Showing posts with label İslam. Show all posts
Showing posts with label İslam. Show all posts

Thursday, July 26, 2018

Cemaatler ne zaman tehlikeli olur?

"Parçalaştığın kadar ihlaslısın..." yazımda 'asabiyet' ile 'ihlas' arasındaki bir nüansa dikkat çekmiş, fakat üzerinde yeterince durmamış, koşarak uzaklaşmışım. Şimdi, biraz da 'konuşulması iyi gelir bir zamana' denk geldiği için, durmak istiyorum. Öncelikle, azıcık hatırlayalım, biz o yazıda ihlası nasıl bir çerçevede tarif etmiştik? İhlası 'parçanın bütündeki vazifesi için kendi vurgusundan vazgeçebilmesi' olarak düşünmüştük. Peki bu ne demekti? Bu 'en büyük resimde' tevhidin parçası olmakla tatmin/mutlu olmaktı. Onu amaçlamaktı. Ve 'bütünler bütününe' dahil oluş süreci ancak rıza-i ilahî ile yaşanılırdı. Bu nedenle ihlaslı olmak aslında Allah'ın rızasını (öncelikle) amaçlamak ve (sonra) kazanmaktı.

Bu tarifi bencileyin önemsiyorum. Çünkü ihlas en nihayetinde 'en büyük resmin parçası olmakla' hakikatini buluyor. İnsan, Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sına ayna olmak için yaratıldığını farkettiğinde, kainatın geri kalanı da aynı vazifeyi yaptığı için, bir bütünlüğe dahil oluyor. Bu bütünlüğün daha üstü yok. Bu tam anlamıyla evrenin kardeşliği. Herşeyle kardeşlik. Taşla, ağaçla, kuşla, çiçekle, böcekle, yıldızlarla, galaksilerle... Herşeyle kardeşlik.

Tek hakiki bütünlük bu olduğu için, bundan gayrı bütünlükler (ne kadar büyük olurlarsa olsunlar) ancak bu bütünlüğün parçaları mesabesinde kalabildikleri için, ihlas da en kemal manada bu bütüne parça olmakla yaşanıyor. Biraz da bu nedenle bütünün amacını 'iman ile' bilen elbette bilmeyenlerden ihlaslı oluyor. En azından bu ihtimale güzel bir kapı açılıyor. Kıymetini bilene...

Evet. İman öncelikle bütünün anlamından haberdar olmaktır. Bu haberdar oluş sayesinde kişi, ne kadar küçük bir alan işgal ederse etsin, evrenin parçası olur. Tevhide iman eden tevhidin parçası olur. Evvelinde parçası değil midir? Parçasıdır fakat şuurunda değildir. Cenab-ı Hak biz gibi iradeli mahluklarından diğerlerinden istediğinden bir fazlasını ister. Nedir o fazladan istediği? İrademizi, şuurumuzu, dikkatimizi, sevgimizi, aklımızı ve kalbimizi bu bütünlüğün farkındalığıyla doldurmamız. Biraz derinlikli bakıldığında ibadetlerin öğrettiği de budur. Hem tefekkür de aslında bunun içindir.

Tamam. İhlası hatırladık. İhlas en büyük bütünün parçası olmak. Ok. Peki 'asabiyet' ne? İşte, ben, asabiyeti de ihlasın rağmına bir tarifle 'daha küçük bütünlükler için vurgudan vazgeçme' olarak tanımlıyorum. Asabiyetlerde bir ihlas kokusu var mı? Var. Hatta bazen, mürşidimin Ermeni fedaileri örneğinde dikkat çektiği gibi, kendi hayatlarını o bütünlük için acılar içinde sonlandıracak kadar bir 'bütünlük aşkı' taşıyabilir asabiyetçiler. Milletleri için ölebilirler. Takımları için helak olabilirler. Mahalleleri için kanlarını dökebilirler.

Fakat asabiyetçilerin hayatlarını adadıkları bütünlükler, en nihayetinde, kocaman bir okyanustaki 'erimeyen buz parçaları'dır. Yani: Daha büyük bir bütünlüğe bakmaz onların adandıkları bütünlüklerin yüzleri. Adandıkları, bütünler bütünü sandıkları, öyle iman ettikleri 'parça-bütünlük' için geçerler kendi hayatlarından, vurgularından, bencilliklerinden.

İşte, asabiyetleri, milliyetçilikleri, ırkçılıkları, cemaatçilikleri, grupçulukları, takımcılıkları, particilikleri hep burasından tutup ayırırız: Onlar daha büyük bir bütünlükte erimeye yatkın değildirler. Kendi buzlarının varlığını koruma temayülündedirler. Hatta yeri geldiğinde daha büyük bütünlükleri bu parça-bütünlük adına yıkarlar. Bir kardeşliği devirip bir bencillik kurarlar. Sahte ihlasları, gölge samimiyetleri, kurgu hamiyetleri sayesinde başarırlar da bunu. Hatta uzaktan bakanlar bunu da bir tür ihlas sayarlar.

Fakat mürşidim ne güzel der: "Müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir."

Hayır arkadaşlar hayır. Bu ihlas değildir. Bu, hadis-i şerifin tabiriyle, asabiyet-i cahiliyedir. Çünkü yüzü tevhidde değildir. Bir müslüman ister takım tutsun, ister parti, ister mahalle; bütün bunlarda yüzü daha büyük parçaya bakmaktadır/bakmalıdır. O bütünlüğün içinde erimeye yatkın bir şekilde şu parçalılığı yaşamaktadır/yaşamalıdır. Bu nedenle ehl-i sünnet ve'l-cemaatten olmak bizim için tüm altgruplardan daha üstündür. Tasavvuf mesleğinde olmak bir tarikate mensubiyetten daha üstündür. Müslüman olmak her millete mensup olmaktan daha üstündür. Metinden istifadeyle söylersek: İçerideki elmasın değeri kalenin taşlarından elbette daha üstündür. Zaten kale elması korudukça güzeldir.

Daha büyük bir parçayla daha küçük parçanın sınandığı bir anda biz tercihimizi mutlaka 'daha büyük parça' adına kullanırız. (Kullanmalıyız.) Çünkü daha büyükten daha büyüğe bir yolculukla en büyüğe, yani tevhide, ulaşabileceğimizi biliriz. Namaz kılınacağı zaman, imam ister Hanefi olsun ister Şafii olsun, arkasında diziliriz. Ehl-i sünnet olmanın zamanı gelmiştir diye inanırız. Orada daha küçük parçamızı eritiriz. Hangi tarikatten olursak olalım birbirimizin mürşidine hürmet ederiz. Zikrine rağbet ederiz. Varlığına dua ederiz. Kendi parçamız adına bütün bozulsun istemeyiz. Erimeye yatkın yaşarız. Erimeye yatkın yaşamakla ihlasımızın asabiyete dönüşmesine engel oluruz. Bediüzzaman'ın 'buz parçası olan enaniyet' tabirinden hareketle söylersek 'daha büyük bir buz parçası olan cemaatimizi' de büyük havuzlar içerisinde eritiriz.

Bu eşiği çok önemsiyorum. Çünkü ihlas ile başlayan gruplaşmalar biraz da bu nüans gözetilmediği için bir süre sonra 'parçacık asabiyetine' dönüşüyorlar. Daha büyüğü içinde erimek yerine, kendi küçüklüğünü bütüne dayatmayı deniyorlar, o da elbette olmuyor. Bünye kabul etmiyor. Küçük büyüğü yutamıyor. Bütün kendisiyle uyumsuzluk gösteren parçayı reddediyor. Cemaatler olarak varlığımızı sürdürmemiz biraz da bu nüansı aklımızda-kalbimizde-hayatımızda tutabilmemizle mümkün. Parçalığımızın şuurunda olabilmeliyiz ki bütün bizi tükürmesin. Dışlamasın. Reddetmesin. Cenab-ı Hak, hepimize, böylesi bir hakiki kardeşliği yaşamayı nasip etsin. Âmin.

Tuesday, July 10, 2018

Bid'a dinin evrimidir

İki şey arasında benzerlik kuruyorum: 'Mutasyon' ve 'bid'a.' Ve yine iki şey arasında benzerlik kuruyorum: 'Modifikasyon' ve 'içtihad.' Bu benzetmeyle nereye varmak istiyorum? Öncelikle 'mutasyon' ve 'modifikasyon' kavramlarını konuşarak başlayalım işe.

Modifikasyon nedir? Modifikasyon bir türün 'sahip olduğu genetik çeşitlilik içinde' bazı özelliklerinin öne çıkıp diğer bazılarının arkaplanda kalmasıdır. (Yokolması değildir.) Nasıl misallendirilir? Bizim zamanımızdaki ders kitaplarında anlatılan şöyle kolay bir örneği vardır: Bir ormanda hem 'koyu' hem 'açık' renkli bireyleri olan bir kelebek türü yaşamaktadır. (Tıpkı insanların esmeri-sarışını olması gibi.) Sonra bu ormanın yakınlarına termik santral inşa edilir. Oluşturduğu kirlilik nedeniyle hava ağırlaşmaya başlar. Renkler canlılıklarını yitirirler. Hatta ağaçların kabukları dahi koyulaşır.

İşte, tam bu dönemde, kelebek kardeşlerde şöyle bir değişim yaşanır: Daha önceleri, açık renkli kelebeklerin sayısı çok, koyu renklilerin sayısı gayet az iken, santralden sonra koyu renkli kelebeklerin sayısı çoğalır. Hatta açık renkliler neredeyse tükenirler. Peki bu yaşanan nedir? Bir dönüşüm müdür? Bir mutasyon mudur? Santralin oluşturduğu kirlilik kelebeklerin yeni iklime/şartlara uyum sağlayacak şekilde evrimleşmesini mi sağlamıştır? Hemencecik cevap verelim: Hayır. Böyle birşey olmamıştır. Ya? Yaşanan şeyin ismi 'modifikasyon'dur. Açılımı da şudur: Bir türün zaten en baştan beri sahip olduğu genetik çeşitliliğin içinde bazı özellikler (ve onlara sahip bireyler), değişen şartlarla birlikte, daha 'hayatta kalır' hale gelmiştir.

Bilim insanları da zaten bu olayı açıklarken şöyle derler: Kelebeklerin hayatta kalmalarını sağlayan şeylerden birisi de ağaç kabuklarıyla aralarındaki renk uyumudur. Bu Allah tarafından kendilerine bağışlanmış bir kamuflajdır. Daha önceleri bu kamuflaj açık renkli kelebeklerin fizyolojisi ile uyumluyken santralden sonra koyu renkli kelebekler daha avantajlı hale gelmişlerdir. Böylece daha çok hayatta kalmışlardır. Çünkü kuşlar tarafından daha az avlanmışlardır. Açık renkli kelebeklerse yeni dönemde daha 'kolay görünür' olduklarından sık avlanırlar ve azalırlar.

Burada hassaten dikkat edilmesi gereken husus şudur: Kelebeklerin zâhirde yaşadığı bu değişim aslında bir değişim değildir. (Özde bir farklılaşma yoktur.) Asılda zaten varolan özelliklerden bir kısmının diğer bir kısma baskın hale gelmesidir. Bu tıpkı matematikle ilgili bir meslek grubunda sayısal zekası yüksek insanların çoklukla bulunmasına benzer. İnsanlar bu mesleğe girmek için bir evrim geçirmezler. İlgisiz genlerini yoketmezler. (Matematikçilerin çocukları illa matematikçi olmak zorunda değildir.) Ya? Bu meslekte tutunmalarını sağlayacak hususiyetlere sahip olan (daha doğrusu bu hususları öne çıkmış) bireyler mesleğe daha çok dahil olurlar. Mesleklerinde de daha başarılı olurlar. Yoksa sırf kalıplarına bakarak komandoların insandan daha üst birşeye evrilmiş olduklarını söyleyemeyiz. Sadece lazım meziyetleri öne çıkmıştır.

İşte İslam'da hak içtihadların durumu da böyledir. Mezheplerin varlığı 'mutasyona' değil 'modifikasyona' yakındır. Onlar dinde yeni birşey ihdas etmemişlerdir. Dinde zaten olanların (yani özde bulunanların) farklı önceliklerle tebarüzüne vesile olmuşlardır. Çünkü, tıpkı modifikasyonda olduğu gibi, türün yüzde doksandokuz özelliği aynı kalmıştır. Mezheplerin de (elbette hak mezhepleri kastediyoruz) ayrı düştükleri konular aynı düşündükleri konular yanında devede kulak kalır. Mürşidim bu konuda der ki:

"Asırlara göre şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer'iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur."

Ancak burada şuna özellikle dikkat etmek gerekir: İçtihad ile bid'a aynı şey değildir. Bid'aya da bir benzer bulmamız gerekirse, onu 'modifikasyona' değil, 'mutasyona' benzetmeliyiz. Çünkü mutasyon bir faraziyedir. Ve der ki: "Bazen olur ki, çevresel şartlar nedeniyle, tür başka bir türe dönüşür." Bu iddianın altını dolduran hiçbir örnek yoktur doğada. Ve evrim bir muğalata ile yolunda ilerler. Yani bize kainattaki modifikasyon örneklerini gösterir ve onların mutasyona delil olduğunu söyler. Tabir-i caizse, atı gösterip, eşeği satar.

Fark nettir. Bir türün başka bir türe dönüşmesi kendi gen havuzundan başka bir havuza dönüşmesidir. Kendi renklerini yoketmesidir. Sahip olmadığı seçenekleri seçmesidir. Elinde bulunmayan şıklardan bir şıkkı işaretlemesidir. Bir atın gen havuzunda eşek olmanın formülü yoktur. Yoktur ki, bunu modifikasyonlar gibi, "Arkada kalan bir özellik öne çıktı!" diye tabir edelim. Hatta iki tür arasındaki çiftleşmelerde dahi melezlerin soyu kesik olur. Yani katır diye ayrı bir tür devam etmez. Katırlık fertte kalır. Biraz daha inceye girdiğimizde ise şunu görürüz:

Türler bireylerinde gerçekleşen genetik bozulmaları içlerinde eritmeye meyillidirler. Bir türün bireyinde genetik bir bozukluk meydana geldiğinde, eğer bu bozukluk onu öldürmezse, bir sonraki nesilde bu farklılık yutulur. Eritilir. Görünmez kılınır. Ancak akraba evliliklerinde falan tekrar kendisini gösterir. Ve bu bozukluklar neredeyse her örneğinde hayatı kötü etkiler. Bireyin yaşamını güçleştirir. Hatta mutasyonların yüzde doksandokuzu kanserdir.

Bid'a da buna benzer. İslam'ın asırlar önce tebeyyün etmiş hak mezheplerinden birisine dahil olmayan, ayrı ve usûlsüz, bazen de yanlış usûllere sahip olarak, ortaya çıkan bid'a ekolleri de din için bir tür genetik bozukluktur. İçerideki gen havuzundan (meşru seçeneklerden) beslenmedikleri için bireyin manevî hayatına zarar verirler. Tıpkı, bir kanser gibi, büyüdükçe İslam'ı incitirler. Çünkü üzerine yaratıldıkları fıtrata uyumlu olmaya çalışmazlar. Nasıl ki, genetikte bir sonraki neslin hayatta kalması, bir önceki nesille genetik uyumuna bağlıdır; İslam'da da manevî hayatın devamı selef-i salihîn ile uyuma bağlıdır. Kur'an, sünnet, icma ve kıyas gibi delil yöntemleri bu uyumun arayışıdır. Bütün bir rivayet geleneği bu uyumu sağlayacak haritanın muhafazasıdır.

Bediüzzaman bu konuda da bize şöyle ışık tutar:

"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü't-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesiledir."

Özetlersem: Arkadaşlar, 'modifikasyon' ve 'hak mezhepler' içimizde yaratılan 'gen kitabının' ve vahyedilen 'din kitabının' (sünnet-i seniyyeyi de içinde sayıyorum) içinden gelen 'genişlemeler/çeşitlenmeler' olduğu için bünyemize zarar vermezler. Ancak 'mutasyon' ve 'bid'a' ne içimizde yaratılan 'gen kitabına' ne de vahyolunan 'din kitabına' uyumlu oldukları için soyları kesik olur.

Fertleri ebter olur. Meyveleri arızalı olur. Genişletme çabaları yaralayıcı olur. Yani, radyasyona maruz kalmış bir birey, dünyevî anlamda, acılı bir ölüme ne kadar yakınsa; ehl-i sünnet dışı bir öğretiye maruz kalmış müslüman da, en az onun kadar, uhrevî anlamda acılı bir bahta yakındır. Çünkü, hem genetik bilimi hem de din ilmi, içeriden gelen değişimlere ne kadar müsaadekârsa, dışarıdan yapılan müdahalelere de o kadar mesafelidir. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ayaklarımızı fıtrattan ve haktan ayırmasın. Âmin.

Monday, April 9, 2018

Ön safa koşanlar rıza mı arıyor?

Hani mürşidim 20. Söz'de diyor: "Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Ben bunun çok nümunelerini gündelik yaşamda görüyorum. Bir örneği: 'Secde' meselesi. Malumunuz: Kur'an'da anlatıldığı üzere, İblis, Hz. Âdem'e (a.s.) secde etmekten (emr-i ilahîye rağmen) teberri ediyor. Neden? Çünkü kafasında başka bir hiyerarşi var. Kendisinin, yaratılış itibariyle, insandan üstün olduğunu düşünüyor. Hatta bunu Cenab-ı Hakka karşı da savunuyor: "Ben ateştenim o ise topraktan!" diyor.

Peki, zerre misal bir mahluk, Halık-ı Zülcelaline karşı 'emr-i kudsîlerinde bir yanlış bulunabilirmiş gibi' kendi doğrusunu(!) nasıl savunuyor?

"Şeytanla nasıl kardeş olunur?" yazısında İsrâ sûresinin 27. ayeti üzerinden bu meseleye bir miktar değindiğimizi anımsıyorum. Ve demiştik ki: Her müsrif aslında bir açıdan bu kıssanın tekrarıdır. Çünkü o da, kendi çapında, seçimini Allah'ın takdir ettiği ölçülerin üstüne koymaktadır. Ne diyordu ayet-i kerime bize? Kısa bir mealini hatırlayalım:

"Muhakkak ki müsrifler şeytanların kardeşleridir! Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." İşte, Allah'ın takdirlerindeki uygunluğu/hikmeti inkâr eden her insan, bir ölçüde, bu ayetin yakıcı gölgesi altına girmektedir. Zira akledişini Allah'ın emredişi üzerine çıkarmaktadır. Nankörlük de zaten tam bu noktada başlamaktadır: Reyini vahyî tayin edişlerden üstün gören öncelikle 'emredilenin faziletini' inkâr eder. Sonra da emredenin yüceliğini...

Yine mürşidim bir eserinde diyor: "Şayet sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaşırsa, nâşize kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşir."

Ben bunun da meselemizle bir ilgisi olduğuna inanıyorum. Yani: Erkeğin israfı kadının israfını besliyor. Erkeğin aşırıya gidişi kadının aşırıya gidişini güçlendiriyor. Erkeğin tefriti kadının ifratına alan açıyor. Kendi safından vazgeçmeye başlayan erkek kadınları da kendi saflarından vazgeçmeye yöneltiyor. Hatta, yakınlarda okuduğum Sözüm Söz kitabında, Fatma Barbarasoğlu diyor ki:

"Beni en çok korkutan sorumluluk şuurunun azalmasıdır. Ve maalesef, azalan erkek kimliğinin bir parçası da, bu şuurdaki azalmayla gösteriyor kendini. Büyük hikayeye baktığımızda da aynı şeyi gözlüyoruz. Bakımlı, bedeni önceleyen, metroseksüel erkek kimliğinde sorumluluğa bir vurgu yok. Azalan erkek kimliği, sadece İslamî kesimin değil, bütün dünyanın sorunu..." Aynı kitaptaki başka bir söyleşisinde ise, Barbarosoğlu, erkeklerin artık 'evin geçindirilmesinden' tutun 'ailedeki liderliğe' kadar birçok hususta kadını rolleri paylaşmaya zorladığını ifade ediyor. Yani: Bir nevi, erkek alan açıyor, kadın bu alanı dolduruyor.

İşte en nihayet mesele 'aynı safta ibadet etme'ye kadar geldi. Modern kadın, erkekten bulduğu boşlukta başlattığı çapraz koşuyu, naslarla tayin edilen alanlara kadar ilerletti. Hadi, abartmayalım, şeytan kadar olmadı. Fakat şöyle dedi: "Ben de topraktanım o da topraktan! Neden ona secde edeyim? Neden onun arkasında durayım?"

Bu secde meselesi hikmetli bir meseledir. Bir insan, birşeyin arkasında (yani ona doğru) secde ettiğinde, aslında ona secde etmez. Onun secde ettiği şeye secde etmiş olur. Bir müslüman Kabe'ye yöneldiğinde Kabe'ye tapmaz. Önünde secde eden adama da tapmaz. Caminin duvarına da tapmaz. Kabe'nin Rabbine tapar. Secdesini oraya yönlendirdiğinde 'taşın insandan üstünlüğe' iman etmiş olmaz. Taşa doğru secde etmeyi emredenin kendisinden üstün olduğuna iman eder. İmama doğru secde etmek şimdiye kadar hiçbir cemaate 'imamla mahlukiyet açısından eşit olmadığını' düşündürmemiştir. Bu nedenle Allah'a iman etmekle 'Allah'a secde edecek kadar iman etmek' birbirinden farklı şeylerdir.

Şeytanın da Allah'a imanı vardır. (Onunla konuştuğuna göre Ona elbette inanmaktadır.) Fakat Allah'ın secde etmesini emrettiği yöne/şeye doğru secde edecek kadar marifeti yoktur. İmanı bu tür bir marifetten eksiktir.

Şimdilerde modern kadın da erkek de bir imtihan yaşıyor. Erkek, artık yorulmuş gibi, kendisine verilen Âdem olma görevinden kaçınıyor. Yine Allah'ın takdiri ile tayin edilmiş bir toplumsal rolü 'kolaycılıkla' terkediyor. İşini bırakıyor. Bencilliğine mağlup oluyor. Kadın da onun terkettiği alana kayarak yine tayin edilmiş rolünden taşmaya teşebbüs ediyor. Hiyerarşiyi kendi lehine dönüştürüyor(!)

Ancak ne o bunda felah bulacak ne de öteki berikinde. Çünkü boş alanlara yapılan tüm çapraz koşular en nihayet 'israf' olacak. Kabe'yi sırtına alanın da, yanına duranın da, secde etmeyi reddedenin de fazileti kalmayacak.

Neden? Çünkü kainatta Allah'ın takdirinden daha hikmetlisi yok. Onun "Bundan razıyım!" buyurduğundan başka rıza dairesi yok. Kadın erkeğin safına ilerlemekle daha fazla fazilet kazanmayacak. Erkek de terkettiği saftan dolayı huzur bulmayacak. Birisi varolmayı 'daha çok/ileride görünmek' sanmasıyla ilgili imtihanını kaybedecek. Diğeri de kendini gerçekleştirmenin 'başkalarından daha az sorumlu olmakla' mümkün olduğuna dair yanılgısıyla yenilecek. Yani: Aynı safta olmanın seküler lezzetlerinden hakiki bir cennet yeşermeyecek. Çünkü tarlanın sınırı bir kere bozulduğunda sahiplerinde huzur kalmaz. Her yeni mahsul yeni bir kavgaya/kavgalara sebep olur. Hepimiz şunu net bir şekilde bilmekteyiz zaten: Kavgalar 'paylaşamamak'tan doğar.

Saturday, March 10, 2018

Erdoğan'ın sözleri bizi neden korkuttu?

Bediüzzaman'ın 1. Meclis'e hitaben yazdığı hutbede vurguladığı şeylerden birisidir: "Bâhusus bu güruh-u mücâhidin ve bu yüksek meclisin ef'âli taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah hukuk-u ibâdı da tazammun ediyor." Sanıyorum, Cumhurbaşkanımızın, İslam'ın güncellenmesi hakkındaki sözlerinden dolayı ciğerimizin yanmasının en büyük sebeplerinden birisi de şu sözlerde saklı olan hikmetti. Onlardaki hukukullahın hukuk-u ibâdı da tazammun etmesiydi.

Öyle ya. Güçlü bir iktidarın muktedirliği tartışmasız bir lideriydi bunu söyleyen. Üstelik ülke için anlamı sadece siyasi başarısından kaynaklanmıyordu. Halkı onu hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için de seviyordu. Tıpkı bir zamanlar Mustafa Kemal'i sevdiği gibi.

Hakkında okuması olanların malumudur: Mustafa Kemal, 1. Meclis'in açılışını öyle dinî bir hava içerisinde gerçekleştirir ki, Kazım Karabekir gibi kimi isimler bu vurgunun şiddetinden rahatsız olurlar. Aşırı bulduklarını hatıralarında/günlüklerinde yazarlar. Fakat aynı Mustafa Kemal, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, öyle bir hale gelir ki, aksi yönde bir vurguyla toplumu yeniden inşa etmeyi dahi dener. Ezanı yasaklar. İslam harflerini yasaklar. Medreseleri yasaklar. Tekkeleri yasaklar. Dinî eğitimi yasaklar. Dinî kıyafetleri yasaklar.

Bundan başka, FETÖ gibi başa gelen nice tecrübe vardır ki, mürşidimin ifade ettiği şu sırrı tekrar eder: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."

Yani, haklı bir noktada başlamak, haklı kalmanın garantisi değildir. Haklılığın garantisi her adımında hakkın içinde kalmaktır. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Sağlaması nasıl yapılabilir? Bunun sağlaması ancak Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mizanlarıyla olur. Onun mirasına sahip çıkarak olur. Onun iltizamlarına taraftarlıkla olur.

Bu cadde-i kübradan ayrılan en küçük adımlar bile alınan büyük risklerdir. Çünkü arkalarından onları taklide meyyal çokların yürümesiyle dalalet fırkaları haline gelebilirler. İslam tarihi böylesi nice tecrübeyle doludur. Bu da ferasetli mü'minlere bir teenni refleksi kazandırır. İşte, bizim, Cumhurbaşkanının sözleri karşısında harekete geçen refleksimiz, çok tecrübelere dayanan bu reflekstir.

Şimdi korkuyoruz. Değil kara kaşı-gözü için, hamiyet-i diniyesi ve vataniyesi için, canımız gibi sevdiğimiz liderimizin 14-15 asırlık bu cadde-i kübraya taraftarlığını yitirmesinden korkuyoruz. Zira bu taraftarlığı yitirmek yerelliğini yitirmektir. İçimizden birisinin yabancıya dönüşmesidir. Biz onun adına bundan da korkuyoruz. Kökleriyle olan bağında sorunlar çıkmasından korkuyoruz. Bu sorunların onda kalmayıp teşvikiyle topluma da inmesinden korkuyoruz. Zaten her gün yüz çeşit saldırıyı göğüslemekteyiz. Bir de böylesi dost bir yüzden gelmesinden korkuyoruz.

Bakınız, bu sıradan bir iş değildir, devam ederse bir dönüşümdür. Bizden olanın başkasına dönüşümüdür. AK Parti içinde hangi köşeleri tuttuklarını tam olarak bilmediğimiz bid'a görüş sahiplerinin tesirlerinin çok yukarılara çıktığının bir göstergesidir.

O metni Cumhurbaşkanımız yazmamıştır. Yazanlar vardır. Ona bu metni okutabildiklerine göre makamına tesirleri de vardır. Bütün bu peşpeşe okumalar bizi dehşetli bir endişeye sevkederler. Çünkü bize Erdoğan dinin selameti için gereklidir. Din Erdoğan için gerekli değildir. Siyaset İslam için gereklidir. İslam siyaset için değildir.

Eğer o istikametini kaybederse sevildiği şey adına artık sevilmemesi gerekir. Değil hayır 'ehven-i şerreyn' bile sayılmaması gerekir. Din bütün hayırların başıdır. İmanın istikameti ise o dinin tek zeminidir. Eğer biz, İslam'ın güncellenmesi gerektiğine inanmaya başlayan bir yönetimin eline düşersek, mesele, Bediüzzaman'ın Hz. Eyyüb aleyhisselamın duasını yorumladığı şekle döner:

"Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: 'Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor!' diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş."

Biz bu iktidar için pekçok şeye katlandık. Pekçok şeye katlanmayı da kafamıza koyduk. Siyasi yalnızlaşmaymış, ABD'nin düşmanlığıymış, Rusya'yla geçimsizlikmiş, Avrupa bizi sevmemesiymiş, aç kalırmışız, darbe olurmuş, ülkece kötüye gidermişiz vs... Vallahi, tallahi, billahi, bunlardan hiçbirisini sallamadık. Hatta böyle haberler kulağımıza üflendiğinde "Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara: İnsanlar size karşı toplandı; onlardan korkun, dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: Bize Allah yeter; ne güzel vekildir O..." ayetine güzel bir masadak olduk.

Fakat şimdi korkuyoruz. Çünkü kurdun gövdeye girmesinden endişe ediyoruz. Bu iş, iman işi, başka şeylere benzemiyor. Ödenecek bedeli başka noktalarda hayırlar umarak görmezden gelinemiyor. Yine de "Allah ululemrimizi Ehl-i Sünnet istikameti üzerine eylesin!" diye dua ederiz. Ne diyelim: Allah bize böyle bir imtihan yaşatmasın.

Thursday, March 8, 2018

İslam'da kadınlar günü neden yok?

Cenab-ı Hakkın her işinde rahmetinin izi var. Bilmem bana katılır mısınız? İslam'ın kimi ibadetler için yıl içinde hususi zaman tayini yapmasını 'omuzlarımızdaki yükün azaltılması' gibi de görürüm. Neden? Belki biraz şundan: Birşeyin günü olduğu zaman diğer günler onun yükünden kurtulmuş gibi hissederler kendilerini.

İslam'da kurbanın günleri var. Orucun günleri var. Haccın günleri var. Bazı farzların onlara ayrılmış vakitleri var. Bu tayin aynı zamanda diğer zaman dilimlerindeki sorumluluğumuzu düşürüyor. Bir ölçüde yükümüzü sırtımızdan attığımızı hissediyoruz. Bir dahaki sefere kadar dinleniyoruz. Bekliyoruz. Güçleniyoruz. Toparlanıyoruz. Fıtratımızda varolan bir hakikat bu. Faturamızı ne zaman ödeyeceğimizi bütün bir ay düşünmemek için bile ona belirli günler tayin ediyoruz. Yalnız o gün hatırlamakla rahatlıyoruz.

Ancak insanlar arası hukuka dair şeylerde, fehmettiğim kadarıyla, böyle bir gün anlayışına sahip değiliz. Anneler günümüz yok mesela. Neden? Çünkü güzel ahlakın günü olmaz İslam'da. Böylesi meselelerde sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman dilimine iman etmemişiz. Kadınlar günü de açımızdan öyledir. Kadınlara karşı sorumluluğumuzun düştüğü bir zaman yoktur ki günü de olsun.

Batı'da böylesi günlerin tayini/tesbiti o hususlardaki ihmallerin neticesi olarak gelişmiştir. Yani ihmallerin bir ölçüde telafisi için geliştirilmiştir. İslam şeriatı insan hukukuna dair hususları ihmal etmemiştir ki böylesi günlerle o eksiğini itmam etsin. Tamamlasın.

Şimdi biraz da şu soruyla yüzleşelim: Böylesi 'belirli günler' ilgili oldukları şeylere dair sorumluluklardan kaçmamızı mı sağlıyor yoksa sorumluluğumuzu mu arttırıyor? Eğer, Batı toplumu gibi, bu gibi sorumluluklardan hepten bir haber bir zemine sahip olsaydık, evet, belki de bugünler dünyamıza şu manaların duhülüne sebep olacaktı. Ancak, ebeveyne 'öf' bile demeyi yasak bilmiş bir toplumda anneler günü icad ettiğiniz zaman, bu, insanlarda 'bütün bir ömür sorumluğu oldu şeyden azâd edilmişlik hissi' doğuruyor.

Ya bunu doğuruyor yahut da ötekini anlamsızlaştırıyor. Huzurevine bıraktığı bir annesi olmayan, belki de annesiyle zaten aynı evde yaşayan bir evlat, anneler günü ne yapacağını bilemiyor. Anne de aynı hissi yaşıyor. Bu bizim üzerinde yükseldiğimiz değerler manzumesiyle ilgili birşey. Kimliğimizle ilgili birşey.

Şöyle bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım ifadesini arzu ettiğimizi: Beş vakit ve her gün kıldığımız namazlar yerine bize 'namaz günü' diye bir gün verilseydi ve denilseydi ki: "Namazın önemini bu günde anacağız!" Bu bir müslüman için tuhaf olurdu. Çünkü dindarlar için günün tamamı namazdır. Namazın günü yoktur ki. Zannederim böylesi günlerde yaşadığımız 'ayağımızı nereye basacağımızı şaşırma' hissi biraz da kökenlerimizdeki tanım farklılıklarıyla ilgili. Ya onunla yahut da artık böylesi başlıklara 'gün ayarlayacak' kadar onlardaki dikkatimizi/özenimizi yitirmekle...

Nihayetinde mürşidimin şu ifadelerine geliyorum: "Asya'da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa'yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü, Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz."

Saturday, March 3, 2018

İslam'ı güncellemek isteyen yerelliğini kaybeder

Şu mesele Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıklıkla dikkat çektiği birşeydir: Mü'min ve müslüman kavramları, ayrı metinlerde kullanıldıklarında aynı şeyi ifade ederlerken, aynı metinde kullanıldıklarında ise ayrı şeyleri ifade ederler. Mürşidim bu sadedde (yani ayrı şeyleri ifade etmeleri sadedinde) der: "İslâmiyet iltizamdır; iman iz'andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir." Ve tarifinin devamında şöyle bir örnekle sözlerini açıklar:

"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar."

Bense, burada yapılan izahları, 'parça-bütün' sembolizmi içinde bencileyin şöyle anlar ve anlatırım: Parçanın, içinde yeraldığı bütünün anlamını, 'en genel biçimde' onaylaması imanıdır. Çünkü ancak bu kabullenişle o bütünün bir parçası olabilir. Ondan sayılabilir. Ona dahil olabilir. İsmini alabilir. Kapsamına girebilir. Ancak aynı parçanın, bütünün diğer parçalarının da anlamını tasdik etmesi veyahut da bütünlüğün icap ettirdiği tüm gerekleri yerine getirilmesine taraftar olması, imanından ayrı olarak, onlardaki teslimiyetiyle ölçülür.

Yani mü'minlik genel manada 'itikadî' bir onaylayışı içerirken; müslümanlık detaylara da nüfuz eden 'amelî' bir tasdik edişi ortaya koyar. Meşhur Cibril (a.s.) hadisinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın "İman nedir?" sorusuna "Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır!" şeklinde cevap vermesi, fakat "İslam nedir?" sorusuna "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir!" cevabını buyurması da bize benzer bir sırrı fısıldar: İslam amele yakındır. İman itikada yakındır.

Elbette bu durum, Ebubekir Sifil Hoca'nın isabetle ifade ettiği gibi, nüans içerdikleri hissettirilir şekilde kullanıldıkları durumlara dairdir. Yoksa, ayrı ayrı kullanımlarında mü'min müslümanlığı, müslümanlık da mü'minliği karşılar. Birisiyle diğeri de kastedilir.

Peki, durmayalım, İslam ve imanın farkını anlamada biz de kendimize bir misal bulalım. Belki şunu kullanabiliriz: Üzerinde yapıldığı firmanın ismi ve seri numarası olan bir motor parçası düşünelim. Tam da kullanılması gereken yerde takılı olsun. Bu motor parçasının şu hali der ki: "Ben iman ettim ki şu firmanın motor üretiminde kullandığı bir parçayım." Fakat aynı parçanın gereğince görevini yerine getirmediğini düşünelim. Hatta motorun yapmak istediği bazı şeylere de engel olduğunu tasavvur edelim. İşte, o zaman bu motor parçası 'iman'ı olduğu şeyde 'İslam'ı olmadığını gösterir bize. Çünkü motorluğun gereklerine taraftarlık göstermez. Hatta o hareketlerin bazılarına itiraz da eder.

Bu da, Kur'an'da 'amenu ve amilu's-salihat' şeklinde geçtiği üzere, salih amelin neden imanın en yakın arkadaşı olarak anıldığına dair bir hikmeti gösterir bize. İmanın insanda tamam olması için İslam'a ihtiyacı vardır. Hem mürşidim de aynı metnin ahirinde der: "İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."

Asıl konumuza gelelim. Son zamanlarda yaşadığımız 'yerli ve milli' tartışmaları içinde Bediüzzaman'ın yukarıdaki tariflerinin önemli birşeyi daha söylediği kanaati hasıl oldu bende. O da şudur: Birşeydeki yerellik ondaki İslamiyet ile mümkündür. Ne demek bu? Soruya cevap vermeden önce Barla Lahikası'na uzanıp bir parça daha alıntı yapmak istiyorum:

"Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette, İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek, 'müslim-i gayr-ı mü'min' ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."

Burada görüldüğü gibi: Bediüzzaman, ahiret nokta-i nazarında her iki grubun da ehl-i necat olmadığını düşündüğü halde, birinci grubun tavrını 'İslam siyasetine' veya 'siyasal İslam'a bakan yönleriyle daha olumlu buluyor. Yani, tamam, şu yukarıdaki iki duruş da ahiret saadetini kazandırabilecek duruşlar değiller. Allah'ın bizden asıl istediği duruşlar değiller. İdealimiz değiller. Bunun altını çiziyor. Fakat birincilerin duruşu, dolaylı da olsa, ümmetin saadetine hizmet edebilir bir duruş. Güçlendirebilir bir duruş. İşte, benim 'yerli ve milli' tartışmalarıyla bu metin arasındaki kurduğum ilgi de, arkadaşlar, şuradan besleniyor.

O bütünün parçası olarak dünyaya gelmemiş olabilirsiniz, hatta genel anlamda o bütünün anlamına iman etmiyor da olabilirsiniz, fakat bütünün işleyişinin detaylarını onaylıyor, destekliyor ve tarafgirlik gösteriyorsanız bu size bir 'yerellik' kazandırıyor. Hatta diyebiliriz ki: Hangi bütünlüğün iltizamlarına taraftarlık gösteriyorsanız onun parçasısınız. Türkiye'de doğup ABD'nin menfaatlerine taraftarlık gösteriyorsanız aslında oranın parçasısınız. Oranın yerelisiniz.

Yeri geldi. Ebubekir Sifil Hoca'nın, asırlar boyu İslam beldelerinde yaşayan gayrimüslimler hakkında kullandığı, 'kültürel olarak müslüman' ifadesini burada anmak istiyorum. Çünkü yukarıda arzettiğim şeye güzel bir delil oluşturuyor. Çok duymuşsunuzdur ya yine de anayım: Adam hristiyan. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, kurban kesmiyor ama Ramazan'da çocuğunu sokakta birşey yerken görürse gazaplanıyor.

İslam'ın toplumsal tezahürlerine yapılmış bir saldırıyı kendisine yapılmış gibi karşılıyor. Çünkü detaylarda İslam'ın uygulamalarına bir taraftarlığı var. İslam'ın toplum hayatındaki yansımalarından hissesiz değil. Payına düşen terbiyesini almış. İşte bu gibiler, Ebubekir Sifil Hoca'nın güzel tarifiyle, 'kültürel olarak müslüman' oluyorlar.

Ancak bir başka zümre daha var. Adı müslüman. Kendisine sorsan ondan daha mü'mini yok. Fakat ezanı duysa rahatsız oluyor. Başörtüsü görse kıllanıyor. 'Namaz' desen kaçacak yer arıyor. Dinî birçok emrin, hem de açıkça, aleyhinde bulunuyor. Belki de değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte, bu durum, o insanın yerelliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çünkü bütününe iman ettiğini söylediği şeyin detaylarına/uygulamalarına itirazları var. Sahada muteriz. Üzerinde fabrikasının ismi olsa da motorun işleyişinden rahatsız.

Böylece benim kafamda, tekfirden uzak bir şekilde, yerellik tanımı şöyle şekilleniyor: Parçası olduğun bütünün detaylardaki tasarruflarına taraftarsan yerelsin. Güzelce çalışmasının devamını istiyorsan yerelsin. İltizamlarını haklı buluyorsan yerelsin. Hatta bütünün parçası olmasan bile, çalışmasından mutlu olduğun bir bütünlük varsa, onun yerelisin. Osmanlı ordusunda Yunan'a karşı çarpışan bir Rum askeri gibisin.

Öteki türlü, ismen/cismen mü'min de olsan, imanın gerektirdiği emir/nehiy taraftarlığı sinende yer tutmadığı için, bütününün hilafına işlemeye başlarsın. Farkında ol veya olma. Bütüne taş koyarsın. İyiliğini isterken kötülüğünü getirirsin. Nitekim, herbirimiz, yakın tarihte şahit olduğumuz olayları zihnimizden bir geçirebilsek, şunlara çok örnekleri oradan bulabiliriz. Hatta teorim o ki: Bediüzzaman, Eski Said döneminde geçen şu tartışmayı tahattur edip naklederken de benzer tecrübelere yaslanıyordu. Kimbilir? Allahu'l-alem.

Tuesday, September 26, 2017

Evrim tevhidle çelişmez mi?

"Evrim insanlara bütün insanlığın bir tuzlu su karidesinden geldiğini söylüyor. Bunun en çabuk sonucu birbirimize saygımızı yitirmemiz." Don Verdean.

Bu sıralar başka başka yerlerden tekrar tekrar kulağıma geldiği için hakkında birkaç şey söylemeye kendimi mecbur hissettim. Evrimin İslam'a uyumu meselesi hakkında yazacağım. Caner Taslaman vb. isimler bunu eskiden beri söylerlerdi. (Sanıyorum Ebubekir Sifil Hoca'yla Habertürk'teki münazarasında da tekrarladı.) Fakat Teoman Duralı'dan şunu yeni duydum. Üstelik daha yakınımdaki isimlerden de benzeri sesler işittim. Uzatmayayım. Sıkıntının kaynağını şurada görüyorum: Bu insanlar İslam'ın içerdiği tevhidi İslam'ın tek parçası sanıyorlar. "Herşeyi Allah yaratmıştır!" iman-ı icmalîsini ise tevhidin tek parçası sanıyorlar. Halbuki bu pek zâhir bir hatadır. İslam'ın tevhidi içermesi İslam'ın tevhidden ibaret olduğu anlamına gelmez. Dahası: İslam'ın tevhidi içermesi bu tevhidin niteliğine dair hiçbirşey söylemediği anlamına da gelmez. 'Herşeyi Allah'ın yarattığına iman' bu işin çekirdeğidir, başlangıç noktasıdır ve mürşidimin güzelce ifade ettiği gibi: İmanın hurma çekirdeğinden hurma ağacına kadar mertebeleri vardır.

"İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, 'Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemâlât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve burhanlı mârifet-i kudsiyedir' diye ehl-i hakikat ittifak etmişler."

Peki bütün ilimler ile bağlı imanın detayları diyebileceğimiz ayrıntıları bize kim/ne söyler? Bize imanımızın detaylarını öncelikle 'nakil' söyler. Gaybî ilmin başı nakildir. Nakil olmadan gayba erişim icmale sınırlıdır. Başta Kur'an-ı Hakîm olmak üzere, vahiyle ve nübüvvet eliyle bize ulaştırılan her bilgi, âdemoğlu için, tevhid-i icmalîden tevhid-i tafsilîye gitmeye yol olur. Yani; Allah kainatı tevhid ile yaratmıştır, doğrudur, imanımızdır. Fakat vahyinde bize nasıl bildirmişse öyle yaratmıştır. Kainatın yaratılış süreci "Allah yaratmıştır!" denilip geri kalan bütün detaylarına göz kapanılacak bir şekilde insanlığa iletilmemiştir. Böylesi bir tavır bizi deizme yaklaştırır. Ya? Biz, Cenab-ı Hakkın herşeyi yarattığına, 'nasıl yarattığını söylüyorsa öyle olduğunu kabul ederek' iman ederiz. İşte bizim tevhide imanımızın deizmden en büyük farkı budur.

Evrimin bu anlamda İslam'la uyumlu olduğunu söyleyebilmek güçtür. Başta Hz. Adem'in (a.s.) yaratılışı ve cennetten dünyaya gönderilişi üzerine bize bildirilenler, onun maymun veya daha başka bir canlıdan gelmediğini, bizzat 'ahsen-i takvim' insan olarak yaratıldığını, hatta yaratılışının dünyada da olmadığını, burayı yurt edinişinin daha sonra olduğunu haber vermektedir. Vahiyde durum bu iken yalnız bir tevhid-i icmalîye bakıp "Herşeyi Allah yarattıktan sonra, varsın insan maymundan yaratılsın, tevhidle çelişmez!" demek mümkün müdür? Kaldı ki: İslam'ın temel kaynaklarında, yani Kur'an'da ve sünnette, evrime dair bir bilgiye rastlanmaz. Selef-i Salihînden hiçkimsenin ayetleri veya hadisleri evrime yorduğuna dair bir bilgi bize ulaşmamıştır.

Ancak daha sonraki dönemde, Felsefe-i Yunaniye ile iştigali fazla olan, değil ulema kısmından, daha çok filozof kısmından bazı isimler evrime benzer söylemler gündemlerine almışlar, bazı ayet ve hadisleri buna dair zorlu tevillere maruz bırakmışlar, fakat meselenin girizgâhından da anlaşılacağı üzere: Bunu, İslam'ın içinden gelen bir gayretle değil, felsefenin etkisiyle yapmışlardır. Yani; Darwin'e evrim fikrini ilham eden o kadim Batı düşüncesi neyse, bunlara da bu fikri ilham eden fısıltı odur, kendi kaynakları değildir. Ki bu durum meseleyi mürşidimin şu tesbitine mâsadak eder:

"Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü't-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü't-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmaya vesiledir."

Bu açıdan rahatlıkla diyebiliriz ki: Evrim İslam'ın yerel bir düşüncesi değildir. Bir etkilenmedir. Modern zamanlarda bu böyle olduğu gibi daha eski zamanlarda da bu böyledir. Birtakım İslam filozoflarının kitaplarında benzer şeyler söylemeleriyle evrim bizim olmaz. Dahası evrim İslam'la barışık da olamaz. Evrimin İslam'la barışması için hiçbir naklî bilgiyle çelişmemesi/çakışmaması ve hatta kendisini doğrular deliller de bulması gerekmektedir. Daha bilimsel anlamda dahi ortaya bir doğruluk delili koyamamış müzmin bir teorinin hakikatten başka birşeyi sinesine basmayan İslam'a yamanması ehl-i hakikatin vicdanını sızlatmıyorsa söylenecek çok şey kalmamıştır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

Tuesday, September 12, 2017

Kertenkelenizi bir vuruşta öldürmekten korkmayın

Okuyanları bilirler. Bediüzzaman ve talebeleri hapse girdikten sonra, onlarla tanışıp Risale-i Nur'u ders alan mahkûmlardan, evvelen kendi ailesinden birisini öldürmüş olanlar bile, tahtakurusunu öldürmeye çekinir hale gelmişlerdir. (Tevhide imanın tetiklediği mübarek bir şefkattir bu.) Hatta, bu böceklerin verdikleri rahatsızlık ziyadeleşince, Bediüzzaman'a "Bunları öldürmemiz caiz mi?" diye sorduranlar olmuştur. Bu husus, gerek mahkeme müdafaalarında, gerek talebelerin hatıralarında defalarca nakledilir. İmanın (özelde ise Risale-i Nur'un) insanda yaptığı olumlu değişime karine gösterilir:

"Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu."

Bu değişim büyük bir enteresanlık. Kütüb-i Sitte okumalarım esnasında ben de enteresan şeylerle karşılaşıyorum. Özellikle 'enteresan sorular'la. Aslında soruların kendisi enteresan değil. Benim ukâlâ bakışaçım yüzünden enteresan oluyorlar. Ne de olsa ahirzaman çocuğuyum. Hak mezhep ulemasının herşeyi tam bir vukufiyetle tesbit edip sistemleştirdiği, helalleri-haramları madde madde toparlayıp sunduğu, amelleri neyin bozup neyin zarar vermediğini hazır bir liste şeklinde önüme koyduğu bir devrin müslümanıyım ben. Hazırcılığın perdeli kibrine sahibim.

Bu nedenle, dinin daha yeni tesis edildiği bir dönemde, herhangi birşeyi yedikten sonra bile 'Abdest almam gerekiyor mu?' diye soran bir sahabeyi anlayamıyorum. Yemenin abdesti bozmadığını çoktandır biliyorum çünkü. Fakat unutuyorum. Ben bunu kimin sayesinde biliyorum? Ben bunu, işte, o mübarek ve muazzez insanların bu temkinleri sayesinde biliyorum. Yoksa, onlar bu soruları sorup cevaplarını almasalardı, ben bu cevapları nereden bulacaktım?

Zaten sünnet-i seniyyeyi ve sahabeyi bizim için vazgeçilmez kılan da budur: Ancak vahiyle bilinebilecek şeylerin bilgisini o ilk neslin soruları ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın cevapları sayesinde öğreniriz biz. Sahabe bu noktada alternatifsizdir. Rehberliği kaçınılmazdır. Onların rehberliğine başvurulmadan İslam'ın mesajının aslında ne olduğu anlaşılamaz.

Bize en çok "Yahu bu da sorulur mu?" gibi gelen şey, zaten vaktiyle sorulduğu ve cevabı bilinir hale geldiği için, bize öyle geliyordur. O suallerin izahı asırlar önce alınmış, zaptı yapılmış, fakihlerce metinlerde bize aktarılmıştır. İlk nesillerin bu çalışması olmasa dine dair herşey havada kalır. Elimizi-ayağımızı nereye koyacağımızı bilemeyiz. Ufacık meseleleri bile aramızda tartışadururuz. Üstelik hiçbir sonuca da varamayız.

Geçenlerde, Esad Coşan Hocaefendi merhumun yıllar boyu İskender Paşa Camii'nde verdiği Ramuzü'l-Ehadis derslerinden birisini dinliyordum. Sanıyorum tarihi 1994'tü. O haftanın hadis okuması sırasında Esad Coşan Hocaefendi, meşhur (meşhurluğu bugünlerde çokça tartışmaya konu edilmesinden) 'kerkentele hadisini' de okudu ve izah etti. Doğrusu, üzerine 'modernistler tarafından çokça gürültü koparılan' bir hadisin, bu kadar güzelce izahını işitince hakkında yazmaktan kendimi alıkoyamadım.

Anladığımca nakledeceğim. Esad Coşan Hocaefendi diyordu ki o derste: "Sahabenin soruları olmasa, biz, neyin-nerede-ne sınırlar içinde yapılacağını veya yapılamayacağını bilemezdik. Mescid-i Haram'da kan dökmek yasak mı? Yasak. Peki ya çok tehlikeli bir canlı ile karşılaşırsak? O zaman da mı yasak? Hayır. O zaman değil.

İşte bu hadis onu da bize haber veriyor. Burada bahsedilen kertenkele türü o civarda yaşayan zehri kuvvetli bir kertenkeledir. (Ebubekir Sifil Hoca da aynı soruya yanıt verdiği bir videoda Mütercim Âsım Efendi'nin bu hadisteki 'el-vezağa' ifadesini 'ağulu keler' olarak çevirdiğini nakleder.) Bütün kertenkeleler için bu hüküm geçerli değildir. 'Bu tür kertenkele ile Mescid-i Haram sınırları içinde bile karşılaşsanız onu öldürebilirsiniz' diye izin vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Bu hadis o izni ve teşviki anlatıyor bize. Yoksa, bir arkadaşımın da başına geldiği gibi, kötü şeyler başınıza gelebilir."

Sonra arkadaşının başına umrede gelen hadiseyi anlatıyor. Yakınındaki bir taşın altından akrep çıkınca arkadaşı tereddüt etmiş. "Burası Mescid-i Haram. Burada kan dökmek olur mu? Dokunmayayım!" demiş. Fakat akrep nasıl yapmışsa birden ayağına hamle yapıp sokuvermiş. Sokmasıyla bayılıp hastaneye kaldırılması bir olmuş arkadaşının. Böyle şeyler yaşamamak için, zararlı canlılarla karşılaşılırsa, can tehlikeye girerse, "Onları Mescid-i Haram sınırında dahi olsa öldürebilirsiniz!" sırrının bizlere böyle hadislerle ders verildiğine dikkat çekiyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Çünkü, İslam'ın kalplerini ihtizaza getirişiyle, mü'minlerde Allah'ın yarattığı mahluka zarar vermeme konusunda oluşan bir temkin var. O temkinin/şefkatin ifrata kaçıp hayatları tehlikeye sokmaması için bu uyarı yapılmış.

Mürşidim de bir yerde der: "Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Bugün biz şer'î pekçok hususta bu maraz-ı ruhî ve sakam-ı kalbî ile muhatap oluyoruz. Şefkatlerini Allah'ın sonsuz rahmeti ile yarattığı düzenden öteye taşabileceğini düşünen hastalıklı insanlar kurban ibadetini dahi sorgulayabileceklerini sanıyorlar. Hatta onların bir kısmı da işi ileri götürüp mezkûr 'kertenkele hadisi' üzerinden bütün hadis-i şeriflere bir şüphe iliştirmeye çalışıyorlar.

Öncelikle yaptıkları şu: Hadis-i şerifi 'anlayabilecekleri en yanlış şekilde' anlıyorlar. Hiçbir ilmî kaynakta 'Yakaladığınız her kertenkeleyi öldürün' diye bir hüküm olmadığı halde, sanki şimdiye kadar bu hadis hep böyle anlaşılmış ve uygulanmış gibi bir tavır takınıyorlar. Bu önkabulle birlikte safsata başlıyor. Şefkate, yine muazzez olan insanın canını hıfz için çekilen bir sınırı, kontrolsüz bir şiddetin kaynağı gibi gösteriyorlar.

Bu hususta Bediüzzaman ile talebesi Molla Hamid ağabey arasında geçen bir hâdise mezkûr meseleye ne kadar da ibretli bir delil oluşturuyor: Malumdur. Molla Hamid ağabeyin, beraberce yaptıkları gezinti sırasında, bir kertenkeleyi öldürmesi üzerine Bediüzzaman hiddetleniyor. Sorduğu ilk soru ise Esad Coşan Hocaefendi'nin izahlarını doğrular nitelikte: "O hayvan sana taarruz etti mi?"

Burada durup 'duruşumuzu' hatırlayalım: Biz önümüze gelen her koyunu öldürür müyüz? Öldürmeyiz. Ama kurbanda Allah'ın emriyle ve ismiyle, sair vakitlerde de ismiyle ve izniyle kesebiliriz. Önümüze gelen her hayvanı kin ile avlar mıyız? Avlamayız. Ama yine onun izniyle ve ismiyle helal kıldıklarını rızkımız için avlayabiliriz. Önümüze gelen her kâfirle cihad eder miyiz? Etmeyiz. Ama harp zamanı, şer'î hukuk çerçevesinde, Rabbimizin emriyle ve ismiyle karşımızdakinin sayısından korkmadan cihad ederiz. Bizde herşeyin bir fıkhı, bir çerçevesi, bir itidal sınırı vardır. Kontrolsüz olamayız.

Mü'minler olarak şunu asla ve asla unutmayız: İslam hiçbir histe garkoluş değildir. O dengedir. Şefkatinde garkolanların ise elbette Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamdan sınır öğrenmelerinden başka kurtuluşları yoktur. Onun beşere getirdiği istikamet tüm garkoluşların üstündedir çünkü. En güzel örnek onun itidalidir. "İbadette ifrata kaçan üç sahabeyi kendi ahlakını misal vererek düzelttiği o meşhur hadisede olduğu gibi, böyle hadislerle de, yine şefkatte ifrata düşmüş sahabeye bir itidal çağrısında bulunmuş olabilir!" deriz. Böylesi konularda çıkmaza düşenleri, değil kırda rastgeldikleri masumcukları, kafalarında onları zehirleyen modern ifrat kertenkelelerini, hiç çekinmeden, hem de mübarek bir tek vuruşta, öldürmeye çağırıyoruz. Zira onlara şefkat dinden değildir.

Saturday, July 22, 2017

Ebubekir Sifil Hoca ne yapmaya çalışıyor?

Bediüzzaman Hazretlerinin, Mektubat'ta, ahirzaman ahvaline dair sorulan suallere verdiği cevaplardan birisi beni hep düşündürmüştür. Sual şöyle: "Âhirzamanda, Hazret-i İsâ aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, 'Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.' Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?" Cevabın finaline yakın şunları söyler mürşidim:

"İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp etmesiyle, çendan, âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve 'El-hükmü li'l-ekser' kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak; yani, 'ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek' demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır."

Bu metni ilk okuduğum günlerde 'böyle birşeyin nasıl mümkün olabileceğini' düşünüp hayret ederdim. Risale-i Nur'u yeni yeni okuduğumdan belki, ondaki burhanlara bakarak, "Bunlardan sonra tekrar nasıl mağlup oluruz?" diye düşünürdüm. İslam âlimlerinin (Allah hepsinden razı olsun) ürettiği marifetin karşıkonulmaz bir içeriğe sahip olduğunu zaten biliyordum. Günbegün artıyordu da sanki bu karşıkonulmazlık! Ateizmin hâkim ideoloji olup üniversite kürsülerinden bile dayatıldığı/haykırıldığı devirler geride kalmıştı. Materyalist-naturalist-evrimci saldırı ümmetin sinesinde erimişti. Bu ümmet komünizm gibi bir dehşeti bile, yaralar almasına rağmen, atlatmıştı. Peki nasıl olup da tekrar mağlup olacaktı? İşte o zaman cevabın ortasını kaçırdığımı farkettim:

"Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak. Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı Nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir."

Geçtiğimiz gün Habertürk'te yayınlanan münazarayı izlerken de bu bu bahis aklıma geldi. Ebubekir Sifil Hoca (Allah ona yüz şehit sevabı versin) Caner Taslaman'ın bir rapçi gibi seri şekilde savurduğu herzelerine cevap verirken neden şikayet ediyordu? Verecek cevabı olmamasından mı? Hayır, Ebubekir Sifil Hoca'yı az-çok takip edenler bilir ki, o bütün bu herzelerin cevabını bihakkın vermeye yetecek bir ilim ve istidat sahibidir. Ki birçoğunu da program sırasında cevapladı. (Zaman yetse daha çoğunu da cevaplayacaktı.)

Fakat muhatabı cevap aramıyordu. Taslaman, haksız da olsa, galip gelmenin peşindeydi. Karşısındaki ağaç yıkılmasa da baltasını sallamanın peşindeydi. Programı sorulara/şüphelere/dedikodulara boğdurmanın planıyla gelmişti. Masasını perşembe pazarına çevirmesinin bundan başka ne sebebi olabilirdi? Düşünün ki, o masada sergilemek için, muhtemelen evinde itinayla sakladığı deve idrarını bile kavanozlayıp getirmişti. (Tabii insan o evde daha neler saklandığını merak ediyor.)

Ben işte bu münazara sırasında yukarıdaki metinlerde Bediüzzaman Hazretlerinin ders verdiği bir sırrı görür gibi oldum. Neyi gördüm peki? Gördüğüm şudur: Bu dalalet dediğimiz şey tek bir koldan gelmiyor. Diyelim 'ikincisini' mağlup ettiniz. Uluhiyeti inkâr eden tabiatçı, materyalist, ateist felsefeyi yendiniz. Elhamdülillah. Lakin iş burada bitmiyor ki. Bir de 'nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek' birileri çıkıyor/çıkacak. Nifak perdesi ile çıktıklarına göre biz bunları müslüman sanacağız. Dillerinden de, zâhiren, İslam'ın oğlu oldukları iddiası ifade olunacak. Fakat hakikatte, alttan alta, saman altından su yürütür bir şekilde, risalet-i Ahmediye'yi inkâr edecekler. Peki bunu nasıl yapacaklar? Allahu'l-A'lem, Ebubekir Sifil Hoca'nın karşısında Caner Taslaman bu kanunun bir ferdini pek çirkef bir şekilde bizlere gösterdi.

Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) onu bizzat görmemiş, dizi dizine değmemiş, sözü kulağına erişmemiş, gözü yüzüne dokunmamış müslümanlar için nedir? Risalet-i Ahmediye, görenler için de görmeyenler için de, öncelikle sünnet-i seniyyesidir. O sünnetle gelen ahlakıdır, hikmetidir, öğrettiğidir, hissettirdiğidir. Sünnet-i seniyyeye dair bilgi olmadan bakılan Şems-i Hidayet (a.s.m.) ışıksız bir güneş haline gelir. Yanar ama bizi aydınlatmaz. Güneşi güneş yapan aydınlığıdır.

Hadislerin inkârı, öncelikle sünnet-i seniyyeye dair bilginin, sonrasında da (müddei bunun aksini söylese de) Risalet-i Ahmediye'nin (a.s.m.) inkârıdır. Daha doğru bir ifadeyle: Risalet-i Ahmediye'nin çaktırmadan inkârıdır. Lütfen, Caner Taslaman'ın münazara boyunca dilinden çıkan şeylere bakın, dikkat edin. Bir de Ebubekir Sifil Hoca'nın hamiyet-i diniyesine nazar edin. Hangisi binayı tutuyordu? Hangisi yıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'buradan balta vurman yanlış' diye delille ispat olunduğunda bile zeytinyağ demagojilerle üste çıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'Bu binayı yıkarsan altında Kur'an da kalır' diye endişe ediyordu?

Bakınız, derde uyanık olmak lazım, devayı elde edebilmek için. Hakiki âlimler, mehdî misal mürşidler, hadis-i şerifin ifadesiyle Allah Resulü aleyhissalatüvesselamın varisleridir. Aynı sesin zamanlarındaki yankılarıdır. Bediüzzaman Hazretleri bundan yüzyıl önce ne için mücadele ediyorsa, Ebubekir Sifil Hoca aynı şey için mücadele ediyor. İkisi de ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadını maruz kaldığı saldırılara karşı koyuyor. Avamın itikadını bu saldırılardan korumaya çalışıyor. Bediüzzaman ağırlıklı olarak 'ikinci' fitneye dair cevaplar verdi. 'Birinci fitneye' dair de çok kıymetli şeyler söyledi. Eserlerinde hassaten fenden gelen dalaletin belini kırdı.

Bugün Ebubekir Sifil Hoca da ağırlıklı olarak 'birinci' fitneye karşı mücadele ediyor. O da onların belini kırıyor. Vurgudaki farklılık gözünüzü aldatmasın. Âlimlerimiz, elbette, zamanlarında ümmetin muhatap olduğu fitnenin renk tonuna göre cevap üretirler. Demek, fitne bir kere yenilmekle mağlup olan birşey değil, tekrar be tekrar değişik sûretlerle üzerimize gelen birşey. Biz nur talebeleri de uyanık olalım, parçası olduğumuz ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına sahip çıkalım, sahip çıkanlara da sahip çıkalım. Zaman cemaat zamanıdır. Bizim cemaatimizi oluşturan ise sünnettir. Sünnet-i seniyye ile gelen bilgidir. Efendimiz (a.s.m.) fırka-i naciyeyi böyle tarif etmiştir. Onun etrafında birleşelim. Onun etrafında birleşmek bizi 'biz' yapan itikatta buluşmaktır.

Wednesday, July 19, 2017

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (7): Neden tekrar tekrar vahiy geliyor?

Âl-i İmran sûresinin üçüncü ve dördüncü ayetlerinin kısa bir meali şöyle: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir."

Bu ayetlerin kendilerinden bir önceki ayet-i celilede zikredilen 'Hayy' ve 'Kayyum' isimleriyle yakın bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani bu ayetlerde birbirlerine bakar pencereler olduğunu görüyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vahyin tedriciliği de bir açıdan Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi. Ve bir açıdan delili. Veya Hayy ve Kayyum isimlerinin işaret ettiği/dayandığı şuunat-ı ilahî her ne ise 'vahyin tedriciliği' arkasında da aynı şuunat-ı ilahîyenin sırrı var.

Öyle ya! Bizler, bir saat ustasının yapıp, çalıştırıp, kendi haline bıraktığı saatler gibi değiliz. Değişiyoruz. Çarklarımız her an yepyeni hareketler yapmak zorunda kalıyor. Gelişiyoruz. Hayat dediğimiz şey zaten bu yüksek değişkenlik içindeki devamlılıkta tezahür ediyor. Değişken devamlılık hayat oluyor. Ahmed otuz yıldır Ahmed'dir ama her an başka bir Ahmed'dir. Bunu kendisi de bilir. Bir saat bilmiyor. Bir saat büyümüyor. Ama bir canlı büyüyor. Bir saat üremiyor. Ama bir canlı ürüyor. Bir saat hareket edemiyor. Ama bir canlı ediyor.

Böylesi detayların her biri saati her an yeniden saat ustasının elinde olmaya zorluyor. Saat her an yaratılmalı. Saat her an kollanmalı. Saat her an değişen şartlara uydurulmalı. Hem duvara, hem masaya, hem kola, hem daha sonsuz sayıda yere yakışmalı. Uyum sağlamalı. İşe yaramalı. Çalışmalı. Ustamız bizi kurup bırakmış olamaz. Bizimle ilgisi sürüyor. Aynı saatin girdiği farklı haller. Aynı saatin yaşadığı farklı değişimler. Bu anı anına uymayan tezahürler! Düşünüşler, hissedişler, yönelişler, keşfedişler, vazgeçişler... Mürşidimin tabiriyle zerrenin girdiği her yerde sanki bütün sistemi biliyormuş gibi kolaylıkla işlemesi. Bize, Ustamızın ilgisinin hiç kesilmediğini, her an bizi eylemekte ve bizde eylemekte olduğunu, onun elini çektiği bir anın yokluğa düşeceğini hatırlatıyor.

"Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi; harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."

Nasıl ki, canlılığımız, bir kerede canlı olarak yaratılmamıza ve sonra kendi halimize bırakılmamıza bakmıyor. Onu ayakta tutan hassas dengeler her anımızı ve her değişimi kuşatır bir şekilde korunuyor. Vücudumuzda bu dengenin korunması için her an büyük bir mücadele yaşanıyor. Büyük bir yardımlaşma görülüyor. Büyük bir hikmet işliyor. Büyük bir kudret çalışıyor... Aynen öyle de, insanın dünyaya gönderilişi, zamanı kuşatan varlığının devam ettirilişi ve küfrün ölümüyle ölmeyip vahyin nefesiyle hayatta tutuluşu da bir 'devamlı gözetişi' içeriyor. Sen, nasıl nefes alıyorsan, bu nefes seni nasıl canlı tutuyorsa, insanlık da vahyin nefesiyle canlı tutuluyor.

Vahyin bildirdiği hakikat de 'her zaman devam eden bu ilgiyle' ayakta tutuluyor. Seni, nefes nefes canlı ve yaratış yaratış var kılan Hayy ve Kayyum'dur ki, yine bu isimlerinin muktezası ve şanıyla, zamana yayılmış bir düzlemde, vahiy vahiy beşerin kalbini hayatta tutuyor, peygamber peygamber İslam'ın varlığını devam ettiriyor. Hem Kur'an'ı da ayet ayet, parça parça, kısım kısım indiriyor. Hem insanlığı da nesil nesil yaratıyor. Hem bir bebeği dokuz ayda dünyaya hazır hale getiriyor. Hem bir çocuğu onbeş yılda bülûğa erdiriyor. Hem... Hem... Hem...

Bu Hem hem'ler sayısınca Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellilerini âleme yağdırıyor. Elhamdülillah. Biz de görüyoruz. Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarıyla ilgimizin asla kesilmediğini, asla kesilmeyeceğini, asla başıboş bırakılmayacağımızı, asla kör noktaya düşmeyeceğimizi, asla unutulmayacağımızı, asla tam bağımsız olamayacağımızı, hep abdullah kalacağımızı bu değişimlerden ders alıyoruz. Sabit birşeyin yapılıp bırakılması kesilen bir ilginin delili olabilirdi belki. Ama sürekli değişen birşeyin kırılgan tekdüzeliği, her an yeniden yaratılmaya duyduğu ihtiyaç, her an ona yeni yeni güncellemeler yapılması, her an yeni yeni aksesuarlar eklenmesi, her an yeni yeni özellikler, bilgiler, yetenekler kazandırılması, her gün yeni şiirler yazması...

Bütün bunlar şefkatli Ustasının ona ilgisini kesmediğine delildir. Sonsuz bir rahmet kesilmeyen bir ilgiyi iktiza eder. Kelamıyla kalbine her an ilhamlar yağdırdığı gibi, Semi ismiyle de her an duyar, Basir ismiyle de her an görür, Rezzak ismiyle her an başka başka şekillerde doyurur.

Zaten Hayy ve Kayyum isimlerinin bu kesintisiz ilgiyle olan ilgisini anlamakta en güzel bir örnek de annelerin çocuklarının her anını kuşatmaya çalışan şefkatleri değil midir? En nihayet yine yüzümü ayete dönerek bitiririm: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." Evet, sonsuz delilerle sana ilgisinin asla kesilmediğini isbat eden o Allahtır ki, zaten haberdar olduğu hatalara karşı kayıtsız kalmayacaktır. Günahlarımızın hakettiğinden o Rahman'ın lütfuna sığınırız. Âmin.

Tuesday, July 4, 2017

Allah nasıl sevilmez?

Allah'ı seviyorum. Varlığından memnunum. Olmasından razıyım. Daha açık nasıl ifade edilebilir? Sevmek, en önce, varlığından mutlu olmak değil midir? İşte ben de Allahın varlığından öyle mutluyum. Öyle razıyım. Öyle memnunum. Hem zaten bir insan Allah'ı nasıl sevmez? (Yokluğuna inanmak da varlığından memnun olmamak değil midir?) Hiç anlamam bunu. Hep daha fazlasını isteyen insan, iş varlığın sonsuzlaşmasına geldiğinde, nasıl daha azına razı olur? Neden bu kuvvetli ihtimale gönül vermez? Öyle ya! Eğer varlığından haberdar etmeseydi bizi hep kendimizi konuşacaktık. Hep kendimizle takılacaktık. Hep kendimize kalacaktık. Hep kendimizde sıkışacaktık. Korkutucu birşey değil mi şu? Benim sadece benden ibaret olmam. Senin sadece sana dair olman. 'Ötekisizlik' değil bakınız. 'Ötesizlik' korkunç birşey değil mi? Yaşanan herşey yaşandığı andan ibaret kalır o zaman. Bu feci değil mi?

Salt bir nehrin yüzeyindeki süprüntülerle meşgul olan birisi gibi hissediyorum onu konuşmazken kendimi. Bunlar akıp gidecek. Bunlar yokolacak. Bunlar unutulacak. Benim sözüm hiçbirşeyi değiştirmeyecek. Aşkımın güzele faydası yok. Çünkü faniliğini iyileştirmez. Aşkımın bana da faydası yok. Çünkü; hissetiğim en iyi şeyler bile, bu nehrin akıp gidenleri üzerine söylendiğinden, eskiyecek. Onlarla meşgul oldukça ben de bir parça akıp gideceğim. Ardımda bıraktıklarımı eskimiş bulacağım. Çoğusundan pişman olacağım. Bazısından tiksineceğim. Zaten yanlış yerlerde oyalandığımı en çok buradan anlıyorum: Akıp gidenler canımı yakıyor. Nehrin süprüntüleriyle meşgul olmasaydım bu çizikler ellerimde kanamazdı.

Allah öyle mi ama! Değil. Allah hakkında konuşulanlar eskimiyor. Allah hakkında yazılanlar eskimiyor. Allah için yapılanlar yokolmuyor. Bunu daha bu dünyadayken görüyorum. Nasıl? Yazılarımdan anlıyorum mesela. Gündelik olaylar üzerine yazdığım o kadar çok şey var ki. Hepsi eskimiş. Hepsi yitmiş. Anlamını yitirmiş. Değersizleşmiş. Ben de değişmişim. Onları bayağı buluyorum artık. Zaten birçoğunu da zaman yanlışlamış. Tahminlerim tutmamış. Hayallerim olmamış. Hakikat tasavvurlarımdan uzağa düşmüş.

Görüyorum bunu. Ayaklarım geleceğe yürürken en çok kendi cesetlerime çarpıyor. Bu yaşayagiden doğru en çok kendi geçmişini yanlışlıyor. Sonsuzluk yoksa insanın en derin yarası kendisidir. En büyük yokluğu varlığıdır. Çünkü tüm yoksunluklarının anasıdır. Nasıl? Yitirmeyi varolmakla öğrenmiştir. Ardımda bıraktıklarım beyhudeleşiyor o zaman. Geleceğe taşınamadıkları belli. Kalmamışlar. Akıp gitmişler. Gündeme dair yazdıklarım gündemle beraber ölmüş. Gün dönerken onları da öldürmüş. Ancak Allah'a dair yazdıklarım öyle mi?

Sonsuzluk Sahibi hakkında yazdığımı, yahut da hakkında yazdığımın Sonsuzluk Sahibi olduğunu, onun hakkında yazdıklarımın eskimemesinden tanıyorum. Ona dair olanlar onun tecellisinden hisse alıyorlar. İşte Allah'ın sonsuzluğunun bencileyin bir delili: Ancak hakkında yazdıkların eskimemişler sonsuzdur. Eğer birşey hakkında yazdıkların, daha o yazıya noktayı koyar koymaz geçmişte kalıyorsa, fani olduklarından emin olabilirsin. Nehrin üzerindeki süprüntülerle meşgul olduğun çok belli. Akıp gitmişler. Ellerini çizmişler. Onların yazıldığı ortam gitmiş. O cümleleri doğru kılan şartlar kaçmış. Sen bile beğenmiyorsun onları. O halde neden kendini bunlarla öldüresin? Zaten ölüyorsun. Neden normalden daha fazla ölesin?

Allah insanı ölümlü yaratmıştır. Doğru. Hayat ölüme borçlanarak başlar. Doğru. Hayat yavaş yavaş ölmektir. Doğru. Fakat bu ölümü 'anların ölümü' kılmak veya kılmamak insanın elindedir. Bir kere ölmek mecburî. Ondan kaçamayız. (Fani olduğumuza mutlaka 'bizzat yaşarak' şahit olacağız.) O da lazım. Ama her an yeniden ölmek zorunda değiliz. Elimizden çıkanların ölümünü görmek zorunda değiliz. Bunu kendi başımıza kendimiz getiriyoruz.

Süprüntülere sevdalanmasak bu kadar ayrılık başımıza gelmeyecek. Yüzeyle o kadar meşgulüz ki dibindeki okyanusu kaçırıyoruz. Suyun hiç değişmeyen hakikatini kaçırıyoruz. Çağıltının zamanüstü sesini... Gaybı kaçırıyoruz. Akmazların bölgesini kaçırıyoruz. Bizi akmazların varlığından haberdar edense, işte, vahyin ve sünnetin kendisidir. Allah'ın, kulunu kendisinden haberdar etmesi, nehrin karşısında her gün bin Leyla kaybetmekten mahzun Mecnun'lara ne büyük tesellidir! Ya Bâkî! Sen bizi kendinden haberdar etmesen biz sonsuzu nereden bilirdik? Ona dair nasıl konuşurduk? Onun hakkında nasıl yazardık? Ona dair nasıl ümitlenirdik? Arkadaşım, böyle Mevla sevilmez mi, ki bin Leyla'nın azabından kurtarmıştır.

Tuesday, April 11, 2017

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (2)

Bunu da bir evvelki yazıya tetimme olarak anmadan geçemeyeceğim: 'Mustafa Kemal olmasaydı baban kim bilmezdin'cilerle 'Ya başkanlık sisteminde istemediğin birisi seçilirse'cileri aynı çizgide görüyorum. İki cümle de aynı şekilde bizi, irademizi, aklımızı, hamiyetimizi, muhakememizi, cesaretimizi ve en özünde insanlığımızı görmezden geliyor. Nasıl? Bize, ninelerimize veya dedelerimize, Mustafa Kemal olmasa namusunu bile koruyamayacak reziller olarak bakılmasıyla; bir kere seçtikten sonra, başkan kimse onun dediğini yapacak, hiç karşı çıkamayacak, hiç kendi aklıyla ve vicdanıyla tartamayacak, itiraz edemeyecek, ne denilse hemen boyun eğecek reziller diye bakılması aynı. Aynı derecede tahkir edici. Aynı derecede koyunlaştırıcı. Aynı derecede aptal yerine koyucu... İkisi de aynı şekilde bireysel varlığımızı/insanlığımızı görmezden geliyor, unutuyor veya hiçe sayıyor ve inkar ediyor. 

Bu dayatmaya insanlığımız ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetimiz adına karşı koymalıyız. Biz cenneti bir siyasal sistemin sonucu olarak kazanmıyoruz. Biz cenneti, inşaallah, ona layık bireyler olmakla kazanacağız. Hak ile bâtılı ayırmasını öğreten Kitabullah ve sünnet-i seniyye ile kazanacağız. Bütün bunlar da, siyasal sistemlerden veya kişilere atfettiğimiz önemlerden bağımsız olarak, insanlık sınavını geçmemize bakıyor. Ben şahsen ümmet-i Muhammed'i böyle olmaktan tenzih ederim. Bu ümmet seçtiği 'halife' dahi olsa, şeriatı ve vicdanı havsalasından çıkarıp, iradesinin direksiyonunu onlara bırakmamıştır. İmamlarına masumiyet atfeden ehl-i sünnet ve'l-cemaat değildir şiadır.

Bu konudaki rüştünü bindörtyüz yılı aşkın kemaliyle de ispatlamıştır. Zalime karşı duruşuyla da ispatlamıştır. Fazıla verdiği destekle de ispatlamıştır. Kim bunu diyorsa milletine, en başta da bizzat kendi dedelerine ve ninelerine, güvenmiyordur. O dedelerin ve ninelerin ahlakını şekillendiren dinine de güvenmiyordur. O kendi ceddine namuslarını koruyamama konusunda güvenmeyebilir, ama biz ceddimize güveniyoruz, elhamdülillah. Yunan işgaline kadar bu ümmet, başta moğolların istilası ve haçlı saldırıları olmak üzere, birçok taarruz gördü. Bütün bu krizleri atlatırken, bir parlamenter sistem veya bir Mustafa Kemal aramadığı gibi, hamiyetini birilerinin omuzlarına da bırakmadı.

Peki neden şimdi bütün bunlar yokmuş gibi davranılıyor? Biz başkanlık sistemini isterken omuzumuzdan yük atalım diye mi istiyoruz? 15 Temmuz'da ölümü pahasına "Bana ne?" dememiş bir millete bu tahkir ağır değil mi? Tanklar üzerine gelirken "Bana ne?" dememişlere bu itham ağır sayılmaz mı? Diyenleri hayâ etmez mi? Hayır! Biz, yükümüzü başkasına bırakmak için değil, gayretimizin önündeki duvarlar yıkılsın diye istiyoruz. "Tevhidde kolaylık var!" diye bildiğimiz için istiyoruz. Bizi başıbozukluğa iten dağınıklığımız kalksın; kalplerimiz, kuvvetimiz ve sistemimiz ittihada yatkın olsun diye istiyoruz.

Ve evet, biz doğruyu/yanlışı parlamenter sistem sayesinde öğrenmiş bireyler değiliz ki, onun elimizden gitmesiyle din gitmiş gibi ağlayalım. Başkanlık sisteminde yanlış uygulamalar yaşanırsa, daha ölmedik abiler-ablalar, bunu eleştirmeye ve değiştirmeye de kâdiriz. Herşeye gücü yeten Allah'a dayanırız. Bunu yaparız. Tek parti diktasına karşı yaptığımız gibi yaparız. Yine yaparız.

Eğer bir mü'min doğruyu-yanlışı ayırma yetisini parlamenter sistemin gitmesiyle kaybediyorsa, o çok dizlerine vursun, zaten imtihanını kaybetmiştir. Fakat biz Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya irtihalinde Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) konuştuğu yerdeyiz. Allah'ı ve bize indirdiğini baki biliriz. Onunla tahlil eder, amel eder ve karar veririz. Kişileri 'olmazsa olmaz' kılmadığımız gibi, sistemleri de 'olmazsa olmaz' kılmayız. Başkanlık sistemi sorunsuz mu olacak? Elbette hayır. Arızaları hiç mi çıkmayacak? Elbette hayır. Beşerî her sistem gibi onun da sorunlarına şahit olacak ve süreç içinde telafisine çalışacağız. Fakat, Allah aşkına, bir sistem değişiyor diye insandan koyuna dönüşüyormuşuz gibi davranmayın. Kendi insanlığınıza/vicdanınıza biraz saygı gösterin.

Friday, March 31, 2017

Latifleşme çabaları (3): Ayna nasıl özgür olur?

"Ben bir cümlelik nokta değilim."
Sagopa Kajmer, Neyim Var ki?

İslam'ın bize öğrettiği varlık algısı ile hürriyet tanımımız arasında yakın bir ilişki var. Biz, mana-i harfîyiz, yani arızîyiz. Aslolan biz olmadığımızdan tanımlarımızın tamamı gayba bakar. İfadelerimiz noktasını ebedde bulur. Ötemizde olan şeylerle kendimize anlam ararız. Bizle başlayan ve biten cümleler ruhumuza ağır gelir. Bizim sadece parçası olduğumuz ebede uzanan cümlelere talibiz. Dolayısıyla bize kim bakarsa 'dolayısıyla' baksın isteriz.

Kendimizi tarif ederken varlığımızın zayıflığına vurgu yaparız. 'Bismillah' der başlarız mesela. 'Elhamdülillah' der bitiririz. "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki!" buyururken Aleyhissalatuvesselamın bize öğrettiğidir bu. Asla atıflar yaparak aslolanın biz olmadığımızı ortaya koyarız. Bizzat varolmak istemiyoruz! Evet, istemiyoruz! Çünkü onda hayır/varlıksallık bulmadık. Bizzat varolmak varlığımızın zatımızla birlikte yokolması anlamına geliyor. Fakat birşeye dair olursak dair olduğumuz varoldukça varolacağız. Çünkü hep onunla olacağız. Zaman bizi nereye savurursa savursun. Bir kere girdik o sonsuz kareye. Ne mutlu! Şu baki cümleye yalnız başına anlamı olmayan bir 'ile' veya bir 've' veya bir 'ki' gibi sıkışsak yeter. Bizim birşey olmamıza gerek yok ki artık! Cümle birşey olsun yeter. Elifimizi cümlede erittik. Kendimizden aşkınız.

Arızî olanın hürriyeti asıl olanın hürriyeti gibi değildir. Madem ki; hürriyet varoluşa bakar, yani varolanın varolabileceği kadar ve şekilde varolabilmesidir özgürlük, o halde Kadîm ve Kayyum olanla mümkin ve arızî olanın hürriyeti bir olmaz. Her zaman ve hiçbirşeye muhtaç olmadan varolanla sonradan ve herşeye muhtaç olarak varolanın varlığı bir değildir. Dolayısıyla o varlığın sınırlarının arttırılmasında veya tayininde onun hali Rabbisinin hali gibi de değildir.

Allah şanı ve hikmeti neyi dilerse onu yaratır ve yapar. Fakat sen canın ne isterse onu yapamazsın. Senin varlığının devamı ve selameti seni varetmeye devam edenin yaratışına bağlıdır. O yaratışın şekli dileyişine bağlıdır. O dileyişin şekli rızasına bağlıdır. Onu kendinden razı etmezsen cennet aynasından alıp vücudunu cehennem aynasına yansıtabilir. Dünya perdesinden çekilen vücudunu cehennem perdesinde gösterebilir. Hem yalnız bu kadar da değil. Mürşidim diyor ki: "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar."

Her an için Allah'a muhtacız. Sadece acıktığımızda, sadece canımız yandığında, sadece hasta olduğumuzda, sadece parasız kaldığımızda, sadece birşeyi arzuladığımızda, sadece korktuğumuzda değil. Bir önceki andan tastamam bağımsız diğer anın varlığı için Allah'a muhtacız. Perdede yansıyan filmin projeksiyona muhtaçlığı gibi muhtaçlığımız var. Işığını bizden kesse mahvoluruz çünkü. Karelerden hiçbiri bir diğerinin yaratıcısı değil.

Önceki Ahmedlerden hiçbirinin sonrasındaki Ahmedleri yaratacak gücü yoktu. Yatay düzlemde ve eksik boyutta nasıl göründüğü önemli değil olayın. Ahmed'in Ahmed yaratacak gücü var mı, yok mu, o mühim. Hiçbir Ahmed'in hiçbirşeyi yaratacak gücü olmadı. Ahmed Ahmedleri seyretti sadece. Kendisine biçilmiş gömleklerin içlerinden geçti. Tıpkı bir çizgifilm karakteri gibi. Tek farkı, bu çizgifilmin çizeri, karakterinin iradesine de cüz'i bir 'isteme' alanı verdi.

Dolayısıyla varolan aslolanın rızasını aramak zorundadır. Üzerinde yansıyan güneş yüzünden değer gören bir ayna "Nerede istersem orada dururum!" diyemez. Durdurmazlar. O ancak güneşi gösterdiği yerde kıymetlidir. Göstermedikten sonra kıymeti kalmaz. Yanmayan ampulleri kim takılı tutar? Delik bardakla kim birşey içer? Bizim göstermeye de, yanmaya da, tutmaya da ihtiyacımız var. Bu bizi bizzat değil dolayısıyla özgür yapıyor.

"İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz!" derken mürşidim de buna işaret ediyor. Sen ne kadar hür olsan yine abdullahsın. Yine dolayısıylasın. Kayyum'unun seni yaratmasına muhtaçsın varolmak için. Dünyadaki ihtiyaçlarının çokluğu sana bunu hatırlatıyor. Yaraların hep bunun şahidi. Acıların, tanıştığın ihtiyaçların ve güç yetiremezliklerinin delili. Aczin ve fakrın tam burada 'makbul bir şefaatçi' oluyor. Aynalıkta hüner kazan ki güneş sende hep yansımak istesin. "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Aynanın sadakati güneşin rızası yönüne dönmekten başka nedir ki?

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...