Showing posts with label Akıl. Show all posts
Showing posts with label Akıl. Show all posts

Friday, September 9, 2016

Tevekkül aslında ne demek? (2)

Mürşidimin 2. Lem'a'da "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." demesi, bence biraz da şununla alakalı: Her günah bir tevekkülün terkidir. Daha evvel de "Tevekkül aslında ne demek?" başlıklı yazımda dikkat çekmeye çalışmıştım. Tevekkül 'amelsizlik' değil, 'amelden sonrasını Allah'a bırakma' da değil, 'niyetle başlayan, amel ediş şekliyle devam eden ve neticeye kadar uzanan' bir süreci Allah'a bırakmadır. Ne demek bu? Mezkûr yazıdan bir alıntıyla izah edeyim:

"Tevekkülü salt 'elinden geleni yapıp neticeyi Cenab-ı Hak'tan bekleme' olarak tarif etmek bence eksik bir tanımlamadır. Zira tevekkül sadece 'fiilden sonrasını' kapsayan bir bekleme süreci değildir. 'Fiilden önceyi' de kapsayan bir teslimiyet sürecinin adıdır tevekkül. Bir bakış açısı, hatta yaşam açısıdır. Sonradan hayata katılmaz. Üzerine yaşanır. Bununla ne demek istiyorum: Tevekkül eden insan, daha eylemeye başlamadan önce bir teslimiyet yoluna girer aslında. Bu teslimiyet sadece neticenin Allah'a bırakılması şeklinde değildir. Neticeyi elde ederken izlenecek yolun da Allah'a teslimidir. İşte bu noktaya ikinci bir dikkat lazım: Şeriat zaten bizi neyden sorumlu tutar? Şer'î emirler hangi noktalarda bağlayıcıdır? Süreç için, öyle değil mi? İşte tevekkül, süreçte varolacak bütün eylemelerin Allah'ın razı olduğu eylemeler şeklinde olmasına çalışmaktır. Bize mantıklı(!) görünmeseler bile."

Yani dinin varlığı topyekün bir tevekküldür. Sırr-ı teklif denilen, üzerine imtihan edildiğimiz şey, sırr-ı tevekküldür. Biz İslamî emirleri/nehiyleri yerine getirirken sonuçlarının kazandıracağı hususunda Allah'a tevekkül ederiz. Aklımız, eylediğimiz her işin sonuçları konusunda bize sağlıklı veriler vermez. (Faizi 'kazandıran' görür mesela, zekatı 'kaybettiren.') O sağlıklı veriler verse de nefsimiz bu verilerle tatmin olmaz. İşte bu noktada, aksi yöndeki tüm yönlendirmelere karşı, Allah'a tevekkülümüzle ayakta dururuz.

Bütünün Rabbi, yani Rabbu'l-Âlemin olan, odur. Bizler parçayız. Aklımızla parçalardan çıkardığımız sonuçlar bütün hakkında yanıltıcı olabilir. Ama bütünün sahibinin verdiği emirler/nehiyler bütün hakkında yanılmaz. Hayır vücudîdir/varlıksaldır ve varlıksal olan da bütüncül veya 'bütüne uyumlu' olandır. Parçanın varlığı ancak bütünle devam eder. Bütünle tekerrür eder. Bütünle anlamlanır. Parça sona erse de bütünün varlığı devam eder. Bütün adına varolanlar veya o bütünde bir anlam bulanlar da, parça olarak sönseler bile, bütünle birlikte varolmaya devam ederler.

Bediüzzaman'ın "İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." derken dikkatimizi çektiği de bence budur. Ubudiyet, bütünün anlamı adına yapılan şeydir. Enaniyet, parçaya sahip çıkmak adına girişilen iştir. İnsan varolarak yok olamaz. Ama sahip olarak yok olabilir. 'Fenafillah' olarak tabir edilen o muhteşem makam, madem o makamın ehli hakikaten yok olmamaktadır, o halde dünyanın 'sahiplik cihetiyle' terkidir. Peki, dünya sahiplik cihetiyle nasıl terkedilir? İşte bunu bize tevekkül söyler. İnsan tevekkül ettiği her yerde aslında bir şekilde sahipliğini terkeder.

Bir duvarcı ustası bir mimara tevekkül eder. Böylece yapması emredilen duvardan başka birşeyi kafasında/kalbinde taşıması gerekmez. Ancak bu rahatlığın bedeli aynı zamanda şudur: Mimarın tasarladığı planlar çerçevesinde çalışmaya mecburdur. Eğer tevekkülü terkederse planın da dışına çıkar. Eser bozulur. İşte bu yönüyle her günah o yöndeki bir tevekkülün terkidir.

6. Söz'ün tefsir ettiği, Tevbe sûresinin 111 ayeti olan; "Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler..." aslında bize tevekkülü tarif eder. Biz tevekkülle, yani yolunda amel ederek, canlarımızı ve mallarımızı uğrunda feda ettiğimiz Allah'tan bir cennet alırız. Bunu sadece ahiretteki cennet olarak anlamaz Bediüzzaman, 'beş derece kâr içinde kâr' diye tarif ettiği beş tür cennetten bahseder. Bazıları bu dünyadadır.

Peki, kolay mıdır tevekkül? İçindeki 'firavuncuk'tan vazgeçemeyenler için zordur. Çünkü insan 'deli gibi sahip olma' arzusuyla yaratılmıştır. (Bu yüzden belki de alışveriş yapmak kimilerini rahatlatır.) Fakat, sahip olma arzusuna sahip olduğu halde, sahip olmakla gelecek sorumlulukları taşıyacak gücü yoktur. Neden yoktur? Çünkü birşeyin sahibi olmak aslında onun Rabbi olmaktır. Birşeyin Rabbidir ancak sahibi. Çünkü Rablik, o şeyin muhtaç olduğu her türlü terbiye ve tedarikle maksada sevkedilmesini gerektirir. Peki, insanda sahip olduklarını arızasız bir şekilde maksatlarına yönlendirebilecek bir kudret, bir ilim, bir irade var mıdır? Olmadığını 6. Söz'ün başındaki hikaye anlatır bize:

"Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!"

Allah bize tevekkül ile sahip olacağımız bir cennet vadediyor. Kur'an'da bu kadar sık tevekkülün vurgulanması da bundan belki. Sahipliğin terki yüklenmekten gelen her sıkıntıdan kurtarır. Günahtan şirke uzanan o korkunç ve korkutucu cendereden çıkmanın yolu, yolun bir yerinde durup, 'bütünün sahibi/Rabbu'l-Âlemin' olan Allah'ın doğru/yanlış dediğinin kanaatimize göre doğru/yanlış olandan daha doğru olduğunu itiraf ve istiğfar edebilmekte. Bu kabulun ardından haketmediğimiz sahipliği terketmeye başlayacağız. Terkettikçe farkedeceğiz ki, hatalar, kendimize yaptığımız zulümler. Taşıyamayacağımız yükleri alıyoruz omzumuza. Başımıza ne gelirse bundan geliyor. Demem o ki arkadaşım: Tevekkül, yükümüzü 'Kadîr-i Külli Şey/Herşeye gücü yeten'e ve Alim-i Külli Şey/Herşeyi en iyi bilene' bırakmaktır. Çünkü ancak onun gücü yeter.

Wednesday, August 17, 2016

Modern akılla nereye kadar?

Modern aklın hadis tahlilinde tek kıstas haline getirilmesinden doğacak sakınca ve sıkıntıya ne güzel işaret ediyor Bediüzzaman'ın 24. Söz'deki şu örneği: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar..." Öyle ya! Aklın imkanlılık/imkansızlık algısı şahit olduğu imkana göredir. Yeni imkanlara şahit olduğunda mümkünü de değişir. Bu nedenle salt akılla hadis inkârına girişmek akılsızlıktır. Zira analizini üzerine bina ettiği kıstaslar zamanının çocuğudur, değişkendir. Bugün 'muhal' olarak gördüğü şeyin yarın 'mümkün' haline şahit olduğunda 'imkansızlık tayini' de berhava olacaktır. Peki, Allâmu'l-Ğuyûb'un bildirmesiyle gaybdan haberdar olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, şu eksik akıllıların noksan terazisine uymaya mecbur mudur? Yine mürşidimin konuya dair bir ifadesiyle bitireyim: "(...) hakiki hüşyar ve yakzan olan zâtın gördüğünü, sen kendi rüyanda inkâr değil, tabir et."

Friday, May 27, 2016

Duydun mu atmaya başlamış kalbi Taksim'in?

Nasıl kâinat söndürülmezse iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde olan İslâmî şeâir, dinî minarat, ilâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an. Herbir mâbed bir muallim olmuş. Tab'ıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur. Onun lisan-ı hâli eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.
Lemeat’tan.

Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Sezgiden aklın sonradan haberi olur. Yani ‘sezgi’ aklî uyanışlarından öncesidir. Zeminidir. Evet. Aynen. Yine bir farkediştir ama sırf akılla değildir sanki. Ondan ziyade şuura bakar. İsimsiz esintiler gibidir bu biliş akıl için. Görecek gözleri yoktur onu. Tutacak elleri yoktur onu. “Hava gibi, su gibi, nur gibi…” Bilinenin kendisi yoktur âdeta. Lakin tesiri vardır. Karşı konulamaz bir tekrarla dokunmaktadır. Bu farkındalık işte 'sezgi'dir. Şuurun farkındalığını aklın uyanışlarından ayıran şeyse, bir bilinç olarak değil, daha çok bir sızı/ferahlık olarak yaşanmasıdır. Vicdan azabı dediğimiz şey pek de akıl işi sayılmaz öyle değil mi? Hatta çoğu zaman akla bir ölçüde doğru gelmiş şeylerin yapılmasından dolayı yaşanır bu azap. Mürşidim de der: "Ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülasasıdır."

Şimdi bana "Vicdanla şuurun ne alakası var yahu?" diye sorabilirsin arkadaşım. Haklısın. Orayı biraz daha açmam lazım. Mürşidimin ayak izlerini öperek başlayayım yola o zaman: Bediüzzaman'ın ifadesiyle vicdan da bir fıtrat-ı zişuurdur. Fıtrat ne demek? Böyle söylemek çok kapitalistçe gelse de kolay anlaşıldığından istimal edeceğim: Fabrika ayarlarımızdır fıtrat. Yaratılış özümüzdür. Temiz kalıbımızdır. Hayır üzere varlığımızdır. Sahibimizin nakşındaki muradıdır. İnsan neyin üzerine yaratılmışsa onu yapmak ister. Hikmetinin dışındaki eylemler kulağına söylenen kötü sözler gibidir. Fıtrat bundan rahatsız olur. Bunun için yaratılmadığını sızılarıyla hissettirmeye çalışır. Köy yolunda kullanılan bir Ferrari gibi. Nasıl? Aracın ses çıkarabilen her yeri size bu yol için varolmadığını haykırır. “Beni burada sürme! Ben burada gitmek için yaratılmadım! Beni burada süründürme!” Fıtratınız da size vicdanın sesinden rahatsızlığını haykırır. Kendinize kaldığınız her yerde darlığını fısıldar. Kulağınız ondaysa elbette.

Hele şu söyleyeceğime dikkat buyur arkadaşım: Bu etkileşim aslında her an yaşanıyor. Fıtratımız bizimle konuşuyor. Sesi yüksek değil belki. Ama devamlı. Israrlı. Tekrarlı. Bu yüzden gafil insan yalnızlığı sevmiyor. Uyandırıcılardan hoşlanmıyor. Sessizlik zayıf sesleri de duyulur yapıyor. Uyandırıcılar içindeki uykucunun da yüzüne su serpiyor. Yine mürşidim Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor ki: “Herşeyi Allah’tan bilip böylece iz’an ettikten sonra, sürur veren şeye de, zarar veren şeye de razı olman gerekir. Razı olmazsan mecburen gaflete düşersin. İşte bu sebebdendir ki zâhirî esbab vaz’ edilmiş ve gözleri gaflet perdesiyle örtmüştür.” Esbab sahte bir kurtuluş olmuş yani gafile. Arkalarına saklanarak korumuştur yaşatmak istediği uykuyu.

Hem şu da önemli: Sadece bizimle değil birbirleriyle de konuşuyorlar. Evet. Tanışıklığımızdan itibaren sevdiğimiz/sevmediğimiz insanlar da bize bir mesaj veriyorlar. Nasıl? Sanki kendilerinde tecelli eden esma üzerinden, başkalarına dair okumalar yapabiliyorlar fıtratlar. Hangi ismin gölgesini seviyoruz? Bunu net bir şekilde bilemiyoruz. Ama, ne tuhaftır, sevdiğimiz insanların özellikleri de az-çok birbirini tutuyor. Sevmediklerimizin de öyle. En önemlisi de şu arkadaşım: Sahibinin saflığını korumaya çalıştığı bir fıtrat korunmamıştan rahatsız oluyor. Aynı ortamda bulunmayı bile istemiyor. Canı sıkılıyor. Bunalıyor. Belki de fıtratındaki çığlıkları duyuyor. Sesten olmayan sesleri işitiyor. Tıpkı keşfe’l-kubur velilerin gafil mezarından geçmeye çekindikleri gibi. Göreceklerinden üzüldükleri-gerildikleri gibi. Kimbilir?

Tersinde de benzeri bir durum yaşanıyor bence arkadaşım. Nasıl? Açayım: Bence gafilin rahatsızlığı da müttakinin huzurudur. Onun çağrıştırdıklarıdır. Ezan sesidir. Minaredir. İbadettir. Zikirdir. Gürültü, duymak istemediğiniz şeylere engel oluyorsa, elbette ondan değil, yokluğundan rahatsız olursunuz. Disko telaşı istersiniz. Kalabalıkta kaybolmayı arzularsınız. Gözlerinizi kaparsınız. Kendinize bırakılmaktan uçurum gibi korkarsınız. Bundan daha doğal ne var? Çünkü sessiz ortam gürültülerin sıkletinden kurtarıcıdır. Gafil de vicdanını duymamak için gafilane gürültüyü arzular. Uyanıklıktan çekinir. İstemediği manaları çağrıştıranlardan rahatsız olur.

Bu sesler hayatın her yanında arkadaşım. Sezgi dediğimiz şey bu seslere daha duyarlılarımızın yaşadığı düşük yoğunluklu farkındalık. Doğru. Ahirzaman dikkatimizi dağıtacak pekçok ‘geçici olan’ karşımıza çıkardı. Aklımızı başımızdan aldığı gibi sezgimizi de fıtratımızdan aldı. Hayretimizi tırtıklayan birçok “Aaa duydun mu?” var artık hayatımızda. Belki de kalbimize güvenimizi yitirdik. Belki kalbimizi de. Hem sezgi de daha fazla dikkat istiyor. Dönüp dönüp kendisiyle ilgilenilsin istiyor. Beş vakit namaz istiyor. Ezanı istiyor. Minare istiyor. Hem sesi zayıf hem kurduğu cümleler uzun. Zamana ihtiyacı var. Ve bir de cümlesi bitene kadar kalacak bir dikkate. Kalp gibi atması lazım böylesi bir dikkatin. Bunu da şöyle bir parça açabilirim belki:

Akıl dinamik farkındalıkların alanı. Ve bu dinamizm farkındalığın şiddetinin de yüksek olmasını gerektiriyor. Şuur ise statik farkındalıkların alanı. Daha düşük tesirlerden de haberdar. Lakin bu tesirlerden dolayı fiillere teşebbüs etmesi 'bardağı taşıran son damlalar'la mümkün. Evet. Şuurla yapacaksanız bardağı sezgilerle doldurmak zorundasınız. Doğru çağrışımlar hayatınızın her yanından akmalı. Birikmeli. Kuşatmalı. Hamlıklarınız kısık ateşte pişmek zorunda. Minare minare görmek zorunda. Ezan ezan işitmek zorunda. Bu yavaş fakat kaliteli bir farkındalık olacak. Ağır ama isabetli kararlar alacaksınız. Yok, yaşadığınız farkındalık tokat gibi birşeyse, o zaman bardakla uğraşmaya da ihtiyaç yok. Akıl farkındalığının hakkını verecek. Farkındalığın şiddeti eylemeyi hızlandırır. Yalnız şu var arkadaşım: Şuurla yapan sanki yaptığında daha salabetli oluyor. Daha dik duruyor. Terkini daha imkansız görüyor. Allahu’l-a’lem. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Kendi çağrışımlarından koparmasın. Âmin.

Thursday, May 19, 2016

Kalp, parçası kılarak bilir. Akıl, öteki kılarak anlar

Birşeyin parçamız haline gelmesi ona olan farkındalığımızı hem arttırıyor hem azaltıyor. Şüphesiz arttırıyor, çünkü o artık bir parçamız. Şüphesiz azaltıyor, çünkü o artık bir parçamız. Ne demek istiyorum? İzah edeyim: İnsanın iki türlü farkındalığı olduğunu düşünüyorum ben. Bu farkındalıklardan birisi 'o farkındalığı.' Yani, birşeyi ötekimiz kılarak, ona karşı meraklı bir 'dışarı farkındalığı' geliştirebiliyoruz. Bu, mesafeli bir farkındalık. Karşısındakinin tastamam farkında olamayacağının da farkında. Hakkındaki marifetinin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu düşünüyor.

Bu yüzden bilişinde ve bu bilişten geliştirdiği hükümlerde temkinli. Söylediğinin bütüne dair genel-geçer birşey olup olmayacağını sınamada daha titiz davranmak zorunda. Hem hep tetikte kalmalı. Çünkü bütün ona her an yeni birşey söyleyebilir. Yeni bir yüz gösterebilir. Yeni bir tepki sergileyebilir. Yeni bir parçasını daha öğretebilir. Bu yepyeni farkındalık sayesinde bütüne dair daha önce belirginleştirdiği hükümlerde değişmeler olabilir. 'O farkındalığı' böyle endişelerle yaşamaya mecburdur. Bu yüzden de yorucudur. Diri tutulması kolay değildir.

İkincisi 'ben farkındalığı.' Ben farkındalığı birşeyin parçamız haline gelmesiyle yaşadığımız farkındalıktır. Nasıl? İnsan, herhangi bir parçasının maruz kaldığı etkiyi, 'kendisinin uğradığı' veya 'kendisine uğramış' bir etki gibi hissetmez mi? Elimizi ateşe soktuğumuzda yalnız elimiz mi ateşe sokulmuş olur? Böylesi her etkileniş aslında bütünün etkilenişidir. Evet, belki etkiye doğrudan maruz kalan organ/parça kadar zarar görmez diğer parçalar. Fakat farkındalık olarak parçanın yaşadığını neredeyse yaşarlar. Ve bütünün bütünleyicisi ve sahibi olan ruh, bu parçaların maruz kaldığı her etkiye (nasıllığını bilemediğimiz bir şekilde) maruz kalır.

Bu iki farkındalık arasındaki en temel ayrım, kalp ve akıl düzleminde değişen etkilenişler üzerinden okunur. 'O farkındalığı' duygusal yönleri büsbütün reddedilmemekle birlikte aklî bir farkındalıktır. Bu farkındalıkta bilgiler akıl kanalıyla gelir. Merak edilen şey akıl ve duyular kanalıyla okunur. O elek kendisinden geçen bilgileri hem sınırlar hem dengeler. Birşeyi salt akılla okumaya çalışan, o şey hakkında daha çok bilgi sahibi gibi görünebilir. Ancak bala parmağını batıracak kalptir. Ve kalp, balı diline değdirebilmek için, aklın getirdiği bal formüllerine değil, o şeyi bir parçası kılmaya muhtaçtır. "Damdan düşenin halini damdan düşen anlar." Çünkü damdan düşmek damdan düşenin bir parçasıdır. Tecrübe, insanın parçası haline gelmiş bir bilme çeşididir.

Peki, bu farkındalığın yanetkileri yok mu? Var elbette. 'O farkındalığı'nın sahip olduğu temkin, yani farkında olduğunun öteki olduğunu biliş, o uyanıklık, 'ben farkındalığı'nda zamanla kaybolur. Birşey hakkında duygu düzeyinde yaşanan farkındalıklar, bir noktadan sonra onun parçamız olmadığı gerçeğini unuttururlar. Ben, buna en açık örneği, nişanlılık-evlilik dönemleri arasındaki ilişki durumu farklılığına dikkat çekerek verebiliyorum. Nişanlılık dönemi boyunca onun 'o' olduğunun farkında olan bireyler; ilgilerini de, meraklarını da bu 'o'ya göre korumayı biliyorlar.

Fakat ne zaman ki evlilik hasıl oluyor, bu 'o' farkındalığı yitiriliyor ve yerine bir 'ben farkındalığı' yerleşiyor. Bu bir açıdan güzel. Çünkü bir bütün oluyorlar. Eşlerden birisi ötekine yapılmış olanı kendisine yapılmış gibi hissedebiliyor. Fakat bir açıdan kötü. Çünkü insanlar karşılarındakinin de bir öteki olduğunu, bu nedenle ötekiye karşı sergilenmesi gereken dikkatin/temkinin ona karşı da sergilenmesi gerektiğini unutuyorlar.

İnsan kendisini daha kolay affeder. İnsan kendi öfkesini/ilgisizliğini daha kolay affeder. Fakat kendisine öfkelenilmesini/kendisine karşı gösterilen ilgisizliği o kadar kolay affetmez. Eşine karşı sergilediği öfkeyi/ilgisizliği 'kendisine kendisinin sergilediği bir öfke/ilgisizlik' gibi gören eş, muhatabında bunun yaptığı yıkımı farkedemiyor. Hatta çoğu zaman kendilerine yansıtılan bu türlü rahatsızlıkları 'rahat batması' olarak isimlendirebiliyorlar. (Çünkü kendilerinin rahatı yerinde.)

Ben bu farkındalıklardan birisini seçmeye sizi yönlendirecek değilim. Ama ikisi arasında bir dengeyi gözetmek gerektiğini düşünüyorum. Hatta ebeveyn-çocuk ilişkisinde de bu böyle. Çocuğun ayrı bir birey olduğunu ve hissedişlerinin sizden başka olduğunu unuttuğunuzda, yani onu bir parçanız saydığınızda, kendinize yapılmasında sakınca görmediğiniz şeyleri ona yapabilirsiniz. Anneniz/babanız size vurmuşsa siz de ona vurabilirsiniz. "Ne olacak canım!" diyebilirsiniz.

Ancak bunun ondaki etkisini, sizin ruhunuz değil, onun ruhu belirler. Kırılganlıklar/alınganlıklar farklı olabilir. Üzerinizdeki esma tecellileri farklı renklerde olabilir. Allah onu sizden yaratmıştır, ama sizden başka birşey olarak yaratmıştır. Toprak öyle şeylere katlanır ki, ondan yaratılan insan katlanamaz. Fatır-ı Hakîm'in onda yarattığı fıtrat sizdekinin taklidi değil orijinaldir. 'O farkındalığı' bu orijinalliğin farkındadır, ama duygusal düzeyde zayıftır. 'Ben farkındalığı' duygusal düzeyde güçlüdür, ama bencilse karşısındakini kendinde yitirebilir. Bir ortayol/istikamet tutturmak gerek.

Wednesday, April 27, 2016

İslam akıl dinidir, ama şefkatli bir aklın dinidir

Bediüzzaman'ın mesleğini 'hatve'leri olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkür aslında birbirinden ayrı yapılması gereken şeyler değil, birbirini tetiklemesi, dokuması ve bulaması gereken şeyler. Örneğin: Aczin bilincine varılmadan hissedilen bir fakirlik olabileceğini inanmıyorum ben. Yani o insan zatında fakir olabilir, ama fakir olduğunu hissetmez/düşünmez aciz olduğunu idrak etmedikçe. Karşılanması gereken ihtiyaçlarının çokluğu, ona, bilakis 'zenginlik' gibi görünür. Tüketir de tüketir ve hatta bu tüketimi 'ihtiyaçlarının sayısını arttırmaya çalışarak' arttırmaya çalışır.

Zaruri olmayanları bile kendisine zaruri kılar. Bu insan hedonisttir. Zevkleri için yaşar. Her ihtiyacın ucuna iyiliği için Rabb-i Rahim tarafından bir zevk takılmıştır çünkü. Kokusunu kovalar. Zevkler ihtiyaçların davetçisidir aslında. Fakat araç olan amaçlaşır onda. Amaç ise araçlaşır. Zevk kokusuyla ihtiyacına sevkolması gerekirken o zevkolmaya başlar ihtiyaç kokusuyla. Odak noktası başkalaşır. 'Yaşamak için yediği' şeyler değil 'yemek için yaşadığı' şeyleri vardır. Zaruriyat ile israfı birbirinden nasıl ayırırsın? Zaruriyat, yapılırken zevk alınandır. İsraf, zevki için yapılandır. Ben böyle ayırırım.

Ve hakeza, kırmamaya çalışmak kırılganlıktandır. Aczinin ve fakrının farkında olan şefkat eder ancak. Ötekinin de kendisi gibi olabileceğini düşünür. Ötekinin de bir kalbi olduğunu farkeder. Ötekinin de kendi 'merhamet edilesi' halinden birşeyler içerdiğini derketmeye başlar. Yaralar yaralara benzer çünkü. Sancılar sancılara benzer. Şefkat aczin ve fakrın empatisidir. Daha az kırılgan olduğunu düşünen insanın kırırganlığı da artar.

Firavun neden bu kadar zalimdi? Nemrut neden o kadar acımasızdı? Ebu Cehil neden müslümanlara bu denli gadrediyordu? Bütün bunların 'aczin şuurunda olmakla' büyük ilgisi var. İnsan başkasını kendinde olanlara kıyasla/kıyaslayarak tanıyabiliyor. Ene Risalesi'nde aldığımız derslerden birisi de bu. İşte biz de muhatabımızın 'merhamet edilesi' olduğunu kendi 'merhamet edilesi' halimizden anlıyoruz. Yoksa sertleşiyoruz. Zalimleşiyoruz. Kırıyoruz. Canımızın yandığını anladığımızda can yakmaya korkuyoruz. Çünkü çektirdiğimiz çekebileceğimiz oluveriyor. Bir sağır, sesinin yüksek olduğunu 'sesin bir başkasını rahatsız edecek kadar yükselebildiğini' anlamadıkça nasıl anlar? Hayvanat bahçelerini, onların yaşadığı kafeslere benzer kutucuklarda yaşamayı öğrendiğimiz modern zamanlarda akıl etmemiz tesadüfle açıklanabilir mi?

Tefekkür de şefkatle tamam olur. Evet, İslam akıl dinidir, fakat dikkat et: Şefkatli bir aklın dinidir. Bu yüzden atom bombasını müslümanlar yapmamıştır. Müslüman aklı o kadar kişiyi masum/suçlu ayırmadan katledecek bir teknoloji üretemez. Ne mutlu ki, üretmemiştir. Tefekkür de şefkatli olanın şefkatinin tasavvur ettiği dünyayı anlamaya çalışması sonucunda oluşur. Şefkatli tefekkür iyileştirir sahibini ve iyi gelir dünyaya. Aczini bilmemiş, fakrını görmemiş, şefkat etmemiş aklın tefekküründen korkarız biz. Aczimizi hissetmediğimiz yerden korkarız.

"İnsan azgınlaşır" der Kur'an, "kendisini ihtiyaçtan uzak görünce..." İslam'ın aklı yüceleştirdiğini söyleyenler burada eksik kalıyorlar. İslam salt aklı yüceleştirmez, şefkatli bir aklı yüceleştirir. Bu yüzden kalbe vurgusu akla vurgusundan fazladır. Kalp, aklın harici değil, aklın diğerleriyle birlikteliğidir. Kalp bir denge noktasını ifade eder müslüman için. Sair hislerin de alıcıları açık olarak çalıştığı ve aklın yapabileceklerine teennileriyle sınırlar koyduğu veya yönlendirdiği bir düşünüş. Bizim tefekkürümüz budur veya bu olmalıdır veya bunu aramalıdır. Bediüzzaman'ın dört hatvesine bir de böyle bak.

Tuesday, July 14, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 6: Allah'a 'aklına sığdığı kadar' inanmak...

Bir önceki yazımda Kur'an müslümanlığı denen sapkınlıkla Haricilik arasında kurduğum benzerlik, her açıdan tutan bir benzerlik değil. Sadece geçmişte "Aramızda yalnız Kur'an hükmetsin!" diyen ve hakem olayından dolayı sahabeyi tekfir ettikleri için onlardan gelen hadislere de itimat etmeyen bir zümre olduklarından andım onları. Ve İmam Ali (r.a.) bu fitneyi Kur'an'ın tevili konusunda çok tehlikeli bir sapkınlık olarak gördüğünden onlarla cihad ediyor. (İdare edelim. Onlar da bizim kardeşimizdir. Ne güzel, onlar da Kur'an'a yoğunlaşıyorlar. Hoşgörülü olalım... falan demiyor yani.) Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bu konuya değinirken, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, yaşayacağı bu durumu (ihbar-ı gaybî nevinden) İmam Ali'ye haber verdiğini naklediyor. Naklettiği hadis şöyle: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın."

Benzerlikler var. Önümüzdeki yazılarda da yeri geldikçe temas etmek istiyorum. Fakat her noktada birbirlerinin aynı olduklarını söylemek yanlış olur. Hariciler kendi taassubları/ifratları içinde dindar insanlardı. Sapkınlardı, ama bu sapkınlığı dinde salabet adına yaptıklarını sanıyorlardı. Ancak bu zamanın hadis inkarcıları onların bindebiri kadar dindar değiller. Cür'etleri hamiyet-i diniyeden sanılmamalı. Bu seferki saldırı dengesiz bir taassubdan değil, tastamam fısktan kaynaklanıyor. Şöyle izah edeyim: O, içeride patlayan bir yara gibiydi. Bu, dışarıdan saplanan bıçak. Hayatlarını bilmem, ama kafaları kesinlikle fasık bu adamların. Modernitenin/bilimin tabularına Kur'an ayetlerinden daha çok ve daha içten iman ediyorlar. Bu yüzden Kur'an'ın da o doğrulara uyması gerektiğini düşünüyorlar. O doğrulara uydururlarken yollarını en çok hadisler kesiyor. Kafalarındaki kurguya zararı dokununca da hemen inkara sapıyorlar.

Mustafa Akyol'un (yanlış hatırlamıyorsam) Dini Dünya İşlerine Karıştırmanın Faydaları kitabının sonlarında, kafasındaki Hümanist/Liberal Kur'an anlayışına uymadığı için, Beni Kureyza Yahudilerinin Katli meselesine takılıp; "Zaten böyle sorunlu şeyler de hep hadislerle geliyor..." tarzı imalı kelamlar etmesi bunun bir göstergesi. Dikkatinizi çekmek istiyorum: Hiçbir sened kriteri sınaması yapmıyor Mustafa Akyol bunu söylerken. "Gerçekten olabilir mi?" diye hiçbir araştırması yok. Sadece hadis/hadise kafasına yatmıyor. Hatta hadis ilminin kriterlerini geçtim, ahlaklı bir tarihçinin sahip olacağı; "Gerçekten olmuş mu?" sorusunu bile soramıyor Akyol. Bunun yerine, tıpkı ulus-devletlerin kurgu tarihlerinde yaptıkları gibi "Bizim milletimize şöyle yapmak yakışır..." tarzında, aksini görmezden gelerek yoluna devam ediyor.

Bunların kafalarındaki din bu yönüyle söylemlerinin tam tersi: Kurgu bir din... Yani 'uydurulmuş din' aslında onlarda. Çünkü Batı'dan gelen 'doğruluk kıstaslarına' uydurmaya çalışıyorlar dinlerini. Bediüzzaman'ın misallendirmesiyle; tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirme çabası yaşananlar. Yakışmasını geçtim, eğer sığamıyorsa, giysiyi boşvermeyi değil, cami hocasının kollarını kesmeyi tercih ediyorlar. Bu noktada Orwell'ın 1984'teki tabiriyle tam bir karşıt-söylem yaptıklarını söyleyebiliriz. Karşıt-söylem nedir? Karşıt-söylem, bir hedef saptırma aracıdır. İdeolojik bir ilizyondur. Her ne isen, onun tam tersiyle kendini ve karşıtını isimlendirmendir. Bizden bir örnek vereyim: Mesela CHP bu ülkenin en devletçi ve en antidemokratik uygulamalara sahip partisidir. Fakat isminin açılımı Cumhuriyet Halk Partisi. Hem cumhuriyet, hem halk... En uzak olduğu şeyler. Yine Erdoğan'a en çok takılan isim diktatördür. Fakat Erdoğan, Türkiye tarihinde halkoyuyla başa gelen ilk cumhurbaşkanıdır.

Konumuza dönelim. Ne diyorduk? Ha, evet: Olan değil, 'olmasını istedikleri' din. Arzu ettikleri din. Rahatsız olunan hadis ilminin incelikleri değil. O ilme dair hiçbir usûl/yöntem eleştirileri veya yerine koyabilecekleri başka bir sistemleri yok zaten. Allah biliyor ya, üzerine mesai sarfettikleri falan da yok. Rahatsız olunan, parçanın kafalarındaki bütüne uymaması. Ve bütünlerine uymayan o parçalardan çok bulunması. Bunların en baştan dine müracaat edişlerinde bir sakatlık var. Din onlar için kafalarındaki fikre bir meşruiyet kazandırma ve geniş kesimlere yayma/duyurma aracı. Tıpkı bazı komutanların vaktiyle dedikleri gibi: "Din aslında ara-sıra lazım olan birşey. Dindar askerler daha istekli çarpışıyorlar..." Bunlar da kafalarında 'doğru'ya yönelik destekleyici yönleriyle dine ihtiyaç duyuyorlar. Üzerinden yürürlerse halka daha çabuk ulaşacaklarını biliyorlar. Fakat hadisler... Ah, onlar olmasa! Ne kolay olacaktı herşey.

Halbuki bir müminin yapmaya çalıştığı, kafasındaki doğruya göre dini değiştirmek değil, dinde gördüğü doğruya yönelik kafasını/ahlakını değiştirmektir. Yani değişmesi gereken kendisidir. Din değildir. Kur'an'ın ve sünnetin ona getirdiği mesaj asıldır. Kendisi tebeidir. Doğruyu anlamaya/bulmaya çalışır. Doğrusuna(!) Kur'an'ı uydurmaya çalışmaz. Mesela; ilm-i kelam, Allah'ın muradını kelamından anlamaya çalışmaktır. Kendi muradını Kur'an'a dayatmak değil. Yine içtihad faaliyeti, kendi 'göre'ne göre amel etmek değil, istinbattır. Merhum Ahmed Davudoğlu bu sadedde şöyle demiştir (Moderne Nasihat'ten naklen): "... Dinde fertlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Onun için Hz. Ali, 'Din görüşle olsaydı ben mestlerin üzerlerini değil, altlarına meshederdim' demiştir. İmam Âzam efendimizin dahi 'Din görüşle olsaydı, ben mirasta kadınla erkeği müsavi tutardım' dediği rivayet olunur. Evet, dinde onun bunun görüşü değil, müçtehidlerin içtihadları muteberdir. İçtihad ise bir görüş değil, istinbattır."

Şimdi bu arkadaşlar sanıyorlar ki; "İslam akıl dinidir!" demekle artık akıllarına esen herşey din olur. Halbuki o ifadede (en iyi niyetle) kastedilen; "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" Kur'anî hükmünce şeriat-ı İslamiyenin hükümlerinin şeriat-ı fıtriye ve şeriat-ı kevniye ile uyumlu olacağıdır. Çünkü üçünün de yaratıcısı/emredeni aynı Allah'tır. Aralarında çelişki olamaz. Allah'ın sana emrettiği ile senin aklın arasında çelişki olamaz. (Var sanıyorsan, düzeltilmesi gereken akıldır.) Yoksa o cümleyle yapılmaya çalışılan; "Aklına uyuyorsa İslamîdir. Uymuyorsa, inkar et!" demek değildir. Senin o küçük aklın, daracık bakış açın, Allah'ın nazar-ı âlâsından ve irade-i küllîsinden gelen muradını kuşatmaya yeterli değildir. Mihenk olmaya hiç yeterli değildir. Akıl böyle hakikatten şaşmaz, sağlam değnek olsaydı, iman etmeyenlerin yalnızca deliler olması lazımdı.

Yine hadis konusuna dair yazdığı 12 Asıl'ında Bediüzzaman'ın dediği gibi; "İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar." Bugün Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu; dün Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri. İsimler değişse de beslendikleri sapma değişmiyor. Hadis inkarcılarının amacı murad-ı ilahiyi keşfetmek değil. Dışlarındaki bir doğruya, bir gayba ulaşmak da değil. Murad-ı ilahiyi malumatlarına/düşüncelerine/görüşlerine hapsetmek. Gayba değil kafalarına iman etmek. Fakat ne büyük mutluluk ki bu ümmet için, Allah Resulünün ondört asır önce attığı taşlar bugün bunların Big Bang'den sarhoş olmuş, Kuantum'dan fotonlarını şaşırmış, CERN'den serseme dönmüş akıllarına da değiyor. "Aklınızı başınıza alın!" diyor. İnşaallah alırlar. Benim çok umudum yok ama...

Thursday, November 27, 2014

Son hakikat bükücü...

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı hakikati hiçbir zaman 'vahiy gibi/kadar' kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, elbette, varlığın tamamını (tüm detaylarıyla) kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Fakat akıl sınırlarından dolayı bu kuşatıcılıktan yoksundur. O 'parçalardan hareketle' ve bu parçalar vesilesiyle 'bütüne dair sezebildiğince' kelam edebilir.

Nazarı bu kadardır. Gelişimi de tedricidir. Zamanla seviyesi yükselir. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında istikametli aklın tavrı, en azından o an için, hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah'a sığınmaktır. Kendi sanışından Hak olan Allah'ın bütün varlığı kuşatan ilmine kaçmaktır bu aslında. Bu sığınmanın birçok çeşidi vardır. Tefekküre sığınılır. Tevekküle sığınılır. Takvaya sığınılır. Temkine sığınılır. Tezkire sığınılır. Bunlar bir nevi 'euzü'nün altbaşlıklarıdır. Mürşidim Hikmetü'l-İstiaze isimli eserinde bazılarına dokunur:

"O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (...) zırhınız, Kur'ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (...) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve 'euzübillah' demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir..." vs. İşte, kanaatimce, buradaki kullanımların herbirisi bu sığınışlardan bir çeşidini ifade eder.

Birşeyin 'hakkında' konuşmak 'ona dair' ve 'merkezinde' konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise 'aslında neyin hakkında konuşulduğundan' haber verir bize. O şeyin 'merkezinde' ve 'aslında' ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da kainatın hakkında konuştuğu, hatta, tüm varlığın hakkında varolduğudur. İşaret ettiğidir. Anlattığıdır. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıkarıldığında eşyada konuşulan tek şey Allah'tır. Yani, mü'minlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: "Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur."

Hikmetü'l-İstiaze'ye geri dönelim. Akıllarını 'hak' kılanlara bakacağız şimdi: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."

İnsan tehlikeli bir bükücüdür. Vahiy karşısındaki ikincil konumunu unutmuş akıl, kendisinin parçalar hakkında yaptığı yorumları merkeze alarak, vahyi bükmeye başlar. Allah'ın şirke karşı yaptığı tahşidatı görmezden gelerek şerrin yaratılmasını (âdeta kendisi ikinci bir ilahmış gibi) beşerin eline verir. Çünkü 'kısa aklında/nazarında' halk-ı şer şerdir. 'Bazen kötü gelenin' yaratılması da kötülüktür. Elini yakan ateşin faydalarına körleşmiştir onun aklı. Acısında yitmiştir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki tekrar dönüp hatasını düzeltebilsin.

Halbuki istikamet dairesindeki akıl, haydi 'halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu' derk edememiş olsun, en azından bilir ki: Kur'an'ın bütünlüğündeki vurgu şirke yer bırakmaz. O nedenle Allah'tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Akıl yürütmelerin adımlayamayacağı bir yasak alan vardır burada. İşte o zaman tefekkürüyle Rabb-i Rahimine sığınır ve Ondan bu hakikati 'anlaşılır' kılmasını diler. Bu duruş da bir istiazedir. Hakkı aramak bâtıldan bir istiazedir.

Bu nedenle ben Bediüzzaman'ın temkinine bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu avam için tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi 'ulum-u hafiye' tabir ettiği şeyleri 'şarlatanların istimal edebileceklerini' söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Ve yine mesela: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; "Cû' ism-i azamdır" ifadesi kendisine sorulduğunda; "'Cû' ism-i azamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır..." dedikten sonra beyanını böylece bırakmaz. Hemen peşisıra ekler: "Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû' ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' ism-i azamdır, yani 'Bir ism-i azama bir vesiledir' denilebilir." Yani bir Allah dostunun kendisine nakledilen sözünü, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddetmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum en özünde arkadaşım: Bediüzzaman'da 'hakikati kuşatamamış olma ihtimaline' açık bir kapı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur. Fakat ne hazindir. Bugün ona dudak büken kimi isimler, sırf şirk olmasın diye(!) hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri 'spesifik' başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: 'Rüya ile amel edilmez'i izah ederken sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları kendi akıllarının sanrıları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. "Bence doğrusu budur!" demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, sanırsınız ki: Din-i Muhammedî geçtiğimiz pazartesi gelmiştir. Salıya kadar da doğru şekilde yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmıştır.

Akılları herşeyin merkezindedir. Akıllarına sığmayan din uydurulmuş dindir. Uymayan hadis uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim çakma âlimdir. Bakış açısını manzaranın bütünü sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman'ın 'hakikati inhisar altına almayan' duruşu ne anlamlı bir duruştur. Arkadaşım, ben diyorum ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden sapanların hamakatlerini hakikat sanmaları en çok içlerinde bir yerde yaşadıkları kaymadan dolayıdır. Onlar, akıllarına vahiy gibi, vahye de akılları gibi iman ederler. Bu akide bozukluğundan dolayı da kimseleri beğenmezler.

Friday, October 3, 2014

Allah etkileyerek bilir, insan etkilenerek...

"Benim için herşey siyahtı. Ama öğretmenim bana siyahın yeni anlamını öğretti. Siyah, sadece karanlık ve boğulma değil, başarının rengi. Bilginin rengi. Mezuniyet cüppesinin rengi." Black filminden.

Bizim için siyah beyaza açlık duyduğumuz yerdir. Renklerin olmadığı yerde siyah da yoktur. Çünkü zıttı yoktur. Onun ayrımına/farkındalığına varılacak başka ihtimal de yoktur. Bilebilmemiz için birisinin bizi farklı ihtimallerden haberdar etmesi gerekir. İnsan Allah'ı açlıklarıyla anladığı gibi duyuşlarıyla da anlıyor. Göz, kulak, ten, burun gibi âlemi bize getiren, bir yönüyle büyük âlemi bizim küçük âlemlerimize taşıyan herşey bizim duyumuz. Latif olanın tecellilerini yakalayan ve kendisinde misafir eden herşeye latife diyoruz. Verici-alıcı. Bu yakalamalara akıl dahil olursa 'anlamak' deniliyor. Anladın. Yani yakaladın. Yani aklınla da farkındasın. Bilmiş oldun onu.

Farkındalık da seviye seviye. Aklın dahil olmasaydı bu biraz daha sezgiye yakın olurdu. Çünkü sezgi aklın biçim veremediği duyuşlara denir. Seziyorsun ama kalıba sokamıyorsun. İfade edemiyorsun. Delilini ortaya koyamıyorsun. Böyle akılsız bir biliştir o.

Sezginin de bir bilme çeşidi olduğunu bugün kimse reddetmiyor. Hatta Gabor Mate gibi bazı bilim insanları bağışıklık sistemimizin dahi bir duyu olduğunu iddia ediyorlar. Nasıl? Mesela kolay hastalanmaya başladıysan sana şu şekilde seslenilmiş oluyor: "Dostum, hayatı yeterince istekle yaşamıyorsun, ben de bedeni hayata tutunmaya ikna edemiyorum."

Demek dışarıyı içeriye 'etkilenmek' suretiyle taşıyan herşey bizim duyuşumuz. Bunlardan bazıları daha sık karşımıza çıktıklarından isim taktık onlara. Bazılarının sadece varlığını hissettik. Sevmek, beğenmek, nefret etmek, âşık olmak, acımak, utanmak, şaşırmak ve diğerleri. Aslında her birisi bir elçi. Amaç: Dıştan haberdar olsun içteki cevher. Bu duyuşlar ve sezişler olmasa taştan farkımız olmazdı herhalde. Belki de bu yüzden Kur'an, duyuşları azalan, örtülen, bastırılan insanları (ehl-i küfrü) böyle tarif ediyor: "Sonra kalpleriniz taşlaştı. Hatta taştan da katılaştı."

İnsanın yumuşaklığı teninde değil etkilenmesindedir. Derisi kalın olana değil duygularını belli etmeyen adama 'sert adam' derler. Yani ya etkilenmiyor yahut da etkilendiğini belli etmiyor. Bastırıyor. Her iki şekilde de bir sakla(n)ma var. Nasıl bir saklanma? Belki biraz Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'da tasvir ettiği halet gibi:

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya."

Siyer kaynaklarında anlatılır ki: Müşrik önderleri de vahyi dinledikleri zaman etkileniyorlardı. Mucizelere şahit olduklarını reddetmiyorlardı. Ama saklıyorlardı. Ama bastırıyorlardı. Hatta etkilenişini açık ederse birisi, onu, aşağılayarak tekrar sertleşmeye davet ediyorlardı. "Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendilerini unutturmuştur!" buyuran Kur'an sanki bize bir tuhaf halet-i ruhiyeden de haber veriyor: Kendinden kaçma ve özden/içinden geleni saklama. Yani bir nevi erkekçe(!) tasannu. Yediği yumruklara rağmen "Acımadı ki!" diye ağlayan çocuk.

Hassaten hayretlerini saklamak noktasında tetikteydiler. Zayıflıktı bu onlar için. Demek istibdadın bir nevi de böyle: İnsanların gerçek duygularını saklamak zorunda kalacak şartlarda yaşamaları. Bir nevi manevi istibdat. Yine hatırlarsak, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın "Allah senin kalbinden merhameti almışsa ben ne yapayım?" dediği kişi, ona, 'bir kez bile çocuklarını öpüp okşamadığını' söylemişti. Ve muhtemelen zayıflıklarını(!) böylesine belli ettiği için Aleyhissalatuvesselamı tuhaf buluyordu. Fakat Allah Resulü, cahiliyenin bu istibdadını da lâtı, menatı, uzzayı yıktığı gibi yıkmıştır. Barekallah.

Bizim bilişimiz bize bildirilmesiyle. Peki Latîf ve Habîr olan Allah nasıl biliyor? Elbette Alîm olanın bilişi bizim bilişimiz gibi değil. O bilmekle biliyor. Biz bildirilmekle biliyoruz. En yalın fark bu. Denis Diderot'nun Körler Üzerine Mektuplar'ında geçen kör ile M.'nin diyaloğunu hatırlayalım. M. köre sorar: "Peki ya sizce göz nedir?" Körün cevabı şöyledir: "Bu öyle bir organdır ki, hava ona, değneğimin benim elime yaptığı tesirin aynını yapar."

Kör gözün tarifine çok yaklaşmıştı. Latif olan ışığı bilmiyordu ama latife olan 'dokunuşu' biliyordu. Bu yüzden bilmesini duyuşuna bina etti. Böylesi bir duyuş aracılara muhtaçtır. Fakat Allah'ın bilişi aracısız bir biliştir. O vasıtalara muhtaç olmaktan münezzehtir. Bilmesi bildirilmekle değil bilmekledir. Tesir ederek, yaratarak, murad ederek bilir herşeyi. Etki altında kalarak değil. İlmi ezelîdir. Ettiğimiz dualar onun yaratığıdır. Biliyordur ki yaratmıştır. Yarattığından sonradan haberdar olamaz.

Bizim bilmemiz onun haberdar ettiğidir. Meleklerin Kur'an'da pek güzelce söyledikleri gibi: Onun bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Böyle bir bilgi olmadığı için, hâşâ, onun sonradan haberdar olduğu birşey de olamaz. Bence kader konusunda çukura düşenler en çok bu biliş farkını kavrayamadıkları için çuvallıyorlar.

Bediüzzaman'ın Allah'ın ehadiyetini izah ederken sık sık güneş örneğini kullanması biraz da bundan gibi geliyor bana. Her yerde ilmi, iradesi ve kudretiyle hazır ve nazır olan, herşeyden dolayısıyla etkilenen değil, ışık gibi herşeye tesir edendir zaten. Öyle tesir edicidir ki Ona şeffaf olmayan yoktur. Latiftir, "şu koca güneş dahi gök denizinde şems-i ezelinin 'nur' isminden tecelli eden bir lem'anın katre-misal bir aynasıdır."

Şuunat bahsine yüzümü dönersem: Bizdeki duyuşlar, bilişler veya sezişler elbette Onu anlamakta bir penceredir, fakat en nihayetinde bizim kusurlu duyumuşuz ve duyuşla başlayan bilişimiz onun bilişi gibi değildir.

Arkadaşım, en nihayet demem o ki, münezzeh ve mukaddes dediğinde yaptığın tenzihi, bu farkı ortaya koymanın ifadesi olarak da düşün. Cenab-ı Hak senin gibi sonradan haberdar olarak bilmez hiçbirşeyi. Çünkü (hâşâ) o bilmese zaten o şey varolamaz. Kadere imanı kaçınılmaz kılan da budur. Biz birşeylerden onlar olduktan sonra haberdar olsak bu onların yaratılmasına engel olmaz. Çünkü biz yaratıcı değiliz. Fakat Allah'ın ilmi o şeyi kuşatmazsa o şey kimin kudreti ve iradesiyle varlık sahasına çıkabilir?

Thursday, August 7, 2014

Kitab'a bakmak serbest

Neye inanıyorum biliyor musun? Üniversitede bir matematik dersi vardı, hocamız ufak tefek ve yaşlı bir kadındı. Hızlı Fourier dönüşümlerinden bahsediyordu ve bir cümlenin ortasında durup; ‘Bazen evren fark edilmek istiyormuş gibi görünüyor’ dedi. Ben de buna inanıyorum. Bence evren beklenmedik bir şekilde bilince eğilimli ve kısmen de zekayı mükafatlandırıyor. Çünkü zarafetinin gözlemlenmesinden keyif alıyor.John Green, Aynı Yıldızın Altında’dan…
Esma, bilmektir. İsim takmak, bildiğini işaretlemektir. İsmi anmak, bildiğini hatırlamaktır. Allah, bilmekle bitmeyecek olandır. Bu yüzden Cenab-ı Hakkın esması saymakla bitmez. Vahyin ifadesiyle ‘bütün güzel isimler’ onundur. Kur’an’da geçenler, hadis-i şeriflerde nakledilenler ve buna ilaveten Cevşen gibi dualarda zikredilen binlercesi.
Bitiremezsin.
Fakat bu durum, onu, bize açılan manalarla isimlendirmemize de engel olmaz. Hüdhüd kuşunun, Neml sûresinde, Allah hakkında söylediği; ‘göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran’ tarifi bile, Bediüzzaman’ın ilgili ayeti analiz ederken söylediği gibi; kendi sanatıyla (Hüdhüd’ün sanatı, arzın derinliklerinde ne saklı olduğunu bilebilmesiydi) Allah’ı isimlendirmesidir. O yüzden başta dediğim gibi derim ben: “Allah, bilmekle bitmeyecek olandır.” Ben de Rabbimi böyle isimlendiririm: ‘Bilmesi hiç bitmeyen…’
"Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim."
Böyle anlatıyor bir hadis-i kudsî bize yaratılışımızın hikmetini. Peki, neden bilinmek istedi Samed olan? Hiçbirşeye muhtaç olmayan neden bilinmek istedi? 30. Söz’ün 18. Pencere’sindeki şuunat arşına çıkarsam: İhsan etmeye duyduğu muhabbet-i münezzehe şuunatından olduğu için istedi bence. Tıpkı Bediüzzaman’ın ibadetlerin hikmetine dair bir soruya verdiği cevapta olduğu gibi: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, mânen hastasın." Yani güzelliğine bir güzellik daha katmıyor bildirmekle, kendini bildirecek olan. Ama sen onu bildikçe daha çok güzelleşiyorsun. İmam-ı Rabbani’nin Hz. Resulullah’a dair söylediği o güzel sözde olduğu gibi: "Ben sözlerimle Muhammed’i (a.s.m.) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan bahsetmekle sözlerim güzelleşti.
Ey nazın değil niyazın, aşk’ın değil acz’in talibi! Bu cümleye kanaat etmelisin, hukukumuz bundan ibarettir. Biz hep âleme ‘alan el’ olarak bakacağız. Allah da bizim için hep ‘veren el’ kalacak. Bize dua istemek değil, dilenmektir.
Şimdi bir de istersen ‘ahsen-i takvim’e uzanalım senle. Sonra, korkarak esfel-i safilin’e. Bak neyi tartışıyor Sokrates, Savunma’sında. “Bilmek, öğrenmek midir, hatırlamak mıdır?” Bunu tartışıyor. Muhatabını ilzam ediyor hatta bildiğin herşeyi aslında hatırladığına. Nasıl tarif etsem? Bir çocuğun kabiliyeti olmasa, asla konuşamayacağına; konuşma kabiliyeti olmayan bir köpeğin bin sene de insanlarla yaşasa konuşamayacağına, çünkü içinde ‘hatırlayacak’ bir kabiliyetin olmadığına ikna ediyor. Kimbilir, belki sen de ‘esfel-i safilin’ dediğin bir unutkanlık mertebesinden ‘ahsen-i takvim’ dediğin bir hatırlama düzeyine çıkmaya çalışıyorsun.
Öyle yaratılmıştın çünkü. Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğu, seninse “Bela” diye cevap verdiğin o an’a. Cevapların çok net olduğu, talim-i esma sınavını meleklerin huzurunda başarıyla vermiş fıtratına dönmeye çalışıyorsun. İnsan ismi de nisyan’dan geliyor demiyor mu eskiler? Belki böylesi bir hakikati de var.
Hatırlanacak olanlar bütün kainata serpilmiş. Bilinmek isteyen, bilinebilir yaratmış herşeyi. Bakınız, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında Lee Strobel’ın söyleşi yaptığı bilimadamlarından Robin Collins bunu nasıl ifade ediyor: “Biz, fizikte esrarengiz denecek derecede uyum, simetri ve orantı görürüz. Ayrıca benim ‘keşfedilebilirlik’ adını verdiğim birşey ile karşılaşıyoruz. ‘Keşfedilebilirlik’ ile kastettiğim şu: Doğa kanunları adeta bizim akıl/zihin düzeyimizde birileri tarafından keşfedilsin diye dikkatle düzenlenmiş gibidirler.”
Aynı şeyin altını, Davies, Superforce adlı eserinde şöyle çiziyor: “Fizik kanunlarını ortaya çıkarmak çeşitli açılardan bir bulmacayı doldurmaya benzer.” Hani Tanrı Ölmüştü’nün  ilerleyen kısımlarda Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ise şunu ekliyorlar bu paralelde:
Evrendeki, galaksimizdeki, güneş sistemindeki yerimizin ve aynı zamanda Dünya’nın boyutları ve dönüşünün, Ay ve Güneş’in kütlesinin ve benzerlerinin—yani bütün faktörler dizisinin—Dünya’yı yaşanabilir bir gezegen yapmak için hayret verici bir tarzda bir araya gelerek işbirliği yaptığını bulduk. Ve bunun da ötesinde, Dünya’da akıllı bir yaşamın var olmasına izin veren aynı şartların, ayrıca evrenin gözlemlenmesi ve analiz edilmesine de tuhaf bir şekilde uygun olduğunu gördük. Ve bunun bir rastlantı olmadığına inanıyoruz. Aslında evrenin keşfedilmek üzere tasarlanıp tasarlanmadığı konusunu gündeme getiriyoruz. (…) Burada vurgulamak istediğim esas nokta, bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özelliklerin aynı zamanda etrafımızda olup bitenler hakkında keşifler yapmak için de en iyi ortamı sağladığıdır. Aslında Dünya’da bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki, bunları tamamen şansa atfetmek için kendimizi epeyce zorlamamız lazım.
Devamında güneş tutulmalarından tutun yerçekiminin oranına, gökyüzünün saydamlığından tutun güneşin ışık türüne kadar pekçok delil sırayan ikili, yazarın; “Uzayda bu kadar çok boş mekan var. Bu müsrifçe ve gereksiz değil mi?” sorusuna da şöyle cevap veriyorlar: “Çünkü evren keşif için tasarlandı. Bizlerin keşfedecek birşeylere ihtiyacımız var.”
Buradan istersen şimdi tekrar Bediüzzaman’ın ifadelerine uzanalım. Âlemin ve insanın uyumunu anlattığı o satırlara: “Şundaki san’atı bir kitap olarak tezahür etmiş, bundaki sıbğası ise hitapçiçekleri suretinde açmıştır."  Ve yine diyelim: "Evet, insaniyet imân ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan, dünyaya geldiği vakit, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir. (…) İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil. (…) Demek, hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir. (…) Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. 
Demek, kendini keşşaf olarak bildin, ama âlemdeki keşfedilmeye muntazır duruşu farkedemesinse zarardasın. “Üstlerindeki semaya bakmazlar mı?” diye soranın, aynı zamanda semayı ‘bakılabilir’ şekilde ‘şeffaf’ yarattığını görmezsen, zarardasın. “O, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır…” diyenin aynı zamanda tutulmaları antik takvimlerle bugünün takvimlerini orantılama ölçüsü kıldığını bilmezsen, zarardasın. Sana verilen her emrin, o emre uymaya müsait bir yaratılışın ardından sana emredilmiş olduğunu okuyamıyorsan, zarardasın. Önündeki bulmacayı keyifle yanıtlıyorken her gün; önündekinin, sana doğru cevapları buldurmak için yaratılmış olduğunu farketmiyorsan, zarardasın. ‘Bilinmek isteyen hazinenin’ aynı zamanda âlemi ‘onu bilmeye müsait’ yarattığını göremiyorsan, zarardasın. Taktığın isimlerle, kazandığın sınavlarla fazla övünme bence. Nihayetinde; Ali Ural’ın Tek Kelimelik Sözlük’te dediği gibi; ‘Kitab’a bakmak serbest imtihan olunduğunu’ bilmiyorsan, zarardasın.

Friday, May 31, 2013

Şuurdan akıla...

Bir önceki yazımızda fakr üzerine bir miktar konuşmuştuk. Oradan devam edelim istiyorum. Yazıya yapılan yorumlar içerisinde birisi, bana Yedinci Söz’deki ‘fakrın tezyidi’ meselesini hatırlattığı için, ayrıca kıymetliydi. Üzerine birkaç gündür düşünüyorum.

Fakat ona gelmeden, ‘hatve’ kelimesi üzerine biraz konuşalım: Hatve, sözlüklerde bulduğu karşılık üzere; ‘mertebe, basamak’ demek. Zaten Bediüzzaman’ın, dört hatvesini anlattığı bölümde kıyas aracı olarak kullandığı letaif-i aşere ve nüfus-u seb’a da böylesi basamaklı terbiye metotları. Bu kıyaslamadan da Bediüzzaman’ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür için bir merdiven sistematiği (veya bence çark) düşündüğü anlaşılıyor. Bu noktadan hareketle; hatveleri birbirinden ayrı yürünecek yollar gibi algılayanlar varsa hâlâ içimizde (ki ben de bir zamanlar böyle algılardım) onların kafalarındaki bu tasavvurun bir sağlamasını yapmaları lazım.

İkincisi; bu aşamalardan üçüncüsü olan şefkati anlamada düştüğümüz hata. Burada şefkatten kastedilen Cenab-ı Hakkın şefkatini farketmek/keşfetmek iken, bizde nedense bu ‘varlığa şefkatli davranmak’ olarak açıklanıyor. Şefkat yolunun gereği olarak da ‘şefkatli olmak’ bir davranış modeli olarak sunuluyor. Bu model elbette yanlış değil, ama eksik: Zira bu şekilde anlaşıldığı zaman bir sonraki adım olan tefekküre nasıl geçilecek, bu hiç sorulmuyor. Öyle ya; şefkati, yalnız şefkat göstermek olarak anlayan birisi ondan kendisinin muhtaç olduğu bir tefekkür devşirebilir mi? Bu yazılanları daha iyi anlamak için Yirmialtıncı Söz’ün Zeyl’ini okumanızı tavsiye ederim.

Şimdi, fakra geri dönelim. Bu yazıda, size aslında fakr ve psikoloji üzerinden birşeyler anlatmak istiyorum. Ki bu meselenin özü de arkadaşlarla konuştuğumuz birşeyden besleniyor.

Din adına psikolojiyi dışlama, küçük görme meylinde olan bir zümre var. Bunların ortak iddiası: Eğer dinin hakkı verilirse, psikolojiye gerek kalmaz merkezinde. Altını bir türlü dolduramadıkları bu fikri, bir slogan şeklinde savurup duruyorlar. Evet, ben de bunu reddetmiyorum: Eğer din hakkı verilerek işlenir ve yaşanırsa bence de modern psikolojinin üstünde birşeyler yapabilir. Fakat bunu yapması için psikolojiyi hepten dışarıda bırakması gerekmez. Doğu da batı da Allah’ındır. Bilgi zaten topyekün Allah’ındır. Ve hikmet müminin yitik malıdır. Islahı düşünülebilir, ama reddi düşünülemez.

Mesela Bediüzzaman’ın Risaleler içerisinde altını çizdiği ve ahirzamanın tebliğ metodu olduğunu belirttiği ‘aynı günahın içinde cezasını göstermek’ tarzı, bugün psikolojiye mi daha yakındır; yoksa dinî tedrisat yapan vaizlere, hocalara mı daha yakındır? Bu soru bana sorulacak olsa cevabım kesinlikle; “Psikolojiye daha yakındır” olacaktır. Zira psikoloji ahirete yaşadığı körlük nedeniyle sorunlu davranışları veya düşünceleri bugünden hareketle tedaviye çalışırken, vaizlerimiz ahirete vurgulu bir tebliğle bunu yapmaya çalışırlar. Nefsin unutkanlığı nedeniyle de bu tarz sorunları olanlar daha çok psikologlara gitmeyi tercih etmektedir. Olayı bugünde çözmek damarı onlarda daha kuvvetlidir çünkü. Bunda yadırganacak birşey yoktur.

Evet, din hakkıyla yaşansa her sorumuzu çözmeye yeterlidir. Ama din, tüm kuşatıcılığı ile yaşanırsa, bu yeteneğe sahiptir. Aksi takdirde bizim eksik nazarımız, uygulamaya da sirayet eder ve öğreti eksik kalır.

İmam-ı Gazalî, tevbenin ilimle olan ilişkisine büyük vurgu yaptığı Tevbe Risalesi isimli eserinde onun tarifini yaparken şöyle bir ifade kullanır; “Tevbe, günahı terketmektir. İnsan, ancak tanıdığı birşeyi terkeder.” İşte ben, biraz da bu sözden cesaret alarak diyorum ki: Bugünün psikolojisi, vaizlerimizden daha fazla günahları ve nedenlerini anlamaya konsantre olduğundan onu daha iyi tanır ve tedavisini başarır. Vaizlerimiz nakilden başka kendi tefekkürlerinden bir insan bilgisi üretemediklerinden (veya üretenler az olduğundan) bu yönleriyle eksik kalırlar. Kalmaya da mahkûmdurlar.

İşte bu noktada fakr, bize, dünyaya bir muhtacın gözüyle bakma; her nesnede veya olayda kendi aczine kadar uzanan yollar kurma; dünyayı ve vahyi, ötesinde yaşanan ve nefsini unuttuğu bir düzlemde değil; bizzat kendisini tedaviye çalışan bir hekimin eczahanesi olarak görmeye başlamakla bahsi geçen yaramızı giderebilir. Zaten Bediüzzaman da fakrın işaretini aldığı ayet olarak Haşir sûresinin ondokuzuncu ayetini gösterir ki, meali şöyledir: “O Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.”

Yani insanın kendisini muhatap olarak unutması, hasta olarak unutması, talebe olarak unutması, Allah’ı unutmuş olduğunun bir delilidir. Fakr ise bunun tam tersine çalışmaktır: Her karşılaştığı sorunda, olayda, ikramda veya nimette ilk tedavi edilen, ilk ihtiyacı karşılanan, ilk ikramda bulunulanın kendisi olduğunu düşünmekle sıradanlığı kırıp, varlık, sanki Allah’ın kendisiyle konuştuğu bir öteki dilmiş gibi onla muhatap olmaktır. Tedavi edilenin aslında kendisi olduğu ve tedavi edilmesi gerektiğini kabul etmekle hasta şifa bulabilir. Bütün tedavilerin ilk adımı budur: Tedaviye ihtiyacı olduğunu kabul etmek. Biz de kainatla bir muhtacın açlığı içinde muhatap olursak, ondaki şefkati görüp ondan tefekkürler devşirebiliriz.

Fakrın tezyidi meselesine giremedim. Belki diğer yazıda konuşuruz. Bir küçük dokunup kaçayım. Yukarıda konuştuğumuz gibi; tedavi, eğer hastanın hastalığını kabul edip hekimin bu yüzüne yüzünü dönmesiyle mümkün oluyorsa, o halde hastalığın tezyidi (fazlalaştırılması) bir yönüyle daha çok şifa bulmak değil midir? Ancak burada tezyid ihtiyaçlarının en ince kuytularına kadar girip, onları keşfedip, onlardan Cenab-ı Hakkın marifetine yollar, köprüler kurabilmek olarak anlaşılmalıdır. Varlıktan esmaya uzanan yollara bedel, duygulardan da şe’n-i İlahiyeye uzanan yollar vardır. Yoksa “Arabamı satayım, evimi satayım, Allah’a daha çok ihtiyacım olsun” gibi kaba, kuru bir algı bu yazının muradı değildir. Fahredilen fakirlik, nimet içinde bile olunsa, o nimetlere muhtaç olduğunun şuurunda olmaktır. Acz ve fakr şuurdur, tefekkür akıldır.

Wednesday, November 21, 2012

Neden perçeminden?

Alâk sûresiyle yazarlık arasında kurduğum bağıntıyı belki ziyade görenler olabilir. “Bu çocuk iyice aşırıya gitti, abarttı” diyenler olabilir. Fakat ne yalan söyleyeyim, vazgeçmeyeceğim. Zira herkesin Kur’an’dan—onun mizanlarına uygun hareket ettiği müddetçe—yalnız kendisini bağlayacak ama herkese de faydalı olabilecek zenginlikler, renkler devşirebileceğini düşünüyorum. Öyle ya... Kur’an’da Vahidiyet tecellileri kadar Ehadiyet tecellileri de var.

İsm-i Rahman’ın yansımaları içinde (belki bir adım ötesinde) Rahimiyetin cilvelerini göremiyorsak bizim kabahatimiz. Yoksa Cenab-ı Hakkın hepimizle konuşması, aynı kelam içinde her birimizle tek tek konuşmasına engel değil. Tıpkı güneşin aydınlatmasında olduğu gibi... 

Bugün de aynı sûrenin 15 ve 16. ayetlerinin mealine dikkatinizi çekeceğim. Şöyle buyuruyor Rabb-i Hakîm o ayet-i kerimelerde (Diyanet İşleri mealine göre): “Hayır! Andolsun, eğer vazgeçmezse, muhakkak onu perçeminden; o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız.” 

Burada, benim dikkatime dokunan nüanstan, ilk sualim şöyle şekilleniyor: “Neden başka bir uzvundan değil de perçeminden yakalıyor Cenab-ı Hak?” Ve bir soru daha ekleniyor ardından ona: “Neden yakaladığı o uzvu günahkâr olmakla itham ediyor ve cehenneme atıyor?” Perçemi alın ve civarı olarak düşündüğümde buna bir cevap bulamıyorum. 

Nette başka başka mealleri karıştırmaya devam ediyorum. Derken bir başka meal imdadıma yetişiyor. Bakınız o mealde 16. ayetin açıklaması bir küçük parantez içi ifadeyle nasıl yapılıyor, zenginleştiriliyor: “O yalancı, o hata yapan alnı (beyni)!” Bu ifadeyle birlikte birazcık daha bulutlar dağılıyor zihnimde. 

Öyle ya, bizim sûrenin bir vechinin, mana katmanlarından bir katmanının baktığını iddia ettiğimiz yazar/düşünür taifesinin de bu yolda en çok istimal ettiği organı, beyni değil mi? Belki de ayet-i kerime, muhataplarının bu ‘ehl-i fikir’ olma yönlerine dikkat çekerek bu meziyetlerinin altını çiziyor. Yani bu yüzden başka bir uzuvlarından tutarak değil, bizzat perçemlerinden (alınlarından ve onun altındaki çok övündükleri beyinlerinden) tutarak onları cehenneme yuvarlıyor. Hatta Suat Yıldırım mealinde bu ifade aynen şöyle: 

“Hayır! Hayır! Olmaz böyle şey! Eğer bu tutumundan vazgeçmezse, onu perçeminden tutup cehenneme sürükleriz. Evet, o yalancı ve suçlu perçeminden tutup sürükleriz.” Yani işlenen günah daha çok uzva ait olduğu için itham edilen organ da yine bizzat o... 

Görüyorsunuz ya, bir ayet-i kerimenin sonsuza kadar hitap ettiği bir kesim mutlaka var. Bütün zamanlarda muhatabı olan sınıflar var... Elbette bu ayetlerin nüzûl sebepleri onların anlaşılmasında önemli bir değer taşıyor. 

Ancak nüzûl sebeplerinin ötesinde bütün zamanlara hitap eden öğütlerini anlamak, Bediüzzaman’ın, Risalelerde, Kur’an’da geçen ‘ehl-i kitap’ ifadesinin bu zamanda ekseriyetle ‘ehl-i mektep’ olan modern asrın insanlarına da hitap ettiğini söylediği yeri düşününce daha bir manidar geliyor bana. Hakikaten bu zamanın insanları (bir başka yönüyle) ehl-i kitap denmeyi öncekiler kadar hakediyorlar. Tüyap Kitap Fuarındaki kalabalıktan edindiğim izlenim de buraya bir dipnot olsun. 

Evet, Alâk sûresindeki yolculuğumuz bugün de bu kadar. Ama sanmayın bitti. Bu denizin içindeki inciler bir gafil avcının bulduklarıyla bitmez, tükenmez. Kimbilir daha neler neler var bu ayetlerde. Fakat ben de hemen pes etmeyerek birkaç yazıda daha onları avlamaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...