketle diyebilirim ki: İmanın tadını almış bir mü'min için hakikat-i imaniye noktasında tarafsızlık diye birşey mümkün değildir. Tarafsızlık kokan bir empati de mümkün değildir. O, empatisini ancak 'yanılgının dayanaklarını farketmek' ve 'devalar üretmek' için yapar, yanılgıya hak vermek için değil. Bu noktada Bediüzzaman'ın 'bitarafane muhakeme' eleştirisini yine hatırlayalım:

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Ebubekir Sifil Hoca'nın Akaid Bilinci Sohbetleri'de dikkat çektiği birşey var. Aklımda kaldığı gibi ifade edeceğim: "Şu hataya düşmememiz lazım. Dün televizyonda bir hoca dinledim, aklım karıştı. Dün bir yazı okudum, aklım karıştı. Dün elime bir kitap geçti, aklım karıştı... Arkadaşlar, aklınız çok kolay karışıyor. Bu din bize dün inmedi."

Hakikaten de Ebubekir Hoca'nın dikkat çektiği maraz ile müptelayız. İslam'a ve bize öğretilen hakikatlere tarafgirliğimizi yitirmişiz. Daha doğrusu tarafgirliğin hayattaki okunuşu olan teslimiyetimizi yitirmişiz büyük ölçüde. Ona taraftar olmadığımız için ona sığınmıyoruz. Mustafa İslamoğlu bir şüphe attığında İmam Gazalî'ye (r.a.) sığınmıyoruz. Yaşar Nuri Öztürk bir galat savurduğunda İmam-ı Azam'a (r.a.) sığınmıyoruz. Geleneğe tevekkül etmiyoruz. Karşı tarafla tarafgirliğimizi yitirmiş bir empatiyle veya ne kadar objektif olduğu tartışılır bir objektiflikle muhatap oluyoruz. Bu da anlamaya çalıştığımız şeyin avukatı olmaya başlamakla ve yara almakla neticeleniyor.

İnsan ancak tarafını tuttuğu şeyin bilgisini üretir. Onun bakış açısıyla bakarsa onun delillerini görür. Sahibi böyle bir tarafgirliği koruduğu sürece taklidî iman kurtuluşa vesile olur. Bediüzzaman'ın, ehl-i tarikatın mürşidine duyduğu şiddetli muhabbetin onları koruyucu bir mahiyeti olduğunu söylemesi de bununla anlaşılır bence. Bu tarafgirlik yitirildiğinde, sadece taklidi iman değil, tahkiki iman da amacını yitirmiş olur. Tahkiki iman bu tarafgirliği kazanmak içindir. Hülasa-i kelam: Tarafgirlik imanda kötü birşey değildir. Objektiflik veya empati de her zaman iyi birşey değildir. Hem İmam Cüveynî (r.a.) hem de Bediüzzaman'ın 'yaşlı kadın imanı' hadisini nasihatleri içinde bize hatırlatmaları, belki bu sırr-ı teslimiyeti hatırlatmak için. Çünkü annemden biliyorum: Size hiçbir delil anlatamıyor, ama imanı kaya kadar sağlam ve kesinlikle sorgulatmıyor.

Tuesday, February 2, 2016

Sünnet meşruiyetini pedagojiye mi sormalı?

Hastalık insanın zayıflığını tavaf etmesi gibi. 'Onun merkezde ve devamlı olduğu, tekrar be tekrar karşına çıktığı, senin etrafında döndüğün...' bu ritüel aynı zamanda içerde bir yerde kabul etmek istemediğin birşeyi davranışsal olarak kabul ettiğini gösteriyor. "Evet, ben acizim. Kabul etmek istemesem de bu böyle!" Şuuruna bir çizik atılıyor her hasta oluşunda. Mürşidimin ifadesiyle menfi/mecbur bırakıldığın bir ibadet/tavaf bu. Hatta bir adım ilerisinde tekrarlanan her ihtiyaç (nefes almak, yemek, içmek...) bir acizlik tavafı.

Bu sıralar çok tutan bir modernist tavır da hikmetine eremediği amel-i salihlere 'hurafe' yaftasını yapıştırmak. Ancak bu sapma daha derinlerde başka bir sapmadan besleniyor. Bence insanın 'kabul'u ('yakîn' mi demeli) iki şekilde mümkün: Bir itikadî, iki ibadetî... Yahut da kabulün iki rengi var: Birisi, dinamik olan aklın içinde yer tutuyor ve oradan kalbe doğru ilerliyor. İkincisi, statik olan şuurun davranışlarla sürekli bir etki altında bırakılmasına dayanıyor. Ve yine zamanla kalpte yer tutmayı başarıyor. İkisinin de amacı kabul edilen şeye bir 'tarafgirlik' yaratmak. Aklın baştan gittiği anlarda dahi, kalpte kök tutmuş olan kabulün etkisinden çıkmamış olmak. Modern zamanlarda birincisine rağbet ikincisinden ziyade. Fakat bana sorarsanız, ikincisinin başarısı birincisinden fazla.

İbadetler neyi/ne kadar kabul ettiğimizi de ortaya koyuyor biraz. Fakat bunu yokluğuna karine olmakla değil, varlığını geliştirici/destekleyici olmakla yapıyor. Altını kalınca çizmek lazım: Amel imanın bir cüzü/parçası değildir. Amelde eksiği olanın imansızlığına hükmedilmez. Ancak amelin külliyetinden imanın sıhhatine dair bir okuma yapılabilir. Zaten amel-iman arasında bu şifa-yara ilişkisi olmasa, dinî metinlerde amel-i salihe bu denli vurgu yapılması anlamsız olurdu. Ve amel-iman arasında bir şekilde bağlantı kuran ayet ve hadislerin yorumlanması da müşkülleşirdi. Bu müşkülü, biz, ameli imanın parçası kılmayarak, ama imanı zengileştirdiğini de gözardı etmeyerek aşabiliyoruz: Amel-i salih yapmaya muhtacız. Çünkü amel-i salih manen hasta olduğumuz yerlere 'davranışsal kabulleriyle' şifa sunuyor.

Peki, nedir bu 'davranışsal kabul' demekle kastettiğim? Bunu çeşitli şekillerde örneklendirebilirim. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'kulun Rabbine en yakın olduğu anı secde anı' olarak tarif edişi, bir açıdan da, bu 'davranışsal kabul'ün yoğunluğunun zirve noktasını 'secde' temsil ettiği içindir. Yani insan, ancak Allah gibi gördüğü şeye secde eder veya secde öyle bir davranıştır ki, Allah gibi birşeyin varlığının kabulü arkasında ve ancak onun (veya onun emrettiği şeyin) karşısında gerçekleştirilir. Secde eden insan, günde beş vakit, Allah'ın varlığını davranışsal olarak içinde inşa eder. Ettiğini ve edildiğini ilk gördüğü andan itibaren...

Bu büyüklük kabulü aynı zamanda kendisi için de bir küçüklük kabulüdür. Küçük olan adımlarını büyük olanın emirlerine bakarak atmaya başlar. Bu tüm dünyanızı şuur boyutunda etkileyen birşeydir. Bediüzzaman Hazretleri'nin Ramazan Risalesi'nde orucun hikmetlerine dair yaptığı bir vurgu da, onun, Allah'ın azametine karşı azametli bir tavr-ı ubudiyetkarene sergileme imkanı vermesidir:

"İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın 'Buyurunuz' emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?"

Ramazan orucu, resme büyük bakabildiğiniz nisbette, sizin 'davranışsal kabul'ünüzde izler bırakır. Tıpkı yukarıdaki secde örneğinde olduğu gibi, 'Buyurunuz' denmezse ekmeğe el atılamayacak birisini dünyanıza katar. Bunun öyle olduğunu davranışsal bir şekilde kabul edersiniz. Bir mü'minin, çocukluğundan itibaren, ilmihal ve itikad derslerinden de evvel aldığı davranışsal ders budur. Ve bu yüzden çocukları ibadetlere özendirmek, güzellikle alıştırmak ve hatta büyüklerin ibadetlerinin şahidi kılmak kıymetlidir. Yine mürşidim yağmur duası hakkında diyor ki:

"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur."

Pedagojinin 'tam imanlı bir çocuk'la işi olur mu bilmiyorum. Hatta neyi tam olarak idealize ettiğinden de emin değilim. Ama herhalde sünnet-i seniyyeye ittiba için onun fikrini soracak değiliz. Çünkü sünnetin meşruiyetini pedagojiden değil, pedagojinin meşruiyetini sünnetten sınayanlardanız. Ben, kendi adıma, ardındaki hikmeti zihniniz kuşatsın veya kuşatamasın, her amel-i salihin, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın her sünnetinin (ve hatta o sünnetteki en ince detayların) davranışsal bir kabul eğitimi verdiği kanaatindeyim. Eğer modern pedagojinin boyu o pencereye yetişmemişse yapmamız gereken pencereyi kötülemek değil, pedagojiye "Büyü de gel!" demektir. Yine Ebubekir Sifil Hoca'dan bir alıntıyla bitirelim: "Hayatından 'yağmur duası' olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesini içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir." Öyle ya; dünya etraflarında dönüyor sananların, Kabe'yi tavaf etmeyi hurafe görmeleri normaldir.

Thursday, December 24, 2015

Anmak, medet almak mıdır?

Anmak, hatırlamaktır. Zâkir kelime tekrarcısı değil, tekrar tekrar hatırlayandır. Hatıralar, hafızamıza yaptığımız yığınak. Onlardan güç alıyoruz. Tıpkı, bir siperi kum torbalarıyla doldurduğumuz gibi, hayalimize yönelik taşlar döşüyoruz hafızamıza da. Güce muhtaç olduğumuzda çağırıyoruz. Ve sık oluyor bu. Hatırlamalıyız. Çünkü hatıralar, aynı zamanda geri çağrılan duygulardır. Birşeye dair sebatınızı veya heyecanınızı yitirdiğiniz zaman, size o heyecanı yeniden hissettirecek hatıranıza koşarsınız. Anılarda salt olaylar, kişiler ve yüzler saklanmaz yani. Duygular da paketlenir.

Örneklendirelim: Sınıfı birincilikle bitirmeniz lazım. Neden? Çünkü ailenizin okumanız hususunda gösterdiği fedakârlıklar size böyle bir arzu ve açlık hissettirmişti. Bu yolda çalıştınız eğitim hayatınız boyunca. Hissediyorsunuz ailenize böyle bir hediye vermenin heyecanını ve arzusunu. Bir başkasında daha fazla imkan var belki o başarıya ulaşmak için. Belki sizden de zeki. Fakat onda o açlık ve heyecan yok. Çünkü o açlığı ve heyecanı tetikleyecek bir hatırası yok. Babanızın gözlerinizi öpüşünü hatırlıyorsunuz sonra uğurlarken. Belki otobüsün ardından gözlerini silişini. Bu sizde uykuları ve tembellikleri dağıtan bir güce dönüşüyor. Siz arzuluyorsunuz. Öteki arzulamıyor. Çünkü sizin hatıralarınız var. Babanızın yırtık ceketi var. Annenizin nasırlı elleri var. Diğer çocuğun böyle bir hazinesi olmayacak. Onlara yaslanarak güç alamayacak...

Hollywood filmlerinde sık rastlarız böyle sahnelere. Bir başarı öyküsünde, esas oğlanımız veya kızımız, başarmanın en zor olduğu anda, kendisini o başarıya koşturacak ve arzusunu diriltecek olan hatırasını tahattur eder. Belki bir sözdür bu, sevdiği birisi tarafından söylenen. Belki düşmanının onu gayrete getiren hakaretidir. Nihayetinde bizim de kahramanın iç dünyasına dahil olmamızı sağlayan 'anımsama' sahnesinin ardından başarı gelir. İstisnalar var mıdır? Mutlaka. Ama genelde böyle olur.

Besmele de, bir âdet-i İslamiye ve şeair-i İslamiye olmasının ötesinde böyle bir hatırlamadır bence. Zaten âdet ve şeair, müslüman toplumun (veya ferdin) şuurunu oluşturan (ve koruyan) şeylere denir. Besmeleyi söyleyen kişi, hatırladığı Allah'a yaslanır. Bunu büyük bir farkındalık ve vurgu ile yapması şart değildir. Şuur düzeyinde, içinde bir yerde, Allah'ın varolduğunu hatırlamıştır. Onun ismini ve dolayısıyla isminin kendisindeki hatırasını anımsamıştır.

Bu anımsamayla, yapacağı fiil ile kalbindeki Allah tasavvuru arasında bir bağ kurmuştur. O fiili anlamlı kılacak veya o fiili yapmada gayretini koruyacak duyguların madeni harekete geçirilmiştir. Allah'ı hatırlayan, çok şeyi hatırlar... Allah'ı hatırlayan, kendisindeki Allah tasavvurunun gelişkinliğiyle ilgili olarak (yani marifetiyle doğru orantılı olarak) bir anlam dünyası bulur arkasında. Tıpkı okulunu birincilikle bitirmek isteyen öğrencinin veya farklı bir başarı öyküsünde, en büyük zorluğun önünde son hamlesini yapmak için bekleyen kişinin herhangi bir hatırayla ilişki kurup güç alması gibi, biz, Allah'ı andıkça Allah'tan güç alırız. Çünkü ismini anmak, hatırasını anımsamaktır. O hatırayla ilgili ne kadar duygu ve anlam varsa, kapağı açılmış barajdan akar gibi kalbe çullanmaya başlamasıdır. Bu sözümü sevdiğinin ismini ve yüzünü hatırlamadan şiir yazamayan şairler anlamazsa, hiçkimse anlayamaz. Virdini okurken cezbeye gelen zâkirin sırrı budur. Baraj kapağından akan suyun coşkusu aklını elinden alır.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir." Ben de bu nedenle bu hissi tarif etmeye girişmeyeceğim. Ama istemsiz bir şekilde, her zor işimde veya dara düştüğüm anlarda (hatta az önce Hakkı'yla masa tenisi oynarken oyunu çevirmekte zorlandığımda) onu anmamı başka şekilde açıklayamıyorum. Birinci Söz'deki kıssanın insan psikolojisine uzanan bir yanı bu: Sonucun bir ehemmiyeti yok. İstemeden dilime geliyor. Yaslanmak hepimizin ihtiyacı. Seve isteye söylüyorum. O zaman yine mürşidimin 'bi ismi'yi tefsir ederken dediği gibi diyeyim ve bitireyim: "Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve medet al." İsmiyle başlamak medet almak mıdır? Evet, hakikaten öyledir. Kimin ismiyle başlarsan, ondan medet alırsın.

Saturday, November 7, 2015

Yusuf aleyhisselam iddaa oynamaz

Hatırlarsanız, kadere dair başka bir yazımda, inkârının sadece kendisini inkâr etmekten ibaret kalamayacağını, çünkü onun akaidin kulbu mesabesinde olduğunu, ona kastedenin aslında bütün akaide kastettiğini konuşmuştuk. Karine olarak da Meyve Risalesi'nden bir alıntı yapmıştık. Bir kısmını tekrar alıntılayayım:

"İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

İşte biraz da bu metinden hareketle iddia etmiştim ki: Kader inkârcılarının arızaları birtek kader meselesinden ibaret değildir. Kalamaz! En başta gözlerimizin nuru tevhid akidesi ve kalplerimizin sevinci Allah tasavvurumuz olmak üzere, ister-istemez, bütün erkân-ı imaniyede ayarları bozuktur onların. Yani bu arızanın öncesinde de bir dizi sıkıntıları vardır iman noktasında. Buradaki sapkınlıkları aslında bir sonuçtur.

Mevzuun Allah tasavvuru, yaratılış ve tevhide bakan kısımlarını önceki yazılarda yeterince konuştuğumuzu düşündüğümden, bu yazıda doğrudan 'ahirete iman-kadere iman' arasındaki bağlantıya ve her ikisinde birden akidevî bir sorun yaşamadan birisinde salt böylesi bir sorun yaşanmayacağına dair izaha girişeceğim. Tevfik ise Allah'tan.

Öncelikle: Ahirete iman nedir? Bunu biraz konuşalım. Bismillah: Ahirete iman, en özet ifadesiyle, Allah tarafından 'öyle olacağına inanmakla sorumlu tutulduğumuz' bir yarındır. Bugünün gaybı olan, yani beş duyu organıyla bilinemeyen, fakat doğru bir Allah marifetiyle delil okumasını yapabildiğimiz bir yarın bilgisidir ahiret bizler için.

Peki, kader inkârcılarının iddia ettiği gibi, Allah yarın ne olacağını (hâşâ) bilmiyorsa, yani fiiler/iradeler sonucu ortaya çıkacak işler ilminde/takdirinde değilse, hükmü zamanın kaydından kurtulamıyorsa, o halde nasıl kendisinin dahi varlığından emin olamayacağı bir ahirete kesin bir şekilde inanmakla mü'minleri sorumlu tutabilmektedir? Öyle ya, Allah da gelecekte ne olacağını (hâşâ) bilmezken, böyle itikadî bir riski neden kullarına aldırmıştır? Ya ahiret diye birşey hiç olmazsa? Ya cennette/cehennemde öyle şeyler yaratılmaz veya yaşanmazsa? Kader inkârcılarının sarhoş akıllarının peşinden gidersek ahirete iman ancak Allah'ın (hâşâ) tahminine iman olur. Demek ki, Allah, ne olacağını bilmediği bir geleceğe dair "Şöyle yaparım!" diye tahminde bulunmuş ve bu tahmine bizim de iman etmemizi istemiştir. Ahirete iman, kader inkârcılarına göre, en fazla budur. Kaderdeki kesinliği yalanlamaları onları bu sonuca sürükler.

Sorunu 'ahiret Allah'ın vaadi' diyerek de çözemezler. Zira Allah'ın vaadi dedikleri şey, eğer bu dünyada insanın iradesi sonucu oluşan fiileri Allah'ın zaman ötesinden bilmemesini kastediyorsa, o halde Kur'an'da geçen cennet/cehennem hayatının tafsiline dair sahneler, mahşer günü yaşanacakların tasvirleri, bunlar nasıl Allah tarafından bilinmektedir? Ebu Leheb'in iman ile gidip-gitmeyeceğini bilmeyen bir ilah ezelî kelamında onu nasıl cehennemlikler arasında saymaktadır? 'Gelecek senaryosu' mudur Tebbet sûresi? Ya denildiği gibi çıkmazsa? Ya Ebu Leheb ölmeden iman ederse? Cenab-ı Hak onu yine de "Vaadim öyle!" diyerek cehenneme mi atacaktır?

İşte bu kadar incelikli bir bilişi 'ilimle' değil 'vaadle' açıklamaya çalışanların balonu bu dünyadaki inkârlarının ahirette Cebriye çizgisinde bir imana dönüşmesiyle patlar. Mutezile burada Cebriye ile buluşur. Allah'ın vaadi, nasıl olacağı bilinmeyecek bir gelecekteki bütün teferruatı 'seçimlere bir alan bırakmayacak kadar' kapsıyorsa, o halde hür iradeler nerede kalacaktır? Tebbet sûresi nazil olduktan sonra Ebu Leheb iman etse de etmese de cehennemlik midir? Yoksa zaten zaman üstü bir biliş sahibi Alîm-i Hakîm tarafından öyle olacağı bilinerek bu hakikat ümmete haber verilmiş midir? İkincisine iman etmek mantığın da gereği değil midir?

Hızlı gidelim. Kur'an'dan bahsetmişken 'kitaplara iman' rüknü ile kaderin inkârının ne kadar uyuştuğuna bakalım. Kur'an bize, yukarıda da bir parça altını çizdiğimiz gibi, çok teferruatlı bir şekilde ahiretten bahsediyor. Hatta ehl-i cennetin/cehennemin ahvaline dair tariflerde bulunuyor. Bırakalım ahirete dair bu kadar teferruatı ve vurgulu metinleri, gaybî ihbarlar nev'inden birçok şey var Kur'an'da. Rum sûresindeki ihbar-ı gaybdan tuttun, ta peygamber kıssalarında yeralan delillere, ta Tebbet sûresine kadar...

Kur'an bize öyle bir Allah'tan haber veriyor ki: O Allah geleceğe dair birçok şeyi vahyin nüzulü anında haber veriyor. Eğer Allah kader inkârcılarının savunduğu gibi 'geleceği bilmiyorsa' bütün bunları (hâşâ) tahmin mi etmiş oluyor? Kur'an-ı Hakîm, sandığımız gibi bir hikmet kitabı gibi değil de, (hâşâ) bir tahmin kitabına mı dönüşüyor? Allah ihbar-ı gayb türünden birçok şeyi tahmin-i gayb olarak mı Kur'an'da zikrediyor? Oturup kalkıp hayretle sormak lazım kader inkârcılarına: Acaba kafaları nasıl bir Kur'an'a inanıyor? Oradaki gaybî bilgileri ne olarak görüyor?

Kur'an'ı anarken peygamber kıssalarına da dokunduk. Şimdi de yüzümüzü 'peygamberlere iman' rüknüne dönelim o vakit. Bırakınız ihbar-ı gayb türünden hadis-i şerifleri, ki kader inkârcılarının hadis inkârcılığına da yatkın olması bu anlamda şaşırtmaz bizi, Kur'an'da geçen peygamber kıssaları ve orada aktarılanlar bile nübüvvetin Allah'ın herşeyi bilen oluşuna bir delildir. Misal: Yusuf aleyhisselam rüya tabiri yaparak insanların başlarına gelecekleri nasıl bilebilmektedir? Hâşâ, geçmişi ve geleceği ezelî bir bilişle bilen Allah'ın peygamberi olmasa ve bildirilmese gayb kendisine, nasıl böylesi okumalar yapabilecektir? Hâşâ, kader inkârcılarına göre, Yusuf aleyhisselam tabirlerinde iddaa kuponu mu doldurmuştur da hep tutturmuştur? Nasıl bir nübüvvet inancıdır kader inkârcılarınınki? Yusuf aleyhisselamı falcıya dönüştürmek değil midir bu inkârın neticesi?

Kur'an'daki delillerini de kenara bırakalım hadi. Nübüvvetin kendisi bile bir 'geleceği biliş' içermez mi? Sahabilerin ahvalinin Tevrat'ta ve İncil'de nasıl geçtiğine dair Kur'an'da yeralan beyanlar, Allah'ın Tevrat'ta ve İncil'de yaptığı 'tutmuş tahminler' midir? Sahabilerin geleceğini bilmeden mi 'öyle olacağını tahmin etmiştir' Allah?

Peki nebilerin birbirlerini müjdelemeleri? Özellikle İsa aleyhisselamın Aleyhissalatuvesselama dair verdiği müjdeler? Tahrif olmuş İncillerde bugün bile ortaya konulabilen işaretler? Peki, Aleyhissalatuvesselamın aşere-i mübeşşereye veya başka bazı sahabilerin geleceğine dair verdiği haberler? Müşrik önderlerinin kötü sonlarına dair önceden verdiği bilgiler? Hepsi mi yalandır bütün bunların? Bütün bunlar yalan veya tahmin olursa nübüvvetin ahvali ne olur? Onların emin dillerinden ve ellerinden bize ulaşan vahyin sıhhatine nasıl güvenilir? Cebrail aleyhisselam mı yolda karıştırmıştır mesajın içine bu tahminleri yoksa? Sahi kader inkârcıları nasıl bir vahiy sürecine iman etmektedir?

Cebrail aleyhisselama değinmişken kader inkârcılarının 'meleklere iman' konusunda ne denli dengeli(!) gittiklerine de bakalım. Bir kere yukarıda ahirete, kitaplara ve nübüvvete iman konusunda saydığımız bütün sorular melekler için de aynen geçerlidir. Neden mi? Çünkü bu haberlerin tamamı bize bir melek eliyle ulaştırılmıştır. Peygamberler bu vahiyleri bir melek eliyle aldıklarını söylemektedirler ve eğer kitaptaki geleceğe dair bilgiler peygamberlerin (hâşâ) tahmini değilse, o halde, kader inkârcılarına göre bu tahminler meleklere aittir.

Sadece bu da değil. Aleyhissalatuvesselamın miracı, mirac sırasında yaşanan hadiseler, cennet/cehennem ehlinin ahvali... Bütün bunlara şahitliği sırasında Cebrail aleyhisselam da onun yanındadır. Hatta miraca dair rivayetlerde Cebrail ile Aleyhissalatuvesselam arasında soru-cevap tarzı birçok metin bulunmaktadır. Cebrail aleyhisselam burada verdiği bilgilerde geleceğe dair tahminlerde mi bulunmuştur? Dahası var: Azrail aleyhisselam insanların canlarını nasıl bir bilgiyle almaktadır? Önceden ne olacağını bilmiyorsa nasıl görevine yetişmektedir? İsrafil aleyhisselamın sûra üfleyeceğini herkes nereden bilmekte ve nasıl emin olmaktadır? Bütün bunlar tahmin mi edilmektedir? Kader inkârcılarının bu noktada meleklere bakışı nasıldır?

Hasıl-ı kelam: Akaidin herbir rüknü hepsiyle bağlıdır ve hepsini inkâr etmeyen hiçbirini inkâr edemez. Bakmayın siz kader inkârcılarının "Kur'an'da geçmiyor!" diye kaçak güreşmelerine. Kur'an'ın bütünü geçmiş ve gelecek hakkındaki hükümlerinin kesinliği ile kadere imandan haber vermektedir. Kur'an'ın bize öğrettiği bütün akaid, verdiği bütün bilgiler ve delilleri, ezelî bir biliş olmadan açıklanamaz. Yani kader kendinden önceki beş rüknün zorunlu sonucudur. Muktezasıdır. İşte sorular ortada kardeşlerim. Kadere imanı olmadan diğer rükünlerin arkasını toparlayabilecek beri gelsin. Gelsin de imanının sıhhatini bir konuşalım. Subhanallah. Hak Teala elbette bu iftiracıların cahillik suçlamalarından yücedir. Mürşidimle başladım. Onunla bitireyim: "Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez."

Wednesday, October 14, 2015

Kadere iman, imanın kemalidir 5

İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar kitabında geçiyordu sanırım şu cümle: "Kusur insanın imzasıdır..." O halde insan olduğumuzu bilmek de 'kusurlu olduğumuzu bilmekle' başlar. İtikadî anlamda, Allah'la ile kendi aramıza koyduğumuz en temel ayraclardan birisi budur: Biz kusurluyuz. Hep de öyle kalacağız. Fakat o Allah. O kusursuz. Bu, Vacibü'l-Vücud kavramlaştırmasıyla da ilgili biraz. Kusurluların kusurları içinde boğulmamak için umudu o. Vagonların ilerlemek için muhtaç olduğu lokomotif. Kusurluların ayakta kalmak için muhtaç olduğu Subhan. Onun her fiili subhaniyetin cilasıyla cilalandığındandır ki, fiillerimize benzemez. Şuunatı dahi '(...)-i mukaddese' ve '(...)-i münezzehe' ile ancak tabir edilir. Tenzih hakikati, sadece kusurlardan tenzihi değil, nitelik olarak 'eyleyişimiz' ve 'eyleyişi' arasındaki kıyaslanmazlığı da bize fısıldar.

En çok 'ihata' farkıdır bu. Biz kuşatamayız. O kuşatır. Her kusur bir sınırdan/kuşatamayıştan kaynaklanır. Sonsuz olan ilah için (tevhide iman sonsuzluğa imandır, şirk ise sınırlamaktır) ise kusursuzluk kemalin gereğidir. Tenzih, tevhidin getirisidir. Tevhid, tenzihin delilidir. "Zira, hulfü'l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir." Allah'ın subhaniyetini her vurguladığımızda aslında demek istiyoruz ki: Sen bizim yaptığımız gibi yapmazsın. Çünkü kusur bizim imzamız olduğu gibi, kusursuzluk da senin imzandır. 'Kusurluluk' ve 'kusursuzluk' diye iki kutup-kavram olduğuna göre âlemde ve belirgin bir şekilde kusur bize aitse (ki hatalarımız bunun en büyük delilidir) o zaman kusursuzluk da sana aittir. Mütekelliminin hudus delili biraz da buna bakar. Yokun varlığından bahsedemeyiz. Yokun ancak yokluğundan bahsedilebilir. Tıpkı 'şirk' gibi.

Bu, 'bizim fiillerimiz' ve 'onun fiilleri' taksimi de sahici bir taksim değil. Sınırlarımızı tanıma aracımızdır bu taksim aslında. Çünkü 'fiilerimiz' derken sınırlılığımız içinde şahit olduklarımızdan hareketle konuşuyoruz. Yaratışın 'istemek' ve 'kazanmak' kadarına şahitiz. Bizle olanı, 'bizim yaptığımız' yerine koyarak isimlendiriyoruz. Sebepler âleminde bir kolaylık sağlıyor bu bize. Ancak şunu unutmamalı: Beraber yaratılmak yanındakini 'yaratmak' demek değildir. Yanında olması 'senin' demek değildir. Yaratmak (ve bu anlamda sahiplik) daha fazlasını ister. Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da altını çok belirgin çizdiği sırr-ı iktiran bize bunu söyler.

Bizim 'benim' veya 'Ben yaptım' dememiz, işin/nesnenin bizimle mukaranetini/yakınlığını ifade eden bir mecazdır. Hakikatte her fiil kaderin 'takdir' ve kudretin 'halk' süzgecinden geçtiğinden ötürü onundur. Fiil yaratmak insanın harcı değildir. Çünkü, istemek omuzlarına göre, fakat o fiile lazım olan yükü taşımak omuzlarına göre değildir. Her fiil aynı zamanda kainatla beraber atılmış bir adımdır. (Onun bütün detaylarına hâkimmişçesine atılmış bir adımdır.) Bir uygun adımdır. "Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz'üne hakikî mâlik olamaz." Ve Kafka'nın dediği gibi: "İyiler hep uygun adım ilerler."

Bu noktada kötülüğü/günahı bu uygun adım yürüyüşü bozan şımarık tavırlar olarak tarif edebiliriz. Şeriatı da 'uygun adım yürüme kılavuzu' olarak. Fakat bu şımarık tavırlar bile kainatın nizamını bozamaz. Çünkü onlar da Ezelî bir bilişle bilinmiş, kaderde yazılmış, kudretle yaratılmıştır. İşte bu sebeple Kelebek Etkisi filminin de giriş cümlesi olan 'kaos teorisi' bir sanrıya dönüşür. Günahkâr bir kelebeğin kanat çırpışı kainatta bir kaos yaratamaz. Çünkü kanat çırpışını yaratan kelebek değildir. Kainat, birbirinden habersiz parçaların fiileriyle gelişigüzel şekilleniyor değildir. Bütünün sahibi, bütüne göre yaratmaktadır her bir parçayı. Arzumuz, kader kalıplarını yıkamaz. Kader kalıpları içinde kendine akacak bir yer bulur. Bu noktada 'uyum delili' kaderin de en büyük delili haline gelir. Nasıl? Şöyle: Dün-bugün-yarın birbirine uyuyorsa/uyumluysa, bu uyumu açıklamak için, dünü-bugünü-yarını birden bilen bir ilaha ihtiyaç var.

Kader inkârcılarının en çok takıldığı noktalardan birisinin de bu olduğu görünüyor. Onlar imtihanın hikmetli(!) olması için Allah'ın malumu olmayan bir alan açmayı gerekli görüyorlar. İmtihanı emirle değil ilimle ilgili sanıyorlar. Çünkü imtihan tanımını bu dünyada kullandıkları mecaz karşılıkla dolduruyorlar. Allah'ı insan yerine koyuyorlar. (Öğretmen, öğrenciyi 'durumunu öğrenmek için' imtihan ediyor.) Hatta bir adım ötesinde diyorlar ki: "Sadece ilmiyle değil, kudretiyle de dahil olmadığı; ondan bağımsız yaratılmış birşeyler olmalı ki, imtihan hikmetli olsun. Allah da sınadığının sonucunu öğrensin."

Halbuki öğrenmek bir aczdir. Öğrenenin öğrendiği şeyi daha önce bilmediğine, dolayısıyla cehaletine hükmederiz biz. Bu da, en başta altını kalınca çizmeye çalıştığımız, tenzih hakikatine zarar verir. Hatta, daha da yukarısında, Allah'la kul arasına niteliksel anlamda koymamız gereken ilk ayıracın ihmal edildiğini gösterir. Neden böyle söylüyorum? Zira tenzih, eksiklik kaldırmaz. O zaman kader inkârcılarının inandığı Allah kusurlu bir Allah'tır. Kusur noktasında da insan gibidir.

Peki, biz ne ile imtihan oluyoruz? Biz Allah'ın (hâşâ) ilminin dışına çıkmakla veya çıkmamakla değil, emrinin dışına çıkmakla veya çıkmamakla imtihan oluyoruz. İmtihanı anlamlı kılan budur. Kulun, Allah'ın ilminin dışına çıkmak veya çıkmamak arasında mütehayyir kalması diye birşey sözkonusu değildir. Zira böyle bir (yarattığını sonradan öğrenen) ilahın yaratması da mümkün değildir. Yaratış için ilim-irade-kudret üçlüsünün üçü de lazımdır, yalnızca kudret değil.

Fakat şu vardır: İnsan sonradan öğrenir. Ve insanın bu sonradan öğrenme kusurundan dolayı imtihan sürecinin şahidi olması elzemdir. Rahman, kullarını, süreçlerinin şahidi olmakla da mükafatlandırmıştır. Yaratılışın esma-i ilahiye bakan binbir hikmetinden başka, bu hikmetin altını mutlaka çizmeliyiz. Sınırlı olan öğrenir. Öğrenen de şahit olmak zorundadır. Biz de dünya imtihanında 'kalubela' sözümüzün şahidi oluruz. İlmelyakin bildiğimizi hakkalyakin öğreniriz. Ve gün gelip hakettiğimiz yere gittiğimizde Cenab-ı Hakka karşı uyduracağımız bahane kalmaz. İsrâ sûresi bize bu sırrı şöyle fısıldar: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap da etmeyiz." Sen de emrin dışına çıkıp kendi sürecinin şahidi olmadıkça Allah Ezelî ilmiyle cezalandırmaz seni.

Saturday, October 3, 2015

Yozdil'in 'gör' dediği

Bir filmde dikkatimi çekmişti. Hintçede 'kurban' kelimesini 'fedakârlık' anlamında da kullanıyorlar. Bu bilgiyi twitter'da paylaştığımda bir arkadaşım başka dillerde de kurban kelimesinin aynı anlamda kullanıldığını söyledi. Hatta 'kurban' ibadetinin o dillerde 'fedakârlık' anlamına gelen kelimelerle karşılandığını ekledi. Bu, elbette Hz. İbrahim ve Hz. İsmail aleyhisselamın kıssası eşliğinde ele alınınca anlaşılır birşey. (Hatta Habil ve Kabil'in kıssası ile bakara kıssası da bize aynı dersi veriyor.) Kurbanın öyküsü bir fedakârlık öyküsü aynı zamanda. Sevdiğin şeyi bağışlıyorsun Allah'a. Böylelikle en çok sevdiğinin o olduğunu gösteriyorsun.

Sahabe efendilerimiz de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama şöyle demezler miydi: "Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!" Bu cümle salt bir âdetten değil, mana-i Muhammedî'nin taşıdığı 'Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!' sırrına da dairdir. (Bizde de "Allah'ına kurban" ifadesi böyle bir manayı karşılar.) Sırrının aynı zamanda âlemin mayası olduğu Allah Resulü, elbette bize, sadece bedensel varlığımızı mayalandıran ebeveynimizden daha hayırlıdır. Adına kurban kesilen, kurban edilenden daha hayırlıdır. Fedakârlık, bu noktada kalbe istikametli sevgiyi ve hiyerarşisini hatırlatır. En çok sevilmesi gereken; daha menfaatli olan değil, daha hayırlı olandır.

Burada 'hayır' ve 'menfaat' arasına bir mesafe koydum. Hayırlı olanın aynı zamanda menfaatli olan olduğunu biliyorum. Fakat menfaat ve hayır kelimeleri arasında bir nüans olduğunun da farkındayım. Menfaat, daha yakın, daha çabuk ve daha hızlı elde edilen 'lezzetli faydayı' karşılıyor kanaatimce. Üstelik menfaat kelimesi tek başına helal/haram ayrımını da bize fısıldamıyor. Sadece o şeyin nefsimize varlıksal geldiğini söylüyor. Fakat hayırlı olan; salt nefse değil, hatta bazen nefsin rağmına; kalbe, hayata, toplumsal hayata, ruha, insaniyete, insanlığa, fıtrata, vicdana ve şeriat-ı kevniyeye iyi gelendir. Huzurlu faydadır. Yani hayırlı olan şey 'varlığa iyi gelen' olduğu halde, menfaat, daha çok bencilliğimize/nefsimize iyi gelendir. Veya öyle görünendir. Bu noktada hayır ve menfaat arasındaki ayrım bizi vicdan ve nefs arasındaki ayrıma götürür. Nefs, çabuk ele geçen şeyi menfaatli olarak algılar. Vicdan ise büyük insaniyet resmi içinde varlıksal görünene hayırlı der. Nefis lezzetliyi, vicdan huzurluyu tanır. Vicdan hayrı tanır, nefis ise menfaati. Bazen ikisinin uyuştuğu da olur. Ama garanti değildir.

Bediüzzaman'a yüzümü dönersem: "Madem hastalıkların böyle menfaati var. Ondan şekvâ değil, tevekkül, sabır ile, belki şükredip rahmet-i İlâhiyeye itimad etmektir" derken mürşidimin kastettiği; hastalığın ebedî varlığımıza yaptığı müsbet hizmet nedeniyle 'menfaatli' oluşu iken; "Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!" derken olumsuzladığı ise, işte büyük kulluk resmini görmezden gelen nefsî/bencil menfaatçiliktir.

Bu yönüyle kurbanın her iki türden menfaate de sahip bir ibadet olduğunu görüyoruz. Yani hem hayırlı, hem menfaatli... Hayırlı, çünkü yaptığınız fedakârlık Allah'ın emirlerine uygun hareket etmekle ebedî varlığınıza olumlu bir katkı sağlıyor. Bugün malınızdan birşey yitiriyorsunuz görünse de aslında kazanan siz oluyorsunuz. Tıpkı kesilen bir hayvandan yalnız bir budun kendilerinde kaldığını öğrenen Allah Resulünün Hz. Aişe annemize dediği gibi: "Ey Ayşe, demek ki bir bud dışında hepsi bizim oldu."

Tabii fedakârlığın kazandıran olduğu bir düzlemi bugünün seküler insanına anlatmak zordur. O yüzden kurbanın dünyevî getirileri de vurgulanır kurban tebliğlerinde. Mesela; o kurban sayesinde, çevrenizdeki insanlar/fakirler de et nimetinden faydalanır. Üstelik siz de kurban etinden faydalanırsınız. Derin dondurucular sayesinde, bu senenin kurban etini, seneye keseceğiniz kurbanın vaktine kadar tüketebilirsiniz. (Derin dondurucular paylaşımcılığımızı azaltıyor mu?) Akrabalarınızı, dostlarınızı, mahallenizi, sokağınızı, yakınlarınızı o et sayesinde sevindirebilir, hep beraber mangal yapabilirsiniz. Ancak bu menfaatler kurbanın ancak ikincil faydası mesabesindedir. Kurbanın asıl amacı ise, Kur'an'da da vurgulandığı gibi, Allah'a yakınlaşmaktır. Ve kişisel menfaatlerimiz, fedakârlığımız kadar bizi Allah'a yaklaştıramaz. Bu nedenle kurbanı 'sadece Allah rızası için yapılan bir fedakârlık/ibadet' olarak görmek, bir menfaat odağı olarak görmekten hayırlıdır. Velev ki menfaatleri tabağınıza ulaşmıyor olsun.

Yılmaz Özdil'in geçtiğimiz günlerde Erdoğan'ın yurtdışında kestirdiği kurbanlara atıf yaparak, tamamen milliyetçi/ulusalcı kaygılarla, "Allah kabul etmesin!" demesi, yukarıda söylediklerim eşliğinde bakınca bana manidar geliyor. Bediüzzaman, bir asabiyet/ırkçılık tahlilinde şöyle der: "Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaati şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır." Yani aslında aradığı kendi menfaatidir felsefe talebesinin/şakirdinin, fakat bunu kavminin menfaati içinde 'saklayarak' arar. Tek başına ulaşacağı menfaat miktarı elbette kavimce elele verip ulaşabilecekleri menfaate kıyasla kısıtlıdır. Saklaması ise, dışavuracağı bencil taleplerinin insanlar tarafından tiksintiyle karşılanması korkusundandır. Zira bencillik, diğer bencilleri size karşı kendilerini korumaları noktasında uyarır. Bu nedenle "Ben, dünyaya bedelim!" demez de "Bir Türk dünyaya bedeldir!" der mesela milliyetçi adam. Ama ikinci cümleyi söylerken birincisini söylemiş gibi de bir tatmin hisseder.

Özdil de bunu anlatmaya çalışıyor. Belki ömrünce hiç yapmadığı (belki doğru da bulmadığı) bir ibadeti maşa kılmakla milliyetçilik adına dindarlığa kılıç çalmaya çalışıyor. Vicdanın sesini nefsin homurtularıyla bastırabileceğini düşünüyor. Hayırlı olanın gırtlağına menfaat ile çökmeyi planlıyor. Tutar mı bu tuzak? Kurbanı 'fedakârlık' olarak değil 'menfaat' olarak görenler için, belki.

Şu da ilginç birşey: Bugünlerde müslümanlara ibadetleri konusunda en çok ayar vermeye çalışanlar, o ibadetlerle en mesafeli olanlar. Örneğin: Hacca gideceğini söyleyen ihtiyara "Paranı Araplara kaptırma!" diyen Önder Sav'ın hacca gidesi var mıydı? 28 Şubat sürecinde başörtülü öğrencilere 'tesettürü' yeni baştan öğretmeye cüret eden laik zorbaların dine dair malumatları ve hassasiyetleri ne ölçüde idi? Fakat gelgelelim, bu zevat, ilgilenmedikleri şey hakkında racon kesmekten de beri durmuyorlar. Halbuki, en kara cahil bile bilir, eğer ehl-i ihtisası değilsen hiçbir alan hakkında çene çalmaya hakkın yoktur. Tıbbın kapağını açmamış, ilmine kafa yormamış, doktora nasıl tedavi öğretebilir? Bunların da din hakkında durumu böyledir.

"Evet, bir fende ve bir san'atta mütehassıs bir iki zâtın o fen ve o san'ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hattâ başka fenlerde âlim ve ehli ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi (...) İşte bu kat'î hakikate binaen, binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehli ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehli hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."

Fakat yüzyıla yakın bir zamandır durumumuz Dücane Cündioğlu'nun Anlam'ın Tarihi kitabında Mehmed Lütfî'den naklettiği gibidir: "Camiin içindeki meselelere ait işlerle camiin dışındakilerin meşgul olduğu bir memlekette bulunuyoruz." Üstelik bu meşguliyet tarzı, bize, ehl-i kitabın Allah Resulünün davetine icabet etmemekteki direnişini hatırlatıyor. Nasıl? Mesela, demez mi Bakara sûresi 91 bize: "Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler." Burada yahudilerin Tevrat'ı, 'bize indirilen' olarak anışları manidar değil midir? Halbuki vahyin vahiy olması için Allah'ın katından indirilmesi yeterlidir. Fakat hayır, yahudiler, bir de milliyetçilik şartı aramaktadırlar kullukta. Vahiy 'onlara indirilen' olmalıdır. Muhammed-i Arabî'ye (a.s.m.) değil.

Kur'an onların sahte hamiyetlerine şöyle bir tokat çalar ayetin sonunda: "(Ey Muhammed!) Onlara: 'Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?' deyiver." İşte Yılmaz Özdil ve benzeri faşistlerin cevaplaması gereken soru da budur. Acaba kendilerinin bu sahte hamiyet namına şimdiye kadar milletlerine ne faydaları dokunmuştur? Kaç kurban yedirmişlerdir şimdiye kadar Türkün fakirlerine? Haydi, onu aştık. Acaba ideolojileri rağmına bu millete verdikleri zararı hiçbir düşman vermiş midir? Ben şimdi, yazıyı bitirirken, zaman geçtikçe gençleşen Kur'an'ın bu ayetini şöyle de okumanızı istirham edeceğim: "Kendilerine: Allah'ın (kesilmesi emrini) indirdiği (kurbana) iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (bizim için kesilene) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler."

Not: Yılmaz Özdil'in yazısının benim için bir ilginç yanı da, o yazıdan birkaç gün önce yazdığım "Bir Meşrulaştırma Yöntemi Olarak Müsbet Milliyetçilik...'te şöyle bir ifadenin bulunmasıydı: "(...) Hayatı 'çiliğiniz' içinde görmediğiniz gruplarla yardımlaşma ekseninde yaşayabilir misiniz? (Yoksa, yaşadığım bir örnekte olduğu gibi, kurbanını yurtdışında kestiren bir ahbabınızı 'kurbanını ele yedirmek'le mi itham edersiniz?)"

Monday, September 21, 2015

Kadere inanmayan Allah'ın birliğine inanır mı?

"Eşyadaki varlık nuru eşyaya taallûk eden ilmin nurunu gerekli kılar." 29. Lem'a'dan... 

Ebubekir Sifil Hoca'nın, İslamî Bilincin İhyası kitabında, Hz. Mu'âviye'ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde yaptığı bir alıntı var. Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği bu söz şöyle: "Mu'âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz."

Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bu 'çorap söküğünün' sergüzeştisinin nasıl olabileceğini de detaylandırıyor mezkûr kitapta: Önce listenin başında yeralan Hz. Mu'âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla ona yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu'âviye'den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali'yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler... Suçlamaların/ithamların, gözden çıkarılacaklar listesinin, önü alınamaz bir şekilde böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yani, tabir-i caizse, dansa yanlış ayakla başlayanın, ilerisinde de rezillik çıkarması kaçınılmaz oluyor. Yeter ki kapının kulbuna dokunma cür'etini kendinde bulsun.

Sahabenin büyükçe bir kısmını böyle 'güvenilmez' kıldıktan sonra İslamî kaynakların uğrayacağı güven problemini varın siz hayal edin. Kanaatimce: Akaidle ilgili her meselenin böyle bir yanı var. Yani, dansa yanlış ayakla başlamak gibi, silsile şeklinde bütün sistemi etkiliyor akaidle ilgili yanlış duruşlar. Küçümsemeye veya 'O kadarcık kusur kadı kızında da bulunur canım!' demeye gelmiyor. Ebubekir Hoca'nın belirttiğine benzer bir endişeyi Bediüzzaman'ın da 'imanın altı rüknü hakkında' belirttiğine şahit oluruz Meyve Risalesi'nde:

"Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor.

Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez.
"

İşte, ben de, alıntıladığım endişelerden hareketle kaderin inkârını savunanları aynı şeyle itham ediyorum. Hatta Vekî' b. el-Cerrâh'ın sözünü birazcık değiştirerek diyorum ki: "Kader iman kapısının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı 'daha yukarıdakilere kastetmekle' itham ederiz." Bu yazımda da, mürşidimin Meyve Risalesi'nin 9. Meselesi'ndeki izah metodunu taklid ederek, erkân-ı imaniye ile kaderin arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışacağım. Tevfik Allah'tan. Ve hamd yalnızca Ona.

Kadere iman ile 'nasıl bir Allah'a iman ettiğimiz' arasındaki ilişkiyi, serinin önceki yazılarında kısmen ifade etmeye çalışmıştım. Katkı olarak diyebilirim ki: Kadere iman tevhide imanın bir gereğidir. Eğer siz tevhide imanı 'herşeyi yaratanın o olduğuna iman' olarak anlıyorsanız (ki tevhid özetle bunu ifade eder) o zaman, yalnız mekana değil, zamana yayılmış hilkatlerin de tümünü ona vermek zorundasınız. İkinci bir ilahtan, kalbinizdeki iman gereği, bahsedemezsiniz. Bu bahsedemeyiş Allah'ın zatına layık şekilde bütün isimlerini/sıfatlarını da kapsar.

Bunu bir kenarda tutun. Daha evvel bir yazımda da izah etmeye çalıştığım, 'bizim bilişimizle Allah'ın bilişi arasındaki farka' gelelim buradan. Çünkü tevhid tam da bu zeminde herşeyin dengesini değiştiriyor. Allah'ın bilişiyle bilişimiz arasında kurduğumuz yanlış türde bir benzerliğin, subhaniyeti açısından, nasıl bir sorun içereceğini gözler önüne seriyor.

Evet. İnsan, yaratıcı olmadığı için, dilediği/irade ettiği fiileri yaratacak bir ilaha muhtaçtır. Eğer insanı 'kendi fiilerini yaratan' olarak görmüyorsak, tabir-i diğerle onu küçük bir ilahçık gibi düşlemiyorsak, o halde insan irade ettiği fiileri yaratamaz. Sadece diler ve lütfedilirse kazanır. Bu 'dileyiş ve kisb' onun sorumluluğunun kaynağıdır. Ancak burada bir nüansa dikkat çekelim: Yaratıcısı kendisi olmaması hasebiyle, insanın, iradesiyle yaratılan fiilerin mahiyetini öğrenmesine de gerek kalmaz. Bediüzzaman'ın misal olarak sıklıkla kullandığı mide ve gıda örneklemesi burada da işimize yarar:

"Zîhayat içinde en eşref ve ihtiyarca en geniş olan insandır. Hâlbuki, insanın, ef'âl-i ihtiyariyesi içinde en hafifi ve en zâhiri, söz söylemesi ve yemek ve içmesi ve düşünmesidir. Hâlbuki, insanın bunlarda dest-i ihtiyarının müdahalesi ne kadar az olduğu, azıcık düşünmekle anlaşılır. Hâlbuki, mahlûkatın en eşrefi olan insanın eli, tasarruf-u hakikîden bu derece bağlı olsa, başka hayvanat ve cemadat, sırf birer memlûktan ve Hâlıkın hesabıyla dönen ve çalışan birer mahlûk-u musahhardan başka birşey değillerdir."

Yani insanın fiilerinin yaratıcısı olmadığının en zâhir delili, o fiilerin mahiyetlerinden ve işleyiş süreçlerinden bihaber oluşudur. Yemeği ağzına koyan insan, o aşamadan ta hücrelere lazım olan gıdaların gerekli oranlarda ulaşmasına kadar geçen tüm aşamalardan habersizdir. Neler olduğunu ancak uzun araştırmalarla, o da kısmen, öğrenebilir. Dikkat ediniz, 'öğrenebilir' diyorum. 'Yaratır' demiyorum. Fiileri yaratan kendisi olmadığından fiilerin mahiyetinin ne olduğunu aklıyla bir derece keşfeder. Sonradan keşfeder.

Gözlemcidir. Bu keşfi bile o fiilin her tekrarlanışında şahidi olma değildir. Ancak özet bir bilgilenmedir. Bu noktada altını tekrar çizmemiz gereken şey: İnsanın ancak Allah'ın yarattığı fiilerin mahiyetini öğrenen pasif bir biliş konumunda olduğudur. Kur'an da bize meleklerin lisanıyla bunun dersini verir zaten: "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur."

Peki, kaderi inkâr edenlerin çamurlu ağzıyla konuşursak, Allah olup olacak herşeyi bilmiyorsa, takdir etmiyorsa, yani bunları aynı bizim gibi (hâşâ) sonradan öğreniyorsa, onları kim yaratmaktadır? Biz, yaratmadığımız fiileri, onları yaratan Allah olduğu için, merakımızla ve aklımızla sonradan öğrenmekteyiz. Nasıl yaratıldıklarını bilmemiz zarurî değildir. Peki, Allah (hâşâ) kendisinden başka kimin yarattığı fiiller vardır ki, onların bilgisini sonradan öğrenecektir de bilişi insanın bilişi gibi sınırlı/sonradan olacaktır? Yani göklerde ve yerde Allah'tan başka bir ilah mı vardır ki, (hâşâ) Allah da onun fiilerinin mahiyetini sonradan bir bilişle "Aaa bak böyle yapmış!" diye öğrenecektir? Tevhide iman 'bilişlerin de tekliğini' zaruri kılmaz mı?

İşte, kader, tevhidin bir gereği olmaya bu noktada başlar. Herşeyi yaratan Allah olduğuna göre o zaten yaptığını bilendir. Birşeyi yaratmak, ancak bilmenin yaratmaktan önce veya beraber olmasıyla mümkündür.

Kelimelerin kifayet etmediği bu durumu ıstılahta 'ezel' diye tabir ediyoruz. Birşeyin nasıl yapılacağı bilinmeden o şey yapılamaz. "Yaratan bilmez olur mi hiç?" ayeti bize bunu hatırlatır. Yani herşeyin bilgisi yaratışından öncedir. (Bu 'öncelik' ve 'birliktelik' kafanızı çok karıştırmasın. İnsanın sınırlı penceresinden konuşuyoruz. Altını çizmek istediğimizse; ilim, irade ve kudret üçlüsünün birbirinden ayrılmaz oluşudur.) Bediüzzaman'ın 'yapan bilir...' cümlesiyle dikkatimizi çektiği şey de budur.

İkinci birşey: Unutmayalım. Allah'ın bilişi bizim fiilerimize veya irademize bağlı değildir ve olamaz. Çünkü bizim bilmemizle onun bilmesi arasında niteliksel bir fark var. Biz yaratmadığımız fiilerin mahiyetini bilmeye çalışıyoruz. Bilmesek de yaratılabilir veya yaratılacak olan şeyleri keşfetmeye gayret ediyoruz. Onlardan etkilenerek bizde bir biliş oluşuyor.

Duyularımız, hislerimiz, duygularımız, aklımız... Hepsi bu fiillerden 'etkilenerek' biliyorlar. Allah ise etkileyerek biliyor. Yani 'yaratarak' biliyor. Bizi etkileyecek olan fiiller zaten onun yaratışının ürünü. Cenab-ı Hak, kendisinden bağımsız, sonu ne olduğu kestirilemeyen fiiler yaratıp, sonra da onlardan etkilenip (hâşâ) "Aaa bak böyle oldu şimdi!" diye öğrenmiyor. Allah'ın bilişi böyle bir biliş değil. Allah yaratanın bilişiyle biliyor. Biz yaratılanın bilişiyle öğreniyoruz. (Arkadaşım, burası çok mühim, kaçırma.) Bu nedenle, tam da şu noktada Allah'ın 'bilmesinden' bahsedebiliriz, ama 'öğrenmesinden' bahsedemeyiz. Onun bilişi öğrenmenin ima ettiği acziyet kusurundan münezzehtir. Subhaniyetinin boyasıyla boyalıdır.

Gördüğünüz gibi bu noktada kadere iman ile Allah'a tevhid ile iman arasında yakın bir bağıntı var. Tevhide ne kadar kemal manada iman ediyorsanız, kadere imanınız da o kadar kaçınılmazlaşıyor. Herşeyi yaratanın o olduğuna iman eden bir mü'minin, herşeyi bilenin/takdir edenin de o olduğunu kabul etmesi kaçınılmaz oluyor. Bu yüzden ben, başta söylediğim gibi, kaderi inkâr edeni kapının halkasına elini uzatmakla itham ediyorum. Nereye varacağını bilmiyorsa aptaldır. Biliyorsa şirkini saklayarak ilerliyor demektir. (Yazı çok uzadığı için, imanın diğer şartları ile kadere iman arasındaki bağlantıyı sonraki yazı veya yazılarda idrak/izah etmeye çalışacağım, inşaallah.)

Saturday, September 5, 2015

Çöplüğün generali nasıl halife-i arza dönüşecek?

"Onların Rableri katındaki mükafatı, temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu Rabbinden korkan kimseyedir." (Beyyine sûresi, 8)

Arkadaşım, imanla şükrün arasını açıyoruz, hata yapıyoruz. Şükrü, 'imanın kendisine' yapılacak birşey gibi değil, 'hazza müteveccih'miş gibi tarif ediyoruz. (Nimet ile imanı da birbirinden koparmış oluyoruz böylece. Şükür, imandan kopuk, ayrıca yapılması gereken bir görev gibi duruyor.) İmanın kendisinin nasıl bir nimet olduğu ise bu 'nimetler kesreti' içinde görünürlüğünü yitiriyor. Nimet tanımımız kalbin (ve de şubesi olan aklın) diyarından uzaklaşarak hazzın diyarına yaklaşıyor. Tadılanın nimet olduğunu takdir eden mantığımız akla gelenin de (en az onun kadar) nimet olduğu düşüncesinden uzaklaşıyor. Çünkü aklın alanını nimet alanından farklı bir yerde konumlandırıyor. Kalbin alanını nimet alanından farklı bir yerde yerleştiriyor. Dışımız Onun (c.c.) oluyor yalnız. İçimiz yine bizim(!) kalıyor. "Oraya akanlar hariç..." diyor nefsimiz, "bana ne verdiyse nimettir."

Hatırlayalım: Karun'un şirki gizliydi. Karun, Allah'a başkasını değil, kendisini ortak koşmuştu. Onun "Bu bana ilmimle verildi!" derken kastettiği "Bunu tam olarak O verdi sayılmaz. Ben de kazandım! Ben de birşeyler yaptım!" demek değil miydi? (Zekat emrine muhatap olduğuna göre Karun inançlı biliniyordu da.) Çünkü o servetini elde ediş sürecinde istifade ettiği akıl/emek alanını 'bağış' diyarından çıkarmıştı. Onun dünyasında bağış, aklın, kalbin ve iradenin çabasından hariçte kalan bölgeyi temsil ediyordu. Belki bir anda da olmadı bu kayış onda. Yavaş yavaş inşa etti şeytan bu tanımları. Tıpkı Mesnevî-i Nuriye'de bize aktarılan süreç gibi:

"Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir."

İmanın, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'bütün nimetlerin başı ve nimetleri hakikî nimet yapan ve bütün zîşuuru ademin hadsiz musibetlerinden kurtaran' oluşu tam da bu süreçte gerçekleşir. İman, başta kendin olmak üzere, herşeyi Allah'a intisablı/bağlantılı bir şekilde tarif etmektir çünkü. Küfür nasıl 'hariçte bırakmakla' ilerlerse, iman da tam tersi bir şekilde 'daire içine almakla' fonksiyonunu yürütür. Yani, sahiplenile sahiplenile şirke düşülür, elden çıkara çıkara iman edilir. Bu bir açıdan da şu demektir: Küfür bütünün anlamını parçalarken, iman, parçayı 'bütünün anlamına' çağırır.

Ali Şeriatî'nin de İslam Bilim isimli kitabında güzelce ifade ettiği gibi, tevhid ve küfür, birbiriyle barışmayacak iki farklı 'algılayış biçimi'dir. İman eden varlığı farklı algılamaya başlar. Küfre düşen şahitliklerini daha farklı algılar. Ortamızdaki nesne değişmese de bizim ona dair yorumlarımız değişir. Çünkü mü'min varlığı ötesiyle birlikte tanımlar. Küfrün böyle bir şansı yoktur. Herşeyi buranın içinde, varlığına inandığı gerçekliğin boyutları üzerine kapanmış olarak, sınırlı imkanlarla anlamlandırmak zorundadır. Bu açıdan, Kur'an'da imanın gaybla bağlanması, mü'minlerin 'gayba iman edenler' olarak övülmesi, onların sahip olduğu bu hazineye (yani varlığın şahid olunandan ötesine sahip oluşuna) bir vurgudur aynı zamanda.

Mürşidim 'imanın nimetiyetine' çok vurgu yapıyor. Hatta bu gözle dikkat edilse, metinlerinde en çok vurgu yaptığı şeylerden birisinin 'imanın nimetiyet ciheti' olduğu görünüyor. Bunun anlamı biraz da şu: İman bizzat hayatı güzelleştiren birşey. Dünyayı anlamsızlıktan, bir çöplük olmaktan, yokluğa gitmekten kurtaran birşey. Nimet demek de aslında bu demek. Birşey hakkında nimet dediğimizde kastettiğimiz onun hayırlı yani vücudî (varlıksal) oluşu. Vardenin varedişine uyumlu oluşu. O uyumla 'büyük anlama' katılışı. Bizi sonsuzluğun parçası kılışı.

Bize birşeyler katışı. Zenginleştirişi. Aleyhissalatuvesselamın buyurduğu; "Din kolaylıktır..." hadisi, genelde 'amellerin hafifliği' ile tevil edilse de aslında iman, daha ameller hesaba katılmadan, yaşamı/yaşamayı kolaylaştırandır. İmanın verdiği bakış açısı hem gönül huzuru, hem akıl ferahıdır. "Kadere iman eden, kederden emin olur!" diyen güzeller de buna işaret etmiştir. Bu noktada, arkadaşım, özellikle 23. Söz'ün ifade etmek istediğim şeye güzel bir delil olduğu kanaatindeyim:

"İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."

Sanma söyleyeceklerim bu kadar. Şuna güzel bir örneğim de var. Okuduğum bir kitaptan. İsmi: Çöplüğün Generali. Bu romandaki birkaç satır, dünyayı, yalnız maddesiyle anlamlandırmaya çalışmanın nasıl 'değersizleştirici' birşey olduğunu gösteriyor. Şöyle söylüyor doktor karakterimiz romanda: "Bazen yaptığım işin, bütün bu ameliyatların, bu yaşam kurtarma saplantısının neye yaradığını düşünüyorum da... Yaşamın kendisi bu kadar acımasızsa onu uzatmaya çalışmak neye yarar?" Uzağa gitmeyelim. Aslında bu sorgulama intiharın da arkasında yatan gerekçeden haber veriyor: Yanlış olanın uzatılmaması.

Kullandığı ifadelerden pek de inançlı olmadığını anladığımız yazarın, yine aynı roman içinde, sık sık 'hayatın acımasızlığına ve anlamsızlığına' vurgu yapması, imanın 'şükrü bizzat hakeden' birşey olduğunu göstermeye yetmiyor mu? Çünkü birşeye şükretmek bir açıdan da o şeyin varlığından razı olmaktır. Razı olmak ise doğru bulmak ile mümkündür. Doğru bulabilmek içinse o şeyin kendisinden başka şeylere (onu anlamlı kılabilecek bir gayba mesela) bağlanmasına ihtiyacımız vardır. Zira o şey bazen bizzat 'çirkin' görünür de güzelleşmek için 'neticelere' ihtiyaç duyar.

Zübeyir Tercan ağabeyin Holografik Bakış'taki enfes misaliyle: Bir insanın kesilmesini anlamlandırabilmek oranın ameliyathane olduğunu bilebilmekle mümkündür. Allah'ın yarattıklarından razı olabilmek onun Esmaü'l-Hüsna'sına inanmakla mümkündür. Ona hakkıyla iman etmeyense, yarattığına belki katlanır/direnir, ama razı olamaz. Tıpkı Yunus Emre'nin işaret ettiği gibi: "Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü." İman da zaten bu 'ötürü'nün farkına varmak değil midir? Hatta meşhur ayet-i kerimenin mealinden istifade ile şöyle de diyebiliriz: "Onlar ki 'ötürüye' iman ederler."

Lafı çok uzattım. Sizi de sıktım. Mürşidimin bir sözüyle bitirmiş olayım: "İman bir intisabdır." Yani: Elhamdülillah. İmandan sonra hiçbirşeyin artık 'kendi başına' kalma tehlikesi yoktur. İmandan sonra herşey Allah ile (ve dolayısıyla birbiriyle de) bağlanırlar. Ve, ne mutlu bize, kendi başına kalmayanlar yarım da kalmazlar.

Friday, August 28, 2015

Kadere iman, imanın kemalidir 2

Sık düştüğümüz bir yanılgı var. Kader yalnızca bizimle (bireysel hayatlarımızla) ilgili birşey değil. Kader bize kainatın nasıl yaratıldığını anlatıyor. Daha doğrusu; yaratış için gerekli olan tek şeyin 'kudret' olmadığını (yani yaratıcının mucib-i bizzat olmadığını) bilen bir mümin için kader, ilim-irade ikilisinin yaratış içindeki fonksiyonunu tayin ediyor. Bu nedenle bir insan kadere iman ettiğinde, ekstra/fazladan birşeye iman etmiş olmuyor. Bakmayın siz Kur'an müslümanlığı sapkınlarının "Kur'an'da geçmiyor!" deyu onu inkâr etmelerine. Gözünde hastalık olana güneş dahi ışık veremez. Dilinde hastalık olana bal bile kezzap gelir. Aslında kadere esmaü'l-hüsna adedince işaretler var Kur'an'da. Çünkü Allah'ın tüm isim ve sıfatlarında sonsuzluğu kaderle mümkün. Hatta sırf kainattaki nizam (düzen) dahi kaderin bir delilidir. Ki kaderin Kur'an'da en sık tekrar edilen burhanı 'bilişten yaratışa sirayet eden ölçülülük'tür.

Biz kadere iman ettiğimiz zaman aslında Allah'ın 'yüzü ilme ve iradeye bakan' her ismine iman etmiş oluyoruz. Tüm sınırsızlığı ve sonsuzluğuyla. Aksi halde, yani kadere imanın olmadığı bir düzlemde, Allah'ın nasıl (hâşâ) kusurlu bir ilah olacağını bir önceki yazımda anlatmaya çalışmıştım. Bilmeden yaratan... Sonradan öğrenen... Kadere iman edilmediğinde Allah tasavvurumuzda ve tevhid inancımızda meydana gelecek erozyonun telafisi mümkün değil. Hatta şöyle düşünüyorum ben: İnsan, Allah'ı (hâşâ) 'insanlaştırmaya/sınırlamaya' kadere iman etmeyerek başlıyor. Kadere imanın sarsılması şirke doğru atılmış ilk adım. Madem imanın altı şartı içinde en sonuncu olarak o söyleniyor. Ve madem Bediüzzaman, Kader Risalesi'nde onun için; "Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir..." diyor. Bu direklerin yıkılışı da herhalde en ahirkinden başlıyor. Çünkü her gerileme 'nihayetten/sondan' başlar.

Bu noktada, İşaratü'l-İ'caz'da, yine kaderle ilgili, Bakara sûresinin 7. ayetini tefsir ederken Bediüzzaman'ın; "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ, ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi, esbaba; Ehl-i İ'tizal, halk-ı ef'ali, abde; Mecusîler, şerri, ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenâb-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar..." demesi bu 'insanlaştırmaya' işarettir.

Kaderle kainatın düzeni arasındaki ilgiye geleyim. Bu ilgi aynı zamanda Kur'an müslümanlığı taifesinin "Kader Kur'an'da geçmiyor!" safsatasına da güzel bir cevap olacak. Ve Kur'an'da düzenden/ölçülülükten bahseden her ayetin aslında kaderden bahsettiğini bize gösterecek. Şöyle söylüyor mürşidim bir eserinde; "Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır." Mürşidimin bu tesbitine 'sadakte' demek için değil imana, azıcık insafa sahip olmak bile yeterli. Çünkü kainattaki düzen, inkâr edilemez bir şekilde, tüm bilimdallarının yüzümüze haykırdığı birşey. Hatta bilimin kendisi zaten bu düzenin keşfî üzerine kurulu. Düzeni olmayan birşeyin bilimi olabilir mi? Rastgelelik bizzat bilginin düşmanıdır. Daha doğrusu 'nasıllığın' bir kaideye/kanuna bağlı olmadığı bir sahada, zaten kendisi bizzat kaide/kanun keşfine dayanan bilim diye birşey yapılabilir mi? Demek bizim kainattan okuduğumuz her kanun/kaide (nasıllık bilgisi) aslında o şeyin belirli bir düzen/ölçü içinde yaratılmasının delilidir. Herhalde ateistlerin bile reddemediği bu gerçeği Kur'an müslümanları da reddetmezler. Yoksa ederler mi?

İşte mürşidim de diyor ki: Madem bu düzeni reddemiyorsun, o halde o düzenin ardındaki şu üç şeyi de reddemezsin: İlim, irade, kudret... Yani herhangi bir fiil vücuda geldiğinde yalnızca kudret ile vücuda gelmez. Yaratıcı aynı zamanda o fiili bilir, seçer ve yaratır. Yaratıştan öncesi (bu biz kullarca bir öncedir) yani ilim ve irade yönleri, Kur'an'da 'takdir' lafzıyla zikredilen şeyin içeriğini doldurur aslında. Ve kader konusunda takıntılı olanların da kafalarının basmadığı şey budur: Allah, elbette, yarattığı şeylerin ne olduğunu ve ne olacağını bilir, iradesiyle seçer ve kudretiyle de yaratır. Düzen dediğimiz şey de Allah'ın 'takdiri' dediğimiz bu 'ilimle/ölçüyle ve iradeyle/seçilerek' vücuda gelişin bir tezahürüdür.

Eğer Allah yarattığının ne olacağını bilmeden yaratıyor olsaydı, kainatta bir düzenin varlığından bahsedebilir miydik? Fiillerin arkasında irade olmasaydı, kanunları/eşyayı kalıp içinde ne tutabilirdi? Bütün kainatta varolan sanatlar, düzenler, işleyişler bir 'bilenin/seçenin' yaratışının eseri değil midir? Küllî iradenin 'hikmetli' seçişleri ile kuşatılmış değil mi her bir yanımız? Allah'a Hakîm diye bu yüzden iman etmiyor muyuz? O halde, kainattaki 'tecezzi kabul etmez' düzen içinden Kur'an müslümanına Kur'anca soralım: "İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?"

Elbette 'başıboş' bırakılmaz. O da bu 'takdire' dahildir. "Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz'ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır." Onun da iradesiyle yaptığı/yapacağı seçimler Allah'ın ilminde bilinmektedir. İradesiyle onaylanmaktadır. Kudretiyle de yaratılmaktadır. Bu noktada yine Bediüzzaman'ın kaderle takıntı yaşayanların psikolojisine dair yaptığı şu tesbit ne kadar anlamlıdır: "Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder." En başta da söylediğim gibi: Kader yalnızca bizimle (bizim bireysel hayatlarımızla) ilgili birşey değil. Böyle düşünmekle büyük bir yanılgıya düşüyoruz. Kainatın yaratılışını ilim ve iradeden öte açıklayabilen meczup varsa, o beri gelsin, kendisini de o ilim ve iradeden bağımsız açıklasın.

Tuesday, July 14, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 7: Deccal'i konuşurken Süfyan'ı unutmak...

Bu çok önemli: Ahirzaman hadislerine baktığımızda iki fitneye karşı uyarıldığımızı görüyoruz. Bunlardan birisi Deccal fitnesi, diğeri Süfyan fitnesi. Her iki fitnenin zihin kodları açısından bazı nüansları yakalayabiliyoruz Bediüzzaman'ın 5. Şua isimli eserinin satır aralarında. Mesela Hz. İsa aleyhisselama 'mesih' dendiği gibi neden diğer iki Deccal'e de (Deccal ve İslam deccali olan Süfyan) 'mesih' dendiğini Bediüzzaman şöyle cevaplıyor:

"Allahu a'lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsâ aleyhisselâm, şeriat-ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat-ı İseviyenin ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan 'Süfyan' dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz."

Demek Deccal'in sorunu doğrudan Allah'la ve uluhiyet hakikatiyle olacak. Onun inkarına çalışacak. Ama Süfyan'ın derdi daha çok Peygamber'le ve nübüvvetle... Onunla uğraşacak. Onun bozmaya çalışacak. Nasıl? Doğrudan inkarına çalışarak mı? "Muhammed (hâşâ) peygamber değil!" diyerek mi? Tam öyle değil gibi. Başka bir yerde, yine bu iki fitnenin Allah ve Peygamber düşmanlığı üzerinden ayrımı adına şöyle diyor Bediüzzaman:

"Hazret-i Mehdi'nin cemiyet-i nuraniyesi, süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve 'Müslüman İsevîleri' ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak."

'Sünnet-i seniyye' vurgusuna dikkat çekmek istiyorum bu metinde. Demek, Hz. Mehdi'nin mücadele sahasında Allah'ı inkardan ziyade Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetlerini tahrip etmeye çalışanlardan oluşmuş bir bid'a komitesi olacak. (Kur'an müslümanlığına ne kadar da benziyor değil mi?) Hz. Mehdi buna karşı mücadele verecek. Yine nüans dersi aldığımız yerlerden birisini daha alıntılayayım: "İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali'nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz."

Başka beyanları da var ki, yeri geldikçe temas edeceğim, Bediüzzaman iki fitnenin kodları adına kimi ayrımları anlamamızı sağlıyor onlarla. Fakat burada hemen ilk elden görüp söyleyebildiğimiz şu: Fitnelerden birisi içimizde çıkacak, aldatmakla iş görecek, yani teşhis etmekte zorlanacağız. Dost sanacağız. Kanacağız. Kapılacağız. Diğeri ise, müslümanlar açısından sapkınlıkta olduğu bariz bir görünüşle ortaya çıkacak, zaten menşei de bizim içimizde olmayacak, onu rahatlıkla tanıyacağız. İkisi de girdikleri toplumun düzenini bozacaklar. Zâhiren 'kolaylaştırıcı/özgürleştirici' bir çizgi takip edecekler. Özellikle Süfyan'ın bu yöndeki vurgusu çok olacak. (Geleneğin/sünnetin zincirlerini boşvermeye ve vahyin özgürlüğüne çağıracaklar bizi belki de, kimbilir?) Ama aşıladıkları bu özgürlük şeriatın istikametli sınırlarına, sünnet hassasiyetlerine sahip olmadığından anarşistliğe sebep olacak, merhamet bağlarını kaldıracak vs... Benim burada yazamadığım noktaları siz yukarıdaki iki metni analiz ederecek çıkarabilirsiniz. Uzatmıyorum. Arife işaret yeter.

Benim daha çok dikkatinizi çekmek istediğim, ahirzaman fitnelerinin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından iki başlık (belki de ekol) altında ifade edilmesi. Ve iki şahsın (belki de şahs-ı manevi) eşliğinde anlatılması. Bediüzzaman başka bir yerde Hz. Mehdi'ye ve ona dair rivayetlere değinirken onların da (tıpkı 20. Söz'de Kur'an kıssalarını anlatırken dikkatimizi çektiği gibi) 'umumi birer kanuna' işaret ettiğini belirtiyor. Her zamanda ümmete istikametli yönü gösterecek bir 'mehdi-misal'in bulunduğuna, bunun da Allah'ın bir lütfu olduğuna dikkat çekiyor. (Ki bu noktada, tesbitini destekleyen müceddid hadisi gibi hadisler de var.) Her devirde yaşamış ve ümmete ışık tutmuş evliya/asfiya binlerce zat-ı mübarekin (Allah bizi şefaatlerine nail eylesin) çevrelerindeki müminler adına böylesi bir fonksiyonu icra ettiğini nazara veriyor. Ahirzaman'da gelecek Hz. Mehdi'nin ise bu silsilenin en ucu olduğunu, yani meseleye böyle 'kanun' penceresinde bakılması gerektiğini vurguluyor.

Bu bahsi aklımızda tutup Deccal ve Süfyan meselesine baktığımızda, onların da böylesi bir silsilenin uçları olabileceğini ve o silsilenin daha birçok ferdi bulunabileceğini söyleyebiliriz. Mesela; Cengiz-Hulagu fitnesinin, Deccal'e ve Ye'cuc/Me'cuc'a dair pekçok rivayete masadak olduğunu yine Bediüzzaman belirtiyor. Yine Süfyaniyet kanununa bir fert teşkil ettiğini söylediği bazı isimler de var. Zaten 5. Şua isimli eserinden dolayı mahkemede yargılanmasının sebebi de işaret ettiği ölmüş-gitmiş kişi adına gösterilen rejim hassasiyeti. Her neyse... Bunlar hepinizin malumu. Uzatmıyorum.

Bugünlerde Emre Dorman ile başlayıp Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Yaşar Nuri Öztürk, Abdulaziz Bayındır, Edip Yüksel gibi isimlere de dokundurduğum eleştirel yazılarımdan dolayı hem iltifat hem tepki almaktayım. İltifatlarda bir ilginçlik yok. Zaten böylesi endişelerle kalpleri çoktan beridir meşgul olan insanların 'kendileriyle ve dertleriyle kardeş bir ses duymaktan' hissettikleri mutluluklar onlar. Allah hepsinden razı olsun.

Fakat bazı tepkiler çok ilginç. İçlerinde sevdiğim insanların sitemleri de var. Neden mi sitem ediyorlar? Çünkü hassaten bir ismi o yazılarda anmamdan rahatsızlar. Onu böyle eleştirmemin hakikat sevdasından değil Nurculuk asabiyetinden olduğunu, hatta müfteri olduğumu, büyük kul hakkına girdiğimi, ahirette de çok çekeceğimi vurguluyorlar. Böylesi tepkilere daha evvel Fethullah Gülen'i eleştirdiğim yazılarda da rastladığımdan şaşırmıyorum. Hatta daha ilerisini söyleyeyim: Yazanların samimiyetlerine de inanıyorum. Bu iş en başından beri böyle oluyor çünkü. Bediüzzaman'ın altını çizdiği iki fitne hakikatinin bir sırrını daha anlıyorum böylece. Aldatmakla işgörenin, içimizden çıkanın, dilimize ve kavramlarımıza sahip olanın, nübüvvetle uğraşanın daha tehlikeli olabileceği...

Hatta Bediüzzaman demiyor mu yine: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Demek bir cerbezesi/demagojisi de olacak bu adamın/adamların. Süfyaniyet kanununun fertleri her devirde aldatmakla işgördükleri gibi, her zamanda da pekçok âlimi kendilerine çekecekler. Hatta öyle ki: En yakın çevrelerindeki insanlar, belki de halkın dindarlıklarına/doğruluklarına evvelden beri itibar ettikleri samimi insanlar olacak. İyiliğin hası diye kötülüğün hasını destekleyecekler.

Geçenlerde Nur talebesi bir dostum, 'Nur talebesi olduğum halde böyle bir şahsiyete nasıl sataştığımı' sorarak bir video gönderdi bana. TRT'den bir program kaydı. Mezkûr isimlerden birisi ortada oturuyor. İki yanında, Nur talebesi olarak isimleri temayüz etmiş iki kişi, ona soruyorlar/cevap alıyorlar. Hürmette de hiç kusur etmiyorlar. Yani demek istiyor ki: "Senin çapın ne be kırpıntı? Bu kadar büyük Nur talebeleri iki yanında oturuyor. Onun fikirlerine karşı çıkmıyorlar. Sen kim oluyorsun da yaşına başına, boyuna posuna bakmadan böylesi cüretkâr isnadlarda bulunuyorsun?"

Tabağı boş göndermedim tabii. Ne mi yaptım? Mukabilinde şu metni yolladım ve büyük puntolarla sordum kendisine: "Süfyan olur da serasker ve sadrazamsız olur mu?"

"Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki, İslâm devletinin başına geçecek olan süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."

Fitnenin dehşetli olmasının tam karşılığı da bu zaten: Öyle bir oyun düşünün ki; kadim dostlar, emniyet duyduğunuz isimler, itimat ettiğiniz yüzler üzerinden geliyor. Ellerinden şüphe duymuyorsunuz ki, ellerinden gelene şüphe duyasınız, sınayasınız. (Fevzi Çakmak'ın namazı, Mustafa Kemal'in rakı sofrasını siperliyor mesela.) Yazılarımda, durdukları yerden dolayı bazı abilerime sert çıktığımı düşünenler! Yoksa Deccal'le uğraşmaktan Süfyan'ın nasıl arkayı dolaştığını unuttuk mu? Bakınız Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam."

Emre Dorman nereye koşuyor 6: Allah'a 'aklına sığdığı kadar' inanmak...

Bir önceki yazımda Kur'an müslümanlığı denen sapkınlıkla Haricilik arasında kurduğum benzerlik, her açıdan tutan bir benzerlik değil. Sadece geçmişte "Aramızda yalnız Kur'an hükmetsin!" diyen ve hakem olayından dolayı sahabeyi tekfir ettikleri için onlardan gelen hadislere de itimat etmeyen bir zümre olduklarından andım onları. Ve İmam Ali (r.a.) bu fitneyi Kur'an'ın tevili konusunda çok tehlikeli bir sapkınlık olarak gördüğünden onlarla cihad ediyor. (İdare edelim. Onlar da bizim kardeşimizdir. Ne güzel, onlar da Kur'an'a yoğunlaşıyorlar. Hoşgörülü olalım... falan demiyor yani.) Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bu konuya değinirken, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, yaşayacağı bu durumu (ihbar-ı gaybî nevinden) İmam Ali'ye haber verdiğini naklediyor. Naklettiği hadis şöyle: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın."

Benzerlikler var. Önümüzdeki yazılarda da yeri geldikçe temas etmek istiyorum. Fakat her noktada birbirlerinin aynı olduklarını söylemek yanlış olur. Hariciler kendi taassubları/ifratları içinde dindar insanlardı. Sapkınlardı, ama bu sapkınlığı dinde salabet adına yaptıklarını sanıyorlardı. Ancak bu zamanın hadis inkarcıları onların bindebiri kadar dindar değiller. Cür'etleri hamiyet-i diniyeden sanılmamalı. Bu seferki saldırı dengesiz bir taassubdan değil, tastamam fısktan kaynaklanıyor. Şöyle izah edeyim: O, içeride patlayan bir yara gibiydi. Bu, dışarıdan saplanan bıçak. Hayatlarını bilmem, ama kafaları kesinlikle fasık bu adamların. Modernitenin/bilimin tabularına Kur'an ayetlerinden daha çok ve daha içten iman ediyorlar. Bu yüzden Kur'an'ın da o doğrulara uyması gerektiğini düşünüyorlar. O doğrulara uydururlarken yollarını en çok hadisler kesiyor. Kafalarındaki kurguya zararı dokununca da hemen inkara sapıyorlar.

Mustafa Akyol'un (yanlış hatırlamıyorsam) Dini Dünya İşlerine Karıştırmanın Faydaları kitabının sonlarında, kafasındaki Hümanist/Liberal Kur'an anlayışına uymadığı için, Beni Kureyza Yahudilerinin Katli meselesine takılıp; "Zaten böyle sorunlu şeyler de hep hadislerle geliyor..." tarzı imalı kelamlar etmesi bunun bir göstergesi. Dikkatinizi çekmek istiyorum: Hiçbir sened kriteri sınaması yapmıyor Mustafa Akyol bunu söylerken. "Gerçekten olabilir mi?" diye hiçbir araştırması yok. Sadece hadis/hadise kafasına yatmıyor. Hatta hadis ilminin kriterlerini geçtim, ahlaklı bir tarihçinin sahip olacağı; "Gerçekten olmuş mu?" sorusunu bile soramıyor Akyol. Bunun yerine, tıpkı ulus-devletlerin kurgu tarihlerinde yaptıkları gibi "Bizim milletimize şöyle yapmak yakışır..." tarzında, aksini görmezden gelerek yoluna devam ediyor.

Bunların kafalarındaki din bu yönüyle söylemlerinin tam tersi: Kurgu bir din... Yani 'uydurulmuş din' aslında onlarda. Çünkü Batı'dan gelen 'doğruluk kıstaslarına' uydurmaya çalışıyorlar dinlerini. Bediüzzaman'ın misallendirmesiyle; tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirme çabası yaşananlar. Yakışmasını geçtim, eğer sığamıyorsa, giysiyi boşvermeyi değil, cami hocasının kollarını kesmeyi tercih ediyorlar. Bu noktada Orwell'ın 1984'teki tabiriyle tam bir karşıt-söylem yaptıklarını söyleyebiliriz. Karşıt-söylem nedir? Karşıt-söylem, bir hedef saptırma aracıdır. İdeolojik bir ilizyondur. Her ne isen, onun tam tersiyle kendini ve karşıtını isimlendirmendir. Bizden bir örnek vereyim: Mesela CHP bu ülkenin en devletçi ve en antidemokratik uygulamalara sahip partisidir. Fakat isminin açılımı Cumhuriyet Halk Partisi. Hem cumhuriyet, hem halk... En uzak olduğu şeyler. Yine Erdoğan'a en çok takılan isim diktatördür. Fakat Erdoğan, Türkiye tarihinde halkoyuyla başa gelen ilk cumhurbaşkanıdır.

Konumuza dönelim. Ne diyorduk? Ha, evet: Olan değil, 'olmasını istedikleri' din. Arzu ettikleri din. Rahatsız olunan hadis ilminin incelikleri değil. O ilme dair hiçbir usûl/yöntem eleştirileri veya yerine koyabilecekleri başka bir sistemleri yok zaten. Allah biliyor ya, üzerine mesai sarfettikleri falan da yok. Rahatsız olunan, parçanın kafalarındaki bütüne uymaması. Ve bütünlerine uymayan o parçalardan çok bulunması. Bunların en baştan dine müracaat edişlerinde bir sakatlık var. Din onlar için kafalarındaki fikre bir meşruiyet kazandırma ve geniş kesimlere yayma/duyurma aracı. Tıpkı bazı komutanların vaktiyle dedikleri gibi: "Din aslında ara-sıra lazım olan birşey. Dindar askerler daha istekli çarpışıyorlar..." Bunlar da kafalarında 'doğru'ya yönelik destekleyici yönleriyle dine ihtiyaç duyuyorlar. Üzerinden yürürlerse halka daha çabuk ulaşacaklarını biliyorlar. Fakat hadisler... Ah, onlar olmasa! Ne kolay olacaktı herşey.

Halbuki bir müminin yapmaya çalıştığı, kafasındaki doğruya göre dini değiştirmek değil, dinde gördüğü doğruya yönelik kafasını/ahlakını değiştirmektir. Yani değişmesi gereken kendisidir. Din değildir. Kur'an'ın ve sünnetin ona getirdiği mesaj asıldır. Kendisi tebeidir. Doğruyu anlamaya/bulmaya çalışır. Doğrusuna(!) Kur'an'ı uydurmaya çalışmaz. Mesela; ilm-i kelam, Allah'ın muradını kelamından anlamaya çalışmaktır. Kendi muradını Kur'an'a dayatmak değil. Yine içtihad faaliyeti, kendi 'göre'ne göre amel etmek değil, istinbattır. Merhum Ahmed Davudoğlu bu sadedde şöyle demiştir (Moderne Nasihat'ten naklen): "... Dinde fertlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Onun için Hz. Ali, 'Din görüşle olsaydı ben mestlerin üzerlerini değil, altlarına meshederdim' demiştir. İmam Âzam efendimizin dahi 'Din görüşle olsaydı, ben mirasta kadınla erkeği müsavi tutardım' dediği rivayet olunur. Evet, dinde onun bunun görüşü değil, müçtehidlerin içtihadları muteberdir. İçtihad ise bir görüş değil, istinbattır."

Şimdi bu arkadaşlar sanıyorlar ki; "İslam akıl dinidir!" demekle artık akıllarına esen herşey din olur. Halbuki o ifadede (en iyi niyetle) kastedilen; "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" Kur'anî hükmünce şeriat-ı İslamiyenin hükümlerinin şeriat-ı fıtriye ve şeriat-ı kevniye ile uyumlu olacağıdır. Çünkü üçünün de yaratıcısı/emredeni aynı Allah'tır. Aralarında çelişki olamaz. Allah'ın sana emrettiği ile senin aklın arasında çelişki olamaz. (Var sanıyorsan, düzeltilmesi gereken akıldır.) Yoksa o cümleyle yapılmaya çalışılan; "Aklına uyuyorsa İslamîdir. Uymuyorsa, inkar et!" demek değildir. Senin o küçük aklın, daracık bakış açın, Allah'ın nazar-ı âlâsından ve irade-i küllîsinden gelen muradını kuşatmaya yeterli değildir. Mihenk olmaya hiç yeterli değildir. Akıl böyle hakikatten şaşmaz, sağlam değnek olsaydı, iman etmeyenlerin yalnızca deliler olması lazımdı.

Yine hadis konusuna dair yazdığı 12 Asıl'ında Bediüzzaman'ın dediği gibi; "İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar." Bugün Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu; dün Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri. İsimler değişse de beslendikleri sapma değişmiyor. Hadis inkarcılarının amacı murad-ı ilahiyi keşfetmek değil. Dışlarındaki bir doğruya, bir gayba ulaşmak da değil. Murad-ı ilahiyi malumatlarına/düşüncelerine/görüşlerine hapsetmek. Gayba değil kafalarına iman etmek. Fakat ne büyük mutluluk ki bu ümmet için, Allah Resulünün ondört asır önce attığı taşlar bugün bunların Big Bang'den sarhoş olmuş, Kuantum'dan fotonlarını şaşırmış, CERN'den serseme dönmüş akıllarına da değiyor. "Aklınızı başınıza alın!" diyor. İnşaallah alırlar. Benim çok umudum yok ama...

Sunday, July 5, 2015

Kadere iman etmek neden kaçınılmazdır?

Bugün sizinle 'gayba iman etmek' ve 'hakikati arayış şeklimiz' arasındaki bağı konuşmak istiyorum. Çünkü bu meselede kimileri bizi 'kolaycılık' yapmakla suçluyorlar. Bu doğrudur. Ama doğru olarak doğrudur. Yanlış olarak doğru değildir. Sohbetimize şöyle bir yerden başlayalım: Bir insan gaybı iken varlığına iman etmediği bilginin şahidi olamaz. Onu elde edemez. Ona ulaşamaz. Bunu söylemekle kastım aslında şudur: Eğer siz, bir 'şey'in olabileceğine (en azından) ihtimal verip (henüz vücudu müşahade edilmemişken) onun peşine düşmezseniz bilgisine de ulaşamazsınız. Yani, bir açıdan, hayaliniz dahi gaybınızdır sizin.

Nitekim ne Edison'un ampulü ne de başka bir ismin başka şeyi keşfi 'tesadüf işi'dir. Yani, bu isimler, yolda ıslık çalarak yürürlerken aniden ceplerinden ampul veya başka bir teknolojik icad çıkmamıştır. Bizzat onu bulmaya yönelik özenli/kararlı adımları vardır. Emek emek, dilek dilek, hayal hayal duaları vardır. Onlar, bunların varolabileceğine ihtimal verip, hatta ne ihtimal vermesi, çılgıncasına iman edip çalışmalarıyla bu icadlara (yani gıyabında iman ettikleri şeyin hakikatine) ulaşmışlardır.

Tamam, meşhur hikayede Newton yerçekimini ararken başına elma düşmüştür, fakat hüner ne Nasreddin Hoca'nın kavuğunda ne de elmadadır. Elma sadece aranılanın üzerinden verildiği sebep olmuştur. Düşmesine tesadüf dense bile okunuşuna tesadüf denemez. Newton'un açlığını taşımayan bu okumayı yapamaz. Bu yüzden diyorum ki: Gayb iken iman edilmeyen şeyin marifetine ulaşılamaz. Çünkü her bilinen önce 'bilinmeyen'dir. Kestirilmeden önce sezilendir. Tahakkuk etmeden önce tahayyül edilendir. Bilmek yolculuğunun kaçınılmaz adımlarıdır bunlar. Kimse bu adımları atlayamaz. Gaybken imanı olmayan hakikate ulaşamaz.

Bu noktada, gayet hikmetli bir şekilde, tesadüfün kollarını en çok kıran şeyin gayba iman olduğu görülüyor. Ancak tersten bir bakışla. Tesadüf eseri bilim olmuyorsa (ki olmuyor), yani herşey önce zan/tahmin içeren bir teori üretimiyle başlıyorsa, o halde hiçbir keşfediş tesadüf işi değildir. İnsan tesadüfen hiçbir harikalığa rastlamamıştır. Ancak olabileceğine ihtimal verdikleri, bu ihtimale dikkat ettikleri ve dikkatinde zaman harcadıkları şahitliği olmuştur. Yani imanı ilmini doğurmuştur.

Ne gariptir ki, elde ettiği ve pek güvendiği modern harikalara taparcasına ve onlardan kendisine ilahlık payesi çıkarırcasına rağbet eden modern insan; elde ettiği payenin ardından varlığı tesadüflerle açıklamayı seçiyor. Öncesinden hayali dünyasına girmemiş hiçbirşeye ulaşamayan beşer, her nasıl oluyorsa, varlığın ötesinde daha 'önceki aşamalar' ve 'sonraki aşamalar' olduğuna iman etmede tereddütler yaşıyor. Orada olanı şurada inkâr ediyor. Halbuki varlık âleminin bir ara âlem olduğunu beyninde yakinen biliyor. Vücudu olmayanların önce hayalde varolup sonra dünyasına teşrif etmesi; giderken de hatırasını yine başka bir vücud şeklinde bırakması; bu âlemin sadece bu âlemle açıklanamayacağının en büyük delilini oluşturuyor. Yani, insan, hayali ve hafızası üzerinden bile kadere iman edebilir kolayca. Gelenlerin gelmeden önceki sezilişinden ve gidenlerin hatırlanmak kaydıyla gidişinden şu çıkarımı yapabilir.

"Herbir mevcut, vücuttan gittikten sonra, ifade ettiği mânâlar ve arkasında baki kalan hüviyet-i misâliyesi âlem-i misâlde mahfuz kalır. Hem hayatının etvâriyle 'mukadderat-ı hayatiye' denilen sergüzeşte-i hayatiyesi, âlem-i misâlin defterlerinden olan levh-i misâlide yazılır. Ruhanilere, dâimi mevcut bir mütalâagâh olur. Hem, cin ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i ahirete gönderilecek mahsulâtı baki kalır. Hem, etvâr-ı hayatiyeleriyle ettikleri envâ-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor. Hem, şuûnat-ı Sübhâniyenin zuhuruna medâr çok şeyleri arkasında mevcut bırakır, öyle gider."

Unutmaya çalışmak bile bir tür hatırlamaktır. Buradan kadere de önemli bir delil vardır. Nasıl? Belki şöyle: Dünyasında, hayal/tasavvur/akıl sahalarında bir 'takdir'den geçirmeden varlık sahasına hiçbirşey çıkaramayan insan ve yine bunları kendince yokettikten(!) sonra hiçbir şekilde tam anlamıyla dünyasındaki izlerini yokedemeyen aynı canlı; nasıl oluyor da dışındaki âlemde varoluş ve yokoluşu sadece burayla açıklıyor?

Varlığın en iradelisi, en akıllısı, en ihtiyarlısı olan insanın elinden bile önceden takdir edilmemiş, karar kılınmamış, planlanmamış işler varolmazken; varlık sahasındaki harikalar nasıl takdir edilmeden meydana gelebilir? 'Nasıl olacağı önceden bilinmeyen' nasıl düzen içinde yaratılabilir? İnsan pastanın nasıl olacağını bilmeden ununu karıştıramıyorsa ondan milyon kere milyon daha düzenli olan âlem, her an, nasıl öncesinde bir ilim olmadan varlık sahasına çıkabiliyor?

İşte kadere delil olarak Kur'an'da bize öğretilen bir hakikat: "Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz." Takdir, sadece bu ayette değil, Kur'an'ın genelinde altı çizilen birşeydir. Âlem düzenlidir. Düzen takdirle olur. Takdir ise kaderi gerektirir. Tesadüf düzensizliği iktiza eder. Sanırım böyle 'takdirli bir âlem' algısını da aşılıyor bize Kur'an. Olanları tesadüf penceresinden okumamızı yanlışlıyor.

Buradan şuna da geleceğim: Bir mümin ile kafirin âleme bakışı, bilgiyi arayışı bu noktadan da farklılık arzeder. Prof. Dr. Kenan Gürsoy'un 'Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?' kitabında ilk kez dikkatimi çektiği şeydi bu. Orada dinin ve felsefenin bilgiye bakışları arasında şöyle bir nüans zikrediliyordu: Din önceden varlığına iman ettiği şeyin bilgisini arar. Yani vahiy zaten mü'mine ulaşılacak sonuçların en uçlarını vermiştir. Okumalarının nihayetini bağışlamıştır.

İslam bu yüzden tefekküründen, yeni bir akide şekli değil, o akideye yeni deliller çıkarır. Akide, istikametten sapılmadıkça, hep aynı kalır. Yani, mürşidimin tabirince, ürettikleri yeni bir dava olmaz da davanın içinde bir burhan olur. Fakat felsefe için ulaşılacak sonuçlar kesin değildir. Kesin sonuçlara imanı yoktur. O hem delil hem sonuç çıkarır. Tam anlamıyla 'bilinmeyeni' arar... Gaybı hakikaten kayıptır. Her defasında silbaştan bulunmalıdır. Bugünün modernist müslümanlarının düştüğü hata da budur. Yani, dini de felsefe gibi algılayarak, itikadı üzerinde 'görüş oynatılacak' bir saha sanmalarıdır.

Felsefeyle ilgilenenler kızmasınlar. Fakat zannederim vahyi kuşananların salt felsefe ile âleme bakanlara karşı en büyük kazancı bu: Sizin tırmanmaya çalıştığınız dağın tepesinde duruyoruz zaten. Ve bu yüzden sizin kadar yamaçlarda yıpranmıyoruz. Sadeyiz. Belki sizin kadar kelime oyunları yapamıyoruz. O dolambaçlı yollardan nasıl gelinir (belki) bilmiyoruz. Çilesiyle tanışık değiliz. Sonuçların netliği nedeniyle her istediğimizi söyleme konusunda sizin kadar hür de değiliz. Ancak şu var: Daha huzurluyuz. Daha netiz. Ve ürettiğimiz marifet taş taş üstüne koyuyor. Neticenin belirginliği nedeniyle deliller birbirine yardım ediyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır."

Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yolu hatırlayarak bitirelim: Biz Kur'anî asansörle şıp diye geldik hakikate. Siz dağları/ovaları aştınız geldiniz (o da belki). Bu çileyi çekmek sizin hüneriniz değil kabahatiniz. Hamakatiniz. Çilenizle hava atamazsınız. Nihayetinde Bediüzzaman'ın da dediği gibi: "Zararsız yol zararlı yola müreccahtır." Seçmediyseniz sorumluluk kimde?

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...