Showing posts with label İman. Show all posts
Showing posts with label İman. Show all posts

Friday, June 12, 2015

Lucy'nin miracına inanır, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) miracına inanmaz

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'nda miracı işledik. Aslında birkaç haftadır miracı konuşuyoruz. Fakat son iki haftada artık tastamam miracın içindeyiz diyebilirim. Çok güzel açılımlar (bu tabirin de sık kullanılmaktan iptal-i hisse sebep olduğunu düşünüyorum ya, yerine başka birşey bulamadım) oldu. Hiç hakkında düşünmediğim şeyler hakkında düşündüm. Metin abi, tabir-i caizse, benim açımdan tarihsel bir olaydan ibaret olan miracı, hayatımın içinde 'yaşayan bir mirac' olarak yeniden gösterdi. Bunu hissettim. Buna teşekkür ettim. Allah'a şükrettim.

Fakat siz Ahmet kardeşinizi bilirsiniz. Yeni birşey duyduğu zaman, o yeni şey, küpteki altın gibi öylece durmaz. Hareket eder. Tatlı bir rahatsızlık verir. Suya atılmış taş gibi dalgalar oluşturmaya devam eder. Doğrusunun da bu olduğunu düşünür. Kanaatince; bu bilgi almak değil, bakışaçısı almaktır. Öğrenilen her yeni şeyde, daha önce kuşanılmamış bir bakışaçısının eksikliği de vardır. Vardır ki, daha önce görülmemiştir. Bilgisi aynen saklanır (o bir güzellik), amma bakışaçısı göze ve kafaya kuşanılmış halde işlemeye devam eder (bu nazarımda daha bir güzellik). "Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır..." ayetinin böyle bir dersi olduğunu da hissediyorum ben: Hüner biriktirmekte değil çoğaltmakta.

Mesela, geçtiğimiz hafta Sidretü'l-Münteha'ya dair konuştuk. Sidretü'l-Münteha nedir? Sidretü'l-Münteha bir makam. Miracta, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın çıktığı en yüce mertebe. Düz bir karşılık olarak sidre 'kiraz ağacı' anlamına geliyor. Münteha ise, son. Böyle bakınca 'son sedir' yahut da 'son kiraz ağacı' gibi bir karşılığı var. (Bazıları da 'tenhadaki sedir' anlamına gelebileceğini söylüyorlar. Arapçam yok. Nakilciyim.) Metin abi, Siyer Okumaları'nda bu makamın tarifine dair bilgiler naklederek, meseleyi esmaü'l-hüsna ekseninde ele aldı. Ve ilgili makamın Allah'ın esmasının tüm renkleri ve çeşitliliğiyle temaşa edildiği bir makam olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu tarif bence de pek güzel. Fakat dediğim gibi: Duyduğum şey zihnimin denizine atılmış bir taştır. Ve Metin abinin attığı taşın dalgası da, ta gidip, Bediüzzaman'ın külliyat içinde sıkça kullandığı bir ifadeye kadar dayandı: Şecere-i hilkat. Yani 'yaratılış ağacı.' Fakat bu konuya dönmeden önce size 2014 yapımı Lucy filminden bahsetmek istiyorum:

Bir Luc Besson işçiliği olan Lucy, her ne kadar Luc Besson'a yakışmayacak kadar basit bir yapım olsa da, ilginç bir konu etrafında şekilleniyordu. Lucy (Scarlett Johansson) isminde bir kadının, sentetik bir uyuşturucunun kuryeliğine karışarak yaşadığı bilim-kurgu öykü, "Bir insan, beynini tam kapasitede kullanırsa neler olabilir?" sorusuna hayalperest bir cevap arıyordu. Batı'nın Yunan mitolojisinden beri teolojik arkaplanını oluşturan (ve 'tanrının oğlu İsa' anlayışıyla bir derece Hristiyanlığa da taşınmış bulunan) insan-tanrı motifi, bu sefer de farklı bir yoldan, sentetik bir uyuşturucunun beyinde yaptığı yan etkiler vasıtasıyla 'olabilir' gösterilmeye çalışılıyordu. Her neyse... Filmin bu kısmı hiçbir işinize yaramayacak. Ben asıl size, finale yakın bir kısımda, Lucy'nin beynini kullanma kapasitesi %100'e ulaşırken kainatı görüş şeklini tarif etmek istiyorum. Lucy, giderek evrenin dışına doğru uçuyordu. Sadece mekansal olarak değil, zamansal olarak da. En başına gidiyordu varoluşun. Sözde big bang'e değil sadece. Ondan da öncesine... Herşeyin varoluşunu güya aklının gözleriyle takip etti, bize de izletti. Bedeni de değişim geçirerek bu yolculuğa eşlik etti. Ve en sonunda şu cümleyi patlattı kulaklarımıza: "Birşey sonsuz hıza ulaştığında hem her yerdedir hem hiçbir yerdedir."

Şimdi tabii insan, hayalgücüyle neredeyse seküler bir miracı Lucy'in gözlerinden bize izleten Batı'nın, hakikat-i miracı neden kabul etmediğini anlayamıyor. Sadece onların problemi değil bu üstelik. Müslüman modernistler/ehl-i bid'a da akıllarının kıstaslarını Batı'dan borç aldıkları için nüzûl-u İsa (a.s.) gibi, mirac gibi hadiselere onlar gibi yaklaşıyorlar. Mümkün mertebe 'olabilir' bir seviyeye indirgemeye çalışıyorlar. "Rüyada olmuştur. Kalben olmuştur. Ruhen olmuştur. Hatta olmamıştır, sonradan uydurulmuştur..." vs. Hepsini duyuyoruz artık kelime-i şahadet getiren müminlerden. Fakat temeldeki sorun açık: Onların inandığı Allah, aslında o kadar da 'ekber' bir Allah değil. Batı'nın seküler aklının uygun gördüğü bazı sınırları var. Öyle her istediğini yapamaz. Fiziğin, kimyanın veya biyolojinin kabul edilmiş kayıtlarına uymak zorunda. Haşimoğulları'nın güzelliği aleyhissalatuvesselamı bir gece alıp önce Kudüs'e, sonra kendi katına çıkaramaz. Üstelik nice olay sonra geri döndüğünde yatağını 'daha soğumamış' olarak bulduramaz. Halbuki yine Siyer Okumaları'nda Metin abinin dikkatimizi çektiği gibi, Bediüzzaman, miraca inanmada çekilen sorunların itikatla ilişkisini tam isabet bir şekilde şöyle tesbit ediyor:

"Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miracdan bahsedilmez; evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor."

Demek ki, bir iman etmek var, bir de miraca iman edecek kadar iman etmek var. Yani bir 'Allah' demek var, bir de 'Allahu ekber' diyecek kadar güçlü bir ciğere ve geniş bir imana sahip olmak var. Lafz-ı Allah yolumuzun başlangıcını, kelam-ı 'Allahu ekber' ise yolumuzun nihayetini ifade ediyor. Ve şunu sorduruyor her aşamada bize: Senin inandığın ilahın iradesinin ve kudretinin 'aşamayacağı' sınırları olduğunu düşünüyor musun? Eğer böyle düşünüyorsan, senin inandığın Allah 'ekber' değildir. Git, imanını Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) gibi yap. Ki o, Ebu Cehil ona heyecan içinde koşup "Senin dostun böyle böyle diyor..." dediğinde inanmak için yalnız şunu sormuştu: "Bunu o mu söylüyor?" Onun söylediğinden emin olunca kafasında engel kalmamıştı. Çünkü zaten Allah'a ekber olarak iman ediyordu. Allah dilerse yapardı.

Bu noktada Ebu Cehil'in mirac sonrası tavırları; heyecan içinde, mal bulmuş mağribli gibi herkese Allah Resulünün ifade ettiği bu hakikati 'inanılmaz bir yalan' gibi yaymaya çalışması çok tanıdık. Bu seküler akılı tanıyoruz. Bugün de twitter'da veya face'te dindarlarımızın dilinden sadır olan 'onlara göre' inanılmaz/kabul edilmez şeyleri aynı insanlar tt listelerine kadar çıkarmıyorlar mı? Nümayişle ve alaycı bir neşeyle yaymıyorlar mı? Çünkü onlar için bunlar inanılmaz ve kabul edilemez şeyler.

Marmara Depremi veya bir başka musibet, manevî sebeplere bağlanamaz mesela. Olamaz! Hemen dava açılır. Gerekirse bunu söyleyenler, açıkça ifade edenler 'düşünce özgürlüğü kapsamında sayılmayarak' hapse atılır. Eğer hapse atacak güçleri yoksa, mutlaka twitter'da falan linç edilir. Fakat bir müminin dünyasında bu telaşın hiçbir anlamı yoktur. Onun için önemli olan böyle bir hakikatin dinî bir delilinin olup olmamasıdır. Mesela senedi sağlam/sahih bir hadis, bir ayet veya bir icma. Allah'ın ekber olduğuna inandıktan sonra gerisi kolaydır. Sen en telaşlı olarak içimizdeki ehl-i bid'ayı görürsün bu noktada. Biraz Ebu Cehil kokusu üstlerine sindiğinden belki. Çoğu zaman ehl-i küfürden de önce onlar saldırırlar sana. Neden? Çünkü Lucy isterse bütün varlığı görür, ama Allah (haşa) bunu bir Kureyşliye yaptıramaz.

Hakkında yazmak istediğim asıl konudan uzaklaştım. Ben şimdi tasavvur ediyorum ki; Sidretü'l-Münteha, 'bütün varlığın bir ağaç gibi göründüğü' bir makamın, bir yüce manzaranın ifadesi olmasın sakın? Öyle bir yer düşünün, oradan eşyanın görünüşü bir şeceredir/ağaçtır. Bakışı öyle bütüncül bir bakıştır. Namı şecere-i hilkattir. Nasıl ki; bir yaprağın içindeki damarların görünüşü, bir ırmağın başladığı yerden bittiği yere kadar (ancak yukarıdan bakılınca) seçilen görünüşü, Hz. Âdem'den bugüne insanlığın soyağacının zamana yayılmış görünüşü, bir ağacın dallarının göğe doğru ve köklerinin arza doğru yayılışının görünüşü birbirine benziyor; belki aynen öyle de varın, yokluğun içinde yayılışı da bir sidreye benziyor. Ki müntehadan bakınca belki ona 'sidre' denmiş. Onun göründüğü o yüceliğe de Sidretü'l-Münteha denmiş. Ben, Bediüzzaman'ın kullandığı 'şecere-i hilkat' benzetmesinin böyle bir mirac memesinden süt emdiğini düşünüyorum. Ama yalnızca tasavvur ediyorum. En doğrusu yalnız Allah bilir.

Sunday, May 31, 2015

Hedef neden yenge?

Müslümanın imanı, tıpkı Nur ayetinde belirtildiği gibi 'cam fanus içindeki lambaya' benzer. Artık hayatındaki her davranış o imanın etkisinde şekillenir. Büsbütün imanın çerçevesine uysun veya uymasın, mutlaka bir şekilde o imanın telaşlarına, arayışlarına, endişelerine, yönlendirmelerine maruz kalır. Kafir gibi bakamaz artık dünyaya. Bakış açısı, bununla ilgili olarak da eşyadan yaptığı yorumlar, başka bir alana/eksene kayar. Güzel ahlak dediğimiz şeyler de, aslında, bu imanın 'insan denilen cam fanusta' yanmasıyla etrafa saçılan ışıklardır. "Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz!" atasözüne senelerden beri düşmanım bu yüzden. Sadece parayla imanı kıyaslaması açısından değil husumetim. Aynı zamanda imanı 'hayatta etkileri görülmez birşeymiş gibi' lanse etmesinden. Halbuki amel-i salih ve takva isimli iki ayağıyla iman bizzat hayatın kendisinde görülmeyi kasteder.

Teknoloji dediğimiz şeyin de, bazılarının savunduğu gibi, iman ve küfür karşısında nötr bir duruşa sahip olduğuna inanmıyorum. Hayrı, şerrine galip olabilir. Özünde bir hayır da bulunabilir. Fakat nihayetinde küfür psikolojisinin icadı olan herşey, vahiyden nasipsiz bir bakışaçısının ürünüdür. Bu yönüyle sınanmaya her zaman açık olmalıdır. Ehl-i sünnetin 'İsrailiyat' karşısında gösterdiği hassasiyetin bir benzeri, mutlaka bu alanda da gösterilmelidir. İsrailiyat olan bilgiler, eğer vahyin doğruladığı şeylerse, ehl-i sünnet bu bilgileri kabul eder. Eğer vahiyle çelişiyorsa, ehl-i sünnet onları reddeder. Eğer vahyin ve sünnetin hakkında malumat nakletmediği meselelerse, ehl-i sünnet bunların karşısında tevakkufta kalır.

Nötr kelimesi 'tevakkuf' manasını tam karşılamıyor aslında. Tevakkufun içinde, nötr kalmaktan öte, müteyakkız bir bekleyiş manası var. Tevakkuf, sırf beklemek değil, 'uyanık bir şekilde' beklemektir. Nötr kalmak, bir nevi agnostikliktir, yargısızlıktır. Doğru kullanımları açısından, iki kelime arasındaki bu nüansı hatırda tutmak gerek: Tevakkuf, sınamak için tetikte bir duruşu ifade ediyor. Nötr kalmakta bu yok.

Bunun için şöyle bir örneği veririm her zaman: Eğer otobüs bir müslümanın icadı olsaydı, mahremiyet algısından etkilenmez miydi? Yani; evlerimizde, düğünlerimizde, camilerimizde, toplu bulunduğumuz her yerde gözettiğimiz haremlik/selamlık endişesinden etkilenmiş otobüslerimiz olmaz mıydı? Mutlaka bu endişenin bir yerinden giriş yaptığı bir teknolojimiz olacaktı. Eğer bunları biz keşfetmiş olsaydık.

Şekillendirişin sonraki ve zoraki bir iradeyle 'Müslüman edeceğim lan bu icadı! Abdest aldıracağım lan ben buna!' şeklinde olmasına da gerek yoktu. (Pembe otobüs böyle bir ikincil iradedir.) İkinci iradeyi istemeyecekti. Fıtrî bir ahval olacaktı bu. Yani; fıtratı gereği, ister istemez böyle olacaktı. Çünkü kalpte ne varsa, elden de dilden de o çıkar. Müslüman bir mucid neyi keşfetse, imanının endişeleriyle bezenmiş olarak keşfeder. Bunu dindarlığı ölçüsünde yapar. O nedenle nükleer bombayı bir müslüman asla bulamaz, bulmamalı. O kadar insanı, masum/suçlu ayıramaz bir şekilde, katletmek bir müslümanın yapabileceği birşey değildir çünkü. Merhameti değil bakınız, ondan önce imanı izin vermez. Kur'an'ın şöyle dediğini anımsar şuur olarak beyninin bir köşesinde: "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez!"

İmanın endişeleri herşeyimize yansır. Bir ahlak olarak, mantığını unutsak bile, bir davranış şekli olarak bizimle yaşar. Kullandığımız kelimelere kadar tesiri vardır bunun. Ebeveynimize neden isimleriyle hitap etmeyiz Batılılar gibi? Neden aramızda bir yaş bulunan kardeşimize bile abi/abla deriz? Neden bayramlarda (pek de eğlendirici bir iş gibi görünmeyen) mezarlık ziyaretlerini aksatmayız? Bunların hepsinin altında İslam ahlakının ve ondaki hürmet duygusunun saklanmış sûreti, işareti, alamet-i farikası ve mantığı vardır. Neden olduğunu hatırlamasak da bu böyledir. Ve bunun böyle sürmesi, vahyin hayatla ilişkisini ayakta tutar.

Bunlardan birisini de ben 'yenge' kelimesi üzerinden okuyorum. Bir müslüman erkek, hangi kadınlar hakkında yenge kelimesini kullanır? Ve bu kullanım onun kalbinde/aklında nasıl bir çağrışım yapar? Bu sorular hakkında düşünmeye başlar başlamaz şu cevapları bulabiliyoruz:

Bu bir hürmet ve ihtar ifadesidir. Kadına dönük hürmet, erkeklere dönük ihtar. İki şekilde bir ihtardır. 1) Nefsine o kadının 'kemgözle bakılamayacak' olduğunu hatırlatırsın ve onu susturursun. 2) Andığın ortamdaki herkese o kadının başkasının namusu olduğunu hissettirirsin. Bir erkek, bir kadın hakkında 'yenge' ifadesini kullandığı anda çevredeki diğer erkeklere de bir uyarı yapmış olur: "Bu kadın bir başkasının namusu ve evet, bu namusa saygı göstermeyen insanlarla bir sorunum olacak!" İsterseniz, bir müslüman erkeğin yanında yengesi olarak bahsettiği kadın hakkında kötü birşey söyleyin. Dediğim şeyi size yumruklarıyla uygulamalı anlatacaktır. Bediüzzaman, Tesettür Risalesi isimli eserinde şöyle diyor:

"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

Burada anlatılan, benim de son hücreme kadar katıldığım, şey şu: Bir insan, kemgözle bakmaması gereken kadını 'yüzünden' tanır. Yüzünün alamet-i farikası o kadının şehvet duyulabilecek bir kadın olmadığını şiddetle hatırlatır ve bu hatırlama nefsin, değil ileri gitmesini, yola çıkmasını bile otomatik olarak engeller. Fakat ayrılması mümkün olmayan yerlerini açtıkça bir kadın, erkeğin onlarla kurduğu göz temasında nefsini susturacak 'çağrışımları' olmaz. Çünkü bu yerler yüz gibi/kadar alamet-i farika içermezler. Bu çağrışımların yitirilişi otokontrolün de yitirilişidir bir nevi. Bu nedenle açık saçıklığın artması insanlığın ahlakına zarar verir.

Bugünlerde 'yenge' kelimesinin başında da böyle bir belalı bulut dolaşıyor gibi geliyor bana. Önce şöyle başladı bu: Kadınlar 'yenge' kelimesiyle anılmaktan rahatsız olmaya başladılar. Televizyon dizilerinde kendilerine 'yenge' denilen kadınlar bu ifadeye tepki göstermeye, bunun 'birisi üzerinden tanımlanma olduğu' gerekçesiyle karşısında durmaya özen gösterdiler. (Şahit olduğum birkaç dizi var.) Tuhaf ve yeni bir özendi bu. Bu dil kısmen genç kadınlara da tesir etti. Onlar da bazen 'yenge' denildiğinde öyle denmemesini talep ediyorlar. (Bunun da bizzat muhatap olduğum bir örneği var.) Gerekçeleri yine aynı: Başkası üzerinden tanımlanmamak. Ne kadar da haklı bir gerekçe gibi duruyor öyle değil mi?

Mesele yalnızca bundan ibaret olsa, feminist özgururuna sahip olmak isteyen bacılarımı haklı görebilirdim, fakat değil. Son zamanlarda biraz spor/haber gazetesi veya sitesi karıştıran varsa görmüştür 'yenge' kelimesinin nasıl kullanıldığını. Yenge ifadesinin geçtiği her yerde 'en şuh duruşları ve çıplaklıklarıyla' dizilmiş sıra sıra kadın fotoğrafı var. Kim bunlar? Yengelerimiz. Nereden? Futboldan dünyasından. Tuttuğumuz takımda oynayan bir yabancı futbolcunun karısı/sevgilisi bizim yengemiz. Fakat nasıl bir yenge? Mümkünse en kemgözle bakacağınız kişi. Bunun vaktiyle şöyle bir iğrenç toplumsal karşılığı da yaşanmıştı: Galatasaray ve Fenerbahçe derbisinde Fenerbahçeliler Jardel'in eşinin fotoğraflarını, Galatasaraylılar da Lazetiç'in eşinin fotoğraflarını tribünden sallamışlardı. Anlamı malum. Anlamı iğrenç. Anlamı hâzâ pislik. Tam da Bediüzzaman'ın yıllar önce altını çizdiği şey: "Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

O zaman bunun haberini de aynı yayın odakları şu tarz yapmışlardı: Tribünde yengeler savaşı... Komplo teorilerini sevmem. Ama ben bu işin amaçsız olduğunu düşünmüyorum. Şuurla veya şuursuzca, bu toplumun ahlakının en kadim ifadelerinden birisinin altı oyulmaya çalışılıyor. Yenge dediğimiz anda artık aklımıza (Pavlov'un köpeğinde başardığı gibi) bu yengeler geliyor. Ve artık yenge kelimesi, kemgözle bakamayacağımız kadın hatırlatmasını bize yapmıyor. İşte Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi'nde dikkatimizi çektiği şeyin dilimize kadar uzanan ucu bu. Kelimelerde bile alamet-i farikaya müsaadesi yok bunların. Buna karşı direnmeliyiz!

Tuesday, May 26, 2015

Allah'tan alınmak...

İmanımızın bir delili de 'alınganlaşmamız'dır. Fakat nasıl bir alınganlaşma? Allah'a ve Onun marifetine dönük bir alınganlaşma bu. Bir duyarlılık/farkındalık artımı. Ama önce duyarlılık. Meseleyi aşk üzerinden konuşmak istemiyorum, lakin gayet somutlaştırır bir örnek olduğu için zikredeceğim: İnsan, birisine âşık olursa, onun yaptıklarına yönelik alınganlaşır. Umursamazlık/ülfet azalır, duyarlılık artar. "Platonik zordur, herşeyi üzerine alınırsın..." cümlesinde altı çizilen, benim de hakverdiğim birşeydir bu. Sevmenin delili ilgi göstermek değildir sadece. Öncesi vardır. Aktif olanı belki, ilgidir. Pasif olanı ise alınganlaşmadır/duyarlılıktır. "Bana mı söyledi? Beni mi işaret etti? Benden mi bahsediyor? Beni mi takip ediyor? Bana mı kızdı? Beni mi ima etti?" Böylesi soruların tamamını soruyor âşıklar. Peki böylesi bir alınganlık Allah'a karşı da yaşanmaz mı?

Bediüzzaman, Fatiha'da atlanan eşikten (Maliki yevmiddin/O hesap gününün sahibidir...'den İyyake na'büdü ve iyyake nestain/Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz...'e geçiş) ders aldığı 'gaibane' ve 'hazırane' muhatabiyetlerde, manidar bir şekilde, geçişin aşamalarından birisini şöyle tarif eder: "Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür..." Kainatı bir mektup olarak görmek, yani 'sana onunla birşey söylenmeye çalışıldığını farketmek' mürşidimin tedrisinin en açık nakışlarından birisidir. Ve mürşidim böylesi bir alınganlığı kendisi ve talebeleri adına her yerde arttırmaya çalışır. Hatta Kur'an'ın da böylesi bir alınganlık oluşturmak için, özellikle insanların sıradan saydığı, "Yahu bundan da birşey öğrenilir mi?" diyeceği şeyleri misal verdiğini anlatır.

Risale-i Nur'da, "Allah sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten çekinmez. İnananlar bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkar edenler ise 'Allah bu misalle neyi murad etti?' derler, O, bu misalle birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir. Onunla saptırdığı yalnız fasıklardır ki onlar Allah'la yapılan sözleşmeyi kabulden sonra bozarlar. Allah'ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; zarara uğrayanlar işte onlardır..." buyuran Bakara sûresi 26'nın izahı sadedinde söyledikleri dediklerime kuvvet verecektir. Fakat ben, yazıyı uzatmamak için, onları buraya alıntılamıyorum.

Demek alınganlık da kulluğun bir parçası. Allah'a yüzü dönük bir alınganlık 'gaibane/gıyabında' bir muhatabiyetten 'hazırane/huzurunda' bir muhatabiyete geçişin temel şartı. Zaten bu denli kolay etkilenir ve 'dokunaklı' yaratılmış insanın böylesi bir işlevi olmayacağı düşünülemez. Allah bize bunca hissi/latifeyi 'onları bastıralım' diye değil, 'Onun tasarruflarına daha alınganlaşalım' diye vermiştir. Ve biz, dökülen yapraklardan da, ağlayan çocuklardan da, rüzgarda sallanan kavak ağaçlarından da ve hatta buzlar arasına sıkışan balinalardan da etkileniriz. Üzülecek ve sevinecek ne çok şeyimiz vardır bizim!

Bediüzzaman'ın tedrisinde, bir yönüyle spesifik çağrışımlara sahip olmasına rağmen, yani külliyatın genelinde sahip olunan burhan-ı yakini/kesin delil yolunun bir açıdan terki gibi görünen 'tevafuk' gibi 'ebced/cifir' gibi şeylere karşı sergilediği meyili de biraz böyle anlarım. Allah'ın yarattıklarına karşı alınganlaşan insanın bunu her yerde okuyabilir hale gelmesi. Her yerde Vahidiyet içre Ehadiyetin izlerini, küçük sürprizlerini, nazik hediyelerini araması. Ve en önemlisi 'takip edildiğini, ilgilenildiğini, sevildiğini' bilmesi. Kendi kendime çokça sorduğum bir sorunun cevabının böylesi bir sırda saklı olduğunu düşünüyorum. Ve bu refleksin külliyatın öğretisini içselleştirmiş her Nurcuda geliştiğini gözlemliyorum. Hiçbir şeyi tesadüf olarak nitelemiyorlar mesela. Hemen 'tevafuk' diyorlar. (Nurcunun nurcuyu tanıma kelimesidir.) Bu, küçük bir Nurcu geleneği gibi görünse de aslında büyük bir bakış açısı farklılığı işareti. Nurcular ne kadar başarıyor elbette tartışılır, ama Risale-i Nur'un oluşturmaya çalıştığı alınganlığın böylesi birçok delili var.

Bu yazıyı yazmama sebep, hoş bir anı. Geçenlerde Hızlı ve Öfkeli 7'yi izledim. Tavsiye etmek için bahsetmiyorum. Aksiyondan başka birşey içermeyen bir film. Sevebileceğiniz tek yönü, benim de sevdiğim yönü, çok sayıda ülkeye gidilmiş olması. Hatta filmi izlerken şöyle demiştim: "Ne güzel meslek be. Hem film çekiyorlar, hem de dünyayı geziyorlar." Sonra yapmaya çalıştığım mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayarak ürperdim: "Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın." O anda yaşadığım ürpermeyi size tarif edemem. Ancak eğer mürşidim vesilesiyle Kur'an'dan 'alınganlık' dersi almasaydım, muhtemelen bu ayeti üzerime alınmadan okuyup geçecektim. Sonra "Niye Bediüzzaman'ı bu kadar abartıyorsunuz?" diye soruyorsunuz. Allah'a karşı alınganlaştırıyor bizi, yetmez mi?

Monday, May 11, 2015

Allah'a küsmüş çocuklar...

"Bir kişinin kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. İki müslüman karşılaşırlar biri bir tarafa, öteki öbür tarafa döner. Hâlbuki bu iki mü'minin hayırlısı önce selâm vermeye başlayandır." (Buhâri, Edeb, 62, İsti’zan, 9; Müslim, Birr, 23, 24, 28.)

Bugün sizinle paylaşmak istediğim tefekkürüm şu: Yıllar yılı hadis-i şeriflerde (ve dahi İslam'da) küsmenin neden bu kadar önemsendiğini, hatta neden 'üç gün' gibi küsmek için pek kısa sayılabilecek bir süreyle sınırlandırıldığını bir türlü anlayamazdım. Nihayetinde insanlar birbirleriyle sık sık küsüyorlardı ve bu küsmeler de sık sık barışmayla neticeleniyordu. Hayatın bir parçasıydı küsmek... Bir 'duygusal korunma' ve 'duyguları ifade' şekliydi. Çok uzun süreli küsmeler işitmiştim, fakat onların sayısı pek azdı. Hele benim bu hadisi ilk işittiğim dönemin çocukluğum olduğu ve çocuklukta insanın, en yakın arkadaşıyla bile, gün içinde birkaç defa küsüp tekrar barıştığı düşünülürse, sıkıntım daha net anlaşılır kanaatindeyim. O dönemde küsmekle ilgili bu hadis ahlakıma çok ağır geliyordu ve belki bu ağırlığın da baskısından dolayı anlamakta zorlanıyordum. Verdiği nasihati görmezden gelmeyi seçiyordum.

Ahlakımın bir yanı rahmetli babamı çok andırıyor. (Allah merhametiyle sarsın sarmalasın onu.) Öfkelendiğimde, zarar vermekten veya tartışmayı sürdürmekten ziyade 'uzaklaşmayı' seçerim. Susmayı/yutmayı değil bakınız, onu beceremiyorum, uzaklaşmayı. Zarar vermekten haz almam. Galip gelmek de hoşuma gitmez. Karşımdakinden daha fazla zarar görürüm kazanmakla. Yaratılışım böyle. Çocukluğumda, evdekilerle kavga ettiğimde, o saatlerde sokakta gezmenin korkusunu da unutur, öfkem geçene kadar geceleri ilçeyi turlardım. Huyum bilindiğinden çok uzun süre sokakta kalmadığım sürece ardımdan aramaya çıkılmazdı. Ne zaman ki artık öfkem diner ve korku onun sesini bastırmaya başlar, o vakit karanlıktan kaçıp evime sığınırdım. Fakat nihayetinde bu da bir küsmekti bana göre ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam eğer bunu da yasaklıyorsa doğrusu müslümanlık pek zor bir işti. Çocuk aklımla bunları düşündüğümü hatırlıyorum. Büyük aklımla da düşünmeye devam ettiğim bir mesele.

Geçenlerde mürşidimin bir metni, bu hususta bana daha zengin bir bakış açısı verdi. 17. Lem'a'nın 6. Nota'sında geçen ifadeler, küfür/inkar üzerine ittihad edenlerin aslında ittihad etmediğini söylüyordu. Peki ittihad nedir? Birleşmedir. Aynı noktaya parmak basma ve aynı şeyin altını çizmedir. İnkarcılık görünüşte aynı noktaya parmak basmak gibiyken (öyle ya, nihayetinde iddia ettikleri şey aynı şey gibiydi) nasıl yaptıkları ittihaddan sayılmıyordu?

"Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan'ı görmeyen der ki: 'Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.' Başkası da 'Nazarımda yoktur' der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez. Fakat ispat edenler demiyor ki, 'Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.' Belki 'Nefsü'l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür' der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve 'Nefsü'l-emirde vardır' der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü'l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü'l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır."

Burada hakkında konuştuğumuz şey mutlak yokluğun isbatı. Ve bu isbat, asla kuşatamadığımız bir alana tekabül ediyor. Devamında yeralan şu ifadeler sanırım biraz daha durumu açıklar mahiyette: "Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin." Burada belki bizi en çok şüpheye düşüren şey de şu: Şu sıralar sesleri bir miktar azalmış olmakla birlikte, Allah'ın varlığını inkar eden insanlar; daha çok bilime, dolayısıyla somut ve isbatlanabilir olana yakın isimler değiller mi? Bu insanların çoğunun isminin önünde bilimsel çevrelerde (ve hatta avam-ı nasta) saygı uyandıran 'titriler' var. Bu titri sahiplerinin iddiaları nasıl isbatlanabilir olmaz? Ve nasıl onların aksini söyleyen, genelde mesailerinin de soyut olana dair olduğu bilinen din adamlarının iddiaları somut olur? Nasıl onların gösterdiği hilale inanılır da, bunların inkarına inanılmaz?

Bana göre, zaten Bediüzzaman'ın 'nefyin isbatının imkansızlığını' dayandırdığı şey de bizzat bu arkadaşlar. Din dediğimiz, maneviyat diye tesmiye ettiğimiz alan zaten soyutun konusu. Burada soyut, somutun zıddı ve eksik olanı anlamına gelmiyor. Maalesef bu kelimeye modern zamanlarda yüklenen mana 'gereksizlik'ten başlayıp 'saçmalığa' kadar uzanıyor. Halbuki kuşatılamayan her somut soyuttur. Soyut, somutun kuşatılmayanını temsil eder. Kuşatabildiğiniz, anlayabildiğiniz, bir kalıba sokabildiğinizde buna somut dersiniz. Ama soyut, kendisinden haberdar olduğunuz, fakat çevresini saramadığınız şeydir. Duygular soyut bilgiler içerirler, çünkü çevresini sarıp formüle sokamazsınız onları. İnsanın âşık oluşu matematiksel formüllerle açıklanamaz. Her ne kadar somut meraklıları hormonlarla/genlerle bu alana da kollarını uzatmaya çalışsalar da, yine neyin/niçin olduğunu mekanize (alaycı bir ifadeyle kanunize) edemiyorlar. Bu hapsedemeyiş, onları soyut olanı aşağılayarak kendilerini yükseltmeye götürüyor: "Elimdeki az ama kuşatabiliyorum, naabeeer?"

Yani bir mümin, Allah'tan bahsettiği zaman, zaten gözle görünecek, elle tutulacak, kaşıkla içilecek birşeyden bahsetmediğinin farkındadır. O dünyayı, ayet-i kerimenin ifadesiyle 'gayba iman ederek' okumayı seçmiştir. Üst bir varlıkta, aşkın bir alanda Allah'ın varlığıyla bu dünyadaki varlığın açıklanabilir/mantıklı olduğunu görmüştür. Bunun somutun laboratuvarına sığmayacak birşey olmadığını bilir.

Ama münkir, her ne kadar materyalist çağda (diğer anlamda kuşatılanın ve kuşatanın efendiliği döneminde) ameliyesi itibar görse de, olay aşkın olanı konuşmaya geldiğinde afallar. Kainatta olan fiillerin birer faili/yapanı olması gerektiğini bilir. Ama 'aşkın faili' tamamen dogmatik bir önkabulle reddeder. Aklına göre en olabilir gelen, aslında ise en yakın olduğu için seçilen şeyi fail görmeye başlar. Tüm inkar ve şirk ekolleri, en akıllıca olanı değil, akılsızlık içinde nazarında en yakın olanı seçmiş ekollerdir.

Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abilerin güzel örneklemesinde olduğu gibi: Biri parmağını şaklattığında öteki ellerini şaplatan iki arkadaşı gördüğünde bilim, bunu şöyle açıklar: "Her şık sesinden sonra bir şap geldiğine göre, şıktan dolayı şap oluyor." Halbuki şıklatma şaplatmanın nasıl yaratıcısı olabilir?

Şıklatmayı ve şaplatmayı birbirini kovalayan fiiler olarak görüp birini diğerinin faili saymak, bir kere somutçunun şunu kaçırdığını gösteriyor: Şaplatma fiilinin faili nasıl biri/birşey olmalı? Bizim esma tefekkürü dediğimiz şey buradan besleniyor aslında. Örneğin, çıkan sesten şunu söyleyebiliriz: İki eli olmalı. Onları hızla savurup birbirine vurabilmeli. Bu gibi özellikleri sorguladıktan sonra şık'ın şap'ın yaratıcısı olamayacağı iyice ortaya çıkar/çıkıyor.

Ama somutçu kuşatabildiği ile ilgilenir. Soyut olana dair bir hemfikirlik, yani "Nefsü'l-emirde vardır"cı yaklaşım, somut olan tarafından şöyle bir karşılık bulur: "Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor." Bu yüzden sizi kendi nazar alanına, somutuna çekerek boğmaya çalışır. Siz onun nazarını her soyuta/genişe kaydırdığınızda sizi sorunlu bir alanla vurmaya gayret eder: "Allah varsa, niye bu kadar savaş oluyor?" Fakat kainatta sadece savaş mı oluyor? Ve savaş, sadece senin nazarınla gördüğün kadar mı? Ateistin avlanma şekli timsahlar gibidir. Suyuna çekerse, kazanır.

Üstelik, bir ikinci boyutta, inkarcılığın duygusal olmakla spesifik bir yanı da var. Yani bu insanlar, laboratuvarlarında, Allah'ın yokluğunu kesin bir şekilde isbat etmiş de ondan sonra "Yahu arkadaş, bunca zaman iman ediyordum, ama baktım ki deneyde, bir de ne göreyim? Yokmuş!" diyerek imansızlığa sapmıyorlar. Bu işin kesinlikle aklî bir başlangıcı yok. Mustafa Akyol'un Etkileşim Yayınları'ndan çıkan kitaplarından birisinde (arşivimi karıştırdım, fakat kitabın adından da, alıntılanan kaynaktan da emin olamadım) alıntıladığı araştırmada denildiği gibi:

Ateistlerin büyük çoğunluğu ateist olmaya çocukluklarının sonu ile gençliklerinin başı arasında karar veriyorlar. Ve bu insanlar yine buna yakın veya bundan önce büyük acılar yaşamış insanlar. Yaşadıkları acılardan önce Allah'a bir küsmek fikri yeşeriyor, ardından bunun doğrultusunda baktıkları âlemden de kendilerince/nazarlarınca deliller üretiyorlar. Yoksa hiçbirisi imanlı girdiği bir bilimsel yolculuktan sonra, "Ya bak, aslında yokmuş!" diyerek çıkmıyorlar. Hâlâ da bilimsel yolculuklardan Allah'ın yokluğuna delil çıkarılabilmiş değil. Ancak 'Nazarımda yoktur!' demek isteyenler için 'nazara göre' üretilen iddialar var.

Bunun da öncesinde; bu insanların kopuşları 'duygusal bir tepkiyle' başladığı için ister istemez inkarcılıkları spesifik ve nazara göre. Duygusal olan bir yönüyle tecrübî olduğu için hep 'bence' ve 'bana göre'ye dayanmak zorunda. Bu nokta onları hem rahatlatan hem de çıkmaza sokan bir durum. Zira bir yönüyle küfürleri meşkuk/şüpheli oluyor ve kaçmak istediklerinde ondan kaçabiliyorlar: "Ya varsa?" Fakat diğer taraftan sorumluluk almak istemedikleri yerde de yeniden inkara dönüyorlar: "Ya yoksa?" Böyle birisini, biraz Allah'ın varlık ve birlik delilleriyle sıkıştırdığınızda, eğer inkarında inatçıysa, hemen kendi 'Nazarımda yoktur' kalesine dönüyor: "Herkesin imanı kendine be kardeşim. Ben de böyle düşünüyorum." Yahut konuyu saptırıp sinizmle/alaycılıkla kurtulmaya gayret ediyor. Alaycılık da en az küsmek kadar bir kaçış yoludur çünkü.

Küsmeye geri dönelim. Bu noktada inkarcılığın da bir küsmekle başladığını söyleyebiliriz. Allah'a çözemediğiniz/fehmedemediğiniz bir noktada kızmak ve buradan başlayan öfke sizi alıp en nihayet küfrün kollarına bırakıyor. Hatta mürşidim, kafirin Allah'ın yalnızca inkarcısı değil aynı zamanda düşmanı gibi davranmasını da bu küsmeyle ilişkilendiriyor bir yerde:

"Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârâne kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister. Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemîl-i Mutlak, bütün güzel Esmâ-i Hüsnâsıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek. Ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesnâ mahlûku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünkü insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını, ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte, kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor."

Yine belki de bu fıtratından dolayı, Cenab-ı Hak, insanı acı olaylarda, şiddetli tepki göstereceği ve dolayısıyla çabuk küseceği şeylerde daha kalın sebep perdeleriyle muhatap ediyor:

"Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır. Ve şer ve çirkinlik gayet cüz'îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zâhirîsinde görünen zâhirî çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musibetten gelen küsmekler ve şekvâlar Zât-ı Hayy-ı Kayyûma teveccüh etmemek için, hem aklın zâhirî nazarında habis, pis görünen şeylerde, kudsî, münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlarla mübaşereti kudretin izzetine münâfi gelmemek için, zâhirî esbablar o kudretin tasarrufâtına perde edilmişler. O esbab ise icad edemiyorlar; belki haksız olan şekvâlara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler."

Uzun lafın kısası arkadaşlar; bütün bunları tefekkür ettikten sonra Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadisine taklidî değil artık tahkiki bir iman ettim. Ve küsmenin neyin ilk adımı olduğunu ve tedavi edilmezse insanı nelere doğru götürdüğünü gördüm. Demek kuvve-i şeheviye veya gadabiye (ve onlara bağlı çalışan duygular) nazarında bir tavır değişikliği ifadesi ve bir korunma refleksi olan küsmek, üzerinde ısrar edilirse, bir zaman sonra aklın da ona argüman/savunma üreteceği; ferdî sapmanın önce şikayete, sonra adavete/düşmanlığa dönüşebileceği bir düzleme doğru gidiyordu. (Hem küsülene karşı korku, hem küsülenden intikam arzusu yaşanıyordu.) Demek bu yüzden küsmek bu kadar önemli ve üç günden fazla ardında gidilmeyesiydi. "Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, 'üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek' İslâmiyet emrediyor."

Wednesday, April 1, 2015

Hepimiz bölücüyüz!

“Kalemlerin mürekkebi kurudu. Ve sayfalar dürüldü. Sen, yakîni bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış. Şayet buna muktedir olamazsan ‘hoşuna gitmeyen şeyde sabır’da çok hayır var.” Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5836

Sirenleri Taşa Tutun’da okumuştum. Kafka yazdıklarını gösteren bir gence demiş ki: “İçlerinde çok fazla gürültü var. Çünkü daha çok gençsin.” Yaşım ilerledikçe söyleneni daha iyi anlıyorum. Çünkü cümlelerim kısalıyor. Böyle olmasını beklemezdim halbuki. Zannım aksineydi. Yani şöyle olur diyordum: İnsan olgunlaştıkça cümleleri ağırlaşır. Yükleme varmak için daha uzun yollar kullanılır. Daha bir tumtraklı olur ifadeler. Ve/veya sayısı artar. Yahut/veyahut birkaç katıyla çarpılır. O kadar güçlüdür yani. Herşeyi bir cümlede söyleyebilecek kadar güçlüdür. Daha çok manayı tutabilecek kadar güçlüdür. Bölmeyecek kadar güçlüdür. Fakat öyle değilmiş. Yorgunluk başka birşey. Yavaşlama içinde kısayolları aratan birşey. Ellerin büyürken avuçların küçülmesi.

Şahitliklerin biriken ağırlığı, tecrübenin safrası, bir bıkkınlık dünyayı değiştirememekten gelen; bunlar yazı diline ifadelerin uzunluğuyla yansımıyormuş. Evet. Yaşadıkça görüyorum. Yaşlandıkça yapıyorum. Lokmaları yutmadan önce küçültüyorum. Daha sık nefes alıyorum koştuğumda. Daha çok mola istiyor bedenim. Daha çok mola istiyor fikrim. Kelimeler zihnime yük. Ellerim küçük. Ben acizim. Nihayet farkettim.

Yalnız kalmayı özlüyorum. Sessizliği özlüyorum. Eskiden böyle değildim. Alıştım. Kabirdeki halime yaklaştım. Suskunluk sevdiriliyor bana. Yalnızlık sevdiriliyor bana. Noktalarla barışığım artık. Daha sık uğruyorlar metinlerime. Böldükçe rahatlıyorum. Aczimin bir delilidir bence bölmelerim. Bunu da, çok şükür, idrak ettim. Ve aynı zamanda, asl-ı halimi dürüstçe ifade ettiğim için böylece, rahat ettim. Kolay olan uyumlu olandır. Kolay olan fıtratına uyandır. Doğru kolaydır. Her ne ki bölmeye-bölünmeye ihtiyaçlıdır, belli ki özünde zayıf, sınırlı ve muhtaçtır. Fıtratı budur. Doğrusu budur. Uyumu mudur. Sonsuzsa bölünememesinden tanınır.

“(...) tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâl...” Mürşidim, hem Cenab-ı Hakkın sıfatlarını tarif ederken, hem de yaratışını nazara verirken ‘bölünmezlik’ vurgusunu sık yapar: “Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz.”

Arkadaşım, işte, bu bölünmezliği bugünlerde biraz daha farklı/zengin anlıyorum. Kendi bölücülüğümdeki aczin soluğu bölünmezliği bir ‘sonsuz kudret’ delili gibi okutuyor. Ve şirkin en büyük düşmanı da yine bu ‘bölünmezlik ilkesi’ oluveriyor. Neresini kesip başka bir ilaha vereceksin? Hiçbir parçası diğerinden bağımsız değil ki. Her an bir işte olan Allah, ara vermeye ihtiyacı olmayan Allah, zaten bu yüzden Allah. Yine mürşidiminden yardım alayım: “Herşey herşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyi halk eden herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir.” Allah dediğin ancak böyle olur. Böyle olmayan şeyler ‘ilah’ denmeye layık değildirler.

Varlığın cümlesi ezelden yazılmıştır. Hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi ‘mürekkebi kurumuştur.’ Bütünlüğü Allah’ın ilmindeki kuşatılmışlığının delilidir. Kıyameti bile virgülüdür Onun, noktası değil. Ebeden devam edecek, yani hiç bölünmeyecek, cümlesinin bir virgülüdür. “Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir.” Sen bölmekle kuşatıyorsun diye, Allah, öyle yapmaya mecbur kalabilir mi? Sendeki kusur, hâşâ, Ona ulaşabilir mi?

Kendine bakarken, dilediğince aczine delil bul, ama Allah’ı kayıt altına almaya çalışma. Çünkü empati yapmak, kendini Onun yerine koymaktır, Onu anlamak değil. Onun nasıllığını anlamaksa ya Ona sormak (vahyini dinleyerek) yahut eserine bakmakla (kainatı tefekkür ederek) mümkündür. Ve arkadaşım; insan bölücüdür, akıl bölücüdür, ben/bencillik bölücüdür. Beşer kendi bölücülüğünün zararlarından Allah’a kaçar. Sağlam kalabilmek için. Sınırlarından kaçar. İmzası olan kusurdan kaçar. Şeytandan kaçar. Nefsi en temiz olanımız Aleyhissalatuvesselamın, nefsiyle başbaşa kalmama duası, hem de göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, böylesi bir korkudan besleniyor. Biz kendi bölücülüğümüzden tevhidin bütünlüğüne sığınırız. Mahluk olmamızın hudutları kaçınılmaz hale getirdiğini biliriz.

İman yalnız ‘olanlara’ değil ‘olabileceklere’ de şifadır. ‘Zalim’ ve ‘cahil’ bölücülüğümüzden evreni kurtarmanın başka çaresi yok. Yaratılmışın öz zehrinden korunmak için bütünlüğün bilgisine ihtiyacı var. Bunu farkettiğinde anlayacaksın ki, o bilgiden uzaklaştıkça, dünyanın sonunu yaklaştırıyoruz. Ve parçaladıklarımız artıyor. Ve kıyamet yaklaşıyor. Evet, insan kıyametini bir yaraymışçasına yanında taşıyor, tıpkı dendiği gibi: “Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir.”

Thursday, March 19, 2015

Yalnız neden yalnızdır?

"Sonbahar geldiği zaman çiçeğin bile arzusu dünyadan göçmektir..." Lazar İştvan, Vesta Rahibesi'nden.
 
Anladım. Özüne doğru bastırmışlar seni tıpkı bir çamaşır sepeti gibi. İçindekini dökemiyorsun. İçine çöküyorsun. Işığın sende yitiyor karadelik misali. Çıldırırsan bunun için çıldırırsın. Mezarına böyle gitmemelisin arkadaşım. Kefenin kararsızlığını sarmamalı. Sessizlik tüm acabaların yankılandığı yerdir. Korkmalısın o sessizlikte duyacaklarından. Burada, bu kalabalık dünyada, gözden yittiğini düşünebilirsin. Fakat acaba hakikatte öyle mi? Yitirdiler mi seni? Yalnızlıkta işte bunu sınarsın.

Atala/Rene'de Chateaubriand'ın dediği gibi: "Eğer kalp heyecanlarından korkuyorsan ıssız yerlerden sakın! Büyük ihtiraslar sessizlik içinde yaşarlar. Onları çöle götürmek kendi muhitlerine kavuşturmak demektir."

İmansızlık boşluktur. İtikadsızlık kararsızlıktır. Âdemoğlunun/kızının en yaman karadelik tecrübesidir. Yıldızının sönmesidir. Varlığının çökmesidir. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Bu boşluk diğerlerinin de annesidir. Düşmelerden tattığın ne varsa. Tutunamadığını düşündüğün ne yaşıyorsan. Mesela: Varacağın bir yer olmadan yürümek. Memleketini bilmeden sılayı özlemek. Diğerleri ondan haber verdikleri kadar boşturlar. O boşluk, meşgul olacak başka birşey kalmadığında, birkaç metrelik bir çukurda bir de, alabildiğine sessiz, alabildiğine karanlık, alabildiğine sen ve sen ve yine sen. İşte öyle bir yerde artık kendinden kaçamazsın.

Mürşidim 'bir yalnızlıktan kurtarıcı' olarak imanın altını çok çizer. Evet. Ona göre 'vahşet-i mutlaka'dan kurtarıcımız imandır. Nasıl? Belki şöyle: Dosta (c.c.) iman etmekle mülkü olan herşey dostlaşır. Hiç tanımadığınız arkadaşlarınız olur varlığın uzak illerinde. Birşeyleri görmek değildir iman sadece. Birşeylerle tanışmak değildir iman sadece. Birşeyleri anlamak değildir iman sadece. Kuşatamasak da bütünün bir amacının olduğunu bilmektir. "Bütünün amacına iman etmek!" Tevhid biraz da bu. Öyle ya. Herşeyi 'bir olan Zat' yaratıyor. O zaman herşey "Bir'in amaca dönük" gayrette. Biliyorsun artık: Gayede bir olanlar anası bir olanlardan fazla kardeştir.

İman kardeşliği önce 'tanım' kardeşliği. İlk adım kardeşliği. Sonra amaç kardeşliği. Son adım kardeşliği. Tanımlarımız-amaçlarımız birbirinden uzaklaşıyorsa imanımıza tekrar bakalım. Orada ayrılma olmamışsa amaçlarımız ancak zâhiren ayrılmıştır. İhtilaf sûretindeki görev paylaşımıdır. Aynı duvarın tuğlaları hükmündeyiz. Aynı rıza kapısında dileniyoruz. O halde neden yalnızlıkta birikelim? Bize yakışır mı bu çeşit hüzün? Yalnızlık hissi bir tür 'bütünden kopuş' değil midir?

"Yalnız neden yalnızdır?" diye sorarım sana. Kendisiyle konuşulmadığından mı? Sevilmediğinden mi? Etrafında varlık olmadığından mı? Bence bütün bunlar yalnızlığın şubeleri. Kaynağı ise daha gerilerde, içerilerde, kalpte.
 
Yalnızlığın madeni yitirmek. Tanımını yitirmek. Amacını yitirmek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için varolduğunu yitirmek. 'Nereye gittiği anlaşılmayan çok yollar' içinde şaşkın kalmak. Dikkat ettin mi hem? Cevabını veremediğinde yalnız kalıyorsun. Cevapsızlık hep yalnızlığa dönüşüyor. Anlamı varsa herşey yerli yerinde. Herşey dost. Kabirde Münker ile Nekir'i bile bize ahbab edecek sırdır bu: Cevapları bilmek. Ama yalnızken cevapları toparlayacak kadar merak etmiş miydin hayatta? 'Neden?' demiş miydin hayatta? Dikkat etmiş miydin hayatta? Yani demem o ki arkadaşım: Dersini zamanında çalışanın sınav yerinden korkmasına gerek yok.

Sunday, February 15, 2015

Ayılmak tevhid şarabının sarhoşluğudur

“Bir doğabilimciye sorarsanız size hiçbir türün bir diğeriyle savaş içerisinde olmadığını söyleyecektir.” (Daniel Quin, İsmail’den...)

Hem de kaç kere elhamdülillah: Mü’minler hakkında “Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler...” hakikati Furkan’ımızda bize öğretiliyor. Musırrane tekrar tekrar buyruluyor. Evet. Aynen. Öyledir: Beyanın tekrarı ihtiyacın tekerrüründen gelir. Demek ki duymaya-hatırlamaya ihtiyacımız var. İşte biraz da bu nedenle ona biraz daha yakından bakmayı deneyelim istiyorum arkadaşım bu yazıda. İnşaallah.

Sorarsan hemen söylerim: Gerçekten de ‘hakikat’ cesaret ve huzur vericidir bizzat. Yani? Birşeyin gerçekliği emniyetini arttırır. Doğruluk bir açıdan ‘kainat kardeşle uygun adım yürümek’ anlamına gelir. Bundan dolayı kendisine tutunana da güçlü hissettirir. “Fıtratın şehadeti reddedilmez.” Neyi doğru biliyorsak onda cesaret ediyoruz. Neye cesaret ediyorsak onu doğru biliyoruz. ‘Olması gereken’ veya ‘olmazsa olmaz’ gördüğümüzden dolayı kendisini rahatlıkla, içtenlikle ve sebatla savunuyoruz. Vicdanımızın samimiyeti bu emniyeti veriyor.

Demek uyum da tıpkı yerçekimi gibi, belki ondan da sabit, bir kuvvettir ve hakkın alametidir. Yani hakikatin bir tezahürü de uyumdur. Kafamız makine medeniyetinin esiri de olsa, içimizde bir yer “Hakkın hatırı âlidir!” demeyi bırakmadığından, haklı olmak gönlümüzü rahatlatır. Cesaret ki ‘korkusuzluk’tan çok ‘korkunun yanlışlığını bilmek’tir. O da birtür rahatlıktır. Uyum ister.

Manzarayı bir parça gösterebildiğimi zannediyorum. Doğruyu seçmek de, yapmak da, savunmak da acizleri bu kulptan yakalar: Kainatla uygun adım yürümek. Mazlum da gücünü burada bulur: Zalimin imkanlarına rağmen tevhidî kardeşliğin/taraftarlığın kendisinden yana olduğunu bilmek. Ve varlıkla uygun adım yürüyenin öz-varlığı rahatlar. İşi-içi genişler. Dışını bozanın içi de bozulur.

Yani ki, tenasüb, bizzat huzurun kendisidir. Rahatlık hissi de, şu uyumun görülmesi, hissedilmesi veya sezilmesidir. Böylece cesareti de tetikler. Peki iman? İmansa en büyük uyumdur! Çünkü herşeyi yaratanın muradıyla uyumdur. Belki biraz da bu nedenle “Bismillah her hayrın başıdır.” Zira şu uyumun ilanıdır.

Tabii, bütünle uyum başka, parçalarla uyum başka. Yani tenasübü kavramakla imtihan kalkmıyor. Uyum arayışı ile de sınanır insan. Kâfir, bütünü örterek, yanlış okuduğu parçayla uyumunu korumaya çalışandır biraz da. Fasık da yine böylesi bir parça uyumu peşindedir. (“Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!” dedirten de budur belki.) İtikada kadar çıkarmasa da gidişatı öyledir.

Sefih birisini düşünelim mesela. Uymaya çalıştığı nedir? el-Cevap: Müptela olduğu rezilliklerdir. Yani o da karanlığıyla bir uyum arar. Nefisperest ânı yaşamak ister. Çünkü nefis parçalara âşıktır. Buradaki ülfetinden öteye gafil bir rahatlık devşirmeye çalışır. Çevresindekileri de kendisi gibi sefih yapmaya veya kendisi de onlar gibi sefih olmaya gayret eder. Moda, trend, akım vs. Arayışı budur. Tevhidin gösterdiği bütünlüğe ise körleşmiştir: “Hem deme, ‘Ben de herkes gibiyim.’ Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”

Demek fâsık da sırrın ‘uyum’ olduğunun farkında! Ama kime uyacaktır? Dünya-ahiret bütünlüğüne mi? Yoksa gençliğinin coşkunluğuna mı? Vicdanın, dinin, ahlakın ve mantığın teennisine mi? Yoksa nefsin ‘parçada boğulmaya meyyal’ aceleciliğine mi? Genelde gençliğin ‘coşkunluğu’ ve nefsin ‘acelesi’ tercih edilir. Akıbetse takva sahiplerinindir. Çünkü bütünün cümle renkleri ortaya çıktığında parçadaki ifratın yanlış olduğu anlaşılır. Gençlik ihtiyarlığı ağlatır.

Peki uyumun doğru formülü nerede? Elbette bütünü görenin kelamında. Kur’an’da. Yani Kelam-ı Ezelî’de. Ahirzaman Peygamberi aleyhissalatuvesselamın sünnetinde. Dolayısıyla cesaretin kaynağının ‘doğru/hakikat’ olduğunu savunmakta kararlıyım. Fakat, arkadaşım, membaın doğruluğuna biz ne kadar inanıyoruz? Yani ne kadar taraftarıyız? Bu onu savunuşumuzu doğal olarak etkiliyor. Doğru hakkında cesaretli olmak için o doğrunun doğruluğuna da tam inanmış olmamız lazım. İnsan inandığı doğruları savunabilir ancak. İnanmadıkları, doğru olsalar da, cesaret üretecek memba değillerdir. ‘Olmazsa olmaz’ değillerdir. Çünkü uygun adım olduğunda şüpheleri vardır.

Mesela: Zalime karşı mazlumun elini alıkoyan, korkudan önce, yapacağının doğru olup olmadığı konusundaki şüphesidir. Mazlum, mazlum olduğuna ve karşısındakinin de zalim olduğuna yeterince inanmazsa, zulme direnmez. Zulmü içselleştirmenin bir yolunu bulmuştur artık. Yine, doğru söylenmesi gereken bir yerde ‘kaybettirmesinden’ ötürü yalanı tercih eden kişinin, muhtemelen doğrunun ‘hep kazandıran’ olduğu hakkında şüpheleri vardır. Ona göre yalan da bir miktar ‘kazandırma gücüne’ sahiptir. Doğru kaybettiren de olabilir(!) Doğrunun kaybettireceğini düşünmek imandaki zaafiyetin delili olduğundan dik duramaz. Halbuki Kur’an-ı Hakîm hep der: “Akıbet takva sahiplerinindir.” Hakikatte sebat edersen akıbet elbet senin olur. Bu dünya ise asla ‘son’ değildir:

“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek.”

Ey kelime-i şehadeti söylemekle imanının sonuna geldiğini sanan arkadaşım! Kalbini yokla bakalım. Şeriatını ne kadar cesaretle savunabiliyorsun? Doğruya, doğru olduğunu bildiğin halde, ne kadar güveniyorsun? Onu telaffuz ettiğinde ruhun ne kadar rahatlıyor? Aksini düşünmek seni ne kadar delirtiyor? Yoksa sen de ben gibi, hayatında başka, kalbinde başka mısın? “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur...” mu diyorsun yoksa? Ama baksana. Bütün asla değişmiyor: “Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.”

İmanının ne kadar güçlü olduğunu, şeriatın ardındaki cesaretinin ne kadar güçlü olduğuyla ölçebilirsin, takvanla ölçebilirsin. İnsan inandığı şeyleri güçlü savunur. Güçlü ittiba eder. Hem demiyor mu Bediüzzaman: Cesareti de Aleyhissalatuvesselamın risaletinin bir delilidir. Evet. Aynen. Öyledir. O Hâtemü’l-Enbiya cesarette de insanlığın hem serveri hem rehberidir.

Saturday, January 17, 2015

Köpekbalığı psikolojisi

Köpekbalığını öldürmenin yollarından birisi de onu hareketsiz hale getirmektir. Durduğu zaman, tamamen durduğu zaman, ölür köpekbalığı. Köpekbalıklarındaki bu halin bir ölçüde insanda da geçerli olduğunu düşünüyorum. Mesela boşta kalmak, hiçbir şey yapmadan beklemek, insan için de azaptır. (Benim gibiler için daha da beter.) Boşuboşunalığın kendisi azaptır insan için. Anlamsızlık aynı azaptır. Ondan sonra sırasıyla neden yaptığını bilmediği şeyler acı çektirir insana. Mesela kemal namına, kendini geliştirmek adına bir katkısı olmayan işler, yapanlarını en çok sıkan işlerdir. Çünkü ötesi yoktur, ilerisi yoktur, bir sonrası yoktur onların.

Gayba iman, öteye imandır. Hep ötende birşeyler kalacağına imandır. Hayatın hiç bitmeyecek ve Allah'ın takdir ettiği her değişikliğe açık bir yolculuk olduğuna imandır. "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir." Bana öyle geliyor ki, eğer gayba imanımız olmasa deli oluruz. Kafayı yeriz, kitapları parçalarız, dünyamızın kenarından düşeriz, sınırlılığımızda boğuluruz. Her köşesi bilinen ve 'görülecek herşeyi görülmüş' bir âlem bizzat cehennemin kendisi olur bize. Bitmiş olan, bitecek olandan haber verir. Eğer bilerek bitirebiliyorsak dünyayı; o halde varlık olarak da bitirebiliriz. Yani ölmekten öte, ciddi ciddi son bulabiliriz. Yok olabiliriz. Yoka iman etmişizdir çünkü. "Hepsi bu. Ötesi yok!" demişizdir.

Gaybımız yoksa, yokluk vardır. "Başlangıcı olan herşeyin bir sonu vardır..." diyen termodinamiğin bilmem kaçıncı kanunu gibi değil bu durum, onunla karıştırılmasın. Eğer birşeylerin hep gayb kalacağına ve gaybda nazarımıza, bilgimize, fikrimize daha dokunmamış; daha hiçbirimiz tarafından farkedilmemiş güzellikler olduğuna (ve hep olacağına) imanımız olmasa, herşey bitmiş demektir. Ümit olarak da, marifet olarak da, onlara duyulan arzu olarak da. Sınırlara gelinmiştir. Yapacak şey kalmamış demektir. Kemale yürüyüş durmuş demektir. İntihar fikri böyle bir zeminde ortaya çıkar. İntihar, herşeyi bitirdiğini, tüm şıkları denediğini sanan aklın sıkıntısıdır.

"Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner."

Duvara atılan son yumruk, batmadan önceki son sıçrama. İntihar fikri bir 'artık sonuna geldim' düşüncesinden besleniyor. Neyin sonun gelmek bu? Yaşanacakların sonuna gelmek. İhtimallerin sonuna gelmek. Öğrenileceklerin sonuna gelmek. Tadılacakların sonuna gelmek. Deneneceklerin sonuna gelmek. Görüleceklerin sonuna gelmek. Konuşulacakların sonuna gelmek. Ümidin sonuna gelmek. Her yeni gün bir önceki günden farklı olmayacağını düşünmek. İntiharın öncesi budur.

İşte bu noktada gayba iman çok derin bir yarayı tedavi ediyor ve diyor ki; Allah bilmekle bitirilemeyecek olandır ve insanın bir gaybı her zaman olacaktır. Gayba iman et. İman et ki, senin içindeki o bilmekle doymayan karadelik sonsuzun umuduyla dolsun. Karadelikleri ancak sonsuzluk doyurur. Öğrenmekle usanmayacak olan, ancak 'bilmekle bitmeyecek olan'ın varlığını bilirse, buna iman ederse mutlu olur. Yaşamak yükü onu anlamlandıramayanın kaldırabileceği bir yük değil. Küçük görme. "Çünkü, hayatın vazifesi büyüktür. Evet, Samediyetin aynası olmak kolay birşey değil, âdi bir vazife değil." Dağların çekindiği bir karadeliği almışsın kalbine, bir de sonsuza iman etmezsen, içine çökmez misin?

Günlüğündeki notlarında Deniz Feneri romanını yazdıktan sonra intihar etmeyi düşündüğünü söyleyen Virginia Woolf'un, o romanı bitiriş şekli ne kadar ilginçtir: "(...) oraya, tam ortaya bir çizgi çekti. Olmuştu, resim bitmişti. Evet diye düşündü fırçasını elinden bırakarak, görmem gerekeni gördüm." Buna benzer 'sonuna gelme' ifadelerine Woolf'un diğer eserlerinde de rastlanır: "(...) bütün dünya, gitgide hareketsizleşerek, 'Hepsi bu!' der sanki, sahilde güneşin altında yatan bedendeki yürek bile sonunda böyle der, 'Hepsi bu!' der." (Mrs. Dalloway) Virginia Woolf, 28 Mart 1941'de, ceplerine taş doldurup kendini Ouse nehrine bıraktı, çünkü dünyasının kenarına gelmişti. Eşine bıraktığı mektupta şöyle yazıyordu:

"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. (...) Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. (...) Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. (...) Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için herşey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem."

Thursday, December 11, 2014

Güya Allah'ı takdis ederken...14: Science dergisine imanı, Buharî'den fazla

Bence Mustafa İslamoğlu kasıtlı bir şekilde iki şeyin ayrımını yapmıyor ve yaptırmıyor. Bir ilmin suistimali başkadır, o ilmin hakikatini inkar etmek başkadır. Örnek verirsem: Bir insan, yıldızlara bakarak, ona göre kartlar açarak işkembe-i kübrasından size kaderinizi haber veriyormuş gibi sözler söyleyebilir. Bu onun şarlatanlığıdır. Ama diğer taraftan, astronomi diye bir ilmin varlığını, sırf birisi yıldızlara bakıp şarlatanlık yapıyor diye inkar edemezsiniz. (NASA kadar kafanıza taş düşer.)

Yine mesela Jim Carrey'nin başrolünde oynadığı 23 Numara filminde olduğu gibi, matematik eksenli bir psikolojik takıntı, bir hastalık olarak, hayatın tamamını o rakam ekseninde açıklamaya itebilir sizi. Ama bu da matematik diye bir ilmin varolduğunu ve Kamer sûresinde buyrulduğu gibi 'herşeyin bir ölçü ile yaratıldığı/indirildiği'ni inkara götür(e)mez. Evrim teorisine, zaten ispatlanamıyor olduğu için, inanmayabilirsiniz. Evrimi kabul ettirmek için kırk takla atan bilimadamlarını şarlatan görebilirsiniz; fakat bu da biyoloji ilminin bühtanlığına karine olmaz. Ne simyacılar kimyayı iflas ettirir, ne sahte doktorlar tıbbı, ne de evrimciler biyolojiyi ilim olmaktan çıkarabilirler. Yani özetle: Birşeyin suistimali, onun hakikatinin olmadığı anlamına gelmez.

Birşeyin hakikatinin olmadığı ise, o ilmin üzerine inşa edildiği şeyin hak olmadığını göstererek ancak isbat edilebilir. Bediüzzaman'ın kullandığı bir örnek olarak, hindistancevizi misaline gelelim. Hindistancevizi diye birşeyin varlığını isbat etmek, onun yokluğunu isbat etmekten kolaydır. Çünkü ondan bir taneyi getirip gösterdiğinizde, muhatabınız onu görmekle zaten varlığı isbatlanmış olur. Ama yokluğunu isbat etmek için bütün dünyayı dolaşmak, her ağacın meyvesine bakmak, her taşı kaldırmak ve hiçbir yerde olmadığını kesinkes delillendirebilmektir mecbur olduğunuz. İnkarınız mutlaktır çünkü. 'Şurada yok, burada yok!' değildir, 'Dünyada yok'tur. Ha bir kolayı var: Yahut da zatında muhal olduğuna elinizde bir delil bulunmalıdır. (Mesela, kulaklarını çırparak uçabilen bir fil iddiası gibi. Mantık bunun olamayacağını fiziğe bağlı olarak hemen söyler zaten.) Bu noktada "Nazarımda yoktur!" demek ancak sizin o noktadaki körlüğünüze işaret eder. Olmadığını göstermez. Çünkü onun olması için sizin görmeniz gerek-şart değildir. Görüşünüz o şeyin 'lazım'ı olmadığından yokluğuna da tek başına delil olamaz.

Şimdi, Bediüzzaman'ın ulum-u hafi tabir ettiği, ancak şarlatanların da istimal ettiğini görmezden gelmediği ebced/cifir meselesine gelelim. Bir kere, öncelikle şunu öğrenmiş olduk: Birilerinin suistimal etmiş olması, o ilmin olmamasına delil olmaz. O halde kendimizi bir süreliğine Mustafa İslamoğlu olarak hayal edip, tabii hakikatte hazretin aklına erişebilmemiz mümkün değil, bu ilmin olmayışına delil arayalım. Metodumuz ise 32. Söz'den alınmış olsun. Müddeimiz kendine inkar kapısı arasın.

Öncelikle "Allah sayısal mesaj vermez!" deyip en geniş daireden inkara başlayalım. Fakat o da ne? Bilakis, Kamer sûresinde belirttiği ölçülülük hakikatiyle, Kur'an'da; bütün fennî ilimlerin içinde yer alan matematiksellikle, kainatta; iki kitabıyla birden bizim bu iddiamızı yalanlıyor Cenab-ı Hak. Ölçüyle indirdiğini/yarattığını vahyinde sarahaten söylüyor ve ayrıca bütün varlığı da böylesi ölçülerle yaratmış. Nizamı, tedbiri, ilmi, sanatı hep bu ölçülerle okuyoruz. Demek "Allah sayısal mesaj vermez!" hükmümüzün altı boş.

Onu aştık. Bu sefer Kur'an'a yüzümüzü dönüyoruz. Diyoruz ki: "Allah vahyinde sayısal mesaj vermez." Bu sefer de ayetlerde geçen kelime ve kavramların sayısındaki oran, bunun yanısıra Cenab-ı Hakkın yine vahyin içinde yer verdiği 'yedi, bin vs...' gibi rakamsal ifadeler gösteriyor ki; Allah, vahyin içinde de sayısal ifadeler kullanıyor ve sayısal bir ölçülülük var. Yani pekala verebilir ve veriyor. Hatta bunun bir kısmını, geçmiş yazılarımdan birisinde, Niyazi Beki Hoca'nın bir makalesinden alıntılayarak nakletmiştim. Uzatmamak için tekrar alıntılamıyorum. Zaten nette de aratılınca kolay bulunan birşey.

O zaman geriye kalıyor, tıpkı bizim zekavette alemdarımız Mustafa İslamoğlu gibi 'harf düzeyinde' böylesi bir hikmetin varlığını inkar... Yani iddia makamında şu cümleyi deyivereceğiz artık: "Allah harf düzeyinde sayısal mesaj vermez!" Öncelikle karşımıza şu duvar çıkıyor. Varlığın her yerini en ince ayrıntısına kadar sayısal mesajlarla, daha doğrusu 'ölçülülükle' donatan Allah; vahyinin içinde böyle ölçüler kullanmaktan çekinmeyen Allah; hatta tesbihat gibi, zikrullah gibi şeylerde de 33 gibi özel adetlerin istimalini Allah Resulü'nün diliyle emreden Allah; neden harf düzeyinde böylesi bir hikmeti, ölçülüğü kullanıyor olmasın? Olmamasına delilimiz var mı? Kainattan yok. Vahyin içinden de bize destek veren bir ayet yok. Allah Resulü'nün de böyle bir ifadesi yok. Hatta onun olduğu yönünde, eğer İslamoğlu inkar etmese, hadisleri var. Eee? Ne kaldı geriye? Geriye kalan tek yol, bütün Kur'an'ı böyle bir hesaba vurup; olmadığını her ayetin, her kelimenin, her harfin altında göstermek mecburiyetindeyiz.

Fakat dur bir saniye! Bizden önce kaldıranlar olmuş ve onlar hakikaten olduğuna dair şeyler de bulmuşlar. Kim? Mesela Necmeddin-i Kübra, mesela Muhyiddin-i Arabî, mesela Bediüzzaman. Allah hepsinden razı olsun. Yani bu insanlara baksan, onlar da ümmetin sevimlisi, zekisi, akıllısı; tabii bir İslamoğlu olamazlar ama hani az da âlim değiller. Onlar var diyorlar ve hatta yaptıkları hesapların sonuçlarını da takır takır delil diye gösteriyorlar. Peki, bunca isbattan sonra tefsir külhanbeyi hocamızın elinde kesecek ne racon kalıyor? Suistimal. Suistimalden başka delili yok İslamoğlu'nun olmadığına dair. Ha var, bir de karıştırdığı Batı kaynakları var. Kendisinin Science dergisine imanı, Buharî ve Müslim'e olan imanından kuvvetli olduğu için, bütün İslam geleneğini silebilecek bir güç veriyor bu imanı, enesine. Hey yavrum hey! 'Müslüman mahallesinde salyangoz satmak'ın günümüz Türkçesi: Mustafa İslamoğlu olmak!

Saturday, November 8, 2014

İçimdeki ateiste mektuplar 2: Bu nasıl tesadüf?

Gözleriniz neden başka bir yerde değil de burada, başınızın önünde, olması gereken yerde? Peki ya burnunuz, o neden iki tane değil de, sadece bir tane? Kulaklarınız neden avuçlarınızın içinde değil de, başınızın yanlarında duruyor? Saçlarınız uzar da, kaşlarınız neden uzamaz? Bütün kaslarınızın kontrolü sizde de, kalp kaslarının kontrolü neden sizden alınmış? Burnunuzun içinden bile kıl çıkıyor da, ağzınızın içinden neden çıkmıyor?

Bütün hücreler yenilenir de, sinir hücreleri neden yenilenmez? Bütün sıvılar donarken küçülür de, su neden aksine büyür? Bu kadar benzer organlardan oluştuğu halde (iki göz, bir ağız, bir burun vs.) yüzler nasıl bu kadar farklılaşır ve birbirinden ayrılır? Bir insan, bütün akrabalarına (yüzünün bir yönüyle) benzediği halde, nasıl tamamından başka bir fert olur?

Her insanın sesi neden bir diğerinden farklıdır? Her insanın parmak izi neden bir diğerinden başkadır? Her insanın retinası neden farklı kalınlıktadır? Bu kadar benzerlik içerisinde (her aşamada gerçekleşebilecek binler ihtimal varken) bizi birbirimizden kim ayırmaktadır?

Bence, modern bilimlerin hayata ve anlamına dair sorulara verdiği cevaplar; kurdun, Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği cevaplara çok benziyor. Neden mi? En iyisi misallendirelim. “Su donduğunda neden hacmi genişler büyükanne?” diye sorsanız; alacağınız cevap da şöyle oluyor: “Atomik yapısından dolayı yavrucuğum!”

Atomik yapısından. Hımm. “İyi de büyükanne, sen biliyor musun? Eğer su donduğunda hacmi diğer sıvılarda olduğu gibi küçülseydi, bir kış mevsiminde bütün nehirlerde ve göllerde canlılık biterdi? Dipten donarlardı ve canlılık da bir kış içinde yok olup giderdi. Sahi büyükanne, sen bunu biliyor muydun? Sen bilmiyorsan, su atomu, hayatın dengesi için lazım olan bu ayrıntıyı nereden biliyordu da böyle bir huy kazandı?"

Bir masalın kahramanı ettiler bizi. Yüzümdeki bu ayrıntılar, bu nakışlar ve incelikler bir usta tasarımcıya verilmezse, kime verilebilir? Kör tesadüfe mi? Akılsız evrime mi? Bu evrim denen şey, nasıl zeki bir şey ki, herşeyi olması gereken en uygun yere yerleştirebiliyor? Göz yakışıyor, kulak yakışıyor, burun yakışıyor. Yakışmayan da, her nasıl oluyorsa, eleniyor ama yok oluyor, izi de görünmüyor. 

Gözün veya kulağın vücutta yer alabileceği milyon tane yer varken, en uygun yere yerleştiren kim? Aç gözünü. Masal zamanı değil. Kurt seni kandırmak istiyor. Bu perdenin arkasında birisi var, bu pencereden bakınca bir zatın tecellileri okunuyor. Bir usta ressam, bir usta dekoratör, bir usta tasarımcı seni 'sen' kılıyor. Hem de öyle bir 'sen' kılıyor ki, dünyada tıpatıp benzerin bir kişi daha bulunmuyor. Buna ne dersin? Yüzbin maşallah demez misin? Peki, böyle yüzbin maşallah dediğini nasıl tesadüflere verirsin?

Thursday, October 23, 2014

Ateistler nasıl argüman üretir?

'Parça' ve 'bütün' üzerine konuşmaya bir süre daha devam edelim istiyorum. Bunu istememin sebebi, serinin başından beri dikkat çekmeye çalıştığım gibi, 'hakikat' denilen o karşıkonulmaz ve tadına doyulmaz şeyin parçalardan ziyade bütüne yakın olması.

Evet. Kanaatimce: Muhakemat'taki "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir" ifadesinin verdiği derslerden birincisi 'varlıkta hayrın asıl olduğu'ysa, ikincisi de bu 'aslın küllîde görünmeye daha yatkın olduğu'dur. Farklı bir şekilde söylersek: Tebeî olan şer cüz'î'de görünmeye daha yatkındır. Yani cüz'î insanı yanıltmaya daha yatkındır. Fakat resmin bütünü bu yanılgı ihtimalini azaltır. Parçanın mutlaklaştırılması/genelleştirilmesi bu noktadan bakınca tehlikeli ilüzyonlara/aldanışlara sebebiyet verebilir.

Hakikat, bir renge garkolmak değil, bütün renkleri kuşatmaktır. Veya hepsine yukarıdan bakmaktır. Veya hepsinden hissedar olmaktır. Denge de zaten, parça üzerinde değil, bütünün kuşatıcılığıyla ve merkezini tesbit edebilmekle yakalanabilir. (Denge konulu fizik derslerini hatırlayalım liseden.) Risale-i Nur'da muvazene, muvazene-i şeriat, Kur'an'ın muvazenesi gibi ifadeleri arattığınızda ortaya çıkacak metinleri bu pencereden okumanızı da isterim. Çok ilginç şeyler söyleyecektir size.

Bu yazıyı okurken Ehl-i Sünnet mabeyninde 'imam' unvanını almaya layık görülmüş kişilerin 'daha kuşatıcı' kişiler olduğunu anımsamanızı isterim. Örneğin: Tüm mezhep imamları aynı zamanda çok sağlam bir hafızaya, bu hafızayla birlikte çok sayıda hadis ezberine ve pekçok İslamî ilimde yetkinliğe sahip kişilerdir. Salt bu ezber gücü dahi aynı mesele hakkında söylenmiş neredeyse tüm hükümleri kafalarında tutabilmelerine ve onun kuşatıcılığıyla, ifrat ve tefrite kapılmadan, dengeli/bütüncül içtihadda bulunabilmelerine imkan sağlamıştır. Allah hepsinden razı olsun. Zaten o bütüncül insanların gidişiyle âlemde 'mutlak müçtehid' de kalmamıştır.

Hatta, bunun bir adım ötesinde, belki aynı hadiseyi iki veya daha çok raviden dinlemekle onların perspektif zenginliklerine de sahip oldukları söylenebilir. Nihayetinde demek istediğim: 'İçtihadın sağlamlığı' ile de 'kuşatıcılık' arasında bir bağ var. Ümmetin kabulünü bir sağlamlık emaresi sayarsak (ki saymalıyız, ama anlık değil, zamana yayılmış olarak) bugün en çok müntesibi olan imamlar, aynı zamanda, hakikati en iyi kuşatan imamlardır. Hakikati kuşatamadığını düşündüğü bâtıl ekolleri ise, ümmet, zaman içinde bünyesinden atmıştır. Mutezilenin Abbasi desteğine, Cebriyenin Emeviye himayesine rağmen ümmet içinde beklediği rağbeti bulamaması bu türdendir. Bütüne uygun düşmeyenler, anlık parlamalar yaşatıp göz alsalar da, süreç içinde bütün tarafından dışlanır.

Peki bu denge nereden geliyor? Bu soruya cevap arayalım şimdi. Evvelemirde şunu biliyoruz: Bütünün bilgisi 'parçanın mutlaklaştırılmasına' engel olur. Yani ona bir sınır koyar ve gerçeğin tamamıymış gibi davranmamaya zorlar. Bu noktada hemen Münazarat'ta geçen bir soruyu ve mürşidimin ona verdiği cevabı da hatırlayalım:

"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. 'Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.' (Mâide Sûresi, 51) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir."

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman, Kur'an'ın bir ayetinden (ve yine o ayete yönelmiş parçalı bir bakıştan) neşet eden bir soruyu, muhataplarını 'bütüne bakmaya davet ederek' cevaplamaktadır. Burada mürşidimin bütünlüğe üç seviyede baktırdığını düşünüyorum ben:

1) Dinin tamamına baktırarak gayrimüslim insanları sevmeye müsaade eden parçalarına dikkatimizi çeker: "Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!" 2) İnsanın bütünlüğüne bakmamızı ister ve küfrün onda bir parça olduğuna ve belki sirayet etmediği yerler de olabileceğine işaret eder: "Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez." 3) Zamanın bütünlüğüne dikkatimizi çeker ve ondaki değişimin 'dostluk' algımızda yaptığı oynamaya bakmamızı salık verir:

"Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır."

Bir nefes alıp şöyle bir parantez daha açalım: Parçanın mutlaklaştırılması aynı zamanda bir tuzak olarak da kullanılabilir. İnternetteki ateist paylaşımlarda göz gezdirirken farkettiğim birşey var: Kur'an, din veya Allah üzerine yapılan itirazların tamamı aslında birer parçada boğulma. Dinin bütünlüğünden habersiz bireylerin, bir ayeti mutlaklaştırarak Kur'an'ın veya şeriatın tamamını ondan ibaret gösterme çabası yapılanlar. Mesela: Tevbe sûresinin 5. ayetini, yani, "Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekât verirlerse onları salıveriniz..." manasını "İşte İslam böyle emrettiği için bugün IŞİD var. Ve onlar tuttuklarının kafasını kesiyorlar!" şeklinde anlayıp oradan vurmaya çalışıyorlar.

Halbuki biz açıkça biliyoruz: Aynı İslam'ın, gayrimüslim hukukunu da tanımlayan, yani onların varlığını tanıyan bir içeriği olduğu için egemen olduğu topraklarda başka din mensupları da huzurla yaşayabilmişler. Yani İslam tarihi, gayrimüslimlerin katli tarihi değil, aksine farklı din mensuplarının beraber yaşayabilme tarihi. Sair dinlerin mensuplarına bunun imkanını öğretmenin tarihi. Aleyhissalatuvesselamın döneminden tutun ta Osmanlı'ya kadar her karede bu barışın izleri var.

Siz bu bütünlüğü görmeden tek ayetle bütünü açıklamaya çalışırsanız, işte bu, 'parçanın mutlaklaştırılması' tehlikesini ortaya çıkarıyor. Bugün IŞİD, bünyesindeki insanları etkilemek için bunu yaptığı gibi, din karşıtı olanlar da İslam'ı etkisizleştirmek için aynısını yapıyorlar. Âdeta düşman ikizler gibi hareket ediyorlar. Bediüzzaman'ın ahirzamanda Kur'an'ın ve sünnetin bütünlüğüne, muvazenesine, dengesine bu denli çok vurgu yapması, tüm yaşananlar eşliğinde, bugün bize daha bir anlamlı görünmüyor mu? Ezcümle: "Onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler." Mesele zaten o bütünlükte bakabilmelerinde. Parçalarda boğulmamalarında. Biz buna karşı savaşıyoruz.

Tuesday, July 29, 2014

Hani tanrı ölmüştü?

"Algıladığımız ancak yüzeydir." Jan-Philipp Sendker, Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler

Allan Rex Sandage bir kozmolog. Fakat sıradan bir kozmolog değil. Sebebi: 'Galaksiler arası uzaklıkları' veya 'evrenin genişleme hızını' bulabilecek kadar başarılı olması. Mesleğinde parmakla gösterilen tiplerden yani. Bir röpotajında diyor ki: "Benim bilimden öğrendiğim şudur: Dünya bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık. Varlık sırrını ancak tabiatüstü birşeylerle anlayabiliyorum." Bunu okuduğum an nedense aklıma Bakara sûresinin 3. ayeti geldi. Duymuşsunuzdur sıkça: "Onlar ki gayba iman ederler." Ne demek gayb? Gayb, beş duyu ile bilinmeyen, yani bir yönüyle tabiatüstü...

Lee Strobel'ın hem kendi hakikat yolculuğunu hem de kendisi gibi birçok bilimadamının Allahın varlığına dair buldukları kanıtlarını anlattığı "Hani Tanrı Ölmüştü?" kitabını okuyorum bu sıralar. (Bu ifade 2014 yılına aittir.) Yukarıda yaptığım alıntı da o kitaptan. Lee Strobel kitap boyunca birçok söyleşi yapıyor ve muteriz edasıyla ateizmin argümanlarını savunuyor. Söyleştiklerinin açıklarını bulmaya çalışıyor. Fakat bir süre sonra Allahın varlığına dair delillerin karşıkonulmazlığını da kabul ediyor. Kitap bu nedenle hem sürükleyici hem bilgilendirici. Okurken hem yeni sorularınız hem de yeni cevaplarınız oluyor.

Söyleşi yaptığı isimlerden birisi de Stephen Meyer. Onunla yaptığı söyleşide altı çizilen şeyse daha çok şu: "Ona göre bilim, bizi 'İlk Olay'a götürdü, fakat daha da ötesine gidip 'İlk Sebep'e ulaştıramadı." Çünkü 'İlk Sebep' tefekkürü yukarıda Sandage'ın da dediği gibi yalnızca tabiat ile açılamıyordu. Daha üstünde birşeylere (bir gayba) bakmak gerekiyordu. Modern bilimse yapısı gereği bunu reddediyordu. Bu yüzden yine Sandage Newsweek dergisinde şunları söylemişti yıllar önce: "Bilim adamları, evrenin sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor." Yahut Galileo'nin de dediği gibi: "Bilim göklerde işlerin nasıl gittiğini anlatır. İncilse göklere (cennete) nasıl gidileceğini."

Bu iki (gayb'lı ve gayb'sız) dili yahut da ikili düşünme yapısını daha basit bir şekilde aklımıza yerleştirense kitabın daha sonraki bölümlerinde kendisiyle söyleşi yapılan W. Lane Craig oluyor. T. School of Theology'de profesör olan Craig bir çaydanlık örneğiyle bu tefekkür şekillerinin farkını ortaya koyuyor:

"Mutfakta olduğunuzu ve ocakta kaynamakta olan bir çaydanlık olduğunu düşünün. Soruyorsunuz: 'Çaydanlık neden kaynıyor?' Karınız şöyle cevap verirse: 'Ateşin sahip olduğu kinetik enerji çaydanlığın metali vasıtasıyla onun içindeki suya iletilir. Bu nedenle su molekülleri gittikçe daha hızlı hareket etmeye başlar ve sonunda buhar şeklinde çaydanlıktan dışarı çıkar.' Bu, bilimsel bir açıklama olur. Yok, eğer kanırız derse ki; 'Çay yapmak için onu ben koydum.' İşte bu kişisel bir açıklamadır. İkisi de doğrudur. Sadece söz konusu olguyu dile getiriş tarzları farklıdır."

"Gördüğünüz gibi evrenin ilk hali hususunda bilimsel bir açıklama sözkonusu değildir. Çünkü bu ilk haldir ve ondan daha önce bulunan başlangıç koşulları ve doğa kanunları olmadığından o durum bunlar vasıtasıyla açıklanamaz. O nedenle eğer evrenin ilk hali açıklanacaksa bu açıklamanın kişisel olması, yani onu yaratmayı dilemiş bir faille açıklanması kaçınılmazdır."

Söz 'fail'e gelince İkram Arslan abiyle 2014'te TV111'de yapmış olduğumuz Nur Penceresi programına atıf yapmam kaçınılmaz oldu. 33. Söz'ün 18. Penceresini konuştuk ve bu pencere A'râf sûresindeki şu ayet-i kerime ile başlıyordu: "Onlar göklerin ve yerin içyüzüne (özüne) bakmadılar mı?” Sanki içerisinde "Baksalar göreceklerdi" veya "Bakanlar görecekler" manalarını da barındıran bu ifade, 'içyüzü' diye karşılık verdiğimiz şeye 'melekut' diyordu. Ben de tam bu noktada İkram abiye şöyle bir soru yönelttim: "Bu içyüzden/melekuttan kastedilen nedir? Eğer bu içyüz ile kastedilen detaysa, daha derinlere inmekse, daha çok şey bilmekse eşya hakkında, bugün Batılı bilimadamlarından daha çok şey bilenimiz yok. Fakat o bilgiye rağmen yine de en çok ateist onların içinde?"

Bu soruma cevap olarak İkram abi, melekuttan kastedilenin o olmadığını, 18. Pencere'de de okuyacağımız üzere, Bediüzzaman'ın bu ayeti tefsir edişinin eserin derinliğinden ziyade; eserden fiile, fiilden faile, failden isme, isimden sıfata, sıfattan şuunata, şuunattan zata ulaştıran bilgi/düşünme şekli olduğunu belirtti. Yani ona göre melekut eserin kendisinden de aşkın yanıydı. Risale'den o kısmı da alıntılayayım:

"İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe’ne; ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir."

Bu kısma bakınca da aklıma yine Craig'in çaydanlık örneği geldi. Sanıyorum ayet-i kerimenin 'melekut'tan kastettiği eşyanın derunu değil, üstü idi. Yani bir nevi gayb'tı. Kendisinden ötesiydi. Kendisinde kalınarak açıklanamayacak olandı. Aşkın olandı. Sandage'ın dediği gibi: 'Varlık sırrı ancak tabiatüstü birşeylerle anlaşılabiliyor'du. Bilgi bilginin kapısını açıyor. Yıllardır kavrayamadığım Bediüzzaman'ın bir sözünü de böylelikle birazcık anladım:

"Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."

Acaba bu metinde kastedilen enfüsî tefekkür 'melekuta dair tefekkür' olabilir miydi? Afakî tefekkürden kastedilen de Craig'in 'bilimsel açıklama' dediği şey? Neden-sonuç ilişkisi bol ama asıl faili eksik derinlik. Acaba o yüzden mi Bediüzzaman; "İçine dalma, boğulursun" derken, Sandage; "(...) derinliklerine ne kadar inerlerse, Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor" diyordu? Âlemde ondan aşkın bir fail tasavvur etmeden iz sürmek miydi bizi kör eden? Enfüsî (içsel) tefekkürü daha güvenli kılansa, faille eylem arasında, dış âlemde olduğu kadar neden-sonuç ilişkisi olmaması mıydı? Mutluyum. Bir sürü yeni sorum oldu böylelikle. Ne de olsa öğrenmek, sorularımızı arttırmaktır. Soruların sonuna gelmek cehaletin başına gelmektir.

Sunday, July 27, 2014

Tarafsızlık mümkün mü?

"Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şah-ı Nakşibendîde şehadet getirdiğim vakit, 'Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!' (Mecmûatü'l-Ahzâb, el-Gümüşhânevî; Nakşibendî, Evrâd-ı Nakşibend: 7) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor." 9. Mektup'tan.

'Tarafsızlık' ahirzamanın pek sevilen mottolarından birisi. 'Hakkaniyetin' veya 'insaf'ın yerine sessizce alarak adalet tahtını ele geçirdi. Öyle bir güce sahip ki, anıldığı her meselede, meşruiyeti bir anda tekeline alıyor. Taraf olduğunu söyleyen 'yuha'lanıyor. Gözden düşüyor. Dinlenmez oluyor. Sanılıyor ki: Doğru birşey söyleyeceksen mutlaka tarafsız olacaksın. Taraflı adam doğru konuşamaz. Fakat, bir saniye, durun bakalım: Doğruyu konuşan da ona taraf olmalı değil midir? Veya en azından onun doğru olduğuna inandığı için onu söylüyor olmalı değil midir?

Bir müslüman hangi konularda tarafsız olabilir? Veya olabilir mi? Buna cevap ararken külliyat içerisinde karşılaşacağımız en kritik metinlerden birisinin 15. Söz'ün Zeyli olduğunu düşünüyorum. Mürşidimin 'bitarafane muhakeme'nin bazı durumlarda 'taraf-ı muhalifi iltizam' anlamına gelebileceğini beyan ettiği yerdir 15. Söz'ün Zeyli:

"Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der: 'Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?' dedi. Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor."

Metinde biraz ilerleyince de der ki: "İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak."

Bu izahlardan bencileyin anladığım şudur: İmanın bulunduğu bir kalple hak-bâtıl düzleminde bir tarafsızlık mümkün olamaz. İman, bizatihi varlığıyla, bu düzlemde bir tarafın seçildiğini gösterir. Bunun için vardır. Buna sahip olabilmek için kalbe alınır. Bu yüzden, mü'min kişiden hak-bâtıl zemininde tarafsız kalmasının istenmesi, ona "Objektif ol!" çağrısının yapıldığı anlamına gelmez. Bilakis, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'taraf-ı muhalifi iltizam'dır bu. Karşı tarafa geçmesinin istenmesidir. İslam'da akaidî konuların ortası yoktur. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel!' olmaz. Buralarda ortayol aranmaz. Yine mezkûr eserde der ki mürşidim:

"Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir."

Peki bir müslüman hiç mi tarafsız olmaz? Hak-bâtıl düzleminden uzaklaşıldığında tarafsızlık bir derece mevzubahis olabilir. Hatta gereklidir. Yine Bediüzzaman'ın; "Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir..." diyerek başladığı 22. Mektup isimli metinde; "Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, 'Mesleğim haktır veya daha güzeldir' demeye hakkın var. Fakat 'Yalnız hak benim mesleğimdir' demeye hakkın yoktur..." denmesi buna işaret eder.

Kıyas zeminin değiştiği, yani hak-bâtıl düzleminden hak-ehak (doğru-daha doğru), hasen-ahsen (güzel-daha güzel) zeminine geçildiği yerlerde tarafgirliğin şiddetlisi bir maraz olmaya başlar. İşte tam bu noktada, Bediüzzaman, bir müslüman davranışı olarak tavsiye ettiği 'hakta tarafgirliği' ehakkı aramakta hoş bulmaz. Bence bu durum şöyle bir cümlede özetlenebilir: "Hakta taraf ol. Fakat ehakta tarafgir olma. Hak-bâtıl düzleminde ısrarcı ol. Fakat hak-ehak düzleminde ısrarcı olma!"

Ben, Bediüzzaman'ın bu izahlarının sahabe mesleğinin Kur'an'da tarif edildiği Fetih sûresindeki şu ayetle de irtibatlı olduğunu düşünüyorum: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı izzetli, kendi aralarında merhametlidirler." 'Kendi aramız' elbette ehak dairesidir. 'Kafirlere karşı duruşumuz' hak-bâtıl meselesidir.

15. Söz'ün Zeyli'nde giriş kısmında yazan ayetin kısa bir meali şöyle: "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki, O, herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir." Bildiğiniz gibi, Bediüzzaman Hazretleri genelde, metnine girizgâh kıldığı ayetin tefsirini yapar ilerisinde. (Başka ayetlere de dokunur ama ana tema sanki baştaki ayetle şekillenmiştir.) Peki 'bitarafane muhakeme' bahsinde şu ayetin tefsiri nerede?

Bence işte tam da 'bitarafane muhakeme' ifadesinin içinde. "Şeytandan vesvese geldiğinde Allah'a sığın" ifadesi, bir açıdan dil ile yaptığımız istiazeyi/euzüyü içerirken; diğer yandan da Bediüzzaman'ın tefsir ettiği şekliyle 'fikrini, duruşunu, kalbini, iradeni, tefekkürünü, gayretini imanının sana hak olarak gösterdiği şeyi ispatta kullanmayı kapsıyor.

"Allah'a sığın!" içinde "Tarafsız kalma! İnandığın tarafa koş! Allah'ın tarafına koş!" manası da gizli. Ki bakınız Bediüzzaman ne demişti: "Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak." Onun elinde kabul et, Allah'a sığın, bunlar birbirini çağrıştırmıyor mu sizce de?

Bu nokta çok önemli bir nokta zira hak-bâtıl düzleminde bir duruşsuzluk ile hak-ehak düzleminde bir tarafsızlık (veya ısrarsızlık) birbirine çok karıştırılıyor. Hak-ehak düzleminde şefkat ehl-i sünnetin ahlakı iken (ki bu sayede birçok mezhep, meslek, meşrep, ekol vs. var) diğerindeki yumuşaklık/zayıflık Kur'an'da da tehdit ediliyor. Buna şahidim de Bakara sûresinin 14-15. ayetleridir: "Mü'minlere rastlayınca; inandık, derler. Şeytanları ile başbaşa kalınca da; biz sizinle beraberiz, onlarla sadece istihza etmekteyiz, derler. Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar."

Hasılıkelam: İmanî bir meselenin inkârının konu olduğu yerde bizim için tarafsız bir duruş mümkün değildir. Çünkü böyle şeylerin ortası olduğuna imanımız yoktur. Hakkın dairesi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin dairesidir. Fakat bunu söylerken şunu da ihmal etmeyiz: Güzel ve daha güzel seçimlerinde veya düzleminde tüm güzelleri sevmek de mü'minane şefkatin gereğidir. Ehl-i sünnet içinde kaldıktan sonra her mü'mine kalbimizde yer vardır. Hatta, kâfire ve küfrüne değil amma, kâfirin taşıdığı mü'minane bir sıfata dahi muhabbet duyabiliriz. Çünkü "Hikmet mü'minin yitiğidir." O meziyet de aslında müslümanların malıdır.

Friday, October 19, 2012

Euzü’nün gör dediği...

“Kulun cüzî iradesini sarfettikten sonra Allah’ın onun kalbinde yaktığı bir nurdur” diyor Taftazanî Hazretleri iman için. Bediüzzaman 23. Söz’de bunu “intisap/bağlanmak” olarak tarif ediyor. (Allah ikisinden de razı olsun.) Tabii bu bağlanma, bireyin kendisini Allah’la irtibatlandırması yanında, varlığına şahid olduğu herşeyi de Onu (c.c.) hesaba katarak ele alması, yani Onun öznesi olduğu cümlelerle anlamlandırması noktasına varıyor. Bu noktada, ilk kez Prof. Dr. Faris Kaya’dan işittiğim latif bir gaflet tarifi de zikredilmeli belki: “Gaflet, Allah’ı (c.c.) hesaba katmadan kainata bakmaktır.” Belki küfrü de bu noktada gafletin şuurla ve inatla sürdürüldüğü bir mevkiye yerleştirebiliriz. Nihayetinde küfür de ‘örtmek’ demek. Peki örtülen ne? Bence Allah...

Gerek Taftazanî’nin, gerek Bediüzzaman’ın tariflerinde insanın aktif olduğu ilk adım süreci var. Yani ilk adımı insan atmak zorunda. İnsan, iradesini sarfetmeli ve Allah’ın kalbinde yakacağı nura bir nevi fiili bir duayla yalvarmalı diyor Taftazanî imanın şartı için. Bediüzzaman da imanın meydana gelmesi için kulun bağlanmaya niyet etmesini öngörüyor. Nihayetinde her ikisi de pasifize olmuş bir iradeden bahsetmiyorlar bize. Cebriye gibi değil. Aksiyoner bir yapının Allah’a bu aksiyonun içinde yalvardığı, Onun da rahmet ve keremiyle cevap verdiği bir süreç iman. Hem nurun yanışı, hem intisap... İkisi de birer olaydan ibaret değil, devam edegelen süreçlerden bahsediyorlar.

Bu noktada imanın kalplerde eskimesini bize ihtar eden hadis-i şerifi hatırlayalım. Taberanî’de naklolunan bu hadis, kulun Allah’tan imanının yenilenmesini istemesini de öğütlüyor. Demek ki, iman tek bir andan ibaret değil. Belki Bediüzzaman’ın dediği gibi bir hurma çekirdeğinden koca bir hurma ağacına kadar mertebeleri var. Toprağa tohumun atılmasıyla yani intisabıyla başlıyor herşey, evet bu doğru. Fakat bu intisap sadece başlangıç oluyor. Şuurla okuyup okutmak da var.

İbn Arabî’nin ve Fahreddin-i Razî’nin (Allah ikisinden de razı olsun) arasında geçen ve Bediüzzaman’ın İbn Arabî yanında durduğu “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” bahsi de belki bu açıdan bakınca daha anlaşılır. Varlığını bilmek ilk adım. Tohumu toprağa atmak. Fakat adımların sonu değil.

Kulun iradesini sarfetmesi gerek... Kulun değişmeye gönlü olmalı... Belki de bu nedenle Kur’an tilavetlerimiz hep şeytandan Allah’a sığınmakla başlıyor. Sığınmak bir kaçışın ifadesi. Bir değişim gönüllüsü olmanın davası. Bir irade sarfı... İnsanı değiştirmek ve yönünü tekrar fıtratına döndürmek için inmiş olan vahyi okumaya, “Allahım ben değişmek istiyorum”un ifadesi olan şeytandan sığınma ile başlamak ne kadar manidar! Ki o Kitab-ı Hakikat de kendi kelimelerinin okunmasını bu güzel şart ile kabul ediyor. Eğer Kur’an okuyacaksan, şeytandan Allaha sığınmalısın. Yani değişime/değişmeye gönüllü olmalısın. Değişmeyi kaçar gibi, sığınır gibi arzuyla istemelisin. Sende şeytanî ne varsa, onları bırakmaya, onlardan Allaha kaçmaya gönlün olmalı. Gönlün yoksa, bu kitabın başında da işin yok. Kelam vahiy de olsa sende tesir etmeyecek. Ebu Cehil’in önünde ay ikiye bölündü de ne oldu? Gözünde sorun varsa, ışığın şiddeti körlüğünü arttırır ancak.

Aslında her kitap için bu böyle. Hangi metni elinize alsanız, eğer onla değişmeye gönlünüz yoksa öğrendiğiniz yalnız malumat olur. İlim ise malumat cinsinden değildir. Hayata aksedendir. Kur’an’ı bize mürşid kılan da değişme talebimizdir. Yusuf aleyhisselam misali “Ben nefsimi temize çıkarmam” diyenler ancak o bal kasesinden yiyebilirler. “Ben olmuşum” diyenlerin euzü’den nasibi nedir ki, besmele’den nasibi olsun? Önce iradesini, sonra aczini itiraf eder insan euzü ile. “Değişmek istiyorum ama kendim yapamıyorum” der. Sonra Allah kerem kucağını açar ona; “Gel, yine de çekinme kulum. Ben Rahman ve Rahimim” diye. İşte intisap da budur, yanan nur da. Allah azze ve cellenin önünde ‘kendi gerçeğini’ itiraf eden, Allahı da özlediği, aradığı, âşığı olunacak Allah gibi bulur. Çünkü Allah kulunun zannı üzeredir.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...