Showing posts with label Ahirzaman. Show all posts
Showing posts with label Ahirzaman. Show all posts

Tuesday, January 14, 2020

Dünya da bize artık bir parça ahiret gibi geliyor

Birşeyin ahiretine inanmamak bizi o şey hakkında daha kolay kandırılır hale getirir mi? Soru bu. Daha zoru ise şu: Birşeyin sahtesine inanmak onun gerçeğine karşı bizi duyarsız hale getirir mi? Hafızamızın ellerinde sıkıca tutalım lütfen. Çünkü üzerine konuşacağız. Bu sorular ilhamını En'am sûresinin 113. ayetinden alıyor. Kısa bir mealini alıntılayalım: "Onlar bunu, âhirete inanmayanların gönülleri o yaldızlı sözlere meyletsin, sonra ondan hoşlansınlar ve işlemekte oldukları kötülükleri işlemeye devam etsinler diye yaparlar." Fakat böyle yapınca yarım kaldı. 112. ayetin kısa bir mealini de ekleyelim: "Her peygambere insan ve cin şeytanlarını Biz böylece düşman ettik ki, bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler ilham ederler. Eğer Rabbin dileseydi onlar bunu yapamazdı; onun için sen onları uydurduklarıyla başbaşa bırak."

Görüldüğü gibi ayet-i kerimeler bize kandırılmanın doğasında ahirete inanmamanın olduğunu söylüyor. Şeytanlar ahbaplarına yaldızlı sözler fısıldıyorlar. Doğru. Fakat tesirin asıl etkeni bu değil. Bizi bu demagojilerin/cerbezelerin etkisine açık hale getiren ahiretsizliğimiz. Dünyanın yaldızları bizi kandırıyor. Zira ahiretsiz düşünülünce o da bir tür güzelliğe benziyor. Daha doğrusu: Güzelliği 'yeterliye' benziyor. Öyle ya. Uzun zaman kullanılacağı düşünülmeden alınan eşyanın çıtıpıtısı kalbi iknaya yeter. Bıcır bıcırlığı gönle şenliktir. Ancak bir saniye!

Nasıl oluyor bu? İçimizde ahirete inanmayan var mı? (Bunu burada sormak zorundayım. Zira çikolatalı gofret reklamında olduğu gibi kalabalık içinde bağıramam.) Cevapları duyamasam da hep mü'min insanlarla konuştuğumu düşünüyorum. Üstelik Kur'an da kâfirlerden çok mü'minlere dersini tekrar ediyor. Evet. Tamam. Onları da hidayetine çağırmıyor değil. Evvelemirde bu dersler elbette o mahrumları davetle tanıştırmak için. Lakin bizim de hissemiz yok mu şunlardan? Yani bu nurlardan? En'am sûresinin 112-113. ayetleri bize ne öğretiyor peki?

Ben bu öğretinin inkârla değil amma unutmayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz de kolay aldatılır oluyoruz. Ne zaman? Eylemlerimizin ahiretini unuttuğumuz zaman. Bir şuur olarak uhreviliği kafamızda gezdirmeyi bıraktığımız zaman. Ebedî resmin çağrısına/gösterdiğine kulaklarımızı kapadığımız zaman. Sonumuzu düşünmeyi bıraktığımız zaman. Bu ihmalleri yaptığımız zaman biz de kolay aldatılır oluyoruz. Evet. Bediüzzaman "Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler!" buyuran İbrahim sûresinin 3. ayetini tefsir sadedinde der ki:

"(...) âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla hakikî mü'minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar."

Demek bu marazdan hiç de uzakta değiliz. Bakınız, yukarıdaki mealde 'şeytanların yaldızlı sözlerine kanmak'tan bahsedildi, aşağıda mürşidim de bize 'ehl-i dalâlete taraftar olmak'ı zikretti. Sanki birbirleriyle manaca bir ilgileri var. Ancak bu ilgiyi kavrayabilmek için biraz da ahiretin manasını konuşmak gerek. Ahiret bizce nedir? Bu zamanın bitiminde başlayan başka bir zaman mıdır? Yoksa bu zamanda yaşanan bir sonsuzluk mudur? Müslümanlar için ahiret tarifinin ben biraz daha ikincisine yakın olduğunu düşünüyorum. Biz sonsuzluğu bu zamanda yaşıyoruz. Aslında şükrederken bunu az-çok kestiriyoruz. Zaten kudsî metinlerde de sürekli bu konuda uyarılıyoruz. "Dünya ahiretin tarlasıdır!" diye dersimizi alıyoruz. Ancak yaşarken işin rengi değişiyor. Ahiret, ikinci bir şuura, bir lazımın lazımına, dönüşüyor. Ötede amellerin karşılığı olduğu hatırımıza geliyor. Fakat eylediklerimizin bizzat ahiret olduğunu çok da sezinleyemiyoruz.

Kafanızı daha fazla karıştırmaktan fazlasını yapmalıyım. 'Amellerin bizzat ahiret olması' bence onları ahiretleriyle birlikte yaşamakla ilgili birşey. Hani yine mürşidim, yukarıda zikrettiği derdin devasını, başka bir yerde şöyle izah eder: "Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir." Yani arkadaşlar, ne yapıp edip, ahireti fiilerin içine kadar indirebilmeliyiz. Eylemlerimizin yekününden bir ahiret çıkarmak yerine herbir eylemin bir ahireti olmalı.

Zaten ömrü bereketlendiren de budur. Ehl-i dünya bile 'büyük amaç' sahibi olmanın eylemi büyüttüğüne inanır. Bu kadarını kavramıştır. Mesela: Öğrenciyi okul hayatını haytalıkla geçirmekten alıkoyacak güzel bir meslek sahibi olma amacıdır. Niyetidir. Şuurudur. Bu onu gafletin tesirlerinden korur. Ahireti, ama seküler bir ahireti, eylemlerinin ufkuna yerleştirdiği zaman eylediklerinin ömrü uzar. Günübirlik şenlikleri yerine bir ömürlük meslekleri olur. Bu sahte bir ahirettir. Seküler bir ahirettir. Ancak belki bugün mü'minleri mağlup eden ahiret de budur. Dünyayı seve seve tercih ettiren şeytanların ahiret dilini konuşmaya başlamasıdır.

Bakınız: Bu sahte ahiret yokken bizim gerçek bir ahiretimiz vardı. Kariyer sahibi olmak gibi hedeflerin modern zamanlara kadar ufukları kaplamaması fıtratında 'bu kadarla yetinmemek' olan insanı bir ahiret hedefine teşvik ediyordu. Dünyanın boyu kısaydı. İnsan çabuk üzerine tırmanıp ahirete uzanıyordu. Fakat şimdi iş değişti. Ahirzaman şeytanları baldan önce bunun sahtesini keşfettiler. Bizi uzun eğitim/çalışma yılları sonunda ulaşılabilecek 'kariyer putları'na maruz kıldılar. Artık yeni bir ahiret kovalıyoruz. Eylemlerimizi ona göre yapıyoruz. Ancak o ahiret sahici bir ahiret değil. Şeytanlar bizi ahirete karşı sahte bir ahiretle kandırıyorlar. İşte bu yüzden dünya hayatını seve seve tercih ediyoruz. Çünkü dünya da bize artık bir parça ahiret gibi geliyor.

Monday, December 16, 2019

Kertenkeleler dans da edebilir

Dünya giderek küçülüyor. Kütlesinde bir değişim olmuyor belki. Fakat iletişim/ulaşım imkânlarının gelişmesiyle uzaklıklar yakınlaşıyor. Gitmeler-gelmeler, söylemeler-duymalar, etkilemeler-etkilenmeler artıyor. Gördünüz işte. Şili'de başlayan birşey birkaç günde koskoca mesafeleri aşıp Türkiye'nin meclisine kadar geldi. Ahirzamanla ilgili hadisleri tefsir edenler 'deccalin kırk günde dünyayı dolaşması' veya 'öldüğünde bir şeytanın bunu dünyaya işittirmesi' gibi rivayetleri de bu eşikten analiz ederler. Yani, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, gayb-aşina gözüyle bize ahirzamanda ulaşılacak iletişim/ulaşım imkanlarını sezdirmiştir. Elbette edeb-i peygamberîye yakışır bir tesettürle. Dikkatli nazarların aşabileceği bir billurlukla. Bunlar da mucizesidir. Yani, haberi hakikat-i nübüvvetinin bir delili, örtmesi sırr-ı imtihanın bir gereğidir.

Tabii, ıskalamayalım, böylesi imkanların bedelleri de oluyor. Nasıl bedeller? Bu konuda fehmimize yardımcı olacak bir hadis-i şerif var. Aleyhissalatuvesselam bir mecliste ashabına buyuruyor: "Sizler karış karış, arşın arşın öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. (Onların yaşayışlarını ölçü edineceksiniz.) Hatta küçük bir kertenkele deliğine girecek olsalar siz de onları takib edeceksiniz. Sorduk: Ya Rasulallah! (İzlerini takib edeceğimiz bu topluluklar) Yahudiler ve hristiyanlar mı olacak? Buyurdu: Ya başka kimler olacaktı?" (Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlm 6)

Her imkanın bir imtihanı var. Ahirzamanda gelişen iletişim/ulaşım imkanlarının da bedeli toplumlar arasındaki etkileşimi arttırması. Evvelemirde bunun sadece hasenatı gözümüze görünüyor. Fakat, kaçırmayalım, seyyiatı da var. Çünkü hâkim/baskın kültür dediğimiz şey sonuçta imkanları da yönetiyor. Hani şöyle bir söz vardır: "Medyanın gücü yoktur. Gücün medyası vardır!" denir. Bunun hakikatini yaşadıklarımız üzerinden de okuyabiliriz. Öyle ya. Bugün küresel medyayı kim elinde tutuyorsa insanlığa neyin 'doğru' neyin 'yanlış' olduğunu da o öğretiyor. Kimin 'terörist' kimin 'kahraman' olduğunu, kimin 'zalim' kimin 'kurtarıcı' sayılacağını, kimin 'medeni' kimin 'vahşi' görüleceğini, hepsini ama hepsini, dominant güçler tayin ediyor.

Direniş noktamızsa evveliyetle imanımız. "Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin!" buyuran Kur'an'ımız. "Kim bir kavme benzerse o da onlardandır!" buyuran Peygamberimiz. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diyen mürşidlerimiz. Bu tarz ihtarların aşıladığı temkinle ancak bir derece üzerimizdeki algı yönetimine karşı koyabiliyoruz. Yerliliğimizi muhafaza edebiliyoruz. Yani akaidimiz aynı zamanda bizim koruyucu hekimliğimiz. Her türlü beyin yıkamasına, kimlik dezenformasyonuna, kalp manipülasyonuna karşı 'değişmeyenlerimize' tutunuyoruz. Eğer onlara tutunmayı bırakırsak biz de biteriz. Hâkim kültürün baskın söylemi içinde yiteriz.

Kanaatimce bunun bir yanı da 'tepkilerimizde bile biz kalmamıza' bakıyor. Bakınız, Mısır'da gerçekleşen alçak darbenin ardından müslümanlar topyekün bir Rabia refleksi gösterdiler, ne kadar Batılı katıldı buna? Düşüncem: Rabia'nın gücü İslam coğrafyası dışına ancak daru'l-harpte yaşayan müslümanlar kadar/eliyle taşınabildi. Buradan oraya bir dalga oluşmadı. Bugün bu diyarların liderleri Diktatör Sisi'nin elini sıkmaktan çekinmiyor. Halkları da bundan rahatsız olmuyor. Hoşlarına gitmeyen izzetli demokratik liderleri ise alttan/üstten sürekli diktatörlükle yaftalıyorlar üstelik. Yani buradan oraya doğru bir algı akışı yaşanmıyor. Oradan buraya sürekli algı taşınıyor. İletişim/ulaşım imkanlarını hâlâ lehimize çevirebilmiş değiliz. Gerideyiz.

Hal böyle olunca bir müslüman elbette yüzünü hemen temkinine dönmeli. Evet. Biz, elhamdülillah ki elhamdülillah, kudsî metinlerimizde çoklukla böyle bir temkini ders almışız. Uyarılmışız. Dikkat kere dikkat kesilmeliyiz. Arkasındaki niyet ne şekilde lanse edilirse edilsin, bu eşek nasıl boyanırsa boyansın, operasyon yeyip yemediğimize dair mübarek bir tereddütle yoklamalıyız herşeyi. Öncelikle dinimizin mizanına vurmalıyız. Bozuksa almamalıyız. Bize uymuyorsa yapmamalıyız. Başkalarının dalgasına sörf tahtası olmamalıyız. Bu açıdan Las Tesis denilen şeyin de göğsümüzün içine bir taraftarlık olup yerleşmeden önce uğraması gereken duraklar var. Bilelim ki kertenkele çukuruna girenler de mutlaka teviller üretecekler. Bir şekilde olayı içselleştirecekler. Sakın onlar biz olmayalım? Sakın ha olmayalım! Sakınalım da olmayalım.

Wednesday, July 10, 2019

Deccal'in de sapı bizden...

Zaman ahirzamandır. Belli ki kıyamete gidiyoruz. Bazı bozulmaların önü alınamayacak. Çünkü kendi toplumsallıklarını da inşa ettiler. Fıtrata benzer alışkanlıklara dönüştüler. Tevillerini ürettiler. Bunları yenemeyebiliriz. Yani bu kavgayı tastamam kazanamayabiliriz. Pes etmemiz mi lazım peki? Hayır. Asla. Pes etmek kitabımızda yazmıyor. Edemeyiz. Ölünceye kadar cihada mecburuz çünkü. Vazifeliyiz. Maddi olmazsa manevi. Kılıçla olmazsa yazmakla. Hakikati savunmaya devam edeceğiz. Bunu yapacağız, çünkü hakikati savunmak sadece dünya ile, dünyadaki muvaffakiyet ile ilgili birşey değil, işin ahirete bakan boyutu da var. Ahirette selamet bulmamız da bu dünyada doğru yerde durmamıza bağlı. 'Vazifemizi yapıp vazife-i ilahîyeye karışmamak' tam da böylesi zamanlarda lazım bir düstur. Bir denge.

Bediüzzaman'ın 5. Şua'da yaptığı tefsirlere/tevillere bakarken de yine bunlar geliyor aklıma. Mesela: 'Ahirzamanda bir erkeğin kırk kadına nezaret edeceğini' söyleyen rivayetleri ele alırken dedikleri. Evet. Kadın toplumsallığının öncesindeki hiçbir zamana benzemediği bir devirde yaşıyoruz. Araba lastiği reklamında bile kadın görüyoruz. Başımızı çevirdiğimiz her yerde canlı-cansız kadınlar var. Ve bu kadınların görünürlükleri de geçmiştekine benzemiyor. Albenili. Kurgulu. Vurgulu. Çeşitli. İmalı. Edalı. İşveli. Manipülatif. En yalın ifadesiyle 'daha çok' görünüyor artık kadınlar.

Sistem de onları daha çok görünmeye teşvik ediyor. Alkışlıyor. Ödüllendiriyor. Gösterdikçe yükselecekleri seküler cennetler vaadediyor onlara. Kafasının içiyle, emeğiyle, ürettikleriyle değil; balık suratıyla, makyajıyla, dekoltesiyle veya objektife şöyle bir döndüğü kıçının kenarıyla milyon dolarlar kaldıran fenomenlerle dolu piyasa. Dolmaya da devam ediyor üstelik. Erkeğin kendisini tutması zor. Tamam. Ama kadınınki daha da zor. Erkek bakmakla günaha giriyor. Kadınsa olmakla. Ahirzamandır. Herkesin kendisini bile-isteye içine atabileceği cennet görünümlü cehennemleri vardır elbette. İmtihan bu. Nefisle konuşanların tesirsiz kalması mümkün değil üstelik.

Mevzuun başı 5. Şua'daki hadis-i şerif tevilleriyle de alakalı. Ahirzamanda kadınlar çoğalacak. Erkekler azalacak. Bunu tastamam sayı ile de anlayabiliriz görünürlükteki şiddet üzerinden de. Zira Dünya Savaşları'nda ölenlerin çoğu erkek. Erkeklerin bu kadar büyük sayılarla sosyal hayattan çekilmesi, kadınları, onların bıraktığı alanları, önceleri mecburen, doldurmaya itiyor. İşler bir şekilde dönmeli. Ekmek bir şekilde kazanılmalı. Evet. Kadın toplumsallaşması en külliyetli boyutlarıyla Dünya Savaşları'nda başlıyor. Hatta Bediüzzaman'ın da üzerine konuştuğu, yani 'kadınlar yuvalarına dönmeli' dediği mesele, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından aydınlar-âlimler arasında vukû bulan meşhur bir tartışmanın parçasıdır. Şükûfe Nihal 'yuvalarına dönmek istemeyen kadınlar' penceresinden durumu şöyle izah eder:

"Uzun süren harp kadını kolundan tutarak zorla sokağa fırlattı. Erkeksiz ve aç kalan kadın, taş taşıdı, sokak süpürdü. Okuyan, şuuru işleyen, insanlığını idrak eden kadın da hayatında tek bir kıymet tanıdı: Şeref ve hürriyet. (...) Dışarıda çalışmak, kadın için belki daha yorucu, daha yıpratıcı, daha mütevazı bir hayat temin eden, lakin şerefli ve sigortalı bir şeydi. Bugün kâşanelerin sultanı iken yarın erkeğin bir kaprisi yüzünden kırılmak, ortada kalmak tehlikesi yoktu. İşte bir yandan iktisadî, bir yandan içtimaî sebepler yüzünden, kadın evinden çıktı, bir daha dönmeyecek."

Döner mi, dönmez mi, doğrusu kesin bir yargım yok. Ancak işin aldığı hal 'dönmeme' ihtimalinin giderek arttığını gösteriyor. Tamam. Bu kadınlar içinde 'fıtratının iktizasının evde yaşamak olduğunu' kabullenip bile-isteye, takliden değil tahkiken, hatta tecrübeyle evine dönmek isteyenler çıkıyor. Hatta bunu savunarak da dile getirebiliyorlar. Fakat toplumsal algı, biraz da Batının yıllardır sürdürdüğü endoktrinasyonun sonucu olarak, evde olan kadını küçük görüyor. Hanımlar dahi evhanımını 'olan' değil 'ne yazık ki kalan' olarak görüyorlar. Eğitimli kadınlarsa evhanımı olduklarında yarım kalmışlık hissediyorlar. Neden? Çünkü alışkanlıklar da ikinci bir fıtrattır. Günümüz kadını iki fıtrat içine sıkışmış bir haldedir. Hem evhanımı olup hem de toplumun 'maşaallah'ını aldığı devirleri görmediğinden 'Çocuk da yaparım kariyer de!' telaşını gütmektedir. Büyük resimde görünense yıkıntıdır. Çelişkilerden/çatışmalardan zaferler çıkmaz çünkü.

Bu konuda 'muhafazakâr siyaset'in temsilcilerinin de pek muhafazakâr davrandığı söylenemez. Zira kadın kolları faaliyetinin etkisi onları da epeydir baştan çıkarmıştır. Sahada kazanılan gücü dinî veya henüz sonuçları net seçilemeyen toplumsal endişelerle reddetmek kolay imtihan değildir. Zaten AB süreci epeyden beri tam bir kafa karışıklığıdır. AB salt ekonomik bir birlik değildir. AB, ekonomi süslü toplumsal nötralizasyon, daha doğrusu kitlesel homojenleşmeyi savunan bir ideolojidir. Evet. Öncelikle ideolojidir AB. Liberalizmdir. İslamcılığın, beka sorununu siyasi düzeyde bir "Bu toprağı kim yönetecek aga?" mevzusuna indirgemesi, toprağı yönetenlerin isimleri aynı ama içleri başka başka olmasını engelleyememesini netice vermiştir. Bugünün mü'mine hanımları, elbette genellemeler hatalıdır, eskisinden daha okumuş ancak daha esnektir. Hem de hiç esnememesi murad edilen konularda.

5. Şua bize 'hürriyet-i nisvan' meselesinin Deccal'in güç kaynaklarından birisi olacağını da söylüyor. Doğrusu bunu beklemiyor değildik. Asıl şaşırdığımız ise hürriyet-i nisvan başlığının zahir-i şeriata muhalefet etmeden açılan yeni cephesidir. Bir kadın "İstediğim yerimi açarım. Din bana karışamaz. Dininiz sizin olsun!" dese, müslümanlar buna bir çerçeve çizer, "Bu zaten dışarıdaymış!" deyu rahatlarlar. Hatta mü'mine kadınlar adına da endişelenmezler. Zira mü'mine kadınlar böylesi bed bir telkinden etkilenmezler. Fakat bugünlerde iş fenalaştı. Görece dindar hanımlar, yani görünüş itibariyle dindarlığı temsil edenler, eliyle savunulan bir hürriyet-i nisvan var.

En yakın misali: Tesettüründen taviz vermeyen ama erkeklerle aynı safta namaz kılabilmeleri gerektiğini savunan bir genç mü'mine grubuyla karşı karşıyayız. Grup diyorum. Zira az değiller. Hepsi bu açıklıkta/cür'ette olmasa da fıkıhtan müsaade istemeden 'gidebilecekleri yere kadar gitmeyi' düşünüyorlar. Şimdiye kadar gidememelerini ise 'gelenek' diye 'nerede dinden ayrıldığı belli olmayan' birşeye yüklüyorlar. İşin bu kısmı çok düşündürüyor. Çünkü bu grup ayetlerden/hadislerden kendilerine göre teviller de üretiyorlar. Sürekli dinî referanslı fakat meşru usûllere sahip olmayan bir argümantasyon peşindeler. Giderek de ustalaşıyorlar. Bu da sapmalarını kitleselleştiriyor. Çevrelerindeki gençler onlardan etkileniyor. İş büyüyor. Birkaç kişilik sapmalar bid'a fırkalara dönüşüyor. Allah sonumuzu hayretsin.

İstanbul Sözleşmesi eşliğinde başlayan ve çeşitli derneklerin kadın faaliyetlerine kadar uzanan yakın zamanlı tartışmalarda da ben bu meselenin izlerini görüyorum. Şu anda "Bu işte Allah'ın razı olduğu ne?" diye sorana rastlamadım. Sorduğunuzda 'Kadının toplumdaki yeri...' falan filan bir sürü şey söyleniyor. Kardeşim, onu sormuyoruz, sen bu mevzuda 'rıza' arıyor musun? Yoksa faaliyetin tastamam seküler faaliyet mi? Eğer öyleyse, tamam, fakat sen dindar görünüyorsun. Yaptıkların dinden sanılıyor. Görece dindar saydığımız bir iktidarın kanatları altında çalışıyorsun. Eylemlerinin o iktidarın tasarruflarına etkisi var. Veya 'var gibi' görünüyor.

Hoş, onlar da artık böylesi şeyleri ne kadar önemsiyorlar, bilemiyoruz. Ancak iş kem bir yere doğru gidiyor. Çünkü dindarlık S-400 füze sistemi, ihracaatta yükselen rakamlar, büyüyen ekonomi, siyasi nüfûz gibi şeyler cinsinden değildir. Dindarlık öncelikle 'itikad' sonrasında 'amel'dir. Doğru bir itikadı inşa edemediğimiz sürece, gelecek nesillere taşıyamadığımız sürece, sandıktaki zaferler ancak 'kemiyet zaferleri'leridir. Keyfiyete dönüşmezler. Kemiyetin zaferleri ise geçicidir. Ki geçiyor da. Gördünüz. Eğer bu işi büsbütün hürriyet meselesi sanırsanız, haberiniz olsun, siz hiçbir seküler fırka kadar hürriyet veremezsiniz. Onlar kadar dünyayı boyayamazsınız. Gençler de oylarını artık size vermezler. Şu işin bir tedbirini almak, düşünmek, kafa yormak gerekmez mi? Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak bizi istikamete uyandırsın. Âmin.

Thursday, May 16, 2019

Nesli tükenen bir canlı türü olarak: 'Bilmiyorus diyebilus.'

Yazarken yaşadığım rahatlamayı anlatmak için doğru ifadeleri bulmam güç. Fakat en yalın şekliyle şunu söyleyebilirim: Yazmak içimdeki basıncı azaltıyor. Bir tencere için düdüğünden fışkıran buhar ne ise benim için de yazmak o. O, onu dışarıyla paylaşmasa patlar, ben de bunu. Konuşmakta aynı sükûnu bulamadığımı çok tecrübelerimle söyleyebilirim. Konuşmakla kendimi anlatamıyorum sanki. Yeterince kendim olamıyorum. Yahut da daha açık konuşmalı: Konuşmakla ortaya çıkan benden razı değilim. Onu bazen, hatta çoğu zaman, çok sığ buluyorum. Laf salatası yaptığını düşünüyorum. Demek istediklerim onlar değil. O çok basit ifade ediyor. Kuşatamıyor. Hiçbir şeyi benim görebileceğim kadar derin görmüyor. Üzerinde yeterince eğleşmiyor. Daha güzel söyleyebilmek için yeterince beklemiyor. Konuşmakla rahatlayamam ben. Çünkü konuşmak asl-ı Ahmed'i ifade etmiyor.

Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.

Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.

Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.

Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."

Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.

Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."

Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."

İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.

Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.

Sunday, November 25, 2018

Kanser vakıaları neden artıyor?

Belki yeterince farkında değiliz fakat kadere imanımız mühim bir sırrı da algımıza yüklüyor: "Herşeyin anlamı öncesindedir." Yani, birşey zâhirde nasıl bir sebep-sonuç ilişkisiyle ortaya çıkarsa çıksın, o şey özünde bir mana üzerinde dikilidir. Herşeyin öncesinde anlamı vardır. Herşeyin öncesinde bilgisi vardır. Şeyler ancak 'bilgi' ve 'anlam' üzerine inşa edilirler. Bu açıdan bir müslümanın imanında 'tesadüf' diye birşey yoktur. Herşey bir kasıtladır. Fakat bu kastın ne olduğunu çözemediğimiz yerlerde 'hasbelkader' veya (daha doğru bir ifadeyle) 'hesabü'l-kader/kaderin hesabıyla' tabir ettiğimiz işler vücuda gelirler.

'Anlamın önceliği'ne imanımız, şeylerle muhatabiyetimizi, onlardan edindiğimiz bilginin niteliği yönüyle de etkiler. Bir mü'min için sanat varlığın özündedir. Herşey hayır üzerinedir. Bu nedenle edindiği bilginin 'her hayır elinde' olan bir Allah'ın katından ihsan olduğunu bilir. Fakat münkirin gözünde varlığın durumu, en iyi ihtimalle, nötrdür. Tarafsızdır. Bu nedenle 'görecelilik kuramı' etkisinde istediği rengi alır. Şeylere güvenemez münkir insan. Çünkü şeyler tekinsizdir. Hatta bazen öyle kem bir bakış açısıyla iman eder ki onlara, kalbi mühürlenir, iyiliklerini göremez olur. Sahip olduğumuz önyargılar/fobiler bunun şahididir.

Meseleyi bu noktaya sürükleyişim bir amaç ile. Mürşidimin metinlerinde rastladığım bazı uyanışlar nedeniyle herşeyin arkasındaki anlamı kovalamayı seviyorum. Halimi biraz şuna benzetiyorum: Bir filmdeki katil ve maktül ilişkisini, bir "Katil ateş etti. Maktül bu nedenle öldü. Olay bundan ibaret!" diye okumak vardır, bir de bu çerçeveden aşkın olarak "Senarist bununla şunu anlatmak istedi" diye okumak vardır. Ben, varlığın okunuş şeklinin, kadere imanla birlikte ikincisine evrildiğini düşünüyorum. Kader bize bütün bunların ardında bir 'takdir' olduğunu haber veriyor. Mevzu yatayta görünenden ibaret değil. Film perdede yaşanmıyor. Yaşandığı bir stüdyo, bir mekan, hatta birçok mekan var.

Bir kurguyla önümüze geliyor bu işler. Yatayda silahı ateşleyen katil olabilir. Fakat esasında onun elindeki silah kurusıkı. Belki de oyuncak. Maktülün yaşadıkları gerçek değil. Vurulmuş gibi yapıyor. Göğsünde patlayan ise sadece fünye. Göz aldatmacası. Asıl bunların arkasında bize öğretilmek istenen birşey var ki o da senarist veya yönetmenin sırrıdır. Nasibi olan ona dadanır. Onu alır. Onu okuyanlar makbul izleyici olur.

İşte mürşidim de böylesi dikey okumalar öğretiyor pekçok kereler bana. Sebepler perdesini aşıp Müsebbibü'l-Esbab olan Allah'ın şeylere yüklediği anlamlara yönlendiriyor beni. Mesela peygamber mucizeleri hakkında diyor ki: "Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu'cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mu'cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dahi zamanında Ceziretü'l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi: Birincisi: Belâğat ve fesahat. İkincisi: Şiir ve hitabet. Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek. Dördüncüsü: Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti. İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu. Başta, ehl-i belâğate birden diz çöktürdü; hayretle Kur'ân'ı dinlediler. İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb'alarını indirtti, kıymetten düşürdü. Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi. Hem ümem-i sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi. İşte bu dört tabaka, Kur'ân'a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kalkışamadılar."

Hem yine Batılı miras hukukunun Türkiye'de uygulanmaya başlamasıyla yaşanan anne mağduriyetleri hakkında diyordu ki: "Herşeyde, her musibette, hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, iki sebep var. Biri: Zâhiren esbaba bakan beşerdir. Diğeri: Kader-i İlâhîdir. Beşer, zâhirî esbaba bakar; bazan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder. İşte, bugünlerde elîm bir endişeyle Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında mânevî suâle cevaben ihtar edildi. Birinci suâl: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda, veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi? Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki, 'Evlâdım şan ü şeref rütbesinde memuriyet kazansın' diye, bütün kuvvetleriyle, evlâtlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ, mütedeyyin de olsa, Kur'ânî ilimlerin okunmasından çekip dünyayla bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti."

Arkadaşım, Allahu'l-a'lem, bu ve şu gibi metinler bana şöyle bir sırrı fısıldadılar: En çok neye güveniyorsak Allah'a karşı, en çok o alınıyor elimizden. Mısırlılar sihirlerine güveniyor. Hz. Musa aleyhisselam gelip asâsıyla yılanlarını yutuveriyor. İsrailoğulları tababetlerine güveniyor. Hz. İsa aleyhisselam gelip ölülerini diriltiyor. Ve anneler, gaflete düşüp en çok evlatlarına yaslandıklarında dünyaya dair, Cenab-ı Hak oradan umdukları ümidi alıyor, yeni bir hukuka müsaade ederek. Yani, zamanın ve zeminin şartlarına göre, kim ne ile Allah'a (hâşâ) kafa tutabileceğini sanıyor, Kadir-i Zülcelal onu ellerinden çekerek veya zayıflığını göstererek veya gafil ümitlerini dağıtarak akıllarını başlarına getiriyor. En azından yüzü hidayete bakanlarını. Tıpkı Firavun'un sihirbazları gibi...

Ben şimdilerde ahirzamanda kanser vakıalarının/türlerinin çoğalmasını da böylesi manevî bir sebebe bağlıyorum. Peki nedir o manevî sebep? Bence Darwinizmdir. Genetik üzerine inşa edilen sapkınlıktır. Bu dönemin insanı, 'tesadüflerine' genler üzerinden öyle bir büyük paye veriyor ki, neredeyse, her canlının yaratılışını ona bağlıyor. Onun eseri olarak ortaya çıktığını söylüyor. Ona vardırıyor.

Peki kanser bize özünde ne söylüyor? Bence tam tersini. O aksine diyor ki: "Eğer genler üzerinde sizin tesadüften umduğunuz şekilde değişiklikler olursa sonuçları benim gibi olur. Çünkü ben, işte gözünüz önünde, hücrelerin genlerinde meydana gelen değişikliğim. Bozulmayım. İster ciğerde olayım, ister karaciğerde, ister beyinde... Nerede olursam olayım, hangi etmenle ortaya çıkarsam çıkayım, görüyorsunuz, sizi öldürüyorum. Hâlâ mı tesadüflerin esintisiyle bize tapacaksınız?"

Hem psikolojik rahatsızların tür ve sayı olarak artmasında da sanki böylesi bir 'uyarının' izleri var. Evet. Allah'a karşı en çok neye dayanıyorsak en çok o parçalanıyor. Ahirzaman insanının Cenab-ı Hakka karşı en çok güvendiği şeylerden birisi olan 'hodbin benliği' yani enesi. İşte ahirzamanda da yine en çok o parçalarına bölünüyor. Bütün o teknolojik tırı-vırı, güç kalkanı, imkan ziyadeliği içinde ahirzaman insanı dertlerine karşı daha latif. Daha dokunaklı. Daha çabuk sarsılıyor. Daha çok boşluğa düştüğü gibi daha kolay hayatından vazgeçebiliyor.

İşte, arkadaşım, Bediüzzaman'dan aldığım bir bakış açısıyla ben hem bedenlerimizde hem de ruhlarımızda artan kanser vakıalarına böyle baktım. Düştüğümüz yerden kaldırılıyoruz en çok. Daha doğrusu: Düştüğümüz yerden uyarılıyoruz. Kaldığımız dersten sınava tutuluyoruz. Geçebilirsek ne âlâ. Cenab-ı Hak, cümlemize, zayıflıklarımızla barışmayı nasip etsin. Âmin. Zira onlarla barışmadan varlıklarını itiraf edemeyiz.

Thursday, September 21, 2017

İlhamların kesilmesinden neden korkarız?

Vahiy ile ilhamın hem bir arkadaşlığı hem de çok büyük farkları var. Mürşidim de, başta umum-husus meselesi olmak üzere, pekçok açıdan bu farkları izah eder. Hemen yazının başında bunu ifade edeyim ki kavramlar ve karşılıkları karışmasın. Karıştırdığım sanılmasın. Şunu yazmaya bir cesaret buldum. Çünkü Bediüzzaman da insanı kainatın misal-i musağğarı (küçük bir nümunesi) olarak anmakla bana bu cesareti veriyor. Hatta burada da bırakmıyor. Levh-i mahfuz ile hafıza arasında, âlem-i misal ve rüya arasında, lümme-i şeytaniye ile şeytanın zatı hakkında öyle ilginç benzerlik ilgileri kuruyor ki, bencileyin, böylesi ilgilerin peşine düşmeden edemiyorum. İşte, bu yazıda, onlardan birisine dair aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Sürç-i lisanlarımız baştan affola. Fakat önce, ne demek istediğimi anlamanız için, yine mürşidimin bu benzerliği ortaya koyduğu bir yerden damlacık olsun alıntılayayım. Yemeğimiz onun tuzuyla ballansın:

"İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde levh-i mahfuzun vücuduna kat'î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin vücudunu ihsas ederler."

Şimdi, kendimce kurduğum benzerlik ilgisine gelirsem, evveliyetle şunu ifade etmeliyim: Bu tefekkürüm aslında bir korkumdan besleniyor. Ben, ancak yazarak bir işe yaradığıma inandığım için, başıma gelecek en büyük musibetlerden birisinin ilhamlarımın kesilmesi olduğunu düşünürüm. Ne zaman, beyaz bir sayfayı açıp içini dolduracak birşey bulamayarak kalkarsam başından, aynı endişeyi tekrar yaşarım: "Bu hep böyle sürecek mi?"

Şükürler olsun. Sürmez. Rabbim bana hemence rahmet eder. Elimi uzun süreler boş çevirmez. Her yazımdan sonra içimden gele gele 'Elhamdülillah' derim demesine ama mutluluğumun huzuru da, tevekkülde zayıf olduğundan, pek kısadır. Bir-iki günü geçince yeniden "Hâlâ orada duruyorlar mı bakalım?" diye kontrol etmek için elimi klavyeme atarım. Beyaz sayfayı yine açarım. Kendimi yeniden test ederim: "Hâlâ yazabiliyor muyum? Hâlâ kalbime birşeyler fısıldanıyor mu? Hâlâ umutlanabilir miyim kendimden?" Bu halim tıpkı parkta oynayan çocuğunu kollayan anneye benzer. Her neyle uğraşıyor olsa dikkatinin bir kenarı oradadır, parktadır, evladındadır.

Şunu da yadsımıyorum: Hayatımı devam ettirebilmem için yazının dışında da devam etmesi gereken birçok şey var elbette. Her birine de ayrı ayrı muhtacım. Bazılarına yazıdan çok daha fazla muhtacım. (Nefes gibi an an lazım olan şeyler var.) Hiçbirini 'hazır cepte' sanamam. Fakat her nedense yazıda bu muhtaçlığımın daha bir şuurundayım. İhsan dairesinden musluk açılmazsa aklıma hiçbir güzel şeyin gelmediğini biliyorum. Deliriyorum. Böyle kabızlıklar yaşadım. Daraldım. Defter parçaladım. Tuşları tartakladım. Fakat yoksunluklarını da hikmetsiz görmedim. Onları da vahyin kesildiği dönemde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nasıl bir sıkıntı çektiğini anlamaya pencerem yaptım.

Bediüzzaman bir yerde nimetin devamının o nimetle tanışmaktan daha büyük bir nimet olduğunu söylüyor.  Böyle münkabız vakitlerde daha iyi idrak ediyorum sırrını o bölümün: "Ve kezâ, Esmâ-i Hüsnâdan 'Vâris' isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usulün zevâlinden sonra bâki kalan fürûatın sayısınca ve âlem-i âhiretin mevcudatı adedince ve uhrevî mükâfatları almaya medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadâsı ile şu fezayı dolduracak kadar büyük bir 'Elhamdülillâh' ile hamd edilecek Hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza..."

Bir nimeti tatmak, eğer devamı yoksa, tastamam beladır. Ayrılığı cefadır. Arızanın ta kendisidir. Çünkü özlenilecek bir yâr ile daha tanışılmış olur. Mecnun birdir. Ama Leyla 'devam etmeyenler kadar' çoktur. Bu nedenle Risale-i Nur'da denir ki: Nimetlerin nikmetlere dönüşmesini engelleyen şey öncelikle ahirettir. Tadı damağımızda kalmayacaksa hiçbirşeyin, bu, ancak ahiret sayesinde olur. Ahiret de Allah'ın ilmi, iradesi, rahmeti, kudreti vs. sayesinde olur. Allah'a iman ile ahirete iman tam da bu noktada birbirine bağlanır. Ölümü nimet haline getiren dahi bu gidişlerin sancısıdır: "Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır." (Vahiy gibi bir nimetin tamam olduğunu haber vermesinden Aleyhissalatuvesselamın gideceğini çıkaran Hz. Ebu Bekir (r.a.) ne ferasetlidir!)

Biraz dağıttım yine. Tefekkürüme geri döneyim. İşte böyle 'devamsızlık' korkusu çektiğim anlardan birinde, yanlış hatırlamıyorsam Ebubekir Sifil Hoca'nın kıyamet alâmetlerine dair dersinde dinlediğim, birşeyi hatırladım: "Kıyamet alâmetlerinden birisi de (belki de ilki) Ahirzaman Nebisî aleyhissalatuvesselamın gelişidir!" diyordu Ebubekir Sifil Hoca. Hakikaten öyleydi. O, hem Kur'an'ın hem de hadislerinin ifadesiyle, peygamberliğin mührüydü ve ondan sonra artık peygamber gelmeyecekti. Vefatıyla dünyadan vahiy 'geri dönmemek üzere' kesilmişti. Onun gelişiyle varlığın kıyamet eşiğine iyice yaklaştığı anlaşılıyordu. O zirveydi. Sonrası düşüştü. Zirveler kendilerinden sonraki düşüşü haber verirdi. Bu bana şunu düşündürdü: Birşeyin sonu yaklaştığında galiba ondan ilhamlar da kesiliyor. Kelamın kesilmesi fenanın habercisi oluyor.

Yaşlanmış güvercinler yuvalarını bulmakta zorlanıyorlar. Ölümü yaklaşan arılar kovanlarına dönmeyi beceremiyorlar. Hayvanlar âleminden ilham ile haşır-neşir hangi örneği kaldırsanız az-çok şunu görüyorsunuz: Vazifelerinin bitmesi yaklaştığında birşeyler oluyor şu masumcuklara. Birden boşluğa düşer gibi bir halet yaşıyorlar. En iyi yaptıkları görevleri bile yerine getirmekte zorlanıyorlar. Huyları değişiyor. Ahlakları değişiyor. Alışkanlıkları değişiyor. Aptallaşıyorlar. Sadece yaşlılık mı bunun sebebi? Bence değil. Ahirzamanlarının gelmiş olmasının da bunda payı var. Ötelerden, belki müekkel melek dillerden, görevlerini güzelce yerine getirmeleri için fısıldanan haberler kesiliyor. Varlıkları hikmetini eda edip bitiriyor. İnsan için de bu biraz böyle.

Nasıl ki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya gidişiyle vahiy kesildi ve büyük âlemin ölümü yaklaştı, (ki bir hadis-i şerifte de şahadet ve orta parmaklarını göstererek kendisiyle kıyametin yakınlığını onlarla ifade ettiği aktarılır), öyle de misal-i musağğar olan insanın ölümü kendisinden ilhamların kesilmesiyle yaklaşıyor. Kalbimizin en derininde hissettiğimiz o ses kısılmaya başladığında belki de bu yüzden korkuyoruz.

Eskisi gibi üretemediğimizde, yazamadığımızda (özellikle şiir yazamadığımızda), âşık olamadığımızda veya güzel heyecanlar hissedemediğimizde içimiz ürpertiyor: "Yoksa o güzel ses kesildi mi?" Kendimde varolagelen bu korkunun böyle bir zeminden beslendiğini düşünmeye başladım.

Hatta bazı ihtiyarların yaşlandıkça gençlere özenmesinde de böyle bir hissedişin payı olduğunu hissediyorum. Yanlış yerde aranan bir hayat. Alıntıyla ayakta kalmaya çalışan bir yazar. Haberin kaynağını orada sanıyorlar. Sesin menbaını bu dünyada zannediyorlar. Peki bu bağ nasıl diri tutulacak? Bir yolu yok mu şunun? Ayet-i kerime onu bize güzelce müjdeliyor zaten: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur."

"Birinizin elbisesi eskidiği gibi göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise Allah'tan kalbinizdeki imanı tazelemesini dileyiniz!" buyruluyor bir hadis-i şerifte. Yüz kere söylüyorsak bin kere, bin kere söylüyorsak onbin kere, Allah'ı anışımızı, zikrimizi, tefekkürümüzü çoğaltmamız lazım. Kalbimize o eski heyecanlar, ilhamlar, güzel sesler gelmiyor; çünkü gitmemiz yaklaştıkça voltajımız düşüyor. Bu düşüklüğün tedavisi geçmişe özlem duymakta değil yedek bataryaların sayısını arttırmakta. 'Ahirzamanda yaşlı kadınların dinine tâbi olmayı' tavsiye eden hadisin belki böyle bir yanı da var. En çok zikrullah ile meşgul onları görüyoruz çünkü. Kalplerinde kısıldığını hissettikleri sesin desibelini kendi dualarıyla arttırıyorlar. Zaten acz de şu hissedişi arttırmanın aracı değil midir? "Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Şefaatçiye ihtiyacımız var. İlk şefaatçilerimiz; onun vahyi ile bize öğrettiği kelimat-ı mübarekedir, söylenmesini sevdiği kelimelerdir.

Tuesday, August 16, 2016

Süfyan açığa çıktı. Peki ya fetvacılar?

Bir fitneyi tutuşturan başındaki 'sapkın' olsa da onun asıl tesir alanını belirleyen etrafındaki 'samimi'lerdir. Malcom X'in hayatına dair malumatı olanlar, Elijah Muhammed'in İslamiyet olarak tanıttığı sapkınlığın (kendisini de 'peygamberi' olarak tanıtıyordu) hakiki tesirinin kendi gayretleriyle değil, Malcom ve benzerlerinin çabalarıyla vücuda geldiğini bilirler. Nitekim, ne zamanki Malcom hac vesilesiyle hakiki İslamiyetin Elijah Muhammed'in anlattığı gibi olmadığını anlamış ve anlatmıştır, o zamandan sonra Elijah Muhammed'in bir numaralı düşmanı haline gelmiştir. Şehadetinin de yine Elijah Muhammed yanlıları eliyle olduğu söylenir. En azından katillerden birisinin ifadesi/gerekçesi bu yöndedir. Cinayetin Amerika'nın derin devletiyle ilişkisi ise hâlâ sır.

Mürşidim ahirzamana dair hadis-i şerifler üzerine yazdığı 5. Şua'da fitnenin bu yönüne de dikkat çeker: "Hem bazı ehl-i velâyetin istihracatıyla anlaşılıyor ki; İslâm devletinin başına geçecek olan Süfyanî Deccal ise, gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb-i umumî inkılâbından gelen şiddet-i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir."

Daha önceki yazılarımda da altını çizdiğim gibi: 5. Şua'ya dair yaptığımız tefekkürleri 'olay' analizinden 'kanun' analizine yükselttiğimizde ahirzaman fitnesinin yapısına dair genel-geçer çıkarımlar da elde ederiz. Örneğin: Bu kısımda, ahirzaman fitne veya fitnelerinin 'bizzat fitnenin kurucusu' tarafından değil de 'fitnenin yayıcısı' konumundaki insanlarca tesirli/güçlü kılındığını görürüz.

Birçok iyi haslet de taşıyan bu yardımcılar, o iyi hasletleri bu kötü yolun/rehberin emrine seferber ettikleri için tehlikelidirler. Bizzat kötü oldukları için değil. Dalalet önderine boyun eğen bu iki karakter, aslında, yine üzerinden kanun okuması yapılabilecek iki insan prototipidir: "(...) gayet muktedir ve dahi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker..." Bunlardan birisi fikirsel yeteneklerini önderinin emrine verirken, diğeri de bedensel yetenekleriyle önderinin emrine girmektedir.

Mezkûr eserde meselenin fikirsel boyutuna değinilen ikinci bir kısım da şurasıdır: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."

Buraya kadar konuştuklarımızın yaşadığımız FETÖ fitnesiyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Neden mi? Bugün de aynı örgütün içinde 'akıllarını sözde mehdisinin cebine koymuş' çok sayıda insan var. Baksanız, belki genel anlamda kötü insanlar da değiller, en azından çevrelerinde öyle bilinmiyorlar. Fakat tüm bu iyi hasletlerini bir dalalet önderinin emrine verdikleri için tehlikeliler. Ve onların dalalet içindeki varlığı fitneyi de daha güçlü kılıyor(du). Bunlardan kimisi bedensel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'nün hizmetine adamışken, kimisi de fikirsel yeteneklerini/gayretlerini FETÖ'ye adamış vaziyetteler(di). Metinde dikkat edilmesi gereken şeyse şu: Bu insanlar ahmak değiller. Hatta dahi de olabilirler. Ancak 'deha' da olsalar 'teshir' olmuşlar. Zekiler fakat akıllı değiller. Zekanın yola çıkacağı mizanları kendileri üretmiyorlar, önderlerinden replik gibi alıyorlar.

Hepsini aynı şekilde suçlamak yanlış olur. Örgüt içindeki yerleri de, bu yere göre işledikleri cürüm de basamak basamak, mertebe mertebe... Hatta kendisinin bu örgüte mensup olduğunu düşünmedikleri halde suçta payı olanlar da var. Nasıl mesela? Fethullah Gülen'den 'büyük bir dinî önder' gibi bahsettiğinde kitaplarının daha çok satacağını düşünen ve bu sebeple eserlerinde onu okurlarına methedenler de bu suçta pay sahibi. Çünkü bir şekilde 'fetvacılık/meşrulaştırıcılık' yapıyorlar. (Çıkarcı fetvacılar.)

Bazıları da ilmini bu örgütün tastamam hizmetine vererek ehl-i ihtisas olduğu alandaki bilgisini/yetkisini örgütün düşünmesini emrettiği yönde veri üretmek için kullanabiliyor ve onu dinleyenleri de bu şekilde etkileyebiliyor. (Maaşlı fetvacılar.) Kimisi de tam kapılmış. Hakikaten Fethullah Gülen'i asrın en büyüğü olarak görüyor ve çevresine de öyle anlatıyor. Onun yaptığı 'fetvacılık' diğerlerinden de yaman. Zira yıllardır insanlar içinde 'sözüne güvenilir' imajı çizdiği için, onun sözüne inananlar, sizin uyarınıza da inanmaz oluyorlar. (İnanmış fetvacılar.) Bu fetvacılığı/meşrulaştırıcılığı daha fazla da kategorize edebiliriz.

Hepsine verebileceğim örnek isimler var. Ancak onlarla yazıyı uzatmayacağım. Bu yazıda altını çizmek istediğim 'meselenin neden ehemmiyetli olduğu' idi. 'Fetvacılar' eğer fetvacılıklarının tevbesini alenen ve sağlamca etmezlerse, bir ikinci fitnede yine fetvacılık vazifesine dönebilirler. Yine avam-ı nâsın sâfî kalbini/aklını karıştırabilirler. Bu noktada biz de Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da öğütlediği gibi davranmalıyız: "Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." Unutmayalım: Fetvacılık/meşrulaştırıcılık da süfyaniyetin bir rüknüdür. Görmezden gelen tekrarına katlanır.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...