Showing posts with label AK Parti. Show all posts
Showing posts with label AK Parti. Show all posts

Friday, September 16, 2016

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (4): Devletin atara değil, yardıma ihtiyacı var

Ebubekir Sifil Hoca'dan dinlemiştim: İslam'ın yerine koymaya çalıştığı 'din-i ilahî'ye karşı mücadele verdiği için, Ekber Şah döneminde büyük zulümlere maruz kalan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, oğlu Cihangir Şah zamanında da gadre uğrar ve iki yıl zindanda kalır. Ancak Cihangir Şah babası Ekber Şah gibi değildir. Hatasını anlar ve İmam'ı zindandan çıkarır. Bu noktada ilginç birşey yaşanır. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Cihangir Şah'ı terkederek, hemen talebelerinin arasına dönmez. Cihangir Şah'ın ulema meclisinde kalır. Ekber Şah'a duymadığı bu ilgiyi Cihangir'e duymasının hikmeti sorulduğunda 'yanında kalmanın önemli olduğunu' söyler.

Ebubekir Hoca, bu sadedde, anladığımca nakledeceğim şu yorumu yapar: İmam-ı Rabbanî Hazretleri, istikametli âlimlerin hükümdarları terketmesinin aynı zamanda meydanı 'ulema-i su'ya bırakmak olduğunun farkındadır. Bu nedenle, elinde küsmek veya kızmak için birçok neden bulunmasına rağmen, Cihangir Şah'ın yanından ayrılmaz. Onu istikametsiz âlimlerin tesirlerinden korumaya çalışır. Babası Ekber Şah'ın Ekfer Şah'a savruluş sürecinin Cihangir'de yaşanmasını engelleme çabasıdır bu aslında.

Bediüzzaman'ın hayatına aşina olanlar için İmam-ı Rabbanî'nin izleri yabancı değildir. Eserlerinde 'mürşidim' dediği, 'müceddid-i elf-i sani' diye andığı İmam'ın verdiği mücadeleye benzer bir mücadele vermiştir o da. Gerçi onun karşısında 'din-i ilahî' ismini verdiği bir sapkınlığı yaygınlaştırmaya çalışan Ekber Şah yoktur. Fakat muadili sayılabilecek zalim muktedirler mevcuttur. Sürgünden sürgüne, zindandan zindana, işkenceden işkenceye sürüklenen Bediüzzaman da, tıpkı İmam gibi, ehl-i sünnet itikadının korunması için emek verir.

Ancak bu mücadelenin yekününden görünen benzerlik dışında, Ekber Şah-Cihangir Şah dönemselliği açısından da, bazı ortak noktalar taşır onların hayatı. İmam-ı Rabbanî, Ekber Şah'ın sapkınlığına karşı mücadele vermiş, zulmüne maruz kalmıştır. Bediüzzaman da CHP zihniyetine karşı mücadele vermiş ve zulmüne maruz kalmıştır. Peki, onun Cihangir Şah dönemi? Bediüzzaman'ın böyle bir dönemi var mıdır?

Yine tarihçe-i hayatını okuyanlar bilirler ki; DP iktidarının özellikle ilk seneleri, Bediüzzaman için 'görece' bir ferahlıktır. DP'nin dine ve hürriyete hürmetkâr yapısı, Bediüzzaman'ı da, dönemindeki tüm dindarları olduğu gibi, olumlu etkiler. Ancak DP iktidarının tamamının böyle geçtiğini veya Bediüzzaman'ın o dönemde tastamam ferahlık bulduğunu düşünenler hata eder.

Ticani ve Malatya hadiseleri gibi olayların ve bürokraside/basında yerleşik halde bulunan CHP zihniyetinin çabalarıyla dindarlar ve DP arasındaki pozitif ilişki dönem dönem akamete uğrar. Hatta öyle ki; Bediüzzaman bu dönemde, CHP iktidarında dahi mecbur kalmadığı şekilde 'sarık takmasının zorunlu olduğu yönünde' bir doktor raporu alır. Gittiği yerlerde kalmasına izin verilmez. Hatta bazen gitmesine dahi izin verilmez. Aleyhinde açılan davalardan kurtulamaz.

Peki, Bediüzzaman'ın yaşadıklarına karşı tavrı ne olur? DP'ye de CHP gibi mi davranmaya başlar? Menderes onun gözünde ikinci bir İnönü mü olur? Tarih İçinde Bediüzzaman'da, Doç. Dr. Âdem Ölmez, Bediüzzaman'ın bu noktada DP'ye karşı takındığı tutumun, dönemin bazı dindar aydınlarından farklı olduğunu söyler. O dönemde çıkardıkları gazetelerde/dergilerde, Menderes'in 'dindarlara karşı sertleşen' veya 'karşıtlarına karşı yeterince sert bulmadıkları' tutumunu eleştirenlerin olduğunu belirten Ölmez; Bediüzzaman'ın herşeye rağmen Menderes'e desteğini çekmediğini ve negatif bir kanaat oluşmasına izin vermediğini anlatır.

Hatta, bu açıdan olumsuz bir atmosferde gerçekleşen 1957 seçimlerinde, "Benim oyum mühimdir!" diyerek bizzat sandığa gitmiş, açık bir şekilde DP'ye oyunu vermiştir. Bu oy hakikaten de DP'nin dindarların gözünde yıpranan/yıpratılan imajını tamirde çok önemlidir. Arkasındaki desteğin çekilmediğinin göstergesidir.

Peki, Bediüzzaman neden böyle yapmıştır? Neden, yaşadığı baskılara/zulümlere rağmen, DP'ye ve Menderes'e karşı tavrı CHP'ye sergilediği tavır gibi olmamıştır? Ben bu noktada mürşidimin duruşunu belirleyen öğelerden birisinin iktidarın 'dine hürmetkâr' oluşunda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman, her ne kadar yanlışları olsa da, Menderes hükümetinin 'iyi niyetli' olduğunu düşünüyordu. Evet, daire-i muamelatta yüzdeyüz adaletle davranamıyorlardı. Ancak daire-i itikadları adalete dönüktü. Daha da önemlisi: Etkiye açıklardı. Çünkü hürmetkârlardı. Önemsiyorlardı.

CHP'de ise böyle bir 'etkilenme' mümkün değildi. Üzerine kurulu olduğu ideoloji dine, halka veya hürriyete hürmetkâr olmadığından halkın ona tesir etmesi de mümkün görünmüyordu. Bu nedenle "Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz..." derken de, Menderes'i ve DP'yi sitayişle anarken de Bediüzzaman'ın yaptığı, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin Cihangir Şah'a yaptığından farklı birşey değildi. Yaşadıklarına rağmen iktidara küsmeyişi/kızmayışı/terketmeyişi, başka ellerden de etkilenmeye müsait ve yardıma muhtaç olan yeni muktedirlerin, dindar halkla/ulemayla etkileşiminin devam ettirilmesiydi.

Şimdi, bu iki örnek önümde, FETÖ soruşturmalarındaki yanlışlar nedeniyle hükümete atarlanan kardeşlerime sesleniyorum: Potansiyeli olan hükümetler kızarak, küserek, atar yaparak, sırt çevrilerek iyileştirilmezler. Bu noktada iki mürşidimiz bize iki güzel rehber olmalı.

İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında Cihangir Şah'a yazdığı mektuplara bakınız. Bediüzzaman'ın Lahikalar'da Menderes'e gönderdiği mektupları inceleyiniz. Hangisinin üslûbunda sizdeki öfke, ayar, atar var? Siz böyle yaptıkça hasmınıza da "Hükümet arkasındaki desteği kaybediyor!" neşesi/ümidi veriyorsunuz. Haksızlığa işaret etmek güzel. Nasihat etmek güzel. Peki ya onun üslûbu? Neden Bediüzzaman'ın yaptığı gibi "Sizinleyiz!" kokusu hissedilen nasihatlerde bulunmak yerine sert çıkıyorsunuz? Neden kendi Menderes'inize küsüp onu cuntanın, neden kendi Cihangir'inize küsüp onu ulema-i su'nun önüne itiyorsunuz?

Hz. Ömer'e (r.a.) "Seni kılıcımızla düzeltiriz!" diyen sahabinin misaline bu vurgu niye? Sahabenin birbirini kılıçla düzeltmeye çalıştığı Hz. Ali (r.a.) dönemi yeterince ders barındırmıyor mu? Hem ehl-i sünnet mirası, mürşidimde de ifadesini bulduğumuz gibi, 'Dahilde kılıç çekilmez'i bir düstur olarak bize belletmiyor mu? Hem 'Dahilde kılıç çekilmez' yalnız kılıç olarak mı anlaşılmalı? Dil de kimi zaman kılıç gibi can yakmaz mı? Edipler de edepli olmalı değil mi? Neden kavl-i leyyin ile nasihat etmiyorsunuz da 'at izi it izine karışmış' ortamın beter karışmasına müsaade ediyorsunuz? Devletin 15 Temmuz'dan sonra atara ihtiyacı yok ki, yardıma ihtiyacı var.

Wednesday, March 23, 2016

Kürtleri sadece Türkler mi asimile ediyor?

Çok yaşadığım birşey. Artık sayısını tutmuyorum. Ama düşündürdüklerini önemsiyorum. HDP'li tanıdıkların, dindar olsun/olmasın, İttihad-ı İslam'ı savunan Kürtler hakkındaki düşünceleri pek katı. Defalarca nümunelerini yaşadım. Aslında bu konuda dindar Kürtlerin bir arada kalmışlığı da var. Türkiye'nin ulus-devlet kodlarından kurtulması gerektiğini söyledikleri için ulusalcı Türklerin de pek sevdiği tipler değiller.

Buna ilave olarak ulusalcı Kürtler de ayrılıkçı olmadıkları için onlardan hoşlanmıyor. Benzeri bir durum dindar Türkler için de geçerli elbette. Onlar da ulusalcı Türklerin ve Kürtlerin baskısı altındalar. Ancak dindar Kürtlerin onlardan fazla/farklı olarak maruz kaldığı bir suçlama daha var: Asimilasyon.

Evet, hasbelkader bu çizgide birisiyle tartışmaya girseniz, tartışmanın bir yerinde yüzünüze çarpılacak tokat budur: Siz asimile olmuşsunuz. Türk olmuşsunuz. Kürtlüğünüzü unutmuşsunuz. Büsbütün haksız da değiller elbette. Kürt kimliğinin parçası sayılabilecek bazı şeyler sizde bulunmuyor veya kısmen bulunuyor. Mesela: Dil. Hoş, her ulusalcı Kürdün de diline anadili gibi sahip olduğu söylenemez. Hatta bazıları hiç bilmiyorlar.

Ancak tam da bu eşikte ben bir soruyu hep gündeme getiriyorum: Bir Kürdün asimilasyonu sadece dilini unutmasından mı anlaşılır? Kürt kimliğinin başka öğeleri yok mudur asimilasyona maruz kalan veya kalabilecek? Hele de müslümanların ‘m’siz medeniyet tarafından topyekün asimilasyona uğradığı ahirzamanda? Bu soruları önemsiyorum. Zira bence bu gibi bazı kimlik öğelerine nazarımız (ve de kimliğimiz) hasredilerek bize bir çeşit "Cambaza bak cambaza!" oyunu oynanıyor. Operasyon çekiliyor. Dilini unutmamış bir Kürdün de başka kimlik öğelerini unutmuş olabileceği ihtimali unutturuluyor.

Peki bununla kastettiğim nedir? Şimdi farklı düşünen kardeşlerimin canı yanacak ama söyleyeyim: Fatiha'yı bile okuyamayan Sünni Kürdü ilk kez HDP çizgisinin yükselişiyle tanımış oldum. Bu noktada diyebilirim ki: Kürtler sadece sistemin ellerinde değil HDP çizgisinin ellerinde de bir asimilasyon yaşıyorlar. Tıpkı CHP elinde Türklerin yaşadıkları gibi. Fakat bu asimilasyon daha sinsi. Unutturduğu Kürt kimliğinin dünyevî yönleri/göstergeleri değil. Uhrevî yönleriyle kavgası var.

1 ve 2. Lem'a'larda mürşidimin Yunus ve Hz. Eyyub aleyhisselam kıssalarından hareketle yaptığı bir analiz vardır. Hz. Yunus'la ilgili olandan bir alıntıyla açmaya çalışayım:

"İşte Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor, onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz hûtumuzdur, hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."

Bediüzzaman'ın Risaleler içine yayılmış bu ve benzeri analizlerinin bize öğrettiği nedir? Allahu’l-a’lem. Bence bize yaralarımızı/dertlerimizi değerlendirmede doğru paradigmayı sunuyor Bediüzzaman. Yani "Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler..." derken kastettiği ile aynı şeyi zikrediyor burada.

Tabii biz bunu söylediğimizde ‘çıkması istenen sesi’ çıkarmamış oluyoruz. Yine de bu sesi çıkarmaktan vazgeçmemeliyiz. Evet, tamam, Türkiye üzerine kurulduğu ulus-devlet yapısıyla Kürtleri perişan etti. Fakat Türkleri de perişan etti. Kürtlerin de kodlarına saldırdı ama Türklerin de kodlarına saldırdı. Kürtler dillerini unuttular da Türkler yüz sene önce yazılmış kitaplarını okuyabiliyor/anlayabiliyorlar mı? Süleymaniye Kütüphanesi gibi en büyük yazma eserler arşivine kaç Türkün girebilesi var? Ve şimdi hem Türkler hem de Kürtler bu rejimin kodlarını 'kardeşlik/dindarlık' düzlemine getirebilme potansiyeline sahipler. Heyhat! Nerede o uyanıklık?

Hepimiz az-çok farkındayız: Devlet eskisi gibi 'değişmesi teklif dahi edilemez' durmuyor. Bu değişime dahil olup olumlu katkı yapmak varken yaralarımızı deşerek yenilerine uğramanın ne mantığı var? Dine gelen musibeti bertaraf edebilmenin imkanını yakalamışken işin o tarafını büsbütün görmezden gelerek, salt seküler kodlara konsantre olmak, kurdun gövdeye girdiği bir fitneyi çağrıştırmıyor mu? Müfid Yüksel Hoca’nın yıllardır dikkat çektiği tehlike ‘İslamsız Kürdistan’ bu pencereden bakınca çok da uzak bir risk gibi görünmüyor.

Kardeşler ayrı devlet kurmak İslam'ın şartlarından değildir. Hayatta kalmanın da şartlarından değildir. Mutlu olmanın da şartlarından değildir. Yaşanılanları inkâr etmenizi beklemek yanlış. Tamam. Fakat bu durum, çocuklarınızı, bir ulusalcı öfke uğruna sosyalizmin kollarına attığınız gerçeğini değiştirmiyor. Diyelim ki ben asimile oldum. Fakat beni yutan asimilasyon balığı en fazla dünyamı yakabilir. Siz öfkenizden bir başkasına neredeyse ahiretinizi yutturacaksınız. Öyle ya, 'İttihad-ı İslam' veya 'uhuvvet' deyince tüyleri diken diken olan ben miyim, yoksa siz misiniz? Allah kalbimize istikamet versin. Böyle şeyleri duyunca hasmının adını duymuş gibi ürperenin kalbi ne şekle girer?

Friday, July 3, 2015

Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?

Bakınız, mesele sadece 'Erdoğan'a küçük bir ders verme' olsaydı, hakkında yazmama bile değmezdi. Fakat öyle değil. Bence bu seçim sonuçlarında, eğer arkasına düşüp tedavisine çalışmazsak, daha büyük bir kırılmanın izdüşümü görünüyor. Belki seçmenin tamamında bu derinlikte ve kesinlikte değil; fakat niyeti de, fiili de o derinliğe/kesinliğe doğru çekmek isteyenler var. Bu topraklarda birlikte yaşama ümidimizin son kalesi olan 'dindarların kardeşliği' üzerine oynanıyor bu sefer. Milliyetçi/seküler Türkler, milliyetçi/seküler Kürtler zaten çoktan beri birbirlerinden vazgeçmiş durumdalar. Bir taraf Erzurum'dan sonrasını bombalamak; öteki taraf da en kısa sürede, bedeli ne kadar gözyaşı ve kan olursa olsun, bağımsızlığı kazanmak derdinde.

Bu topraklarda kardeşane bir hayat yaşama umudunu onlar değil, dindar Türkler ve Kürtler besliyor. Neden/nasıl? Çünkü onlar, herşeye rağmen, müminlerin kardeşliğini hatırlatan ayetleri/hadisleri kalplerinde diri tutmaya çalışıyorlar. Kur'an ve sünnet ekseninde yeniden bir ümmet olma hayalini kuruyorlar. Hepsi aynı 'ideal' ölçüde mi diri tutuyor/kuruyor? Elbette bunu söylemek imkansız. Bilmek de, bilinç de seviye seviye... Fakat yine de yeşermesi mümkün olan tek tohum onların kalplerinde.

Bediüzzaman'ın; "Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın..." derken yaptığı uyarının altında yatan da bu bence. Eğer bu son bağı da 'ahmakane, körü körüne topuzların altında' koparırsak üzerine barışı inşa edeceğimiz birşey bulamayacağız. İnsanlara birbirlerini sevmeleri/katlanmaları için bir neden veremeyeceğiz. Şu an yapılmaya çalışılan ise, tastamam bu.

Bir önceki yazımda da altını çizmeye çalıştım: Ben kavmimi İslam'ın kahraman bir kavmi olarak görüyorum. Kürdistan coğrafyasının, İslam'ın bereketli/feyizli bir tarlası olduğu kanaatindeyim. Fakat kardeşlerim, at izinin it izine karıştığı bir ortam var. Öfkemizin gürültüsü içinde duyamadığımız taşınma/demagoji sesleri var. Birşeye duyulan muhabbetin alakasız diğer birşeye, birşeye duyulan husumetin de alakasız başka birşeye kaydırıldığı cerbezeli bir zamandayız.

Örneğin: Kemalist/seküler T.C.'ye duyulan haklı öfke, kabını kaşığını topluyor, apar topar İslamcı/dindar T.C.'ye taşınıyor. Eski defterler kapanmış sanki, ancak öfkesi alacaklı tarafta baki. O defterlerdeki borçlar alakası olmayanlara kaydırılıyor. Erdoğan'ın hatası yok mu? Mutlaka var. Evet, sizin izzetinizi tam takdir edemiyor. Gönlünüzü eder sözü, istediğiniz makamda söyleyemiyor. Fakat nasıl olur da İslamcılara duyduğunuz öfke kemalistlere duyduğunuz öfkeyi geçer? Nasıl olur da Şeyh Said'in (k.s.) torunları LGBT eylemi destekçisi olur? O oraya, bu şuraya nasıl taşınır?

Bu İslamcılık düşmanlığını ben Kürt kardeşlerimin ağzından, hele dindarlarının ağzından, yeni yeni duyuyorum. Bunu önce Gülenciler başlattı. Daha AK Parti'yle köprüleri yıkmadan önce Zaman'da bir İslamcılık tartışması başlatmışlardı. İslamcılık-Nurculuk eksenli başkaları da birşeyler yazdılar. İkisinin mukayesesi vs. Sonra gördük ki; bu İslamcılık eleştirisinin altında Erdoğan'ı ve AK Parti'yi İslamcılık başlığına sıkıştırmak, İslamcılığı da terörizmin/özellikle IŞİD'in kucağına bırakmak gayesi varmış. Olaylar patlayınca bu gizli niyeti anladık.

Hilenin boşa çıktığını, İslamcılık-Nurculuk arası bir kavganın koparılamadığını da gördük. İslamcılık-IŞİD arası bir bağın kurulamadığını da anladık. Fakat ben şimdi bakıyorum, sanki Gülencilerden o kavgayı benim biraderlerim miras almışlar. Erdoğan'ı konuşmaya başladıktan beş dakika sonra mevzu 'İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle'ye geliyor. Sonra bir bakıyorsunuz IŞİD'i konuşuyorsunuz. İçlerinde yüzlerce İslam kahramanının da olduğu ve ideolojik olarak da tam bir kalıp içine asla sıkıştırılamamış İslamcılık; lanetli, Allah'ın belası ve İslam coğrafyasındaki tüm sorunların kaynağı haline geliyor.

İçinde Azadî gibi İslamcı hareketlerin bulunduğu ve Şeyh Said (k.s.) gibi İslam adına kıyama kalkışmış kahramanların da varolduğu coğrafyada bu ne 'müslüman mahallesinde salyangoz satmak'tır? Ne oluyor şimdi, İslam'ın bahadırı Kürtler; İslam'dan, sünnilikten, Şafiilikten, kendi aslından/tarihinden mi utanıyor? IŞİD çamurunun elinden İslam'ın pak ehl-i sünnet mirasını çekip almıyor/ayıramıyor da IŞİD'le beraber onu da mı kışkışlıyor? Merhum Mehmet Akif'in dediği gibi, seküler ve mutlu olacağımız bir gelecek için 'geçmişe kalkıp sövmeye' mi başladık biz de? İslamcılar aşağı, İslamcılar yukarı... İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle... Bu dediklerinizin hepsi olabilir İslamcılar. Eleştirmeye de hakkınız yok değil. Fakat ne ara üzerinizdeki gamın/kasavetin sorumlusu kafirleri tükettiniz de, sıra sizin gibi hamiyet-i diniye sahiplerine geldi?

"Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur."

Şimdi bir eşikteyiz. AK Parti'nin arkasından çekilerek onu (dindar Türkleri) bir eşiğe doğru itiyor ve kendiniz de (dindar Kürtler) bir eşiğe doğru itiliyorsunuz. Bu ülkenin dindarları, üzerlerindeki tüm kemalist etkiye, milliyetçi tortuya rağmen Kur'an'da varolmasıyla iman ettikleri kardeşlik adına birleşip ülkeyi mi değiştirecekler? Yoksa şu İslamcı, şu Nurcu, bu şucu, ötekisi Kürt, berikisi Türk... muhabbetiyle ömür tüketip bir arpa boyu mesafe almamayı mı seçecekler?

Daha bir yıl önce ülkeyi dönüştürmekten söz eden bizler, şimdi hükümet kuramayan bir meclisle karşı karşıyayız. Seçimin ilk günü "AK Parti ile MHP kursun. Onlar faşistlikle birbirine yakışırlar..." yazan arkadaşlarımı, bugün, "Eğer MHP'yle koalisyon kurarlarsa, bu barış sürecinin son olur!" yazarken görüyorum. Ve bir anlam da veremiyorum. Kürt siyaseti, kendisine uzanan eli 'şefkatli' olduğu için kırdıktan; sonra da nisbet yapar gibi milliyetçi/seküler ellere 'İçinize almasanız da olur; siz kurun, biz dışarıdan destek bile oluruz' dedikten sonra, ne olmasını bekliyordu? Uzattığı eli kırılan, size gelen yolları da suratına suratına "Onunla koalisyon yapmam!" diye kapattığınız adamlar nereye gideceklerdi? Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?

Tuesday, May 19, 2015

Ümit Şimşek abinin meşveret eleştirisine bir eleştiri: Yine mi Demirelcilik?

Bu konularda çok gevezelik ettiğimin farkındayım, üstüme vazife falan da değil üstelik, ama bazı şeylerin bugün (evet, tam da bugün) söylenmiş olması gerekiyor. Zira yine bir kaymanın eşiğindeyiz. Geçmişte DP ve Demirel üzerinden yapılan bir zahirici okuma, bugün de aynı şekilde AK Parti'ye yönelik yapılmaya başlanıyor. Bu konuyu önümüze 'kapılmalardan münezzeh bir şekilde' koyup, geçmişteki acı mirastan da ders alıp, (Nurcular olarak) müzakere etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle; bu yazıyı yazma fikri bana nereden geldi, onu anlatayım:

Ümit Şimşek abi bir yazı paylaştı. Başlığı şöyle: Bir Garip 'Meşveret' Kararı. Meşveret cemaatinin, yaklaşan seçimler öncesinde müntesiblerine 'nereye oy vermeleri gerektiğini öğreten' bir tavsiye kararını eleştiriyor bu yazı. Ümit abinin yazısının içeğine geçmeden önce yüzümü Meşveret cemaatine dönüp, oradaki kardeşlerime şunu açıkça sormalı/söylemeliyim:

Böyle şeyler yapmaktan artık sıkılmadık mı? İnsanların iradesine 'tavsiye' nevinden de olsun bir ipotek koymaya çalışmak; meşvereti, manevî bir bağlayıcılığı olduğunu müntesiblerimize dayattığımız bir irade prangasına dönüştürmek... Hakikaten bunu yapmaktan sıkılmadık mı? Yani şöyle birşey olamaz mı: Bir seçimden önce de cemaatlerin üst kadroları (meşveret heyetleri) istişare etmemiş ve istişarelerinin sonuçlarını o istişareye katılmamış müntesiblerine dayatmamış olsun? Seçim dediğimiz şey hani 'insanların hür iradesini sandığına yansıtabildiği' birşey ya. Belki bu noktada müminlerin ferasetine kendi kurulumuzun meşveret kararlarından daha fazla güvenmeniz gerekiyordur. Ne dersiniz?

Keşke Ümit abi de Meşveret cemaatini ve aldığı kararı bu yönüyle eleştiriyor olsaydı. Fakat hayır, Ümit abi, iradelere konulan bir ipotekten veya manevî istibdattan rahatsız değil. Onun rahatsız olduğu şey, Meşveret cemaatinin aldığı kararın yeterince bağlayıcı olmaması. En açık ifadesiyle eleştirisinin kaynağı bu. Meşveret'in aldığı kararda geçen (bunu Ümit abinin yazısından iktibas ediyorum); "Bugünkü şartlarda; siyasi parti tercihinde, memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak, iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış, müspet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olunması..." ifadesinin Nurcuların iradesini ve oylarını AK Parti'ye kaydırmakta yeterince güçlü durmayışından rahatsız Ümit abi. Ve itirazını şöyle dillendiriyor: "Seçimlerde şahıslara göre tercih yapma prensibini Risale-i Nur’un neresinden çıkardınız?" Ve ekliyor: "Üstadın seçimler konusundaki tavrı gayet açık ve net iken, bugünkü tablo da ortada iken, siz niçin açıkça bir tercih ortaya koyamıyorsunuz? Yoksa dilinizin altında başka birşey mi var?"

Benim, tam da yazının burasında sormak istediğim şey şu Ümit abiye: Evet, olamaz mı? Yani bir Nurcu, Risale-i Nur'dan iman-ı tahkiki dersini aldıktan sonra tek partiye mi oy vermek zorundadır? Diyelim ki: Bugünkü tablo gibi olmasın. AK Parti'yle birlikte kazanması muhtemel bir 'demokrat' parti daha bulunsun. O zaman Nurcuların oyları ikiye bölündüğünde birbirimizi 'Nurculuğa ve Üstadın yoluna ihanet etmekle' mi suçlayacağız? Nitekim Özal döneminde Demirelciler ve Özalcılar arasında böyle birşeyin yaşandığını duymuşluğumuz var. Demirel'e destekleyen Nurcular ve Özal'ı destekleyen Nurcular... Kimisi ilkesel bazda DP'nin manasının ANAP'ta yaşadığını söylüyormuş. Diğerleri daha zahirici bir okumayla DP'yi bırakıp ANAP'a oy verilmesinin Üstadın yolundan bir ayrılış olduğunu ifade ediyormuş. Sanki Üstadın yolu hâzâ siyaset...

Biraz daha ötesine gidelim: "Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir..." diyen Üstadın hayal ettiği şey, talebelerinin/sevenlerinin reylerinin cemaatlerin daha üst yapılarınca tabir yerindeyse 'esir alındığı' bir düzlem midir? Yoksa bunlar sonradan başımıza çıkan icadlar mıdır? Lahika okuması yapanlar bilirler: Orada Nur Fabrikası veya Gül Fabrikası gibi isimlendirmeler dahi bu meşrep farklılıklarının gözetildiği isimlendirmelerdir. Hulusi abi gibi isimler Nur Fabrikası parçası olarak tarif edilirken; Hüsrev abi gibi isimler de Gül Fabrikası çalışanları olarak tesmiye edilirler. Bu yönüyle de Bediüzzaman'ın tektipçi veya tek oycu bir cemaat tasavvurunda olmadığını anlıyoruz.

Geriye dönelim: Benim Ümit abiye yapacağım eleştirilerden ilki; kendisi Yeniasya'nın Demirelcilik saikiyle düştüğü çukurları bilen birisi olduğu halde, böylesi bir tavrı nasıl sergiliyor olduğudur. Çünkü örnek olarak paylaştığı metinlerde yaptığı okuma tarzının bir tık ötesi bildiğiniz gibi falancacılıktır. Yeniasya tıpkı Ümit abinin yaptığı gibi metinleri okumuştur ve yıllarca müntesiblerinin oylarını Demirel/ism-i DP adına (başında Cindoruk varken bile) esir almıştır. O halde Ümit abi gibi sütten ağzı yanmış bir ismin yoğurdu biraz daha üfleyerek yemesini beklemek hakkımız değil mi?

Üstelik, yapılması yanlış olsa bile (ki ben daha en baştan böyle bir kararın, tavsiye niteliğinde bile olsun, dayatılmasını yanlış buluyorum) ilkelere daha yakın duruşuyla Meşveret cemaatinin kararının Ümit abinin eleştirdiği yönden bir zaafı olduğu düşünülebilir mi? Veya şöyle diyelim: Bu şartlara sahip olmayan bir AK Parti'ye oy vermeye Ümit abinin vicdanı elverir mi? "(...) memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak, iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış, müspet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olunması..." doğrusu bu şartlara sahip değilse, ben de AK Parti'ye oy vermem. Bu şartlara sahip olduğunu düşündüğüm için 2002'den beri oyumu AK Parti'ye veriyorum.

Ama ya AK Parti bu özelliğini bir gün kaybederse? 'Olmaz' demeyin, Bediüzzaman, Beyanat ve Tenvirler'de "Sen Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?" şeklindeki soruya şöyle cevap verir: "Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lakin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar." Burada Bediüzzaman'ın İttihat ve Terakki ile ilişkisini bir angajman şeklinde değil, ilkesel bir duruş şeklinde savunduğunu söyleyebiliriz. Ve bir sürpriz daha: Bediüzzaman burada desteğini kişiler üzerinden açıklamıyor mu? Niyazi Bey, Enver Bey, buna ne der Ümit abi?

Şimdi dönelim tekrar Meşveret'in meşveretine: Aldıkları karar metnine baktığımızda metnin ilkelere daha yakın olduğunu, parti ismi vermektense aranması gereken özellikleri yâdettiğini görüyoruz. Bazılarının siyasi nefsini teskin etmese de, bundan "Bediüzzaman'ın yolunu takip etmediler... Bediüzzaman olsa parti ismi verirdi!" gibi bir yorum çıkar mı? CHP ve DP'den başka partinin olmadığı bir düzlemde, siyahın ve beyazın o kadar net olduğu bir sahada, üstelik geçmişteki muhalif parti oluşumlarında çeşitli ayak oyunları görmüş, tokatlarını yemiş ve korkmuş olan bir millete cesaret vermek için Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu netlikte bir tavır; bugün bizim tevillerimizle bir partiye uysa da, meseleyi bu şekilde tevil etmeyenleri dışarıya şutlamak doğru bir tavır mı? Asıl sahip olmamız gereken şey olay okuması değil ilke okuması. Ümit abiye de yaptığı eleştirinin ilkeden ziyade olaya, manadan ziyade cisme/isme vurgulu olmasından dolayı bu eleştiriyi yapıyorum. Bize kanunları okumayı öğretin abi, öğretin ki; bir gün (Allah korusun) AK Parti'nin bir tek adı AK Parti kalırsa, içi hâzâ CHP olursa, yine de oyumuzu ona veriyor olmayalım.

Thursday, May 14, 2015

Kürt Alınganlığı 2: Selahaddin Demirtaş'a domuz eti yedirmek

Bu konu hakkında yazmalı mıydım? Belki hayır, hassaten bu blogda yeri yok gibiydi bu yazının. Fakat Risale-i Nur'dan bir metne teması olduğundan, belki onun hatırına, görmezden gelinir. Şöyle bir yerden başlayayım: Bir süredir AK Parti'ye yakın medya kuruluşlarından Selahaddin Demirtaş'a yönelik bir karalama kampanyası var. Gerçi 'karalamalar' hep oluyor, bu açıdan söylediğim yeni birşey değil. Siyasetin lanetli doğasında var bu. Fakat şimdiki karalamaların ekseni biraz daha farklı gibi. Demirtaş'ın Diyanet İşleri'ni kaldırma vaadini dillendirmesinden beri, AK Parti cenahında onu 'din dışına itme' gayreti var.

Hoş, HDP çizgisi din içine dahil edilmeyi de çok sevmez, biliyoruz. Fakat bunun bu şekilde, hele hükümet/devlet eliyle, hele ki seçmeninin çoğu Türkler olan bir parti eliyle yapılmasının/dayatılmasının bazı mahsurları var. Demirtaş'ın şahsına yönelik ifratkâr, haksız, katılmamız ve onaylamamız mümkün olmayan tezvirat hakkında konuşmak istemiyorum. O apayrı bir konu. Muhafazakâr medya, maalesef, böylesi açılardan seküler medyayı aratmıyor. Akşam gazetesinin 'domuz eti' vurgulu haberinin ardından Hacamat'ın da kapağına bunu konu etmesi, şahsî kanaatimi paylaşıyorum, hâzâ rezillik oldu. Hâlâ da kimileri bu rezilliğin ardını bırakmıyorlar, kan davası gibi sürdürüyorlar. Şahken şahbaz oluyorlar.

Öncelikle; Diyanet İşleri'nin kaldırılması meselesinin AK Parti iktidarına kadar, hatta daha özelde Mehmet Görmez Hoca'ya kadar dindarların da gündeminde olduğu malum. Diyanet'in bir Kemalist ideoloji ürünü olması ve genelde bu ideolojinin dine müdahale etme aygıtı olarak kullanılması dindarların da rahatsızlığıydı. Şimdilerde hükmetme yetkisinin bize yakın bir partiye geçmesiyle bu endişeler rafa kaldırılmış olsa da mazide bunu söylediğimizi/savunduğumuzu unutacak kadar unutkan veya inkarcı olmamalıyız. Bu, kenara düşülmesi gereken ilk not.

İkinci not, birisinin sırf Diyanet İşleri'ni veya 80 darbesi ürünü olan zorunlu din derslerini kaldırmak istemesiyle dinden çıkarılıp çıkarılamayacağı meselesi ekseninde şekilleniyor. Dinin şimdiye kadar varlığını sürdürürken ne zorunlu din derslerine (hele ki okullarda okutulan içeriğiyle) ne de Diyanet İşleri'ne ihtiyaç duymaması, böylesi bir ayak bağlama operasyonunun geçerli olmadığını gösteriyor bize. Böylesi kurumların veya zorunlulukların kaldırılması, dinin bir esasının reddi gibi tekfire kapı aralanabilecek birşey değil. Buradan o noktaya gidilmez. Ha, bunu dedim de HDP'yi dine hürmetkâr buldum değil. HDP'nin üzerine kurulduğu ideoloji gereğince dinle sorunlu olduğunu, çizgisinde takılan gençleri en az Kemalizm kadar seküler hale getirdiğini biliyorum. Fakat yine de öteki tarafın haksızlığı bizim yapacağımız haksızlığa karine oluşturmamalı.

Gelelim daha özel bir alana. Türkiye, Kürt sorunuyla tanıştığından beri Kürtleri bir açıdan tutmaya, bir açıdan itmeye çalışıyor. Ne sarılacak kadar yaklaşıyor ne de savuracak kadar uzaklaştırıyor. Din kardeşliği söylemi asla unutulmasa da diller asla kardeş olamıyor. Toplumun geneli için konuşmuyorum, devletin resmi ideolojisi üzerine konuşuyorum. Sabık dönemde yaşanan Kürt isyanlarıyla ilgili haberlere baktığınızda bu itişin sadece kardeşlik düzeyinden değil, neredeyse insanlık düzeyinden olduğunu görürsünüz. Doç. Dr. Ahmet Yıldız'ın Ne Mutlu Türküm Diyebilene kitabında gördüğümü anımsadığım bazı gazete küpürlerinde Kürtlerin 'çiğ et yiyen vahşiler' olarak tarif edildiklerini okumuştum. Bu tarifleri yapanlar, o dönemde devlet kademesinde üst düzeyde görev alan kişiler... Elbette nass-ı Kur'an'la biliyoruz, "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." Biz de o zamanın yükünü bu zamana taşımıyoruz. Fakat mazideki hataların da bize bazı hassasiyetler öğretmesi lazım.

Daha sonraki devrede, yani PKK'nın ortaya çıkışı ve devamı sürecinde, bu dil belki 'insanlık dışı' bir alan tarifi yapmıyordu Kürtler için; fakat 'din dışı' bir alan tarifi hep vardı. PKK'nın Leninist, Stalinist, Zerdüşt, Hristiyan (Ermeni denmekle aslında bu yapılıyordu) Kürtlerden oluştuğu söylemi hep işlendi. Hatta zaman zaman bu söylem Kuzey Irak Kürtlerine kadar uzatıldı. Barzanîler gibi içinde birçok tasavvuf erbabı da bulunan bir aşirete, yüzlerce yıllık tarihini görmezden gelir gibi, Yahudi yakıştırması yapıldı. (Barzanî ailesinin tarihini Müfit Yüksel Hoca'nın bir seminerinde kısmen dinlemiştim.) Hatta Kurtlar Vadisi gibi dizilerde bile söylendi bu. Şimdi, gelinen noktada geçmiş husumetler unutulsa da, bir yerlerde uyuduğu kesin. KDP'nin Türkiye ile sıcak ilişkiler kurması fitneyi uykuya yatırdı.

Mesut Yeğen, Son Kürt İsyanı isimli kitabında, bu söylemin amacının korkutucu olduğunu, altında Kürtleri daha kolay öldürebilmeyi/zulmedebilmeyi meşrulaştırmak amacının yatıyor olabileceğini ifade ediyor. 'Müslümanın müslümanı öldürmesi' pozisyonunun insanların elini kan dökmekten alıkoyması, "Öldürdüğünüz aslında müslüman değil, zerdüşt kafirler!" cümlesiyle pekala aşılabilir duruyor. Biz de tıpkı IŞİD gibi kafir Kürtleri üzerine saldırıyor olabiliriz. Bu endişeyi dillendiren sadece Mesut Yeğen de değil üstelik. Etyen Mahçupyan da Yüzyıllık Parantez kitabında PKK'ya yönelik böylesi iddiaların çok da gerçeği yansıtmadığının altını çiziyor. PKK kamplarında mescit bulunduğunu, her ne kadar parti ideolojisi dine mesafeli olsa da dinin yapı içinde büsbütün dışlanmadığını vurguluyor.

Bütün bunları neden anlattım? Bundan birkaç yıl önce Risalehaber'de, Ahmet Akgündüz'ün Bediüzzaman'ın seyyidlik şeceresi diye tanıttığı bir evrak üzerinden (sanıyorum daha sonra o senedin sıhhati epey sorgulandı) süren tartışmalara dair bir yazı yazmıştım: "Kürt Alınganlığı: Bediüzzaman'ın Seyyidliği Üzerine..." O yazıda şunu anlatmaya çalışmıştım: Yıllar yılı Kemalist rejimin Kürtler üzerinde oluşturduğu bir hassasiyet var. Dinden dışarı atılmak istendiklerini, İslam'dan koparılmaya çalışıldıklarını düşünüyorlar. Bunu inkılaplar çerçevesinde de düşünebilirsiniz, PKK üzerinden geliştirilen söylem üzerinden de. Hatta bu konuya dair o dönemde Müfit Yüksel Hoca da tonu yüksek yazılar yazdı. Kürt âlimlerinin Kürtlükten kurtarılarak(!) Kürtlerin İslamiyet'ten uzaklaştırılmaya çalışıldığını söyledi birkaç yazıda. TV'lerde de bunu anlattığını anımsıyorum. Bunun hayra hizmet etmediğini, Kürtlerin tepkilerini arttırdığını önemle vurguladı. İzleyenler varsa, anımsamışlardır. 2012 yılı Aralık ayıydı sanıyorum bu yazıların yayınlandığı tarih. Böyle kavgaları başlatanlar Kürtlerin psikolojisini ya anlamıyorlar yahut da anlamak istemiyorlar. Mektubat'ta Bediüzzaman şöyle birşey anlatır:

"Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi."

Şimdi Selahaddin Demirtaş ve onun dini üzerinden başlatılan tartışmalar, bence tam da yukarıda anlatıldığı gibi, amacının tersi bir işlev görüyor. Kürtlere geçmişte yaşadıkları bu tür tartışmaların tamamını anımsatıyor ve dışarıdan topluca kimliklerine yapıldığını düşündükleri bu taarruza karşı savunma refleksi geliştiriyorlar. Konuştuğum bazı dindar Kürt gençlerde bunu hissediyorum. Kendileri HDP'yi eleştirseler de, dışarıdan birisinin ifratkâr bir söylemine karşı gardlarını alıyorlar. Oy vermeseler de savunuyorlar. Dışarıdan birisi derken anlaşıldığı üzere Türkleri kastediyorum. Çok tuhaf, inanılmaz, hiç duyulmamış birşey söylemediğim kanaatindeyim. Selahaddin Demirtaş'a bu damardan yapılan 'eski Türkiye' saldırıları, Kürtlerin de 'eski Türkiye' yaralarını hatırlamalarına neden oluyor.

Bu konuda, böylesi konularda daha doğrusu, Kürtlerin kendi içerisinde tartışabilmelerine müsaade edilmesi gerek. İşin bir ucu, maalesef, kavmiyetçilik/milliyetçilik ve asabiyete dayanıyor. Ebu Cehil kadar zekası çalışmalı en azından insanın. Metin Karabaşoğlu abi Siyer Okumaları'ndan birisinde anlatmıştı. Ebu Talib'in ölümünün ardından Haşimoğulları'nın reisi olan Ebu Leheb, Efendimiz aleyhissalatuvesselamı himayesine alınca; Ebu Cehil çaresini şöyle bulmuş: "Yeğenine sorsana ceddiniz kabirde ne haldeymiş?" Peygamber Efendimiz şirk üzere olanların cehennemde olacağını haber verince Ebu Leheb kızmış ve himayesini kaldırmış. Fakat dikkat edin: Mahzumoğullarından Ebu Cehil, Haşimoğullarından Ebu Leheb'e doğrudan "Himayeni kaldır!" dememiş. Aralarındaki farklılıkları tartışmalarına ortam oluşturmuş.

Dindar Kürtler ve HDP çizgisindeki Kürtler arasında oluşturulmaya çalışılan ayrışma (ki bu fay hattı bazı noktalarda karışık bir durum sergiliyor) ancak Kürtlere kendi aralarında konuşabilme fırsatı verirseniz ortaya çıkar. Dışarıdan yapılan saldırılar, Kürtleri, hele o bölgede içiçe yaşayan Kürtleri, savunma refleksine itiyor. Kazandırmıyor, kaybettiriyor. Benim okumam böyle. Belki faydası olur diye paylaşmak istedim. Allah kardeşliğimizi bozmasın. İttihad-ı İslam'ı nefesimiz ve bahtımız kılsın. Amin.

Monday, October 13, 2014

Güçler ayrılığı, vesayet, tevhid ve şirk üzerine: Devlet nasıl hayatlanır?

- Ha meclis seçmiş, ha millet seçmiş ne fark eder?
- Aynı şey değil. Bir arabanın içindeyiz. Direksiyon sende. Gaz bende. Fren Polat'ta. Bu araba ne tarafa gidecek? Buna kim karar verecek?
- Ne tarafa gidecek?
- Ne tarafa gidecek! Patinaj yapıp duracak!

Kurtlar Vadisi dizisinden, Deli Hikmet ve savcı.



Güçler ayrılığı ilkesi kimileri tarafından ta Aristo'ya kadar götürülüyor. Fakat bildiğimiz şeklini miras aldığımız isimler daha çok Locke ve Montesquieu. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı üç ayaklı düzen Montesquieu'ya ait diye biliyorum ben. Bir açıdan Hristiyan teolojisinin de (teslis) bir etkisi olabilir bunda. (Kainat üç elle yönetiliyorsa, devlet de böyle yönetilir.)

Güçler ayrılığı kötü birşey mi peki? Bence değil. Gücün millet tarafından birilerine tevdi edildiği bir düzende, tevdi edilenlerin birbirini sınayabilecek bir şekilde üçe çıkarılması, sürecin sağlıklı işlemesi açısından kıymetli. Hatta bir açıdan muhalefet partilerinin bile güçler ayrılığı ilkesinin bir yerinde olduğunu düşünüyorum ben. Yönetimde olmasalar da, halkın teveccühünün bir kısmına mazhar olmakla, onlar da aslında devletin bir rüknü ve gücü. Hükümetin işlerinde iskamet üzere olması açısından muhalefetin eleştirisi de kıymetli. Tabii insaflı olursa, vücudun hayatını devam ettirmeye yönelik/yapıcı yapılırsa, çirkefçe saldırılmazsa. Ki biz Türkiye'de daha çok türüne rastlıyoruz.

Fakat bu noktada birşeyin yanlış anlaşıldığı kanaatindeyim. En azından halkımızın bir kısmı tarafından: Güçler ayrılığı ilkesi gereğince paylaşılan bu gücün (yahut daha doğru bir ifadeyle; millet tarafından paylaştırılması gereken bu üç gücün) birbiriyle çatışık ve çelişik olmasını bekliyoruz genelde. Örneğin: Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın hem seçimi öncesinde hem sonrasında yapılan eleştiriler şu zeminde: "Cumhurbaşkanı tarafsız olmalı. Eğer Erdoğan seçilirse, tarafsız olamaz, hükümetin tarafını tutar. Her yaptıklarına onay verir." Hatta geçmiş cumhurbaşkanı Gül'e de, hükümetle uyumlu çalıştığı için, 'noter memuru' diyordu aynı isimler.

Bu noktada anladığım kadarıyla bu insanların cumhurbaşkanlığı makamından bekledikleri şey aslında hükümetin denetlenmesi, sınırlanması. Daha kesif muhalefet yürütenlerin beklentisi ise şu: Cumhurbaşkanının, hükümetin her işinin altına dinamit koyması, uğraştırması, çalışamaz hale getirmesi. Bu eğer idealse, Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması ile meşhur Sezer'in cumhurbaşkanlığı dönemini iftiharla anmamız lazım. Çünkü en kral cumhurbaşkanlığını o yapmış oldu böylece. Ancak görüyoruz ki; aynı dönem, Türkiye'de siyasetin ve hükümetin çıkmazda olduğu ve vatandaşın en çok sıkıntı çektiği dönem. Sırf o anayasa kitapçığı fırlatılması meselesi yüzünden nasıl bir kriz yaşandığını hatırlayalım. İdealin(!) pek de devlet ve halk selameti açısından sağlıklı durmadığını görüyoruz. Halbuki ideal olan, en sağlıklı olandır.

Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde devlete bir 'şahs-ı manevi' diyor. Manevi de olsa, bir vücudu var. Vücut, hayatla ayakta durur. Her nerede olursa olsun, hayat düzendedir. Hayatı karmaşa ile tarif edenlere muhalefet ediyorum bu noktada. Hayat intizamın şiddetlisidir. Kainat ve insan karşılaştırması yaptığı Mektubat isimli eserinde; "Şundaki san'atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitap çiçekleri suretinde açmıştır..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çekmek istediği de bu gibi geliyor bana. Düzenin şiddetinden sureti değişiyor.

Kur'an, kainat ve insan, üçü de Allah'ın sanatı; fakat çelişik ve çakışık değil, uyumlu parçalar. Sanat ve hayat, bu düzenin, yani bir adım ötesinde uyumun, en girift halidir. Karmaşadan bahsedeceksek bunu tesadüfün omuzlarına değil, akılüstülüğün veya mucizenin (anlamakta veya yapmakta insanı aciz bırakışın) üzerine bina etmeliyiz. Karmaşık, çünkü çözemiyoruz. Ama aslında düzenin şiddetlisi. Şiddet-i zuhurundan çözemiyoruz. Biraz biyoloji, kimya, fizik, tıp bilenler; hayatın nasıl ince dengelerin eseri olduğunu bilirler.

Ali Şeriati, İslam Bilim isimli eserinde, özünde hem tevhidin hem de şirkin sadece inanç değil, aynı zamanda bir varlık algılama biçimi olduğunu söyler. Yani kainata tevhid nazarıyla bakan bir mümin yalnız uyum arar. Çünkü inancı ona der ki: "Bu âlemi yaratan birdir. Bir olduğuna göre parçaların tamamı aynı ustanın elinden çıkmıştır. Aynı ustanın elinden çıkan parçalar birbiriyle uyumsuz olamaz." Ama şirk karmaşaya bir imkan tanır ve der ki: "Eğer kainatta farklı farklı ilahlar ve onların farklı farklı mahlukları varsa, o zaman bu kainatta çakışma ve çelişme olması kaçınılmazdır. İlla birşeyler birbiriyle çatışır. İlla birşeyler birbiriyle uyumsuzluk gösterir."

O nedenle biz müslümanlar müminane bakışın asıl huzur kaynağı olduğunu savunuyoruz. Çünkü kainatta uyumu arıyoruz, karmaşayı değil. "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ki ona pekçok hayır verilmiştir..." ayetini biraz da böyle anlıyorum ben. Hikmet zaten bu yerliyerindeliğin hem kabulu hem uygulanması değil midir? "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır" cümlesini hem Ali Şeriati'nin yukarıdaki tesbitiyle hem de bu ayetle birlikte düşünmenizi isterim.

Toparlamaya çalışayım. Bediüzzaman, Risalelerinde, tevhidin sadece (dogmatik) inanılacak birşey değil, kainatın anlaşılması ve anlatılması noktasında da kolaylık vesilesi olduğunu söyler. Tabiat Risalesi'nden tutun Ayetü'l-Kübra'ya, oradan 33. Pencere'ye kadar Risale-i Nur'un en çok öğretmeye çalıştığı (ve başardığı) şeylerden birisi kainatın tevhidle açıklanmasının, şirkle açıklanmasından daha kolay olmasıdır. "Din kolaylıktır" hadis-i şerifine de bir yönüyle dokunan bu tesbitin tekerrürü o kadar çok ve çeşitlidir ki külliyatta, bir tanesini alıp geçeyim:

"Bütün ervâh ve kulûbun dalâletten neş'et eden ızdırâbât ve keşmekeş ve ızdırâbâttan neş'et eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudâtı birtek Sânia vermekle necât buluyorlar. Birtek Allah'ın zikriyle mutmaîn olurlar. Çünkü, hadsiz mevcudât birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde katî ispat edildiği gibi, o zaman, her birtek şeyi hadsiz esbâba isnad etmek lâzım gelir ki; o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudât kadar müşkül olur.

Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbâba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyâde müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur ve yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur; öyle de, çok muhtelif esbâbın birtek şeyin icâdında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pekçok eşyanın icâdı, birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur."

Bold yaptığım (koyulaştırdığım) kısma dikkat edilirse Bediüzzaman'ın bu tevhid kolaylığını "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayetiyle de bağladığı ve belki o ayetin tefekküründen bu noktaya geldiği anlaşılır. Fakat yalnızca bu değil, örneğin; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti!" diyen Enbiya 22 de başka bir açıdan (alternatifin imkansızlığı açısından) aynı hakikatin altına mührünü basar. Fakat burada, Bediüzzaman, bir ayete daha atıf yapıyor verdiği misalle. Zümer sûresi, 29: "Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler." Yalnızca köleyi nefer yapıyor.

Yani nihayetinde tevhid, bunun yönetim biçimi olarak düşünülürse Rububiyet, kainattaki düzeni ve uyumu anlatmakta daha mantıklı (hatta tek mantıklı) yoldur. Allah, nihayetsiz esmasının tecellisi olarak yarattığı kainatı; bu esmayı bir nevi, tabir-i caizse­, çok kusurlu bir benzetme olarak veriyorum bunu, farkındayım; kuvvetler ayrılığı gibi, hatta kuvvetin değil de insandaki algının sınırlılığından kaynaklanan bir ayrılık gibi düşünürsek, insanın nazarında ayrıymış gibi görünen bu kuvvetleri, en nihayet tevhid içinde toplar. İman; birbirinden farklı görünen eşyanın parçalarını, bu farklılığın aslında aynı birin tecellileri olduğunu anlamak ve kabul etmekle olur. Eğer, sınırlılığımızın da payı olan bu farklılıkları farklı ilahlara verirsek, esmayı paylaştırmış oluruz ki, bu da şirktir. Şirk, kainattaki 'farklılıklar içre mükemmel düzeni' açıklayamaz.

Geriye dönelim, en başa hem de. Cumhurbaşkanlığı veya HSYK seçimlerinin öncesinde/sonrasında konuşulan yargının hükümetin güdümüne girmesi ve bunun yanlış olduğu eleştirileri, eğer burada kastedilen şey; yargının da milletin iradesine doğrudan bağlanması ise, haksız eleştirilerdir. Zira işlerin selameti açısından birbirini denetleyebilir, sınırlayabilir kuvvetler ayrılığı işgörür dursa da, son minvalde, cumhuriyet sisteminde, tüm yetkinin sahibi ve paylaştırıcısı millet olduğundan, yine o kuvvetler millet elinde tevhid edilmelidir. Fakat altını çizmek istiyorum: İktidarın elinde değil, milletin elinde. Hükümet/iktidar seçim sistemi dolayısıyla, milletin iradesini en çabuk, en sık yansıttığı ayna olduğundan yetkiyi elinde toplamayı hakeder.

Bundan daha ideali ise, ayrık bu üç gücün de millet tarafından seçilmesidir. Yani ideal devlet, bence, kuvvetler ayrılığına sahip olmakla birlikte, bu ayrılığı son minvalde milletin eline bırakan devlettir. "Yok, millet yalnız hükümeti seçer, ordu başka bir güçtür, yargı başka bir güçtür, cumhurbaşkanlığı başka bir güçtür; hükümet haricindekiler millete sormadan bu devlet gücünü paylaşırlar!" gibi düşünülüyorsa, bu bizi ayet-i kerimenin dikkat çektiği kaosa götürür. Yerde veya gökte ilahların sayısı iki olmayacağı gibi, hiçbir devlet düzeninde otoritenin sayısı iki olmaz, çünkü düzen fesada uğrar. Tıpkı cumhuriyet macerası boyunca sayısız yönetim krizi yaşayan Türkiye'de olduğu gibi.

Ki İslam'ın ideale en yakın devlet düzeni diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin dönemi de, içerdiği halifelik sistemi ile, seçim ve biat usulünü, son minvalde bütün yetkinin halifede toplandığı bir şekilde uygular.[1]

Bu açıdan vesayet ve şirk arasında teolojik olmasa da yönetimbilim anlamında bir benzerlik bulunmaktadır. Şirk nasıl, Allah'ın mülküne varolmayan kurgu ilahlar dahil edip, Onun elinden (haşa) mülkünü gasbetmeye çalışmaktır; vesayet de aynı şekilde, kurgu veya dayatma otoritelerle milletin elinden yönetim ve seçim hakkını çalmaktır.

Mazimiz, hassaten ordu vesayetinin izleriyle dolu. Ancak aslında tüm bu darbelerde son imzayı atan yargıdır. Türkiye, vesayet içinde vesayet bulunan bir sarmaldadır ve bunun son versiyonu da Gülen Örgütüdür. HSYK, MGK veya YÖK gibi kurumlarla milletin iradesine hep fren konulmuştur. Hep yetkisi gaspedilmiştir. Şimdi buna yavaş yavaş "Dur!" demeye başladık. Yetkiyi tevhid etmek en doğrusu millet elinde. Ama bu şu da olmamalı: Millet adına vesayetleri sonlandıran iktidar, iktidar vesayeti de yaratmamalı. Kuvvetler âdil olmalı. Ancak ayrık olmak uyumsuzluğa sebebiyet vermemeli. Yeni anayasa bunu sağlamalı. Şunu da belirtmeliyim: En az korktuğum iktidar vesayeti. Çünkü seçimle yine millete mecbur olduğundan, değiştirmesi en kolayı o. Yeter ki, bütün dizginler 'dokunulmaz' kurumların değil, milletin elinde olsun.






[1] Anısına yazılan bir eserde, M. Kaya Canpolat tarafından, İdris Küçükömer'in de, Asya toplumlarında 'iktidarın bölünmezliği' ilkesine bağlı kalındığını, Batı'da ise 'kuvvetler ayrılığı' savunulduğu için sivil toplumun daha kolay geliştiğini savunduğu aktarılıyor. (Anılar ve Düşünceler, Profil Yayınları, s. 98)

Saturday, September 6, 2014

Mutlak vekilliğe serzenişler 1: Müminler seçse daha iyi olmaz mı?

"Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik." Bakara sûresi, 118.

Şükrü Nişancı, Sivil İtaatsizlik isimli eserinde 'Doktrinde Direnme Hakkı/Konusu' başlığını ele alırken Hulefa-i Raşidin dönemine (r.a.) dair ilginç bilgi aktarır:

"Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan yönetim sisteminde, Müslümanların genel oyları ile seçilmiş halife, aynen İslam'dan önce kendi akranları arasında seçilen bir kabile başkanı gibi 'eşitler arasında birinci' (primus inter pares) bir şahsiyettir. (...) Bunu izleyen sonuç, Hz. Peygamberden sonra seçilen yöneticilerin Allah'ın değil, ancak Hz. Peygamberin dünyevi kişiliğinin halifesi (temsilcisi) olabileceğidir. Halifetullah (Allah'ın halifesi) sıfatı, Hz. Peygamberden sonra toplumun yöneticisi seçilen Hz. Ebu Bekir tarafından reddedilmiştir. Kaldı ki, Ömer b. Hattab (r.a.) bu nitelemenin bile uygun olmadığını düşünmüş olmalı ki, kendisi için 'emirü'l-mü'minin' (inananların yöneticisi) sıfatını daha uygun bulmuştur."

İlgili bölümün içerisinde, aynı zamanda, gücünü 'ilahî seçilmişlik' üzerine zeminlendirmiş 'otorite'lerin halklarına nasıl zulümler ettiği de anlatılır. Böylesi iktidarların/otoritelerin güçlerini halktan değil, doğrudan Allah'tan aldıklarını savundukları için halkın hoşnutluğunu kazanmak gibi uğraşları da yoktur. Hesap vermezler ve kendilerine yapılan itaatsizliği de doğrudan Allah'a yapılmış gibi algılarlar. Böyle otorite sapkınlıklarının olduğu bir dünya tarihinde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer efendilerimin duruşları ne kadar anlamlı ve örnek alınasıdır.

Geçmiş yazılarımı takip edenler, neredeyse bir yılımızı tartışmalarıyla alıp götüren AK Parti-Gülen Örgütü gerilimi sırasında neden AK Partinin yanında durduğumu hatırlarlar. O duruşun da zemini, işte, özetle; yukarıdaki metindir. Kendinde 'ilahî bir seçilmişlik' gören Gülen Örgütü ve otoritesi, elbette gücünü 'milletin iradesinden' alan ve bunu dokuz kez seçimle de sınamaya/doğrulamaya/onaya açan bir siyasî iradeye karşı tercih edilemez. Otoriteyi eline almada haklı görülemez. Kendini 'emirü'l-mü'minin' gören bir otorite, Hulefa-i Raşidin'in yukarıdaki bahiste bize verdiği dersle, kendini yönetimin seçilmiş ve sınanmaz sahibi gibi görenlerden daha tercih edilirdir. Hâkimiyetleri meşrudur.

Kusurları da olsa, bu böyledir. Çünkü ötekini değil seçime tâbi tutmanız, sınamanız bile hemen Gayretullaha dokundurulur! Allah'a isyan gibi algılanır. (Bu arada bir not: Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kemalist Türkiye'nin Din Yanlışları kitabında, 'İcma-ı Ümmet ve İrade-i Milliye' başlıklı yazısında, irade-i milliyenin icma-ı ümmet anlamına geldiğini söyler.) Aslında bu dersi Bediüzzaman'dan aldığım bir yerler de var. Mesela Sünuhat'taki şu bahis:

"Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfîzîliğe dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet (eyvah!) nihayet miskinlikte karar kıldı.

Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hattâ en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler.
"

Benim bu bahisten kendimce şudur: Yüzünü her zaman ümmete, fıtrata dön. Yani bir nevi kendi hükümlerini/kanaatlerini icma ile sına. Ümmet ve fıtrat iki aynan olsun. Onların duruşlarıyla kendi duruşunu/kanaatini düzelt, ayarla veya en azından bir sigaya çek. Çünkü nass-ı hadisle buyurulmuştur ki; ümmet dalalet üzere birleşmez. Bak, Emeviler, yola başladıkları yer yanlış iken, yüzlerini ümmetten ayırmadıkları için en nihayet ehl-i sünnete dahil oldular. Aleviler ise; yola başladıkları yer doğru iken, o haklılıktan bir elitizm veya taassup ürettikleri için, her adımlarını tekrar be tekrar sınamadıkları için, haklılıklarını ümmetten ayrılmaya yol kıldıkları için, en nihayet Rafiziliğe vardılar. (Metin Karabaşoğlu abinin bu bahisten çıkardığı ve bize verdiği ders, tek cümle ile şöyle: "Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değildir.") Zira Bediüzzaman yine Emevilerin, Ehl-i Beyt'le kıyaslanmaktan yaşadıkları güçlükleri anlatmak için diyor:

"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Yani ehl-i İslam nazarında mevkisini korumaya çalışan, yüzü ümmete dönük olan kazanıyor. Başarılarından bir 'seçilmişlik' dili üretenler değil. Azlığından elitizm, çokluğundan asabiyet üretenler değil. Ötekini kazanmaya çalışanı ve ne söylediğini önemseyeni Allah 'denge'ye ve istikamete mazhar kılıyor. Çünkü denge parçalarımızda değil, bütünümüzde. Hayır küllî, şer ise cüzî.

Bu yönüyle elbette seçimle başa gelenler ve sınanabilenler, kendi iç yapısı oligarşik olan; değil başındaki hocayı, en küçük dersanesindeki imamı/abiyi bile seçimle değil atamayla göreve getiren bir yapıdan daha demokratiktir ve icma sırrına daha yakındır. Bu noktada değil yalnız Gülenistlerin, Nurcu grupların da bir iç eleştiri üretmeleri gerekmektedir. Başta 'mutlak vekillik' meselesinden tutun, cemaatler içerisinde işleyen meşveret ve istişarelere kadar bütün yapılanmalar bu 'ümmete ve fıtrata dönüş'ün esaslarını ne kadar yerine getiriyor sınamalıdır. Başta 'mutlak vekillik' meselesi olmak üzere, diğer bütün meselelerde oligarşiye değil, icma-ı ümmete daha yakın olan cumhuriyete heves etmelidir müminler. Abiler dayatılmamalıdır. Abiler seçilebilmelidir.

Hazır dokunmuşken o konuya, o konuya dair de birşeyler yazmak istiyorum: Bence Bediüzzaman'ın metinlerinde geçen 'mutlak vekil' ifadesi bilerek veya bilmeyerek Nurcu gruplar arasında bir oligarşinin, bir vesayetin aracı kılınmaya çalışılıyor. İlgili metinde geçen ifadeden hareketle 'otoritenin' artık Bediüzzaman'dan vekil tayin ettiği abilere geçtiği ve Nurculuk adına verilecek bütün kararlarda son merciin artık onlar olduğu üzere saçma sapan bir argüman üretiliyor. Bu tam bir cerbezedir. Bediüzzaman'ın mesajının bütününü görmezden gelip; bir parçada, bir paragrafta talebelerini boğmaya çalışmaktır.

Bir kere Bediüzzaman, kendisi hayattayken dahi, zatını bütün kararların son mercii ilan etmemiştir ki? Defaatle istişareye ve talebelerinin alacağı karara sevk etmiştir işlerini. Kendisini 'dindar bir cumhuriyetçi' olarak tarif etmiştir. Hatta eserlerinin tesirini bile zatına değil, metinlerindeki hakikatlere bina etmeye çalışmış, kendisini ziyaret edeceklere dahi kitaplarını okumalarını, bunun daha faydalı olacağını söylemiştir. Böyle bir Bediüzzaman örneği, tüm detaylarıyla ve böyle bir külliyat, tüm eserleriyle karşımızdayken nasıl içimizdeki bazı Nurcular kalkıp bir nevi postnişinlik/saltanat gibi hayal ettikleri mutlak vekilliği bazı abilerin omuzlarına bırakmaktadır? Bediüzzaman'ın bize mirası bir oligarşi midir? İlgili metni de alıntılayayım buraya:

"Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i Nur'un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur'un malıdır. Said de bir hizmetkârdır. Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını vermek kat'î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım."

Gördüğünüz gibi arkadaşlar, metnin her tarafı bağırıyor ki: Bu bir üstünlük, veraset, postnişinlik, hâkimiyet tayini değildir. Bir kere başta diyor: 'bütün talebelerin fevkinde diyerek değil.' (Yani bu abiler diğer talebelerin fevkinde sayılmayacaklar.) Sınırını tayin ediyor: 'bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler' (bir derece'ye dikkat, yine sınır). Devamında kendi konumunu (yani vekalet edecekleri şeyi) anlatıyor: 'Said de bir hizmetkârdır.' Yani demiyor ki: Şimdiye kadar bütün kararları ben veriyordum. Bundan sonra da bütün kararlar bu insanların elinde. Ben bir hizmetkârdım. Bu kardeşlerim de bundan sonra hizmetime devam edecekler diyor. Ve metnin nihayeti o mutlak vekil tayininin hikmetini söylüyor: Vefatımla aksayabilecek şeyler var. Onların devamında sorun olmasın diye yapıyorum vazifelendirmeyi.

Bu metinde ne "Bundan sonra ne meseleniz olursa, hepinizin alacağı kararlarda bu arkadaşlar tasarruf sahibidir, yetki onlardadır" tayini var, ne de onlara bırakılmış manevî ve müceddidî bir veraset. Bu metinden benim aldığım tek ders: Bu abilerin Üstada dair anlattıkları dinlenmeli, ders alınmalı, kendilerine hürmet edilmeli. Fakat bizim irademizi manevî bir istibdat altına alacak, kararlarımızı belirleyecek, Nurcuların iradelerini tayin edecek ve her konuda son kararı onlar verecek gibi bir tayin yok ve zaten Bediüzzaman'ın yolu da öyle bir yol değil:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Eserlerinde defaatle bu dersi veren Bediüzzaman, herhalde ömrünün son zamanlarında birden fikir değiştirip "Şu, şu arkadaşlar size şeyhlik misal benim bir mutlak vekilliğimi yapabilirler!" tarzına dönmedi öyle değil mi? Nasıl olup da oradan böylesi bir veraset tayini çıkıyor? Neden Risale-i Nur'u bu denli bilen insanların böylesi bir oligarşiye heves ettiklerini, hatta savunduklarını anlayamıyorum. Son bandrol meselesinde bile bu vesayet açlığını hissedenlerin takındıkları garip tavırlar var. Külliyat umumun malıyken, birileri yetkiyi yalnız kendine istiyor. Neden, neden, neden? Ümmet olmak daha güzel değil mi? Halife-i Bediüzzaman olmaktansa, emirü'l-mü'minin olmak daha ahsen değil mi?

Ümmete yüzümüzü dönmek; bütünün temsilini, bütünün onay verdiği ve seçtiği/sınayabildiği insanlar eşliğinde ve fertlerin iradesini yok etmeden koruyabilmek şeriata da, Kur'an'a da, hikmete de, Risale metinlerine de daha uygun bir yolken; neden vesayetlere heves ediliyor? Gülencilerin başına gelen yeterince ders olmadı mı? Neden hâlâ onları vartaya sürükleyen huylarını taklide yelteniyoruz? (Bir zamanlar da başarılarına gıpta edip herşeyimizi onlara göre dizayn etmeye çalışırdık.) Bir kere de çukura düşmeden "Bu çukurdur!" diyelim yahu! Güce değil, katılıma değer verelim.



Friday, August 29, 2014

Muvazenesiz vaiz 2

Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir." (İsrâ sûresi 35)
Aylar önce, (Muhakemat’taki şu cümleyle başlayan “Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.”)  ’Muvazenesiz Vaiz’ başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta ve başka eserlerde geçen bazı tesbitlerinden hareketle ‘hakikatin dengesi’ (terim için Metin Karabaşoğlu abiye teşekkürler) merkezli analizlerde bulunmuştum Gülen ve avanesi hakkında. Bu yazıda, kaldığım yerden devam ederek, müşahhas bir örnek üzerinden o yazıda söylediğim bazı şeylerin altını tekrar çizeceğim. Müşahhas örneğim, Gülen’in (bu yazının yazıldığı tarih itibariyle) son nağmesi olan ‘411. Nağme: Utanacak İş Yapmadınız; Dimdik Durun ve Âhirete Alacaklı Gidin’in içinden olacak. Fakat ona geçmeden evvel muvazenesiz vaizlikten kastımızın ne olduğunu Bediüzzaman’ın Muhakemat’taki ifadesiyle birlikte tekrar hatırlayalım: “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (…) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Peki, Bediüzzaman’ın bu ‘(güya) iyi birşey yapmaya çalışırken kötü birşey yapmaya’ yani şeriatın dengesini bozmaya örnek verdiği şeyler nelerdir dersek, aynı eserde şuraya ulaştırır bizi: “Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (…) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır.
Kendi anladığımı aktarırsam: İnsanın lezzet aldığı şeyi arttırma, tarif veya hikaye ettiği şeyi ise abartmaya meyli vardır. Fakat ilacın faydasına kapılıp gereğinden fazla kullanmak onu zararlı birşeye dönüştürebilir. Vaizler de bazen, bazı günahlardan insanları caydırmaya çalışırken (veya bir salih ameli sevdirmeye çalışırken) ölçüyü kaçırırlar. “İnsanları onlardan soğutalım” derken, şeriatın dengesini bozarlar. Bunlardan ortaya çıkan şey hayır değildir. Çünkü nihayetinde kıyas ölçüsü olarak kullanılan amellerin/günahların kıymeti/kötülüğü bu şekilde tenzil edilir. İnsanlara ‘gıybetle katl birbirine eşit’ denirse gıybetin büyük görülmesi kâr hanesine yazılamaz, çünkü asıl zararlı sonuç ‘katlin küçük görülmesi’ olur. Özetle benim anladığım bu. (Yukarıdaki metinde haccın anıldığı kısmı da aklınızda tutmanızı istirham edeceğim. Çünkü o da lazım olacak.)
Peki, bu kusurlarına rağmen mübalağalı tergib veya terhib'ler neden yapılır? Bunun Gülen'in ve avanesinin ekseninde kalınarak verilebilecek cevabı, kanaatimce, manevi istibdattır. Yani Gülen, yaşanılan son gerilimde, kendi grubuna yönelik geliştirilen eleştirileri (muhataplarının da dindar olduğunu bildiği için) bu tarz bir 'korku' ile bastırmaya çalışmaktadır. Bunun dışında, bazı dönemlerde Gülen, öncelik verilmesini istediği alanlarda bağlılarının gayretlerini toplayabilmek için yine böylesi 'tergib veya terhib'ler yapabilmektedir. (Son bir yıl için mesela hırsızlığa/muta nikahına yaptıkları vurgu buna bir örnek olabilir.) Kanaatimce; Gülen'in dünyasında böylesi 'tergib ve terhib'ler bir kitle kontrol aracıdır. Mübalağalar eşliğinde her defasında müntesiplerine yeni hedefler gösterir ve onlara delicesine koşturur.
Dediğim gibi; ben bu yazıda esas olarak Gülen’in bir nağmesini incelemek istiyorum. 411. Nağmesinde Gülen, (29. dakikasından itibaren) diyor ki: “Allah Resulü buyuruyor ki; ‘Gıybet, zina etmeden daha şiddetlidir.’ Bir ferdi gıybet etmek zinadan daha şiddetlidir. Bir cemaati gıybet etmek o kadar zinadan daha eşeddir. Bir hareketi bütün efradıyla gıybet etmek o kadar zina etmek demektir.” Gülen’in nağmesinden başından beri yapmaya çalıştığı şey ortada zaten: Cemaatini bir arada tutmaya çalışıyor ve mümkünse dış sesleri de ahiret korkusuyla bastırabilmeyi umuyor. Fakat burada, farkettiğiniz gibi, Bediüzzaman’ın ‘muvazenesiz vaizlik’ dediği şeyin içine dahil ediyor buna çabalarken. Çünkü bir eserinde Bediüzzaman gıybet/zina ilişkisini (belki aynı hadise de bir atıf yaparak) şöyle yorumluyor:
Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: ‘Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi?’ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: ‘Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.’ Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, ‘Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız’ demektir.
Benim buradan anladığım şu: “Gıybet, zinadan daha şiddetlidir!” hadisinin söylenme sebebi gıybetin bütün efradını zinadan daha şiddetli göstermek değil. Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı'ndan insanları soğutmak. Yani dört şahidi olmadan zina isnadında bulunmaktan ve gıybetini yapmaktan insanları men etmek. Hatta Bediüzzaman orada gördüğünüz gibi o meseleyi Hz. Aişe annemizin 'ifk' hadisesine ve o hadise üzerine nazil olan ayete de atıfla yorumluyor. Yoksa Gülen gibi mutlak manada 'her gıybet zinadan daha günah' şeklinde anlamıyor. (Bu arada; muta nikahını ağzında sakız edip zina konusunu gıybet malzemesi yapan asıl kimdi, sormak lazım Gülen'e.)
Kaldı ki; Bediüzzaman Hazretleri, 24. Söz’de, bu tarz hadislere nasıl bakılmasını gerektiğini öğrettiği 12 Asıl’da da ‘tergib ve terhib’ meselesini Gülen gibi mutlak manada anlamıyor. Hatta orada, 9. Asıl’da diyor ki: “Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.” 10. Asıl’da ise tam aradığımız izahı yapıyor bizlere: 
Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphembulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-imümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, ‘Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.’
İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür. Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.
Meselâ; ‘Gıybet, katl gibidir.’ Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, ‘Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi birsadaka-i azîmenin yerine geçer.’ Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir." Devamında ise bir hadis-i şerifi bu nazarla analiz ediyor: “Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun’un sevaplarının misli ona verilir.”
Bu bahisten benim anladığım yine yukarıda konuştuklarımızla paralel: Hadislerin, özellikle böylesi belagatli hadislerin işaret ettiği şey o kötü amelin veya iyi amelin bütün efradının aynı kapsamda olduğu değil. O kapsama girmeye dair ümidi (veya tersi şekilde korkusu) olduğudur. Allah Resulü, hem men ederken hem teşvik ederken, o kapsamın harika ferdine işaret ederek, bizi oraya doğru şevklendirmek veya ona göre caydırmak istemiştir. Söylediği ne abartıdır ne de şeriatın muvazenesini bozmaya çalışmaktır.
İslam ulemasınca kebair günahlar zaten bellidir. Bediüzzaman da Barla Lahikası’nda yedi madde sayar.  Zina onlardan birisidir, fakat (bütün sınıflarıyla) gıybet ne Bediüzzaman’ın ne de başka ulemanın eserinde büyük günahlara girmez. Ki girmiş olsa, zaten hepimizin yandığının resmidir. O sebepten diyorum işte: Gülen’in yaptığı bir muvazenesiz vaizliktir. Şeriatın dengesini bozmaktır. Hac meselesine ise, söz verdiğim halde, tam istediğim gibi değinemeyeceğim. Şu kadar dikkat çekeyim: Aynı nağmede Halid b. Velid’den başlayarak (onun o meselede farz haccını değil, nafile haccını Hz. Ömer’in kastettiği hiç irdelenmeden) Osmanlı Padişahlarına götürülen “Bazen daha büyük farzlar uğruna hac gibi farzlardan vazgeçilebilir” tesbiti çok korkutucudur. Zira bu daha büyüğün tayinini Gülen ulus-devlet ekseninde yapmaktadır.
Bitirirken not: Bu konuyla ilgili yakın zamanda yaşadığım komik bir hatıram da var. Gülencilerden birisiyle taksiye bindim geçenlerde. Daha Davudoğlu’nun başbakanlığı kesinleşmemişti. Taksiye biner binmez şoförü işlemeye başladı: “Davudoğlu başbakan olursa çok kan dökülür. Suriye, Mısır, Irak karışmaya devam eder. O çok radikal bir adam. Onun başbakan olmaması lazım…” Taksici de (Erdoğan hakkındaki tezyif edici ifadelerinden anladığım kadarıyla) AK Partili değildi. Fakat Gülenci de değildi. Ve sohbetin bir yerinde şöyle atarlandı: “O Fetullah’ın da ne mal olduğu ortaya çıktı. Hükümetle danışıklı dövüş ediyorlar. Ben inanmıyorum kavgalarına. Şimdiye kadar değirmenine su taşıdılar bir sürü.” Gülencinin tepkisi şu oldu: “Neyse, insanların gıybetini etmeyelim.” Hey mübarek! Gıybetin günah olduğu yeni mi aklına geldi? Taksiye bindiğimizden beri Davudoğlu’na döşerken gıybet günah değil miydi? Beni de en çok Gülengillerin bu huyu ifrit ediyor. Kendileri saldırırken birşey yok, ama eleştirilirken ahireti kalkan gibi kaldırıyorlar. Gülen’in de yapmaya çalıştığı bu aslında.

Friday, August 8, 2014

Nuriye Çeleğen nereye koşuyor?

Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şimdi, öyle analizlerden birisini de Nuriye Çeleğen abla adına yapmak istiyorum. Nuriye abla, kendisinin birkaç kitabına editörlük, bazılarına tashih, bazılarına da mizanpaj yaptığım bir isim. Yani tanıdığım birisi. İyiliğini biliyorum, kötü olduğunu düşünmüyorum. Bu yazıyı da onu kötü birisi olarak gördüğüm için yazmayacağım. Kendisini benim beyaz kağıdımda seyretmesi için yazacağım. Mümin müminin aynasıdır, aynalık etmek gerek. O kadar. Bunu hemen yazının başında belirteyim de kimse ifrat beklemesin. İfrat dileyenler de bu yazıyı okuyarak zaman kaybetmesinler. Kendisi hakkında 'abla' ifadesini kullanmaktan da çekinmem. Fakat şu var: Hiçbir abla/abi, bu unvanından dolayı mihenge vurulmaktan kurtulamaz. Ehl-i tahkikin bıçağı 'sorgulanmazlık' tanımaz, tanımamalı.

Kendisi hakkında bu sıralar twitter'da en çok kullanılan ifade; 'Yeniasya camiası, Cemil Tokpınar, Sungur abinin oğlu ve kızıyla birlikte Nurcuların yüzünü ak edenler' içinde sayılması. (Liste biraz kısa değil mi?) Daha ileri giden ifadeler de var. Etka Aslan isminde bir kullanıcı şöyle yazıyor mesela: "Çok şükür ki, AKP'nin gerçek yüzünü görüp hakikatleri savunabilen nice nur talebesi var. Mesela Nuriye Çeleğen!" Devamında Nuriye abladan bizzat görmediğim için onun sözü mü emin olamadığım şöyle birşey paylaşmış: "Risaleleri devletleştirmek Kemalist anlayışın esasıdır. Bediüzzaman sürgün edilmiş (...) fakat bugünkü kadar zincire hiç vurulmamıştı." Bu sözün başında 'Nuriye Çeleğen:' ifadesi bulunuyor. Dediğim gibi: Nette binlerce süprüntü var. Bizzat Nuriye ablanın böyle söyleyip söylemediğini bilmediğim için onu analiz etmeyeceğim. Ancak kendisinin bizzat twitter hesabından paylaştığı, bende ekran resimleri de olan ve zaten Gülen Örgütü mensuplarının çarşaf çarşaf paylaştığı şeyler var ki; bunların bizzat Nuriye Çeleğen ablanın kaleminden çıktığı kesin olduğu için analiz etmeye değer. Kötülük olsun diye değil, altını kazıp hakikatini ortaya çıkaralım diye.

Bir kere şunu söyleyelim: Nuriye Çeleğen, Gülen Örgütü ve AK Parti gerilimi sırasında bir tane bile Gülen Örgütünü ve siyasete karşı değişen tavrını eleştiren twit atmadı. İki tarafa da nasihat olabilir gibi anlaşılacak şeyleri ortaya söylemiş olabilir. Fakat gerilim boyunca bütün suçlamalar, klasik Nurcuların da dahil olduğu AK Parti destekçilerine yapılırken Gülen Örgütü ve mensupları hatadan sürekli tenzih edildi. Mesela Nurcular, kendi düşüncelerini Gülen Örgütünden farklılaştırırken Nuriye abla şu twitleri attı: "Ağabeylerin görüşlerinin kendi görüşleri olmadığını düşünüyorum. Çevresindeki kişilerin görüşleri olarak değerlendiriyorum. Şeytanın her dem aktif olduğunu; kıskançlık, benlik gibi duyguları harekete getirebileceğini düşünüyorum. Bu hizmeti ben neden yapmadım gibi."

Görüldüğü gibi Nuriye Çeleğen, bir telefon kadar yakınında olan abileri aramak yerine Bediüzzaman'ın talebelerinin 'yönlendirildiği' teorisini yazmayı seçti. Daha sonra süreç, abilerin bizzat kendilerinin beyanlarıyla onu yalanlasa da fikrinden vazgeçmedi. İkinci twitteki "Bu hizmeti ben neden yapmadım?" suçlaması ise daha fena. İzninizle buna suçlama diyorum, çünkü Nuriye ablanın burada kastettiği, hepinizin de anladığı gibi, Gülen Örgütünü diğer Nur ekollerinin kıskandığı ve bu kıskançlık yüzünden muhalefet ettikleri aslında. Ki, hatırlarsınız; süreç boyunca Gülen Örgütü de bu tezi işledi, kendi tabanını 'abilere rağmen' kendine bağlı tutabilmek için. Tabii insanın içi cız ediyor. Nuriye abla gibi bütün abileri zaten tanıyan, gelenek olarak klasik Nurculuğa daha yakın bir ismin, Gülengiller için neden saff-ı evvel abileri böylesine itham ettiğin merak ediyoruz. Ben ediyorum en azından.

Neyse, devam edelim: Şimdi Nuriye ablanın başka bir twitini aynen alacağım buraya: "Hizmeti tutmakla düşüncemde hata da yapsam bunun ahiret vebali olmayacağını düşünüyorum. Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Bakınız, bu twiti çok önemsiyorum, çünkü bu twit benim için itikadî anlamda da korkutucu çağrışımlara sahip. Hata yapan birilerini tuttuğu için (buna olabilme ihtimali de veriyor) ahirette hesaba çekilmeyeceğini emin bir şekilde söyleyen birisi var karşımızda. Ve devamında şunu da ifade ediyor: "Siyasileri tutmadığımdan hesaba çekilmem." Peki, ya siyasiler haklıysa? Mesela diyelim ki; Şeyh Bedreddin ayaklandı, Osmanlı teyakkuzda; böyle şeyler olamaz mı? Bunu tamamiyle ıskalamış, meseleye artık hak/bâtıl düzleminde değil; 'siyasilerle gerilim yaşıyorsa kesinlikle siyasiler haksızdır' tarzında ele alan enteresan bir düşünce dünyası bu. Ve 'hesaba çekilmem, vebali olmaz' gibi net ifadelerle de söyleyebiliyor. Ahiret adına konuşurken bu netlik korkutucu değil mi sizce de? Ben korkuyorum şahsen. Neyse, diğer iki twitine geçelim:

"Hizmete ait konuda hizmeti tutarım. Siyasetle hiç ilgim olmamıştır. Haber bile dinlemem. Üstadımdan öğrendiğim bu. Siyaset kirlenebilir. Ama hizmet kirlenirse kişilerin imanına zarar verir. Bunun vebali yüklenilemez. Bir kişinin imanı bile zarar görürse ahirette kurtulamayız." Şimdi öncelikle şöyle silsile şeklinde bir hata var. Haber bile dinlemeyen birisi gündeme dair bir meselede bu kadar net bir tavrı nasıl gösterebilir? Ne olup bittiğini bile bilmezken? Hizmetle ilgili her konuda hizmeti tutmak, gündemden hiç haberi olmayan birisi için ne kadar sağlıklıdır? Bunun yanısıra mesele hizmete temas ediyor olsa da (ben Gülen Örgütü demeyi tercih ediyorum) bütün Türkiye'yi ilgilendiren bir 'darbe teşebbüsü' hadisesinde nasıl böylesi 'himmet toplantısı' edasıyla "Hizmete dairse, hizmet haklıdır!" denilebilir. Böylesi bir tahkiksizlik Nur talebesine yakışır mı? Nuriye ablaya sormak lazım bunu.

Bir de devamında siyaset kirlenebilir diyor, doğru. Fakat hizmet kirlenemez mi? Boyu kadar siyasete batmışken? CHP'ye oy toplayan ablaları/abileri varken? Muhalefet partisine dönüşmüşken? Bilmem kaç okulu, kursu, bilmem nesi varsa siyasete girse de onu kirletemiyor mu siyaset? Eğer böyleyse, düzeltelim: Bediüzzaman 'siyasetin şerrinden Allah'a sığınmayı' boşuna tavsiye etmiş o zaman. Baksanıza, hizmet girerse kirlenmesi mümkün değilmiş zaten. Neden sığınsın? Hem kirleniyor derseniz hafazanallah imanınız tehlikede. Öyle de büyük manevî istibdatı var. Cehennemi kaldırıyor hemen başınızın üstüne. Neyse, devam edelim:

"Risalenin sadeleştirme ile tahrif edilmeyeceğini, edilemeyeceğini, edilemeyecek kadar muhkem olduğunu idrak edemiyorsak nasıl R.N okuyoruz?" Şimdi çok ilginç birşey diyeceğim. Nuriye abla, Gülen Örgütü sözkonusu olduğunda her meselede harika iyimser. Mümkün değil yani kötü birşey olması. Sadeleştirilsin, cümleleri değiştirilsin, isterse yeniden yazılsın mümkün değil kötü birşey olamaz. Kötü birşey olduğunu söyleyenler suçlu. Onlar Risalelerden anlamıyor. Ama diyelim ki; devlet Risale-i Nur basıyor. Bakınız ona tepkisi nasıl: "R Nur'ları devletin korumasına verdik bugün risalenin bayramı, dediklerinde şoke olmuştum. Bandrol verilmiyormuş, hiç şaşırmadım." Ablam dünyayı takip etmiyor, ama gündeme dair öngörüleri fevkalade isabetli. Bakınız bir tane daha var aynı meseleye dair: "Bediüzzaman, R.Nur'la yer ve göğün alakadar olduğunu ona zarar gelince iki unsurun hiddet ettiğini söyler. Semanın hiddeti tesadüf mü?" Gördüğünüz gibi sadeleştirme süreci boyunca hiçbir doğal afet kötü yorumlanmazken devlet Risaleleri basmaya başladığı andan itibaren bütün doğal afetler Kültür Bakanlığına dönük işlemeye başladı. Oluyor böyle şeyler. Şimdi daha ince bir twit silsilesine bakalım:

"Tepki veren kardeşlere diyorum ki; ben abileri de çok seviyorum. Fakat Hoca Efendiyi sevmeyi Sungur abiden öğrendim. Babam, Bediüzzaman hazretlerinin has talabelerim içine alıyorum dediği ve pek çok mektup gönderdiği birisi. Sungur abiye yıllar önce 'Abi bu H.Efendi yeni bir şey mi çıkartıyor?' diye sorduğunda Sungur abinin nasıl celallendiğini ve 'Kardeşim karışmayın o kardeşimize' demiş. Dersimi Sungur abiden aldım." Bu metinde üzüldüğümüz şey, Nuriye ablanın Sungur abiden aldığı dersleri çocukluğunda bırakması. Zira biraz daha devam etseydi, Sungur abinin sadeleştirme mevzusundaki emeği geçenlere beddua videosuna da ulaşacaktı. Yalnız burada ilginç olan babasının şüphesine hiç hakikat payı vermemesi. Ki bu şüphenin o dönemde birçok Nur talebesinde varolduğu ve şimdi onların hakikat çıktığı da ortada. Sungur abiden alınan bu ders hakkında geri kalan yorumları Meşveret cemaati üyelerine bırakıyorum. En bomba twitleri ise finale sakladım. Bu kısım ayrıca enteresan çünkü Risaleleri bakışınıza takla attırabilecek cinsten:

"Anlama endeksli risale okuması ben anlayacağım demektir ki bu da risalenin perdeleri kaldırma esasına terstir. Zaten bu da enaniyet veriyor. Virdi anlamadan da o neticeyi hasıl eder. Üstad günlük okumayı esas almış. Bu da vird demektir. Risaleyi düzenli okuyan mutlaka ihtiyacını alır."

Bu iki twit Risale-i Nur'un 'tahkike verdiği öneme rağmen' ters takla atması demek. Eğer Risaleleri anlaşılması gerekmeyen metinler olarak görürseniz, elbette sadeleştirme size dokunmaz. Bu noktada artık Nuriye ablanın neden sadeleştirmeye taraf olduğunu idrak edebiliyoruz. Zaten Risale-i Nur'un, onlarca yerde müellifinin dediği gibi, bir tahkik ve idrak dersi olduğunu değil, bir vird olduğunu düşünüyor. Önemli olan vird gibi, zikir gibi tekrar etmek. Anlamaya çalışmak hatta enaniyet sebebi. Tabii bir kitabı anlamaya çalışmak nasıl enaniyet sebebi olabilir? Enaniyet olacaksa niye anlaşılması gereken bu kadar şey yazmıştır bir müellif? Bütün bu soruları bir kalem silin aklınızdan, çünkü karşınızda Gülen Örgütünün kanaatine göre Nurcuların yüzünü ak eden bir Nur talebesi var. Neredeyse bütün Nurcuların rağmına bunu başarmış bir isim. Ondan Nurculuk öğrenmelisiniz, öğretmek haddiniz değil. Biz de ablamızı tebrik ediyor ve hayatta başarılar diliyoruz.

Monday, May 19, 2014

Yüreklendirici kutuplaşmalar...

"İnsanlar onlara: 'Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun' dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.'" (ÂL-İ İMRAN/173)

Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar'da, Dr. Israel Shahak adında bir arkadaşından bahseder. 1940 öncesi Polonyasında Yahudi olmak ve kimliğinin arkasında durmak ne kadar zorsa, bu zorlukları yaşamış birisidir Shahak. Pek çok yıkım görmüştür. Pek çok acı çekmiştir. Bir gün, gündem itibariyle içine düştükleri ateşli tartışmalar hakkındaki fikrini sorduğunda verdiği cevap şöyledir bu arkadaşının: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."

Bu yanıtın anlamını okurlarına izah etmek için şunları söyler Hitchens: "Bu ifadesinde saygısızlık sayılabilecek hiçbir şey yok. Uzun ve tehlikeli bir hayat onu, fikir ve prensipler açıkça çatıştığı zaman netliğin söz konusu olabileceğine inandırmıştı. Çatışma sancılı olabilir, ama hiçbir durumda sancısız çözüm olmaz ve bunu aramak bizi akılsızlık ve anlamsızlık gibi sancılı koşullara, yani 'deve kuşunun tanrılaştırılmasına' götürür."

Okuduğum hiçbir kitabı tesadüfen okuduğuma inanmıyorum. Risale-i Nur'u elime aldığım ilk günden beri benim için kainatta tesadüf yok, tevafuk var. Herşey büyük uyumun parçası. Ve gözümüze görünenler, kulağımıza işittirilenler, o büyük ahengin bizimle konuşan dilleri. Eğer görebilirsek. Eğer arıyorsak...

Genç Felsefeciye Mektuplar, itiraf edeyim, kütüphaneden öylesine aldığım bir kitaptı. Arka kapağını bile okumamıştım. Ama hayatımın hiçbir dönemi, bugünler kadar onu okumamı anlamlı kılamazdı. Malum, büyük siyasi gerilimlerin ortasındayız. Türkiye, Yeni Türkiye'ye dönüşürken sancılar yaşıyor. Hem öyle böyle de değil, evimizin içine kadar giren şeyler bunlar. İnsan, tuttuğu parti yüzünden kardeşiyle konuşamaz hale gelebiliyor. Bunlar kötü şeyler mi? Belki evet. Ama diğer yandan, ister istemez heyecanlanıyorum: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."

Allah Resulü aleyhissalatu vesselamı, amcası Ebu Talib'e şikayete giden heyetin söyledikleri geliyor aklıma: "Yeğenin aramıza ihtilaf soktu. Babayı oğuldan, kardeşi kardeşten ayırdı!" suçlamaları vardı orada da. Neydi Allah Resulünün yaptığı? Bir kutuplaşma! Mekke'nin şirk toplumu, ortaya çıkan yeni sınıf yüzünden, ortasından çatlıyor ve saflara ayrılıyordu. Daha doğrusu kastını yitiriyordu. Yani Allah Resulü bir kutuplaşma vesilesiydi Mekke önderleri için. Onu, tam da bu yönüyle, amcasına şikayete gelmişlerdi.

Sonra nedense Bediüzzaman'a gitti zihnim. Ankara'ya gelişi, karşılanışı; ilk mecliste yaptığı namaza dair konuşma, dağıttığı metin ve ardından Mustafa Kemal'in ona sert çıkışı: "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin!" Peki, Bediüzzaman'ın bu ihtilaf ithamına karşı cevabı ne olmuştu? "Allahım, ben ne yaptım? İnsanları kutuplaştırdım! Tüh, tüh!" demek mi? Kaynaklar hiç de böyle bir tutum içinde olmadığını söylüyor. Bilakis, kutuplaşmanın arkasında bir duruşu var.

Hasılı arkadaşlar, bugünlerde de en çok bizi kutuplaştırmayla itham ediyorlar. Hatta durun, ne bizi? En başta Erdoğan'ın en büyük kutuplaştırıcı olduğunu söyleyenler var. Yaptığı hizmetler bir yana, zaten onları hatırlamanız katiyen istenmiyor, sırf oluşturduğu bu kutuplaşma için gitmesi gerektiğini dillendirenler var. Zahiren çok da tatlı konuşuyorlar, öyle değil mi? Niyetleri ne kadar da iyi! Pek şekerler...

Hatta Gezi'de kaldırım taşlarını söküp polise atarken de aslında bunu söylemeye çalışmışlar. 17 Aralık'taki darbe girişimleri bile aslında bunu bize anlatmak içinmiş, öyle diyorlar. Yani onlar asla ve asla ortam germemişler. Hiç saldırmamışlar. Hiç hakaret etmemişler. Kalpleri temizmiş. Kirlenen bizmişiz ve halen de kirlenmekteymişiz. Herkesi kucaklayan bir hükümet lazımmış bu yüzden. (Erdoğan düşmanlığı dışında hiçbir ittifakı bulunmayan %55'in de gönlünü hoş eden.) Hatta bu hükümetin öyle bir kucağı olmalıymış ki; Batı'yı bile sarıp sarmalı, İsrail'i bile ıskalamamalıymış. (İslam coğrafyası mı? Boşver onları!) Erdoğansa kesinlikle bu hükümette olmamalıymış. Çok geriyormuş insanları.

Hiçbir gün, hiçbir siyasi lidere küfürlü birşey yazmadım. Hiçbir siyasi parti mensubuna hakaret ettiğimi anımsamıyorum. Gezicilere bile (bile diyorum, çünkü çok kızdırmışlardı) ağır birşey söylediğimi hatırlamam. (Yalnız iyi dalga geçtim.) Gülen Örgütüne bile en fazla işte böyle örgüt demişimdir. Ondan alınırlar. Fethullah Gülen'e Ceofendi dediğim oldu, bilmem hakaretten sayılır mı? Böyle küçük küçük arızalarım var. Kusuruma bakılmasın, insanım nihayet. Kaldırım taşı sökemem ama, dudaklarımı ısırma kabiliyetine sahibim.

Çevremde, AK Parti seçmeni olarak bildiğim insanlardan da galiz küfür edeni henüz şu kulaklarımla işitmedim. İki kez mitinge gittim. Hem de ikisi de çok gergin zamanlardaydı. Orada bile küfürlü slogan atıldığını anımsamıyorum.

Neyse... Bütün bunları neden anlattım ben? Ha, tamam: Ülkeyi bu şekilde gerdiğimiz için özür dilememiz gerektiğini düşünenler var. Kutuplaştırdığımız için. Atarlarına atar, giderlerine gider yaptığımız; altta kalmadığımız, sandıkta şaşmadığımız, nihayet izzetle oyumuzu savunabilen Türkiyeliler olduğumuz için; kutuplaştırma özrü dilememiz gerektiğini düşünüyorlar. Ben de öz abisiyle bile bu noktada arası bozuk olan birisi olarak, her nedense şöyle düşünüyorum: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."

Thursday, March 27, 2014

Fethullah Gülen Anarşisi...

Peki, şöyle bir yerden başlayalım: Hiçbir insan ülkesinde yolsuzluk olsun istemez ve istememeli. Bu konuda milletçe hemfikiriz. Fakat diğer yandan: İstediğiniz şey, eğer mümkün’e temas etmiyorsa, biraz geribasmanız kaçınılmaz. Örnekle açayım: Mesela ben, insanların günah işlemesini de istemem. Hiç kimse yalan söylemesin, yalan söylensin istemem. Hiç kimse kimseyi katletmesin, katil olsun istemem. Hiç kimse sevenlerine ihanet etmesin, hain olsun istemem. Fakat sahaya indiğinizde, yani insanın realitesine, bunların olmadığı bir âlem bulamazsınız. Birey birey bile, ismetle korunmuş peygamberler dışında, günahsızımız yoktur. Bu durum, sizi, optimum’a razı olmaya zorlar. Optimum, yani mümkünün en güzeli.

Hayalin ve gerçeğin buluştuğu nokta. Biraz ondan biraz ondan. Gözü daha yukarılarda olmakla birlikte (ideal anlamında) fıtratla/yaratılışla da uyumlu bir bakış. Mükemmeliyetçilik kadar merhameti de kuşanmış bir bakış. Bu, aynı zamanda, Cenab-ı Hakkın da (c.c.) insana bakışıdır. (Tarifimdeki kusurlar bana ait kalmakla birlikte tabii.) Allah, ahiret günü kulunun iyiliğinin, kötülüğünden fazla oluşuna (veya az oluşuna) nazar eder. Yoksa bir günah işlemişimizi, yüz sevabına rağmen tutup cehenneme atmaz. (O günahın haklılığını savunmadığımız sürece elbette.) Rivayetlerde bize aktarılan, Kur’an’da da bizim okuduğumuz, Cenab-ı Hakkın rahmetli adaleti budur. Yoksa, açık söyleyeyim: Hepimiz duman olmuştuk! Günahsız olanımız var mı Allah aşkına? Bunu iddia edebilecek olan, beri gelsin. Beri gelsin de yalanından ötürü suratına rahatça tüküreyim. Yanındakilere sıçramasın.

İşte bu nedenle ben The Cemaat’in birkaç aydır ülkeyi yolsuzluk da yolsuzluk diyerek birbirine katmasına ‘anarşistlik yapmak’ diyorum. Çünkü bu zihniyet, dünya siyasetinde belki hiç varolmamış bir şeyi şu andaki hükümetten istiyor. Neyi mi? Günahsızlığı. Evet, günahsızlığı. Bırakın siyaset dairesini, insanlık dairesinde bile, ismetle korunmuş peygamberler dışında, mümkün olmamış birşeyi şu günkü hükümette görmek istiyor. Görmediği için de (aslında bu da sadece görüntüdeki amaç) devrilmesini istiyor. Artık muktedir olamayacağını, bunu haketmediğini ve bırakması gerektiğini söylüyor. Halbuki adı şöyle veya böyle yolsuzluğa karışmamış bir tane iktidar bilmiyorum ben dünyada.

Yukarıda bahsetmiştim ya, birşeyi istiyorsanız ‘mümkün’e isabet etmeli diye. İşte The Cemaat’in talebi dünya düzeninde mümkün’e tekabül etmiyor. Yolsuzlukların hesabının sorulması mı? Eğer gerçekten varlarsa (ki The Cemaat’in ve avanesinin nümayişinden başka birşey görmedik henüz) elbette hesaplarının sorulması lazım. Fakat günahlar bireyseldir. Birkaç kişi günaha girmiş diye koskoca bir hükümetin, hem de meşru bir hükümetin istifası istenemez, devrilmesi hiç istenemez. Ben bunu doğru bulmuyorum ve herşeye rağmen Erdoğan iktidarının bu ülkenin şimdiye kadar görmediği kadar başarılı bir iktidar olduğunu savunuyorum. İyiliğini ve kötülüğünü tartıyorum, iyiliği fazla çıkıyor. O zaman ben de “Bunlar iyi!” diyorum.

İşte bazı şeyler sadeleştirmeyle olmuyor. İnsanın metni okurken anlamaya niyetli olması gerek. Gülen’in gölgesinde Bediüzzaman’ı okusanız da anlayamazsınız. Bakınız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bir asır kadar önce, benzeri iddialar karşısında İttihat ve Terakki hükümetini nasıl savunuyor? Münazarat’tan yapacağım bu alıntıyı bir dinleyin (Sadeleştirme sevenler için, belki bu sefer anlarlar diye kelime anlamları da vereceğim parantez içinde): ”Muhali (imkansızı) talep etmek, kendine fenalık (kötülük) etmektir. Zerrâtı (en küçük parçaları/burada insan ve onun günahkârlığı kastediliyor) günahkârlardan mürekkep (oluşmuş) bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar (bakılması gereken nokta), hükûmetin hasenâtı (iyiliği), seyyiâtına (kötülüğüne) tereccuhudur (üstünlüğüdür). Yoksa, seyyiesiz (hatasız) hükûmet muhal-i âdidir (imkansızlığı bilinen birşeydir).”

Devamında böyle imkansız bir günahsızlığı/hatasızlığı talep edenleri nasıl gördüğünü de tarif ediyor Bediüzzaman: “Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip (yıkmaya eğilim) ile, o sureti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un (lanetli), anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır.”

Görüyorsunuz ya, boşuna Erdoğan’a kızıyoruz. Bediüzzaman da böylesi insanlara anarşist diyor. Hatta Jön Türkler nazarında lanetli, bozguncu olarak görülmelerini de normal karşılıyor. Çünkü bu insanlar, kafalarındaki mükemmelik (ama imkansız mükemmelik) hayaliyle bin sene yaşayacak da olsalar, mümkün hükümetin en güzel suretini bile çirkin bulacaklar ve yıkmayı isteyecekler. Meslekleri de fesat ve yıkmak olacak bu yüzden. Çünkü optimum’a asla razı olamayacaklar.

İşte ben bu nedenle son krizde The Cemaat’in karşısında, Erdoğan’ın yanındayım. Çünkü The Cemaat, aslında kendi menfaatine dokunulduğu için, usulsüz bir şekilde ulaştığı bilgilerle hükümeti yolsuzlukla suçlayıp ondan yıkılmasını istiyor. Halbuki hükümet yolsuzluk yapmış bile olsa, bu hükmetmesine engel değil. Bir meyve bahçesinde üç çürük meyve bulunmakla toptan meyve bahçesi çöpe atılmaz. Kaldı ki, şu onbir yıllık iktidar döneminde, daha önce görmediğimiz başarılara/özgürlüklere şahit ve sahip olduk. Özgüvenimiz geldi, rahatladık. Şimdi on yıldır hükümetin kuyruğundan ayrılmayan The Cemaat, menfaatine dokunuyor diye düşmanı olmuş, onların anarşist gazına gelip hükümeti mi devirelim? Mükemmel değil, ama mümkünün de güzeli. The Cemaat’in hakkı var mı böyle bir anarşi yapmaya? Kimden yetki alıyor? İşte arkadaşlar, benim duruşumun özeti budur. Ve ilhamı, yine Risale-i Nur’dandır.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...