Showing posts with label AK Parti. Show all posts
Showing posts with label AK Parti. Show all posts

Tuesday, December 31, 2013

Siz hüsnüzanla 'aptallığı' karıştırıyorsunuz

"Bu hadisenin manevi esbabını ve neticelerini görmüyorlar, ta ki intibaha gelsinler." Bediüzzaman, 14. Söz'ün Zeyli'nden...

Nakledilir ki; Hz. Safiyye annemiz, bir itikafı sırasında Allah Resulü aleyhissalatu vesselamı ziyaret eder. Bir müddet sohbet ettikten sonra, hanesine dönmek için izin isteyince, Efendimiz de eşini uğurlamak için hareketlenir. Bu sırada, yolu oraya düşmüş birkaç sahabe, yanlarından hiç duraksamadan geçerler. Efendimiz, sahabilerine seslenir. Sonra eşinin yüzünü açarak onlara der: "Bu, eşim Safiyye'dir." Kendilerine bu açıklama yapılan sahabiler, hayretler içinde derler ki: "Ya Resulallah, senin hakkında nasıl kötü düşünülebilir?" Allah Resulünün onlara verdiği cevap manidardır: "Şeytan, insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır durur."

Ben bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, 'zanna' bakışımızdaki eksikleri düşünürüm. Yalnızca hüsnüzanna da değil üstelik; suizanna, gıybete ve daha nicelerine. Biz ne zaman böyle bir meseleyi ele alsak, sorumluluğu 'zannı yapana' yükler ve kaçarız fazlasını irdelemekten. Muhatabın da o zannın oluşmasında sorumluluğu olabileceğini düşünmeyiz. Efendimizin latif beyanını tekrar edersek; muhatabımızın da damarlarında şeytan dolaştığını ve onun fellik fellik malzeme aradığını aklımıza getirmeyiz. Bu yüzden belki de, Allah Resulü, mezkûr hadisenin arkasında ikinci bir ders verir bizlere:

"Zannın (suizan, gıybet, iftira beraber düşünülmeli burada) oluşabileceği durumlarda muhataplarınızla empati yapın ve mümkün mertebe şeffaf olarak, şeytanlarının kullanabileceği malzemeler vermekten kaçının." Safiyye'nin yüzünü açmak meselesi arkasında böylesi bir kanun-u umuminin ucu görünür bana: "Müminler arası şeffafiyet ve açıklık, nifak tohumlarının ekilmesinin engelidir."

Belki de bu yüzden, etrafında her türlü fitnenin ve cadı kazanının kaynatıldığı bir dönemde Bediüzzaman Hazretleri "En büyük hile hilesizliktir!" diyerek kendi talebelerine alabildiğine bir açıklığı tavsiye etmiştir. Elbette bu açıklık, her yaptığından herkesi haberdar etme anlamında değildir; ama muhatabın zaten haberdar olacağı veya olduğu, şeytanların buradan kötü bir enformasyon üretebilecekleri her zeminde böyledir.

Tarihçe-i Hayatı'nı inceleyenler de bilirler ki; Bediüzzaman, asla ve asla gizli saklı işlerin insanı olmamıştır. Onun toplum karşısındaki durumu; ne yaptığı, amaçladığı, (mahkemelerde kullandığı argümanlar ekseninde düşünülürse) ne söylediği ve düşündüğü gayet belli bir insan profilidir. Takıyyecilik, meslek ve meşrebinde kesinlikle olmamıştır. "Sonuçlar için süreç içinde fedakârlıklar, ikiyüzlülükler yapılabilir ve tavizler verilebilir!" cümlesi kesinlikle onun duruşunun ifadesi değildir. Bilakis, sonuç her ne olursa olsun, onu takdir-i ilahi bilip karışmayan; ama sürecin kendi uhdesinde olduğu bilen ve onu takva ile atlatmaya çalışan bir mümin görünümündedir. (Celaleddin-i Harzemşah örneğini anımsayalım.) Hadis-i şerifteki beyana gelirsek yine; "O, müminlerin elinden ve dilinden emin olduğu kişidir." Hayatı boyunca da bu emniyeti korumaya çalışmıştır.

Gönül ister ki; onun yolundan gittiğini söyleyen herkes de bu açıklığı koruyabilsin, bulanık sularda gezmekle müminleri endişeye sevk etmesin. Ama maalesef bugünlerde yaşadığımız karmaşa da göstermektedir ki; Bediüzzaman'ın süreç odaklı takva çizgisinden, sonuç odaklı makyavelist veya pragmatist bir çizgiye evrilenler de vardır. Ve bu evrilenler, süreç içinde sadece sırat-ı müstakim çizgisini değil; şeffafiyetlerini de kaybetmektedirler. Ve bu kayboluş, beraberinde, müminler mabeynindeki hüsnüzannı/güven ortamını da yıkarak, suizannı (ve onun devamında gelen gıybet ve iftira gibi günahları) uyandırmaktadır. Damarlarda dolaşan şeytanlara her türlü malzeme verilmektedir. Halbuki Risale-i Nur'un bu vatan toprakları için emniyet sübabı olmasının bir vechi de işte bu açıklığıdır, bu şeffafiyetidir ki; böyle bir mesleğe bakanlar yalnız nur görürler ve kaçmazlar. Topuz korkusu çekmezler.

Sohbetlerine katılanlar içinde bir kast sistemi bulunan ve her kast, kendi içinde ve kendine özel dersler yapan; derslerine gelenler cep telefonlarını kapıda bırakan; emniyet içindeki, yargı içindeki, daha bilmem nerelerdeki memur yapılanmaları bilinen ama kimlerdir ve ne amaçları vardır sis perdeki altında saklanan; bunun dışında, destek verdiği veya bizzat bünyesine kattığı gazeteci ve yazarların yazdıklarıyla ve bağlantılarıyla 'hedeflerinin korkutuculuğu' bütün ümmeti ürküten bir cemaat, bir camia, bir hareket, artık ne derseniz deyin, kesinlikle ve kesinlikle Bediüzzaman'ın yolunu takip ediyor olamaz. Bediüzzaman'ın yolunu takip edenler, emniyet-i umumiyeyi sağlarlar, böylesine ortalığı karıştıracak malzemeler üretmezler.

Üstelik, sonuç odaklı devam ettiği için, sonuca ulaşmasına kim yardımcı oluyorsa, onunla hemen kolkola giren; ama sonuca ulaşmasına engel olduğunu düşünüyorsa, en dindar hükümete bile şeytan gibi düşman olabilen bir camia, hiç kimse kusuruma bakmasın, kesinlikle ve kesinlikle Bediüzzaman'ın yolunda değildir. Ve ben bunu söylemeye Bediüzzaman'ın hukukunu müdafaa anlamında mecburum.

Üstadımdan beddua öğrenmediğim için etmem. Ancak "Allah lütfuyla ıslah etsin!" derim. İnşaallah, tez zamanda bu camiadaki ehl-i insaf kardeşler, bu yolun yol olmadığını farkederler. Bütün gazetelerini, medya organlarını, hatta kişisel sosyalmedya hesaplarını bir fitneyi harlandırmak, tutuşturmak için kullandıktan sonra; sağdan soldan, kendisiyle bağlı kurumlardan; "Bizim hükümetle bir düşmanlığımız yok!" tarzı, açık söyleyeceğim, ikiyüzlü beyanatları okumak, onların gözümüzdeki değerini daha bir düşürüyor.

Öfke ile haykırmak istiyoruz: Bütün bu olanlara rağmen bizden hâlâ hüsnüzan istemek ha! Efendiler, efendiler... Siz hüsnüzanla 'aptallığı' karıştırıyorsunuz. Müminleri bu kadar ahmak mı zannediyorsunuz? Her çirkinliği yapışınızı apaçık izlerken hepimiz, tekrar aynı muhabbeti size duyarız mı addediyorsunuz? Böyle bir ahmaklıktan kendim ve tüm ümmet adına Allah'a sığınırım. Müminin ferasetinden korkun, korkmalısınız! Fakat şu var: İçinizde lillah için çalışan çok masum da var. Onlara yazık olacak diye üzülüyoruz. Dilerim Allah'tan ki, o masumlar tez zamanda uyanırlar da 'Safiyye'nin yüzünü açmakla' bu fitnenin içinden sıyrılırlar. Yoksa, bu gidişin bir çukura doğru olduğu çok açık. Rabbim doğrunun ve doğruların yardımcısıdır.

Sunday, December 22, 2013

Fitne, mümkün olmayanı isteme sanatıdır.

Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan ‘anarşiliği’ ve üstü olan ‘istibdad-ı mutlakı’ esasıyla bozar, reddeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar)

Şener Aktürk'ün Türkiye'nin Kimlikleri'nde okuduğum çok güzel bir sözü var. Diyor ki: "Siyaset, mümkün olanın sanatıdır." Anladığımca izah edersem: Siyaset, eğer birşey mümkünse ve uygulanabilirliği varsa, ilgilenmelidir. Yoksa üzerinde durmasına bile gerek yoktur. Ütopyalar, düşlenirken ne kadar tatlı olsalar da, sahada uygulanabilirlikleri sıkıntılı olduğundan bahs-i siyasetten hariçte tutulmalıdırlar. Çünkü yüzyüze olduğumuz realitelere rağmen onları gerçekleştirmeye çalışmak, çoğu zaman, mevcut durumun da daha kötüsüne götürür bizi. Ne de olsa su, sırf biz öyle istiyoruz diye, on derecede kaynamaz. Yerçekimi gökçekimine dönüşmez, ateş söndürmez vs.

Dünya tarihi de sanıyorum bunun örnekleriyle dolu. Mutlak bir eşitlik anlayışıyla yola çıkan ideolojilerin sahadayken nasıl totaliter rejimlere dönüştükleri, üstün ırkı oluşturmak için yola çıkanların nasıl ırklarına en büyük kaybı yaşattıkları hepimizin malumu. Bediüzzaman'ın ifadeleriyle meseleyi ele alırsak, açılan çığırların beşerin fıtratında ve âlemin nizamında da bir yeri/uyumu olması lazım. Hepimiz kainat projesinin parçalarıyız. Yalnızken güzel olmamız yetmiyor, beraberken de güzel olmamız lazım. Zaten beraberken güzelsek yalnızlığımız da bir güzellik ifade ediyor. Yoksa kainatın düzenini de bozuyoruz.

Şu sıralar gündeme dair yaşanan tartışmalarda da bu nüansın ıskalandığını görüyorum. Evet, hepimiz, hiç kötülük olmayan ve günahın işlemediği bir âlem düşleyebiliriz. Bu serbest. Fakat diğer taraftan nass-ı Kur'an'la da bildiğimiz, şeytanın kıyamete kadar aldığı bir izin, bir mühlet var. O, bizimle uğraşmaya devam edecek. Nefsimiz, içimizde bir yerde onu can kulağıyla dinleyecek. Ve her birimiz o günah batağına (boylu boyunca dalmasak da) eteklerimizi batırıp çıkaracağız. Bizim şeytandan farkımız: Tevbeyi Yaşayanlar kitabının önsözünde Metin Karabaşoğlu'nunda dikkatimizi çektiği gibi 'günah işlemememiz' değil. Hz. Âdem gibi günahımızı itiraf edip tevbe ile ondan dönebilmemiz. Bunu başarabiliyorsak, hakikat-i insaniyenin sırrına mazharız.

Peygamberler hariç hiçbir fert yok ki, hakkında günah işlememiştir garantisi olsun. Elbette böylesi bir fıtratta yaratılan insanın bulunduğu her yerde bu türden günahlar, düşmeler, kaymalar olacaktır. Zaten Cenab-ı Hakkın da bizi değerlendiriş tarzı, amellerimiz mizana konduğunda günahsız olmamız şeklinde değildir. Hasenemiz, seyyiatımızdan; yani iyiliğimiz, kötülüğümüzden fazlaysa Cenab-ı Hakkın gözünde kıymetliyizdir. Kıymetimiz bu ziyadeliğin oranı arttıkça artar, inşaallah.

Düşünün; daha Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın devrinde bile onun günahtan beri giysisini çekiştirerek "Adaletli ol!" deme gafletinde bulunabilenler çıkmıştır. Eşi, iftiraya uğramıştır. Onun vefatından sonra Hz. Osman gibi bir hayâ timsalini "Kendi akrabalarına kıyak geçiyor!" diye başlayan bir fitnede şehit etmişlerdir. Hz. Ali, yine böyle siyasete dair bir meselede şehit edilmiştir. Aşere-i Mübeşşerinin büyük bir kısmı, böyle yanlış arayışların şehidi, kurbanı olmuştur. Hatta diyebiliriz ki: İslam tarihinin hiçbir döneminde tam ve kusursuz görülen bir iktidar olmamıştır. Her iktidar, kendisini adaletsizlikle suçlayan muhalifleriyle mücadele etmiştir.

Bu meselenin itikadî bir yanı da var. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat mabeyninde 'ayrılanlar' olarak isimlendirilen mutezile de, günah ve iman arasında kurdukları sağlıksız bağıntı yüzünden, çoğu karışıklığın altından ismi çıkanlardır. Büyük günah işleyenlerin imandan çıkmış olacağı üzerine geliştirilen, Kur'an'ın ve sünnetin ruhuna aykırı bu argüman, daha sonraları her alana yayılmış ve tekfir ekolleri gelişmiştir. Halbuki ehl-i sünnetin itikadında şirk haricindeki günahların imanla bir bağlantısı yoktur. Bunlar ayak kaymaları, gaflet anlarıdır. Tevbe kapısı açıktır. Ve mümin, günahkâra değil, günahın kendisine düşmandır.

Şimdi sizi 100 yıl kadar öncesine, 1908 yılında ilanının ardından Bediüzzaman'ın, Doğudaki aşiretler içinde dolaşarak Meşrutiyeti anlattığı bir esere götürmek istiyorum: Münazarat'a... Orada Bediüzzaman, siyasi dairede meşruiyete dair üretilen böylesi argümanlara bakınız nasıl ifadelerle cevap veriyor: "Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiâtına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir."

Yani bireyleri günah işlemeye müsait bir fıtratta yaratılmış insanlardan oluşan bir hükümet günahtan tamamıyla masum olamaz. O zaman buradaki ölçü, Cenab-ı Hakkın bizim hayırlılarımızı seçtiği ölçü olmalıdır: Hasenat, seyyiattan çoksa, o birey veya hükümet hayırlıdır. Yok, seyyiesi hasenatından çoksa, hayırsızdır. Hayırlılık genele bakar, küllîdir. Şer, cüzî olaylarla ilintilidir. Peki, metnin devamında Bediüzzaman böylesi muhal bir mükemmellik hayal ederek, oradan bir fitne devşirenlere ne diyor, isterseniz okuyalım:

"Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sureti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Görüyorsunuz ya, ne kadar acı: Bediüzzaman, bu hayalperestlerin mesleklerini anarşi, ihtilal ve fesat olarak niteliyor. Hatta hayallerinin neticesi tahrip bile olsa, bundan kaçınmazlar diyor. Çünkü muhalefetlerini meşru/insaflı bir zeminde tutamıyorlar. Zaten Beyanat ve Tenvirler'de de cerbezeyi tarif ederken yine topluluğun zihniyet kodlarına işaret eder Bediüzzaman:

"Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vuku zarûri gibidir. Eskiden daha berbatı vardı. Fakat, şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devası âsândır. Hem de, büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galip etmektir. (...) İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder."

Belki gündelik olaylara bağlamak yanlış birşey; ama dayanamıyorum, yapacağım. Birbirinden farklı üç davayı, içine bin iftira katıp bir cerbeze ile 'hükümetin tek işi yolsuzluk' şeklinde sunmak, buradan iktidarı devirmeye yol aramak, ne denli ayakları tutar bir davranış şeklidir? Hem birkaç ferde mahsus bir hadiseyi, dallandırıp oradan hükümetin meşruiyetine ve hatta imanına kadar çıkacak olumsuz yorumlar yapmak ne kadar insaflı ve masum bir tavırdır? Ben bugünlerde bunları çok sorguluyorum. Çünkü geçtiğimiz on yıla baksanız, bu hükümet adına bin hayır görürsünüz. Fakat ehl-i cerbeze/mugalata, bugünlerde, yalnız seyyieye baktırarak ve o bir seyyieyi sümbüllendirerek ehl-i imanı kandırmaya çalışıyorlar. Fakat, inanıyorum ki, tutmayacak. Zira nazarımda fitne; mümkün olmayanı isteme sanatıdır. Madem Bediüzzaman ile başladık, yine Bediüzzaman ile umudumuzu ifade edelim:

"Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. (...) Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah."

Tuesday, September 24, 2013

Provokatör olamayan nurcu

“Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan ‘anarşiliği’ ve üstü olan ‘istibdad-ı mutlakı’ esasıyla bozar, reddeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar)

Cemil Ertem ve Markar Esayan’ın Dünyayı Durduran 60 Gün isimli kitabını okudum geçtiğimiz hafta içinde. O kitap, bana, artık bu yazıyı yazmak zamanının geldiğini ihtar etti. Daha fazla ertelemenin bir anlamı yok. Nihayetinde, dille yapılan tüm tartışmalar yazıya dökülmedikçe miras kalmıyor. Kendisi ispat edilemediği gibi delil de olmuyor.

Bu yazı aslında bir kendimle hesaplaşma yazısı. Gezi olayları sırasında durduğum yer ve bu duruşun ‘haklılığı’ hakkında. Biraz içimi dökeceğim, biraz kendimi sigaya çekeceğim. Yapabilirsem, yaptıklarımın mantığını da izah etmeye çalışacağım. Okuyucular bu yazıda müstemidirler. Bana katılmalarını bekleyerek veya beni reddedeceklerinden korkarak yazmıyorum. Bu sebepten her fikrimin, en kolayından, bir göz kapamalık canı var. Gözünü kapayan benden kolayca kurtulabilir.

Öncelikle bir itiraf ile başlayayım: Ben, Gezi olaylarına ilk başladığı günlerde destek verdim. Twitter’dan, Facebook’ta beni takip edenler bunu gayet iyi biliyorlar.

İlk günlerde attığım twitler, daha çok hükümeti eleştiren ve polis şiddetinin (bir ölçüde) eski bir mağduru olarak onlara ayar veren şeylerdi. (O twitleri silmedim.) Hatta bir yönüyle sevinçliydim, zira ilk defa halkın, devlete, herhangi birşey hakkında “Biz istemezsek yapamazsın!” dediğine şahit oluyordum. Bu, bence iyi birşeydi. Çünkü mazimizin büyük bir bölümü, devletin canımızı inciten uygulamalarına “Hayır!” diyememekle geçmişti. Sivil bir direnişin, dayatmacı bir uygulamaya karşı duruşu, gelecek adına beni ümitlendirmişti. Belki de hürriyeti artık içselleştiriyorduk.

Burada altını çizdiğim gibi, bu desteğin altında bir açlığın da payı var. Geçmişi devletçiliğin ağır baskısı altında geçen bir ülkenin vatandaşlarının, içlerindeki bu açlığı bastırma adına polisin yersiz müdahalesiyle alevlenmiş bir sivil kalkışmaya destek vermesi kaçınılmazdı. Ben de kaçın(a)madım.

Gezi parkına daha evvel sadece bir kere gitmiştim. Taksim’e gitmeyeli belki seneler olmuştu. Ağaçları umurumda bile değildi. Ama yine de eyleme ilk günlerinde sosyal medyadan destek verdim. Konuştuğum insanlara da destek vermelerini tavsiye eder şeyler söyledim. Benim için kırılmanın eşiği ise, Beşiktaş’a sıçrayan olaylar oldu. Orada yapılanların amacını anlayamadım, hayra da yoramadım.

Sonra metrobüste, caddede, sokakta ‘Erdoğan’ın kellesi almak’ ile ilgili cümleler duydum. “Olur böyle şeyler” dedim, aldırmadım. Tencere sesleri rahatsız edici boyutlara geldiğinde komşuların saygısız ve suçlayıcı diyaloğuna şahitlik ettim, içime korku ve kin beraber dolmaya başladı. Ne de olsa ben bu tencere seslerini evvelden de biliyordum. O saygısız ve suçlayıcı tavırları da... Herkes, tıpkı eskiden olduğu gibi, iktidara kendisi kadar öfkeli olmayan bir diğerine ‘öteki/hain’ muamelesi yapmaya başlamıştı. Eski şarkı yeniden söyleniyordu. O zaman uyandım!

Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Tesettürlülere, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı yapılan hakaretler ve Gezi’nin açılmaya başlayan yüzü. Vandallığa karşı başlayan bir hareket giderek vandallığa yürüyordu. Bazı arkadaşlarımla aramın açılmasını da göze alarak karşılarına geçtim bu sefer. Çünkü ben, her ne kadar Erdoğan’a bazı noktalarda kızsam da, AK Parti’ye tepki göstersem de kimi şeylerde, onların iktidardan (hem de bu şekilde) gitmelerini istemiyordum. Çözüm süreci gibi cesur adımların atıldığı bir zeminde böyle bir değişim arzu etmiyordum.

“Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir...” diyen Bediüzzaman’ın okuruydum. Ben Gezi seyyiesinin veya diğer birkaçının, hükümetin çok sayıdaki hasenatını örtmesini kabul etmiyordum.

Bütün bunlardan önce, itiraf etmeliyim yine, benim Erdoğan’a saygım da vardı. Her darbe döneminde korkup geri adım atmaya alışmış siyaset, medya, cemaat, siviltoplum dünyamızın aksine, o her halukârda dik duruyordu. Bu dik duruşu, bir vatandaş olarak, bize de öğretiyordu. En tehlikeli zamanlarda, kefenini başına geçirmiş, biraz da bizim daha iyi günler görmemiz için cesurca cuntaya direnmiş bir adama, böyle toplumsal bir olayda sırtımı dönmek, kimse kusuruma bakmasın, hainlik gibi geliyordu.

Hem eylemin ilerleyen günlerinde, hükümet uzlaşmak için el uzattıkça, Geziciler direnişlerini anlamsızlaştırarak varlıklarını devam ettirmeyi tercih ettiler. Bu da benim tavrımı etkileyen ikinci birşey oldu. Evet, elbette istibdata karşıydım. Ama yukarısı uzlaşmak için elini uzattığında onu reddeden anarşiye de karşıydım. Birisinden yana olmamam, diğerine katılmamı gerektirmiyordu. Ki zikredilen durumda, başta istibdat ile halkı galeyana getirmiş olanlar bu yanlışlarından dönmüşlerdi. Fakat bu sefer de başta haklı bir noktadan yola çıkan eylemciler oradan mantıksız bir isyan devşirerek vandallık ve anarşi yapıyorlardı.

Bu süreç içinde “Aman devletçi olmayalım!” diye çabalayan birçok kardeşim de istibdat ve anarşi ekseninde bir savrulma yaşıyor, kendisi bu savrulmanın farkında olmadığı gibi, sizi de tavrınızdaki değişimden ötürü döneklikle veya savrulmakla itham edebiliyordu. Halbuki yazıya başlarken alıntıladığım paragraf, kanaatimce, bize böylesi durumlarda nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini de ders veriyordu.

Nihayetinde, evet, ben Gezi olaylarında bir kapılma yaşadım. Sonrası eğer bazıları için savrulma ise bunu da yaptım. Ama her ikisinde de doğru bir yerde durduğumu düşünüyorum. Devletin başta istibdadını gördüm ve Gezicilere destek verdim. Ahirde ise Gezicilerin anarşiye gittiğini görüp geri adım atmayı başarmış ve o olaydaki istibdadından vazgeçmiş bir hükümeti destekledim. Muğalata veya cerbeze yapmadım. Bunun adı sizin katınızda neyse, benim için farketmez. Ben, vicdanımdan ve Risalelerden böyle ders aldım. Halim budur.

Sunday, July 28, 2013

Cemaatten at beni. İn aşağı, tut beni.

Öncelikle şunu beyan etmeliyim: Nurcuların tamamı Hocaefendi cemaatinden değildir ve olmak zorunluluğu da yoktur. Yani Nurculuk, sadece Hocaefendi ekolü değildir. Onlardan olmayan birisi, onlarla bozuştu diye, Nurculuğun dışına atılmaz. Zaten bundan bir adım ötesinde, tüm müslümanların Nur cemaatinden olmak zorunluluğu diye de birşey yoktur. Bu da bir hak ve rahatlık verir: Her düşüncelerine veya eylemlerine katılmama, gerekirse eleştiride bulunabilme hakkı. Bir insanın kendi yolunu çizmesi ya kendi yolunun esaslarını beyan etmekle olur yahut da karışabileceği diğer ekolleri eleştirerek arasına mesafe koymakla olur. Eleştirilere insaf katık olduğu sürece de her eleştirinin varlık sahasına çıkma hakkı vardır. Hepimiz az çok tasavvufu bilen insanlarız. Emmâreden levvameye çıkış da ancak bu eleştiriler vasıtasıyla olur. Kişisel bazda da bu böyle, cemaat bazında da bu böyle.

Bir süredir, malumunuz, cemaatin siyasî alanda takındığı tavırlara karşı eleştiriler yapıyorum. Bazen bunları çok açıktan, bazen üstü kapalı bir şekilde yapıyorum. Bununla ilgili cemaatteki kardeşlerden çok da eleştiri alıyorum. Eleştiri benim mazotumdur, hiç gocunmam. Fakat bu eleştiriler beni, endişelerimi küçük küçük cümlelerle sosyal medyada paylaşmaktansa, daha uzun metinlerle bloguma taşımaya sevk etti. Zira herkese, her soru sorana tekrar tekrar aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorum. Bir kere yazayım, dileyen buradan okusun. Dilemeyen, sallamasın.

Başlarken şunu beyan edeyim: Ben, Hocaefendi cemaatinin yurtiçinde veya yurtdışında Allah rızası için yaptığı iyi işleri reddetmiyorum. "Yoktur, olmamıştır, bunların yaptığı hiçbir hizmet, hizmet değildir" tarzı birşeyi söylemem, hatta rüyamda bunu görmem mümkün değil. Ama parça parça meselelerde, hususan cemaatin siyasete müdahil olduğu ve ayrıca devletten pay istediği alanlarda ciddi bir rahatsızlığım var.

Peki, bu rahatsızlığı neden beyan ediyorum? Çünkü Risale eksenli bir hizmet yürütmek gayesiyle yola başlamış bir cemaatin ileride yaşadığı kırılmaların, bunu irdelemeyen tâbilerince fark edilmeyeceğini düşünüyorum. O yüzden uyarmak da bana, bize düşüyor. "Şuradan şurası doğrudur. Şuradan şuraya kadar ise, bakınız, böyle böyle endişelerimiz var" tarzında bir beyan, sanıyorum herkeste bulunması gereken o manevî otokontrol sisteminin akıllarda ve kalplerde kurulmasını sağlar.

Gerçi ileride maddeler halinde yazacağım, ama başlarken de söylemiş olayım: Cemaatin özellikle Risale-i Nur mesleğini Türk milliyetçiliğine müsait bir alan gibi göstermesini; hatta bu işi ileriye götürüp Kur'an'ın, sünnetin ve ikisinden beslenmiş Risalelerin hiç böyle bir amacı olmadığı, öğütlemediği halde Türkçeyi ve türevlerini bir misyon haline getirmesini yanlış buluyorum. Bunu yaparken sergilediği eylemler bir kenara... Onlar ayrıca caiziyet boyutuyla tartışılır.

Ama onun ötesinde Kur'an'ın, sünnetin ve Risale-i Nur mesleğinin hiçbir milliyetçi söyleme müsait olmayan alanında Türk milliyetçiliği adına böyle bir alan açmalarını yanlış buluyorum. Ki bu nedenle cemaatten tanıdığım çoğu insan, bugün barış sürecinde en çok ayak sürüyen ve hükümetin pozitif adımlarını eleştiren insanlar. Zira cemaat onlara Risale maskeli bir Türkçülüğü çok doğru, çok dinî, çok Allah'ın emri bir tarzda kutsiyet atfederek öğretiyor. (Meşhur bir abinin bir zamanlar dersanelerde Kürtçe konuşulmasından rahatsız olduklarını röportajda anlattığını hatırlayalım.) Fakat buna delil sorduğunuzda, bırakın cevap vermeyi, muhatap bile alınmıyorsunuz. Gayretullaha dokunmak diye birşey var, öcü gibi cemaati eleştiren herkese gösteriliyor. Onunla sindirilmeye çalışılıyorsunuz.

Kardeşim, ben seni yerin dibine batırmaya çalışmıyorum. Boynunda akrep var gibi geliyor bana. Boynundaki akrebi gösteriyorum. Sen bana teşekkür edip akreple meşgul olacağına "Gayretullaha dokunur" diyerek neden benim üzerime geliyorsun? Hepimizin ilham aldığı dönem asr-ı saadet ve selef-i salihin dönemi sonuçta. O zaman bile sahabiler birbirlerini eleştirebilirken ve bu eleştirinin sonucunda kimse kimseyi gayretullaha dokunur diye tehdit etmezken, siz nasıl bir yüksekliğe sahipsiniz ki, sizi eleştiren direk sanki (hâşâ) Allah'ı eleştiriyor? Sizde hiç kusur olmaz, siz esbap dairesinde perdelik yapmazmışsınız gibi herşey hemen gayretullaha gidiyor? Hz. Ömer'in bile sahabiler kendisine yönelttiğinde dinlediği, mantıklıysa benimsediği bir eleştiriyi; siz nasıl kendinize yakıştırmıyorsunuz? Garip değil mi bu?

Bir de hizmetlerinize borçlandırma meselesi var. Diyelim, oturdunuz cemaatten birileriyle; içinizde saklı kalan şeyleri riyakârlık olmasın, gıybet olmasın diye yüzlerine karşı söylediniz, paylaştınız. Alacağınız ilk tepkiyi tarif edeyim size: "Biz şu kadar hizmet yaptık. Bu kadar okulumuz var. Şu kadar yurdumuz var. Bu kadar cemaatiz. Bu ülkede şu an birşeyler iyi gidiyorsa, bunlar hep bizim sayemizde. Bizim kadar hizmet yapın, ondan sonra konuşun..." falan felan. Hoppala! Arkadaşım, benim senin hizmetlerinle bir derdim yok ki. Onları sorguladığım da yok. Hepsini Allah kabul etsin. Sen niye benim lokal eleştirimi alıp bütün cemaate yapmışım gibi yayıyorsun? Sonra da dönüp bana diyorsun ki: "Cemaat büyük bir topluluktur, bu sözlerinle hepsinin kul hakkına giriyorsun, hepsinden helallik isteyebilecek misin?"

Yahu niye böyle olsun? Cemaate yapılan eleştiri, neden bütün cemaate olsun? Karar alımında bütün cemaate sormuyorlar ki hiçbir şeyi. Gazeteniz, medyanız manşetini ayarlarken cemaate mi soruyor? Cemaat çapında yapılan referandum mu var? Yok öyle birşey. Yukarıda abiler var, en üstte Hocaefendi var, onlar alıyorlar kararların çoğunu. Bizim cemaat diye eleştirdiğimiz şey, birebir bütün cemaat üyelerinin amelleri değil ki. Eleştirdiğimiz şey, genelde lokal ve genelde abilerin kararıyla ortaya çıkan şeyler. Bazen de birebir sadece Hocaefendi'nin bir sözünü, eylemini eleştiriyoruz. Bunu alıp bütün cemaate teşmil etmekte suç benim mi, yoksa senin mi? Ben yapmıyorum ki, öyle birşey. Sen alıp bunu genişletiyorsun. Bunu yapmaktaki amacını da biliyorum. Çünkü bana verecek cevabın yok.

Bu borçlandırma mevzuu enteresandır. Bende çok ciddi alerji yapan birşeydir. Neden derseniz: Çünkü cemaat bu borçlandırma konusunda öyle bir dil kullanır ki, tıpkı vatandaşlık derslerindeki devlet dili gibidir. "Sizin ekmeğinizi devlet veriyor, suyumuzu devlet sağlıyor. Devletin havasını soluyorsunuz. O zaman devlete itaat edin" tarzı birşeydir bu. Cemaatin yaptığı iyilikler, sahip oldukları faziletler üzerinden bir ezme harekatıdır. Cemaat vaktiyle şunu şunu başarmıştır. O zaman bunları başaran bir kuruma, kesime kesinlikle hiçbir şey söylenemez. Cık, cık, cık. Bu iş, öyle bir hale geliyor ki en nihayet, ağzınızı açtırmıyorlar size. Ağzınızı açmak için en az yüz tane okulunuz olması lazım. Hakkınız yok yoksa.

İyi de arkadaşım, senin bu kafanla gidersek ne devleti, ne sistemi, ne de başka birşeyi sorgulayabilmeye hakkımız kalır. Devlet, birçok iyi işler yapan bir şahs-ı manevidir. Onu böyle faziletleriyle kutsarsak devlet kendini nasıl geliştirir? Yasalar nasıl modernleşir? Ordu hakeza. Ordu, sınırlarımızı bekleyendir. Ama onun sınırlarımızı bekliyor, bizi koruyor oluşu; zaman zaman içindeki zehirli bir damarın tahrikiyle özgürlüğümüzü (darbe yaparak, muhtıra vererek) elimizden almasına engel olmuyor. Hiçbir kurumun yaptığı iyi işler, kötü işlerini yok edemiyor. O halde siz nasıl bu kanundan hariç bir fert olabiliyorsunuz?

Yaptığınız bir hayır varsa, elbette karşılığını Allah verecektir. Daha dönüp bizden de bir karşılık beklemek niye? Sen o iyi işleri yapıyorsun diye ben susmaya mecbur muyum? Hz. Ömer'i minberdeyken eleştiren sahabi herhalde faziletçe ondan yüksek değildi. Ama eleştirmesine de engel olmamıştı. Hz. Ebû Zer de Hz. Osman'dan yüksek değildi. Ama yine de sisteme yönelik eleştiriler söylemekten geri kalmıyordu. Ne borçlandırılıyor ne de gayretullaha dokunmakla tehdit ediliyordu.

Kaldı ki, uygulamalarınızın çoğu fıkha dair meselelerdir. Fıkha dair meseleler selef-i salihin devrinden beri tartışılabilen şeylerken ne ara sizin döneminizdeki gibi eleştirilemez oldu. Mesela ben Türkçe Olimpiyatlarına desem ki: Bu Kur'anî bir hizmet metodu değildir. Kur'an'da hiçbir lisan (belki vahyin dili olması itibariyle Arapça hariç) böyle yüceltilmemiş, ille-i gaye olmamıştır. Siz bunu yapıyor ve bunun bu zamanda büyük bir hizmet olduğunu savunuyorsunuz. Bu fıkha dair bir meseledir. Bunu konuşalım. Tartışalım. Sizde konuşma yok, tartışmaya müsaade hiç yok. Konuşanların da ağzına hemen lafı tıkıyorsunuz: "Ama bizim yaptığımız hizmetler..." Allah kabul etsin onları, ne diyeyim yani? Derdim yok ki onlarla.

Bakınız, şunu da söyleyeyim: Herhangi bir kurumun, Türk kültürü adına (ama demeyecek din adına) böyle birşey yapmasını da yadırgamam. Amacı zaten böyle birşeyse, bununla yola çıkmışsa, yapabilir elbette. Ama başlarken Kur'an eksenli başlıyor, Risale ile yola çıkıyor ve sonra böyle bir evrilme yaşıyorsanız, kusura bakmayın, ona diyecek iki sözümüz var.

Bir de üstelik Türkçe Olimpiyatlarına bu sene (davet ettiğiniz ünlüler eleştirilerin önünü yeterince tıkamıyor belli ki) Peygamber Efendimizi aleyhissalâtu vesselam da getirdiniz. Oluşturmaya çalıştığınız kutsiyete bakar mısınız? Bu size sağlıklı geliyor mu? Bir kurumun, kesimin bir olimpiyat yapması başka, oraya Efendimizi misafir etmesi başka. Nasıl sağlıksız, rüya üzerine, ikinci bir fıkıh alanı oluşturduğunuz söylemeye gerek bile duymuyorum. Rüya fıkıhta delil sayılmaz halbuki. Üstelik tabir var, rüyayı tersine çevirir. Tabir var, hiç düşünmediğin anlamı çıkarır.

Şimdi de dalmışsınız siyasete. AK Parti üzerine, geliyor da geliyorsunuz. Gelmeyin demiyorum. Benim de AK Parti'de gördüğüm kusurlar var. Fakat arkadaşım, biraz dengeli olun ya. Mavi Marmara olayında gayet masum bir amaç için, Filistinli kardeşlerine yapılan boykotu kırmak için bir gemiye binmiş insanların yaşadığı katliamı, mağduriyeti Hocaefendi'nin bizzat kendi diliyle "Otoriteye itaat lazımdır" diye eleştirmeyi bildiniz. Onca insanın kalbini kırmayı bildiniz. O zaman bir hayli devletçiydiniz.

Peki neden Geziparkı olayları sırasında aynı damar tutmadı sizde? Halbuki Mavi Marmara, Gezi'den bin kere daha masumdu. Bu sefer, aynı dille "Eylemi yapanların anlaşılması gerektiğini, kendilerine yanlışlar yapılmış olabileceğini..." söylediniz. Ben açıkça soruyorum: Devletçi misiniz? Halkçı mısınız? Necisiniz? Yoksa ilk olayın içinde İsrail, ikinci olayın içinde zaten aranız kötü bir AK Parti olduğu için mi böyle bir tavır takındınız? Yapmayın yahu. Yapmayın böyle şeyler. Erbakan'ın meşru iktidarının arkasında duramadınız. O zaman darbecilerle bir olup iktidara çekilme çağrısı yaptınız. Bari bu sefer meşru iktidarın arkasından bu kadar çabuk çekilmeyin. Yapmayın böyle. Ümmet bunları görmüyor değil. Mısır olayları üzerinden 28 Şubat'taki halinizi bir değerlendirin. Ben, "Erdoğan hata yapmıştır" diyebiliyorum. Siz "Hocaefendi hata yapmıştır" diyebiliyor musunuz, onu bir değerlendirin.

Hem bazı şeyler oluyor, statükonun devam etmesini bizzat siz istiyorsunuz. Mesela dersaneler. Dersaneler kadar halkın belini büken birşey var mı toplumda? Okuldaki dersler yetmiyor diye tonlarca lira masrafla bir de çocuklar dersanelerde okutuluyorlar. Sabahları okulda, haftasonları en az bir yıl dersanede geçiyor. Yaşadıkları stres, kaybettikleri zaman cabası. Şimdi sanki bu dersaneler çok maslahatlı şeylermiş, öğrettikleri de sınavdan sonra bir işe yarıyormuş gibi ayak sürüyorsunuz. Halbuki hem sınavlar, hem de dersaneler kalkmalı. Öğrenciler, veliler bu çileden kurtulmalı. Biz böyle bir değişimin yanında yer alacak, millete faydası dokunacak birşeyi kollayacak yerde, oradan kesilen rızkınıza bakıyor ve direniyorsunuz. "Erdoğan olmasaydı... şeklinde şeyler yazan arkadaşlar şirke yaklaşıyorlar" demeyi biliyorsunuz. "Dersaneler olmasaydı... deyince böyle bir şirk olmuyor mu?"

Oyyh! İçimi döktüm. Ama rahatladım. Daha da dökeceğim. Bu yazı başıma bela bile açsa, bu belayı öper yine başıma koyarım. Çünkü riyakârlığı değil, açıkça söylemeyi seçtim. Gıybeti değil, doğruyu yüzünüze haykırmayı seçtim. Yazı boyunca da hakkınıza, hizmetinize zulmetmemeye çalıştım. Gerisi, artık geride kalır. Umurumda olmaz bile... Ha, bu arada: Bu yazı, twitter'dan bana "Müslümanlara rağmen hizmet etmeye çalışıyoruz" diye yazan cemaatten bir arkadaşa tepki olarak yazıldı. Müslümanlara rağmen bir hizmet... Çok enteresan.


Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...