Showing posts with label İstikamet. Show all posts
Showing posts with label İstikamet. Show all posts

Friday, July 10, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 3: Nurcular, modernistlerin truva atı mı?

Kur'an müslümanlığı 'sapkınlığı' (evet, artık şu meseleyi açık açık adlandırarak konuşalım, sünneti/hadisi reddeden ve dindeki fonksiyonunu inkâr eden sapkın bir zümre ile karşı karşıyayız) Nurculuğu ve Nurcuları kendisi için bir truva atı olarak kullanıyor mu? Tecrübelerim ve tefekkürlerim eşliğinde vereceğim cevap: Evet. Sadece Kur'an müslümanlığı da değil üstelik. Liberaller, Gülenistler, Modernistler, Milliyetçiler vs. hepsinin Risale-i Nur'da ve Nur talebelerinde gözü var. Hepsi için Risale-i Nur ve Nurculuk kalabalık kitlelere ulaşma aracı.

Bediüzzaman şahsî karizması ve Risale metinlerinin etkisi Türkiye'de toplum mühendisliği yapmak isteyen veya şöhrete çabuk yoldan ulaşmayı arzulayan her isim için 'kullanılır' birşey gibi görünüyor. Bu 'kullanışlılık' aslında biraz da Nur camiası içinde köşebaşlarını tutmuş isimlerin gafletinden ve hatta Risale-i Nur'un mirasından bihaber bir Nurculuk yapmalarından besleniyor. Esaslarının ne olduğu bilmeyen, Nurculuğun tek amacının sevgi pıtırcığı olmak, gülücük dağıtmak, herkesin gönlüne girmek, her çiçekten bal alıp her arıya da bal aldırmak olduğunu sanan bu insanlar, 'sevilelim de sevilelim' çılgınlığıyla teveccüh-ü nasa çizgilerini peşkeş çekiyorlar.

Kendilerine birşey olmuyor tabii. Olacaksa da ahirette. Asıl olan avam-ı müslimine oluyor. Bu insanların dillerine/ellerine ettikleri itimatla onlardan gelene de itimat eden avam-ı nas bilmiyor ki, el temizse de elden gelen zehir olabilir. Zehri ayrı sınamak, eli ayrı sınamak lazımdır. Fakat avamın özelliği budur: "Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhandan ziyade mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale." Seni iyi bir adam biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanıyorsa, kem sözüne de iyi diye itimat eder. Kötü biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanmıyorsa, doğru sözüne bile kötüsün diye itimat etmez. Bardağa bakar, suya bakmaz.

Bizim gafletimiz aslında daha 'tecdid'in ne olduğunu bilmemekle başlıyor. Bediüzzaman'ın müceddidliği hakkında yapılan tanımların iki ekseni var Nur talebeleri mabeyninde. Bunlardan bir kısmı (ehl-i sünnetin çizgisine daha hâkim/sâdık insanlar yapıyor bu tanımı) Bediüzzaman'ın sesini ulema-i İslam'ın sesinin bir devamı, bir yankısı gibi görüyorlar. Onun yaptığı tecdidin bir yeni birşey ihdas etme değil, eskiyi hatırlatma olduğunu söylüyorlar. Ki hakikaten de Bediüzzaman'ın tecdidi budur. Zaten tecdid özünde budur. Üzeri tozlanan İslam mirasını istikamet çizgisi üzerinde yeniden parlatmaktır.

İkinci bir kısım ise tecdidi neredeyse modernizm/ehl-i bid'a düşüncesine yakın anlıyor. "Yeni ne söylemiş?" demekle kastettiği aslında "Bediüzzaman ne ihdas etmiş?" Bu ikinci kısmı oluşturanın bir kısmı ahmak dost. Amacı aslında Bediüzzaman'a ve Risale-i Nur'a olan ilgiyi ve hayreti arttırmak. Bunları 'geçmişin devamı' sönüklüğünde (ona göre sönük bir pozisyon çünkü bu) bulamıyor. İlla Bediüzzaman süper/sıradışı/kendinden önce yapılmamış şeyler başarmalı/söylemeli. Fakat bu ilgi ve hayret talebinde hırslı olduğu için mübalağaya sapıyor. Mübalağa da onu ihtilale götürüyor.

"Mübalağa ihtilalcidir." Hakikatin muvazenesi bu ihtilalcilikle bozdukları için Bediüzzaman'ı da tecdidin asıl fonksiyonundan uzaklaştırıyor bu insanlar. Sanki o, Batı medeniyetinin her saldırısına karşı İslam'ı müdafaa etmek için değil de bu ikisini kaynaştırmaya/buluşturmaya gelmiş gibi anlıyor ve anlatıyorlar. Her başarılı(!) ideolojiyle barıştırmaya, herkese sevdirmeye gayret ediyorlar. Her çalışmalarında Bediüzzaman bir giysiye bürünüyor. Merhum İbrahim Canan gibi Calvinist (Bediüzzaman'dan Çözümler kitabında söyler bunu) yapan da var, Mustafa Akyol gibi Liberal ilan eden de. Ben hatta Aydınlar Konuşuyor'daki söyleşilerden birisinde Bediüzzaman'a 'Türk milliyetçisidir!' diyeni bile okumuştum. (Ne tuhaftır. Mücahid Bilici'ye baksanız da Bediüzzaman neredeyse Kürt milliyetçisi.) Nevzat Tarhan da Çağın Vicdanı'nda Bediüzzaman'ın evrime karşı çıkmadığını söylüyor yine...

Anladım ki; aslında bu insanlar Bediüzzaman'ı anlamak istemiyorlar, Bediüzzaman'ı kullanmak istiyorlar. Kullanılmak istenen evriltmek/çarpıtılmak istenendir. Amaçsa Nurcuların ve Risale-i Nur'un etki alanına ulaşmaktır. Tabii İbrahim Canan Hoca'yla diğerlerini bir yerde anmak şıkları karıştırdı. Ben İbrahim Canan Hoca'nın değil, fakat diğerlerinin o kadar da iyi niyetli olmadığı düşüncesindeyim. Bediüzzaman'ın metinlerini, kendisinin tüm beyanlarının ve vurgularının hilafına olarak, ehl-i medreseden, ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Nur medresesi ifadesini ışık evler, Medresetü'z-Zehra'yı Risale-i Nur Üniversitesi yapanların amacı hiç de iyi birşey değil. Kelimeyi değiştirmek değil orada sadece yapılan, zihniyeti ve çizgiyi de değiştirmek. [Gelenekçilikten(!) kurtarmak.] Seküler eğitimin kalesi olan üniversite ile geleneksel eğitimin kalesi olan medrese arasında dağlar kadar zihniyet farkı var. Fakat kelimelerle oynanarak çok büyük çizgi kaymaları yediriliyor. Sadeleştirmeye karşı büyük bir dirayetle (elhamdülillah) direnen Nurcuların yüreklerindeki haklı endişe buradan besleniyor. Üzerlerine oynandığı, yalnız bir seziş mesabesinde de olsa, farkediyorlar.

Kur'an müslümanlığı meselesine geri dönelim. Mustafa İslamoğlu, Emre Dorman, Caner Taslaman gibi isimler önceleri neden Nurcular arasında bu kadar iyi bilindi ve (biraz da onlar sayesinde) hızlı tanındı? Bunun kesinlikle o köşebaşlarını tutmuş olanlardan sorulması gereken bir hesabı var. Ve onların da kendilerine bir özeleştiri yapmaları lazım. İsterse kalp kırılsın, isim vereceğim: Senai Demirci ağabeyin veya Haluk İmamoğlu ağabeyin bu adamlara karşı beslediği hüsnüzan ve hatta hüsnüzandan öte 'kapılma' nasıl bir körleşmeye yaslanıyordu? O nasıl bir körleşmeydi ki; bir programda Mustafa İslamoğlu, Senai Demirci'nin gözünün içine baka baka Buharî'deki hadisi inkar ediyor, hadis ilmini/imamlarını tezyif ediyor ve Senai Demirci de hayran gözlerle kendisini takdir ettiğini gösteriyordu! Ve kesinlikle aklına 24. Söz'ün 3. Dal'ındaki 12 Asıl gelmiyordu. Hatta oradaki şu birkaç cümlecik bile gelmiyordu: "Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu On Asıl'ı tekzip ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme."

Haluk İmamoğlu ağabeyin rolü belki o kadar büyük değil. Fakat Emre Dorman gibi isimlerin eserlerinin Nurcular içindeki iştiharı adına sarfettiği çabalar herkesin malumudur. O kadar sohbet ettiği, o kadar oturup kalktığı, o kadar içli-dışlı olduğu böylesi isimlere, üstelik Nurculara kitaplarını nümayişle tavsiye ettiği böyle isimlere, hiç mi çizgileri ekseninde bakmadı? Hiç mi beraberken hadis konusu açılmadı? Onların kitaplarını yayınevinde bastırmak, kendilerine Moral FM'de program yaptırmak için uğraşırken hiç mi aklından; "Yahu bu insanlar ne kadar ehl-i sünnet çizgisinde acaba..." sorusu geçmedi? Ben, yıllar önce, bir umumî sohbet esnasında İslamoğlu'nun salavatlar hakkındaki iddialarını dillendirdiğimde ve cevap vermemiz gerektiğini söylediğimde, beni odasına çağırıp 'böyle şeyleri çok karıştırmamamı' tavsiye ederken gün gelip İslamoğlu'nun Bediüzzaman'a da saldıracağını tahmin etmiyor muydu? Niye etmiyordu? Bu refleksi yitirmek iyi birşey mi? Herkesin hoşuna gitmek, kimseyle sorun yaşamamak iyi birşey mi? Sevmek kadar sevilmemek de sünnet değil mi?

Bu konuda Senai Demirci ağabeyin sorumluluğu çok daha fazla. O Mustafa İslamoğlu'nu Nur talebeleri gözünde meşrulaştırmakla kalmadı, bir de yayılmasına ayrıca 'tanıtım sorumlusu' gibi yardım etti. Kitaplarını başucu eseri olarak gezdiği yere götürdü. Bugün bile ondan çok uzaklaştığını düşünmüyorum. Geçenlerde izlediğim Şehr-i Ramazan programında en az üç ayrı tesbitini Mustafa İslamoğlu'nun programlarında dinlediğimi anımsadım. Anladım ki: Yine İslamoğlu onda etkisini sürdürüyor. Ama şimdi temkinli, artık Nurcuları da ürkütmemeye çalışıyor. Hayretler içindeyim. Cidden şaşırıyorum yaşananlara. Yahu ne dolaplar dönüyor? Ne yapmaya çalışıyor bu insanlar? Nurculuğu ehl-i sünnet çizgisinden mi kaydıracaksınız? Risale-i Nur'u, Kur'an müslümanlığı savunucularına peşkeş mi çekeceksiniz? Amaç ne? Nedir bu arkadan arkadan sessizce gelişler! Nedir bu saman altından su yürütmeler! Bir açıktan/kıvırmadan söyleyin. Şu derdi bir görelim. "Bir dert görünürse, devâsı âsândır."

Saturday, July 26, 2014

Caner Taslaman nerede hata yapıyor?

"Siz de Allah'a ve Resulüne iman edin ki; o ümmî peygamber de Allah'a ve Onun sözlerine iman etmiştir. Ve ona uyun, ta ki, doğru yolu bulmuş olasınız." (A'raf sûresi, 158.)

Caner Taslaman'ın da çok sevdiği bir argümandır şu 'kişisel sünnet' meselesi. Bir usûl çerçevesinde sınırlandıramasa da (zaten modernistlerin en temel sorunu budur) o, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'insanî yanıyla' yaptıklarını 'peygamber yanıyla' yaptıklarından ayırabileceğini düşünür. Hatta 'ayrılması gerektiğini' söyler. ("Peygamber yanıyla yaptıkları bizi de bağlar. İnsanî yanıyla yaptıkları ise bağlamaz!" demeye getirir.) Ancak her modernistteki sorun onda da vardır: Bu ayrım için her şekilde uygulanabilir bir belirteci/kıstası yoktur. Usûl bağlamında söylediği herşey verdiğiniz bir örnekte gümler.

Derinleşince farkedersiniz. Zannına göre 'önemli/önemsiz' saydığı şeyleri vardır sadece. Tesbit ve tayinlerinin bütün ilmî(!) mihengi bundan ibarettir. Fakat bu 'keyfe göre' metod elbette birşeyi kaçırır: Ya senin önemsiz gördüklerinin ardında da büyük bir hikmet varsa? Ya insanî gördüğünde de peygamberî bir sır saklanıyorsa? Ya yalnızca sen ona kör olduysan? Öyle ya! Selef-i salihîn onun hayatının hiçbir kesitini 'önemsiz' veya 'insanî' saymamıştır. Siyer kaynakları saymamıştır. Hadis ilmi saymamıştır. Fıkıh saymamıştır. Kelam saymamıştır. Tasavvuf saymamıştır. Zaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından herhangi bir kesite önemli-önemsiz tayini yapabilmek, ancak onun üstü bir konumdan hayatına bakabilmekle mümkündür. O zaman sorulmalıdır: Modernist kendini nerede konumlandırmaktadır? Belki de Farabî gibi filozofu peygamberden üstün görmektedir.

Bence sünnet-i seniyye hakkında modernistlerin/ehl-i bid'anın en çok düştüğü hata bu: Onu sadece 'bizim gibi bir insan olduğu' tarafıyla görüyorlar. Aynaya camı için bakıyorlar. Tavus kuşunun meziyetlerini kabuğunda arıyorlar. Ondan yansıyanın/çıkanın muhteşemliğini kaçırıyorlar. 'Dolayısıyla gelen güzelliğini' yitiriyorlar. Çevrelerine de sünneti bu yanlış/eksik vurguyla okutmaya çalışıyorlar. Halbuki ehl-i sünnet mirasıyla bize gelen hak nazar bu değildir. Biz ona 'ondan ötesini görmek için' bakarız. Ötesinin varlığını bilerek bakarız. Onun yaptıklarını da, yine bu nedenle, sadece 'insanî yanıyla yaptıkları' olarak görmeyiz. Aynayı kirli bulmayız. Gözümüz hep arkasını, hep anlatmak için yaşatıldığı hakikati, hep şahs-ı manevîsini arar.

Ben, mürşidimin, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'gül' değil de 'bülbül' değişinde de böyle bir sır okuyorum. Evet, dikkatimi çekti, bunu külliyat içinde taradım. Tam dört yerde Efendimizin andelib/bülbül unvanına atıf var. Tabii sağlamasını da yaptım. Yani "Gül ile var mı?" diye de baktım. Bulamadım. "Eğer gözden kaçırmadıysam ve Bediüzzaman, zannım gibi, Efendimiz aleyhissalatuvesselama gül değil de bülbül unvanını yakıştırmayı seçiyorsa, bunda bir hikmet olsa gerek!" diye düşündüm. Şimdi bu arayışımın hikayesini dinleyeceksiniz.

Öncelikle Mesnevî-i Nuriye'ye gidelim. Orada, bakış açısının, 'bilginin aranışı, okunuşu ve işlenişiyle' ne denli alakadar olduğunun izah edildiği yere bir dokunalım: "Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat; mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır." Metnin devamında ise bu kavramların karşılıkları izah ediliyor. Fakat ben, oradaki izahı değil, 16. Lem'a'daki izahı sizlere nakledeceğim:

"Sen ayineye baksan, eğer ayineye şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Refet tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için ayineye baksan; sevimli Refet'i kasten görürsün. "Fetebarek Allahu ahsenu'l-halıkîn" dersin. Ayna şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette ayna şişesi mânâ-yı ismîdir; Refet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette ayna şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Yani mana-yı ismî ve mana-yı harfî kavramları, neye-niçin (neyi görmek için) baktığınızla yakından ilgili. Neyi arıyorsanız, o, kendisinden gayrısını mana-yı harfî kılar. Ondan sonra herşey tebeî/dolayısla'dır. Bu bakış açısı eğitimi yahut da 'ötesine/gaybına bakma eğitimi' aslında külliyatın tamamına sinmiştir. Sünuhat'ta rastladığınızda mesela şöyle konuşur sizinle:

"Meselâ, bir adam İbni Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."

Daha başka örnekler de var. Alıntılarla vaktinizi almayı terkederek sadede geleyim. Bana öyle geliyor ki: Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama bakışında da, tüm ehl-i sünnet ulemasında olduğu gibi, bu incelik var. Yani ona bile 'ders verdiği hakikati görmek kastıyla' bakıyor ve ancak böyle bakılması gerektiğini öğütlüyor:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."

Yani o mübarek bülbül, bizzat da güzel olup, güzel güzel şakımakla birlikte; aslında birşeye dikkat çekmek için şakıyor. Bir mananın harfi veya mana-i harfî olmak için şakıyor. Ümmet de ona insanî/şahsî yanından daha başka birşeyi, insanî/şahsî olandan daha büyük bir resmi, görmek için bakıyor. Bu bakış onun ifade ettiği şahs-ı manevînin ne denli kıymetli-önemli-büyük olduğunu da anlatıyor ve gösteriyor:

"Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir."

O ayna, öyle bir aynadır ki, bizzat ona bakmak zaten hakikate bakmak gibidir. Şakıdığı şeyi yansıtmaya adamıştır her anını. Bu nedenle reşha-katre-zühre bahsindeki reşhalık en çok ona yakışır. Fakat yine de aklınıza bu merakımı düşürmek istiyorum:

'Gül' mü mana-yı ismî'ye yakın duruyor? Yoksa 'bülbül' mü? Bir de şuna dair düşünmenizi isteyeceğim ardından: Allah Resulü aleyhissalatuvesselama 'bülbül' nazarıyla bakanlar mı daha çok hakikat devşiriyor sünnet-i seniyyeden, yoksa 'gül' mü? Neye, ne için baktığınız, ne bulduğunuzla çok ilintili.[1] Şahs-ı manevîyi biliş ve bakış şahsa bakışı da aşkınlaştırıyor. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da ötesinin varlığına iman eden ve kendi hayatında da bunun izdüşümlerini arayanlar için kıymetli. Hem yine mürşidim şahs-ı manevîyi aramayan bakışın tehlikelerine şöyle dikkat çekmez mi:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."





[1] Bitirirken, A&M Üniversitesinden Walter Bradley'in, Mystery of Life's Orgin isimli eserinden Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü? isimli kitabına yaptığı bir alıntıya dikkat çekelim. Bakış açısının bilgiyi ne denli etkilediğine dair: "Sanırım hayatın natüralist bir biçimde ortaya çıktığına inananlar, mantıken bir akıllı tasarımcı olduğunu çıkarsayanlara nazaran, çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar."

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...