Showing posts with label Bediüzzaman. Show all posts
Showing posts with label Bediüzzaman. Show all posts

Sunday, July 24, 2022

Benim oyumla dağdaki kocakarının imanı bir mi?

Muhterem kârilerim, ahirzaman 'tevazunun yol olduğu' değil, 'enaniyetin kol olduğu' zamandır. Bu nedenle âdeminde/havvasında sık sık Aysun Kayacı halleri görülür. Haydi o kadar basite indirgemeyelim. "Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi?" demez elbette. O kadar da açık etmez. Ama dudaklarını hiç kıpırdatmadan şöyle diyebilir: "Şimdi benim imanımla kocakarının imanı bir mi?" 

Tabii canım. Kolay mı öyle! Sen o kadar evrimin(!) son halkası ol. Doğrusal tarih anlayışına binip medeniyetin zirvesine kurul. Ay'a çık. Füze at. Topu tut. Twitter'dan twitle. Facebook'tan canlı yayına gir. İnstagram'da balık dudaklı hikâyeler paylaş. Sonra bunlardan haberdar dahi olmayan kocakarı takma dişleriyle gelsin seni geçsin. Yakışır mı? Olabilir mi? Cık, cık, cık. Neler neler başarmaktadır ahirzaman kişisi. Neler neler okumaktadır. Neler neler yemektedir. Nereleri nereleri gezmektedir. Hatta bir tarafını hiç kaldırmadan gözü dünyayı dolaşmaktadır. Bütün bunları başarmışken, şimdi... Ya hiç olur mu öyle şey. Hiç. Yaaa!

Aman muhterem kârilerim. Sakın ağzınızdan "Hadis var!" falan diye birşey kaçırmayın. Hâdise çıkar sonra. Bunlar 'hadis' kelimesini duydular mı peşine 'e'yi yapıştırmadan duramazlar. Ortalığı yıkarlar. Kafalarına uymuyorsa ne münasebet efendim. Olamaz öyle birşey. Bir çukur psikolojisidir yaptıkları. "Çıkamıyorsan cennetin orasıdır." Yahut da şöyle: "Nefis evimiz. Enaniyet babamız." O nedenle ulemanın da hasbelkader ağzından kaçırdığı 'kocakarı imanı' övgülerini sindiremezler. Ne demektir canım o öyle? O kadar okuduktan sonra? Şu kadar bildikten sonra? Bu kadar akademik ünvandan sonra? Boru mudur bütün bunlar? Değildir.

Bediüzzaman bir yerde der ki: "Neticenin kayyûmu imandır." Ve ekler: "Burhan ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür." Bu elbette Aysungillere, estağfirullah, ahirzaman âdemlerine/havvalarına ters gelir. Onlar bilgiyle iman arasındaki ilişkinin sadece 'birisinin diğerini inşa ettiği' zemin olduğunu sanırlar. (Yani doneleri danone kadar beyazdır.) İmanlı olmakla delilleri farketmenin ilgisi olabileceğine inanmazlar. 'Bitarafane muhakeme' tuzağına düşmüşlerdir çünkü. Nötr bir duruşla herşeyin çözüleceğine kanaat getirmişlerdir. Yine mürşidimin söylediği hiç hatırlarına gelmez: 

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir." 

Hem mürşidime göre 'ibadetlerini yerine getirmek dahi' insanın kainat algısını değiştirir: 

"Evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemâl-i neş'esinden gülen bir adam, kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."

Zaten ahirzaman sapmasının bir nedeni de gözlemcinin kendisinin de üzerinde tasarrufta bulunulan birşey olduğunu görmezden gelmesidir:

"Evham, şübehat, dalâletin menşe' ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir."

Buradan felsefecilerin bilimadamlarını çok hırpaladıkları bir mevzuya sıra gelir: "Gözlem kuram yüklüdür." Bilim adamının analizleri acaba inançlarından ne kadar etkilenmektedir? Yorumlarının ne kadarı 'arzuya fikir sûreti giydirme'dir? Bu etkilenir olma halinden ne derece kurtulabilirler? Eğer mutlak bir şekilde kurtulmak mümkün değilse, o zaman ilimle-bilimle yapılan şey, herkesin iman ettiği şeyi aramasından ibaret değil midir? Ki genelde de süreç böyle işler. Önce tahayyül seviyesinde "Bu böyle olabilir!" diye başlayan umut-umuş, eğer sarfedilen mesai maksûda götürürse, itikada dönüşür. İlk atom bombasının öncesinde 'patlayabileceğine' duyulan iman vardır.

Elhamdülillah. Ulemamız kocakarı imanının övülmesindeki sırrı tam kavramışlardır. Onlar, bilginin bir tür laik alanda algılandığı çağımızda yaşanacaklardan, sanki birebir kendileri yaşıyorlarmış gibi, korkmuşlardır. Evet. Kabul edelim. Bugünün dinî öğrenimi 'yaşamak' amacından uzaklaşmaktadır. Mahsulümüz ne yazık ki sıkıntılıdır. Hatta, aksine, 'entelektüel tatmin' gibi dünyevî amaçların aracı olmuştur bilgi. Hal böyle olunca da, 'kayyum iman' aradan çıkmış, 'kime hizmet edeceğini şaşırmış done' avare dolaşmaktadır ortalıkta. Maalesef, oryantalistlerin kuyruğuna takılmaya meyyal çokları oryantalistleşmiş, dinlerine taraftarlıklarını yitirmekte gavurlara benzemişlerdir.

'Oryantalist' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Öyle oryantalistler vardır ki, İslam ilahiyatına dair vukûfiyetlerinde, bizim ilahiyat profesörlerini ceplerinden çıkarırlar. Fakat kalplerinde 'kayyum iman' olmadığından dolayı doneler ışık saçmaz. Bir nur yakamaz. Kur'an hafızı dahi çıkar belki içlerinden, ama, 'La ilahe illallah!" demeyi dağdaki mü'min çoban kadar başaramaz. Evet. Biz de aynı eşiğe geldik işte. Şimdi Aysunluğumuzu yapabiliriz. Söyleyebiliriz: Dağdaki çobanın kelime-i tevhidi Oxford'daki oryantalistinkiyle bir değildir. Hak ikisini bir saymaz. Çünkü mü'min çoban imanıyla, imandan gelen taraftarlığıyla, söyler. Oryantalistin ise, haydi nefreti olmasa bile, taraftarlığı yoktur. Tarafsız(!) bir bilimadamıdır. 'Bitarafane muhakeme' ne kadar mümkünse tabii.

Peki bizim ulemamız kocakarı imanını överken neyden korkuyorlar? 

Allah Allah. Bunu sahiden biz mi soruyoruz? Hocalık ilmine sahip nicelerinin ayaklarının kaydığını gördüğümüz bu asırda? "Ben oldum!" diyenlerin cesetlerini saymaktan yıldığımız bu zamanda? Bilmek (daha doğrusu bildiğini sanmak) imtihanını veremeyenlerin cehl-i mürekkep intiharını hergün gördüğümüz bu uçurumda? Doğrusu, kârilerim, en az bizim sormamız gerekirdi. Ama işte gözlemci kendinin de gözlendiğini unutuyor. Doğrunun mihengini etkilerden azâde saydığı kendisi sanıyor. Doğruyu arayanın da doğruluğunu kollaması gerektiğini hesap etmiyor. Maşaallah ulemamıza ki onlar hesap etmişler. Yüzbin ilim içinde yükselirken dahi kocakarı imanındaki taraftarlığın kadr u kıymetini unutmamışlar. Kendi oylarını dağdaki çobanın oyundan, estağfurullah, kendi imanlarını bir kocakarının imanından daha korunmuş saymamışlar.

Bu bahtiyar tereddüt kadar insanı sırat-ı müstakimde tutan birşey var mı? Veya tersinden söyleyelim muhterem kârilerim: "Bana artık birşey olmaz!" diyen kadar ölmeye müsait başkasını gördünüz mü? O halde artistliğimiz kime? Öyle ya: İmanda esas olan kalbî taraftarlıktır. Bu taraftarlığı korumadıktan sonra bilmek de tuzaklaşır. 'Bitarafanelik' avareliktir. Aslı kaybedenin kazandığı olmaz. İstersen yüzbin kitap okumuş ol. Müslümana lazım olan itikaddaki istikameti koruyamamışsan, hayattaki iltizamı olan takvaya sahip değilsen, 'entelektüel tatminin' seni nereye götürür? (Doğru cevap: Cehenneme.) Evet. Ulemamız kendilerine bu hadisi o sebepten hatırlatmışlar. Nefislerine ayar vermişler. Ucbun tehlikesini gidermişler. Yüzbin tebrikler olsun cümlesine... 


Friday, July 15, 2022

Ne olacak bu evrimcilerin ana-baba hasreti?

Evrimcilerin ana-baba hasreti yürek yakıyor muhterem karilerim. Sözgelimi: Nette dolaşırken yavrusunu pambik pambik seven pandayı görüyor. Efkârlanıyor. "Rahmetli anacığım da bana böyle sarılırdı!" diye inliyor. Yaaa. Yahut da bakıyor. Şempanzenin biri videoda sigara tellendiriyor. Oradan hemen kendi pederinin anısı canlanıyor: "Rahmetli babam da böyle keyifle sigara tellendirirdi!" deyu sızlanıyor. 

İş yalnız burada kalsa sorun yok muhterem karilerim. "Ana-baba hasretidir..." der geçersiniz. Fakat bunlar mevzuu daha enteresan boyutlara da taşıyorlar. 'Rahmetli anacığım da bana böyle sarılırdı'dan yola çıkıp "Ulan yoksa anacığım da panda olmasın mı?" gibi absürt noktalara varıyorlar. O yüzden evrimcilerin bu tarz paylaşımlarına takılmadan edemiyorum. En yumuşağı "Memeli hayvanlarla aramızdaki benzerliklerden akrabalık fikrine gitmek doğru değil!" diyorum. Nihayetinde atalarımız da bu mantığın sağlam bir zemini olmadığını şu hakikatli sözle asırlar öncesinden tesbit etmişler: "Halanın da bıyığı olsa amcan olurdu."

 Diyeceksiniz ki: "Hooop! Kendi ağzınla tuş oldun a akılsız. Halayla amca zaten akrabadır." Doğrudur muhterem karilerim. Halayla amca zaten akrabadır da 'bıyık' sorunu da ortalarında lök gibi oturmaktadır. Hal böyle olunca feleğin çemberinden geçerek gözünü açmış birisi sormadan yapamaz: "Bir küçücük bıyık iki aile üyesini birbiri olmaktan bu kadar kesin alıkoyuyorsa memeli hayvanlarla aramızdaki nüanslar bize  neler yapmaz?" Öyle ya. Sadece benzemiyoruz ki. Bir sürü de farkımız var bizim. Fakat sathî nazarın en kem meziyetidir. Az bakar. Az görür. Daha azını da gösterir. Bu az-az-az birikiminden çıkan yorumlar da elbette isabet etmez. Çünkü hayır küllîdir. Büyük resim kuşatıldıkça hakikate de yaklaşılır. Parçalarsa şaşırtır.

Şer cüzîdir. Parçalara bakmak indirgemeciliktir. Evrimcilerin sırf bu tarz şeylere dikkatimizi celbedip farkları halının altına süpürmesi bir cerbezeye işaret eder. Mesela: Cinler de şuurlu varlıklardır. Melekler de Allah'a ibadet etmektedirler. Kainatı anlamak noktasında biz insanlar, hayvanlara değil, daha çok onlara benziyoruz. (Onlarla bu tarz hukukumuz memelilerden de fazla.) Öyle değil mi? Cinler de bizim gibi imtihan oluyorlar. (Hatta peygamberimiz onların da peygamberi.) Melekler de bizim gibi kullukta bulunuyorlar. Peki şimdiye kadar hangimiz bu tür bir benzerlikten dolayı 'aramızda evrim ilişkisi olmalı' diye düşündük

Düşünür müyüz? 

Elbette hayır. Çünkü imanımız (dikkat ettiyseniz müslümanlarla konuşuyorum) bize öğretmiştir ki: Cinler ateşten, melekler nurdan vs. yaratılmışlardır. Yani üstte ne kadar birbirimize benzer olursak olalım, zeminde, daha yapıtaşı pozisyonunda, hiçbir benzerliğimiz olmadığını bize Kur'an-sünnet öğretmiştir. Bu şu okuduğumuzun altında birşey daha öğretir bize: Zâhirî benzerlikler bâtının aynı olduğuna delalet etmez. Şap da beyazdır, sulfato da. Fakat tadlarının şiddet-i muhalefetiyle bile aynı şey olmadıkları anlaşılabilir. Cismaniyetiyse insaniyetin ancak kabuğudur. Biyolojimiz şapla sulfatonun beyazlığı gibi bir benzerliktir. Karilerim, dikkat edin, evrimcilerde indirgemeciliğe maruz kalırsınız. Onlar insanı kabuğundan ibaret sayarlar. Kabuklaştırırlar. Yumurtada kalandan uçan tavus kuşunu tavsif ederler. İşte indirgemecilik budur.

Bir de muhterem karilerim, bu arkadaşlar, benzerliğin "Kesin ondan gelmiştir!" tarzı bir zaruret gerektirdiğini dayatıyorlar. Peki bu sahiden bir zaruret midir? Herşeyi yaratan tek bir Allah'a iman edenler için benzerlikler ustanın sanatında bıraktığı imzalardır. Kaşelerdir. Nişanlardır. Hâtemlerdir. Mühürlerdir. Sikkelerdir. Tuğralardır. Şiddetleri başka başkadır. Etkileri boyut boyuttur. Aşkın simetri farklı şekilleriyle kainatı kuşatmıştır. O Sultan nasıl dilerse öyle eyler. Evet. Bilmem kaç milyon ışıkyılı uzaklıkta dünyaya tıpatıp benzeyen bir gezegen bulunsa, biz bu benzerlik üzerinden, "Kesin dünyadan kopmuştur!" diye çıkarımda bulunmayız. Böyle bir mecburiyet hissetmeyiz. "Bir olan Sultanımız onu buna benzetmiştir!" deriz. İkisini yaratan bir olduğuna göre, benzerlikleri nasıl iktiza buyurduysa, öyle koyması şanındandır.

Bir de utanmadan "Evrim tevhide daha uyumlu!" falan diyorlar. Vay arkadaş. Evrim tevhide uyumlu değil. Daha çok Allah'ın kudretine bir sınırlama iması. Nasıl? Açmaya çalışayım: Ben bir mutfağa girsem, tat olarak, renk olarak, koku olarak benzer yemeklere rastlasam, bunları 'birbirinden gelme ilişkisi'yle açıklamaya mecbur değilim. Çünkü aşçıyı inkâr etmiyorum. Pekala diyebilirim ki: Bir aşçı hepsini ayrı ayrı yapmıştır. (Aşçıyı inkâr edense benim gibi diyemez. O açıklamayı yemekler arası ilişkilerde bulmak zorundadır.) Peki ya benzerlikler? Aşçının aşçılık şanı nasıl dilerse onları birbirine o şekilde benzetmiştir. Piyazın kurufasulyeden gelmesi gerekmez. Pilav milyonlarca yıl güneşte kalmış sütlaç değildir. Herşeyin hazineleri Onun yanındadır. Hepsini, değil mutlak hiçlikten, ilminden varlığa yeniden çıkarır. "Ol!" emrinin sahibine bu pek kolaydır. Evet. Evrimcilerse tıpkı filozofların 'Birden yalnız bir sudur eder' demesi gibi yataydaki benzerliklerin 'köken bağı' ile açıklanmasını zaruri görüyorlar. Herşeye gücü yeten Allah'a inanan mü'min için böyle bir zorunluluk sözkonusu olamaz ki. Apayrı fizik imkanlarına iman ediyoruz desek yeridir. 

Yaşadığımız İşaratü'l-İ'caz'da anlatılana da benziyor biraz sanki: "Hüseyin-i Cisrî'nin dediği gibi, âsâr-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün ziynetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini göremediğinden, o ziyneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur. Kezalik, nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şâmil bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî nazarlarınca, tesir-i hakikîyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır."

"Sürüngenlere neden daha az benziyoruz?" diye bir sorumuz da olamaz bizim. Benzemek-benzememek varoluşumuz için bir problemi ifade etmez. Meleklere de herşeyimiz benzemiyor. Bediüzzaman'ın ifadesiyle insanoğlu hem nebatî hem hayvanî hem melekî yanları olan bir canlı. Hatta kainatın misal-i musağğarı. Küçük bir özeti. Herbirşeye dair benzerlikleri bulunur. Her benzerlik için birinden gelmesine gerek yok. Böyle bir zaruret durumu yok. (Zaten hepsinden birden gelmesi de mümkün değil.) Benzerlik herşeye gücü yeten Allah'ı böyle birşeye mecbur bırakamaz. Evrimcilere anlatamadığımız en çok bu gibi görünüyor. Müslümanlar olarak, dikeyde bir çözümümüz varken, yatayı hırpalamaya mecbur değiliz. Biz mutlak kudret sahibi bir ilaha inanıyoruz. Onun için tek bir nefsin ihyasının bütün varlığın  yaratılmasından ayrı güçlüğü yok. (Aslında hiçbir güçlüğü yok. Allah böyle olur. Böyle olmayana da Allah denmez.) Hepsi ilminde mevcuttur. Dilediği herşeyi hiçlikten çıkarabilecek mutlak bir kudret sahibidir. 

Bir de şunu düşünelim lütfen: Iphone 12 Iphone 13'e benziyor diye illa ondan gelmesine gerek yok. Hayır. Bir üretici, yapıtaşlarını yeni bir oranla biraraya getirerek, Iphone 13'ü üretiyor. Iphone 12'lere birşey ekleyip-eksiltip 13 yapılmıyor. Beşeriyet bile, mucbir bir sebep yoksa, üretim sistemini böyle kuruyor. Burada lazım olan ilim. Ve üretebilecek imkan. O ilim ve kudret ise Allah'ta zaten var. Eğer ilim-kudret Allah'ta olmasaydı, yalnız eşyada kalsaydı, elbette eşyaya kat çıkmak gerekecekti. Mesela: Iphone 13 yapmayı bilmiyorsunuz, ama anteni nasıl uzayacak biliyorsunuz. İşte, o zaman Iphone 12'yi alır, antenini uzatırsınız falan filan. Çünkü tamamını yapamıyorsunuz. Bu sizi eldeki malzemeyi kullanmaya icbar ediyor. Allah bu noktada acze-cehalete düşürülemez ki "Benzerlik varsa kesin onu alıp üzerine kat çıkmıştır!" tarzı bir sonuca varılsın. Allah'ın durumu, la teşbih ve la temsil, birinciye benzer. Baştan yeniden yepyeni birşey yaratmaya muktedirdir. Öncekine kat çıkmaya muhtaç değildir. Bizi nasıl yaratmak istiyorsa öyle yaratır. 

Her neyse. Yazıyı yine çok uzattım. Meseleyi zaten anladınız. Benzerlikleri 'birbirinden gelmenin delili' olarak değil 'Vahdet sahibi Allah'ın tevhid izleri' olarak düşünmeye yatkınlaşalım istiyorum. Böylece evrimin bizi hayvanlardan bir hayvana indirgemesine de mani olabiliriz. İçimizde meleklerle yarışacak zenginlik var. Onlara inanmazsak kanatlarını açamayız. Tavuk olduğuna inandırılan kartal uçamaz. Evrim bizi 'terliksi hayvandan hallice' bir halete davet ediyor. Kur'ansa başımızı yüce bir miraca kaldırıyor. Hangisini seçeceğiz?  'Hayvanlardan bir hayvan' dersek İblis'e de söyleyecek sözümüz kalmaz. Öyle ya. Koskoca İblis. Meleklere hoca. Hayvana neden secde etsin ki? Şempanzelere secde edilir mi? Pandalara secde edilir mi? Zaten onu da secde etmekten alıkoyan bizi sırf maddemiz üzerinden tartmasıydı. Aynı hataya düşmeyelim. Hak Teala, İblis'ten kabul etmediği indirgemeciliği evrimcilerden kabul edecek değildir, vesselam. 

Friday, July 1, 2022

Tokat Hz. Musa’nın, yanak Hz. Azrail’in, peki bunlar neden sızlanıyor?

 Geçenlerde, 'feysbuk' nam sosyal mahalde, bir kısacık videocuğa denk geldim. 'Kısacık' ve de 'videocuk' dediysek horgörün diye değil muhterem karilerim. Kimbilir kaç para harcamışlardır şuncağız sahneye. Hey yavrum hey. Gavurun para akıtmak için dünyadan başka memleketi mi var? Her neyse. Videocuk ‘Terminatör’ filmlerinden birisine aitti.
 
"Kaçıncısı?" diye sormayın. Hollywood'un filmfarafallisi bu sıralar serilerini uzattıkça uzatıyor. Başrol oyuncularının doğumundan Daru'l-Aceze'ye düşüşlerine kadar gidiyorlar. (Rambo'yla Raki öyle olmadı mı?) Sayılmaz oluyor yani. Kabil olsa na-mübarekler mezardan da çekime devam edecekler. Şükür o imkanları henüz yok. Ha, 'imkan' dedim, zaten mesele orada düğümleniyordu. Demek parmağı doğru bir yere koyduk. Kaldırmayalım.

Ahirzaman, öyle bir zaman ki muhterem karilerim, gavurun hayali müslümanınkinden geniş. Yaaa… Halbuki tersi olmalıydı. Zira gayba iman edenler bizleriz. Bakara sûresi bu yüzden bizi övüyor. Elhamdülillah. Yani duyularımızın ötesinde de bir biliş/oluş alanını kabul etmeye onlardan daha yatkınız. Veya olmalıydık. Fakat bakınız feleğin tersine dönmesine. Heyhat u heyhat! Şimdi gavurlar bizden daha acayip şeyler söylüyorlar. "Olur-olabilir!" gibisinden ne rüyalar gördürüyorlar. Bazen de sahiden o hayallere ulaşıp müslümanlara ‘Naniik’ yapıyorlar. Diyorum ya muhterem karilerim: Ahirzamandır. Şaşırtacak işleri çoktur. Daha neler görürüz.

İşte, bu Terminatör filminde de Nuri Alço tavırlı robot abimizin bir özellikleri var, bir özellikleri var. On parmağında on marifet. Kuaföre gitmiş gelin gibi başkasına mı dönüşmüyor, ellerini Kara Murad'ın çifte kılıcına mı çevirmiyor, sonra bağrından bir de iskeletini çıkarıp iki âdem beraber türlü kötülüklerin peşinde mi koşmuyorlar... Hayret ki ne hayret. Mutfak robotunda olmayan özellikler bu robotta gayeten mevcut. Ha, bir de şöyle birşey oluyor mesela: "Bu da Allah'ın dijital bir mahlukudur!" demeyip bir tane aşkettiğinizde, orası-burası kopuyor da, sonra bohçacının yaygılarını toplaması gibi 'hooop' tekrar birleşiyorlar. Evet. Soracaksınız diye arada izahatını da yapıyorlar muhterem karilerim. Neymiş efendim? Nano teknolojiymiş. Az evvel 'Naniik' yapıyorlar dedim. Az söylemişim. Bunlar 'Noniik' de yapıyorlar.
 
Cenab-ı Rabbü'l-Âlemin bizi nasıl hücrelerden mürekkeb halketmişse. bu nano teknoloji de, daha büyük robotların küçük robotlar kümesinden yapılabileceğini hayal ediyor. Yok mu hiç icraatı sahada? Var. Yavaş yavaş birşeyler üretmeye başladılar. Fakat beni bu konulara çekmeyin. Fizik bilgim lise terktir. Üzerine okumuşluğumuz vardır ya. Ama alaylı hep alaylı kalır. Ne kadar bildiğinden emin olamaz hiç.

İşte ben de, muhterem karilerim, Terminatör abilerimizin aralarındaki kız mevzuunu çözüme kavuşturmalarını izlerken dedim ki: "Ulan şu işe bak. Adamların öyle bir fizik algısı var ki böyle şeyler imkansız gelmiyor." Zaten imkan dediğiniz şey de hayalinizi kanatlandıran fizik algınıza dayanıyor. Eğer yeterince üst düzeydeyse Einstein gibi zamanın göreceliliğini iddia edebilirsiniz. Onu tanıyan bilimadamlarının beyanlarında hep altını çizdikleri birşeydir. Einstein'ı dahi yapan matematik bilgisi değildir. O konuda zaten çok iyi değildir. Asıl dehası hayalgücünde saklıdır. Evet. O dünyayı kendisinden önce hayal edilmemiş şekilde düşünmüştür.
 
Carlo Rovelli, Gerçeklik Göründüğü Gibi Değildir’de, çağdaşı matematikçi David Hilbert’in Einstein hakkında şöyle söylediğini nakleder: "Göttingen sokaklarındaki herhangi bir çocuk bile kuram için gerekli olan dört boyutlu geometriyi Einstein'dan daha iyi anlar. Buna karşın, çalışmayı sonuca ulaştıran matematikçiler değil, Einstein olmuştur."
 
Eloğlu düşünüyor. Düşününce de aklına birşeyler geliyor. Tutamazsın ki. Fakat gelgelelim ahirzaman müslümanı bu konuda giderek hamlaşıyor. "Şu hadis mantıklı değil!" diyor mesela. "Şöyle bir mucize yaşanmış olamaz!" Bakıyorsunuz. Aaaa! Problem tastamam fizik algısıyla ilgili çıkıyor. Başka bir sorun yok. O halde açılan kutunun söylediği kötüyle yüzleşelim: Ahirzaman müslümanı sünni atalarının sahip olduğu düzeyde bir fizik algısına dahi sahip değil. Onun sahip olduğu düzey pek meftun olduğu Batılı bilimadamlarının yüz-ikiyüz yıl arkasında. Nal toplamakta. Sözgelimi: Musa aleyhisselamın Azrail aleyhisselama tokat atıp gözünü çıkarması hâdisesini şu Terminatör'ü çeken adama anlatsanız herhalde "Olabilir!" der. Çünkü meleklerin sahip olduğu fizik düzeyine kendisini yaklaştıracak esnek 'mümkünlük' algısına sahiptir. 'İmkan' çıtasını epey yükseltmiştir. Fakat, günümüzün 'prof.' ve de 'ilahiyatçı' bazı isimleri var ki, yürekleri bu tokadı kaldırmıyor. Sanırsın Musa aleyhisselam o tokadı, Azrail aleyhisselama değil, kendilerine atmış.

Muhterem karilerim, farketmemiz gereken çok önemli birşey var, işte onu demeye getiriyorum: Böylesi ayetlerde/rivayetlerde sınanan biraz da bizim 'fizik algımız'dır. Ondan da ötede cümle fizik algılarının yaslandığı 'Allah tasavvurumuz'dur. Biz Allah'a sahiden 'herşeye gücü yeter' olarak mı inandık? O halde ulemamızın sıhhatine kefil olduğu haberlerde tereddüt göstermeyeceğiz. Çünkü bileceğiz: Herşeye gücü yetenin herşeye gücü yeter. Herşeyi yaratanın herşeye gücü yeter. Herşeye gücü yeten herşeyi yaratabilir. Bu mevzuun istisnası olamaz. Allah, Azrail aleyhisselama öyle bir fizik bahşeder ki, o fizik sayesinde Musa aleyhisselamdan yediği tokat gözünü çıkarır, ama aslında gözü çıkmış olmaz. O aslında sapasağlamdır. Bizim gibi değildir.
 
Nasıl sapasağlamdır? Benzetmek gibi olmasın ama tıpkı Terminatör misali. Biz meleklerin nasıl bir 'biyolojiye' sahip olduğunu biliyor muyuz? Yok. Onlara dair iman ettiğimiz diğer şeylerden haberliyiz ki bizim fizik dünyamızın çok ötesinde canlılar. Hani Yıldızlararası filminde daha üst boyutta yaşayan varlıklar hakkında şöyle bir replik geçiyordu: "Onlar için geleceğe gitmek bir yamacı tırmanmak gibi olabilir. Geçmişe gitmek ise bir vadiye inmek gibidir." (Hatırımda kaldığı gibi yazdım.) Müslümanlar olarak, utanıyorum söylemeye ama, bizim de biraz gavurlar gibi hayalimizi açmayı öğrenmemiz lazım. Madem ki, ehl-i sünnet müslümanların binbeşyüz yıldır sahip olduğu 'gayba iman'da yaralarımız var, tedavisini böyle bir yerde arayabiliriz. (Zaten biraz da bu yüzden, Ebubekir Sifil Hoca, kelam ilmiyle meşgullerin fizik ilmiyle de meşgul olmaları gerektiğine dikkat çekiyordu bir dersinde.)

Hatta bu yüzden belki, Bediüzzaman Hazretleri, mezkûr hadisi müdafaa ettiği yerde, önce talebelerinin zihnini ‘daha üst bir fiziğin imkan düzeyine’ kaldırmaya çalışıyordu:

"Birinci meslek: Azrail aleyhisselâm herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz. Çünkü nuranîdir. Nuranî birşey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına maliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kàbiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kàbiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş. İşte, şu mesleğe göre, kabz-ı ruh vaktinde insanın âyinesine temessül eden melekü'l-mevtin insanî ve cüz'î bir misali, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulü'l-azm ve celâlli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü'l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür."

Yani arkadaşım, Halık-ı Zülcelal Hazretlerinin 'yaratabilecekleri' dairesine (veya melek efendilerimizin 'yapabilecekleri' dairesine) doğru bir şekilde iman edersen, o tokat yüzüne gelmiş gibi olmaz. Canın sıkılmaz. Fehmin kasılmaz. Küçük aklın boğulmaz. Kasnağının cıvataları nasıl gevşetilecek öğrenmek istersen de yukarıdaki alıntının tamamını oku. Mürşidim orada takip edilecek yolu bir güzel tarif ediyor.
 
Yok. Buna daralmadın. Yoksa şuna mı sıkıldın: "Musa aleyhisselam gibi bir büyük peygamber nasıl Azrail aleyhisselam gibi bir meleğe tokat atmaya cüret edebilir? Öyle yüksek bir kemalden böyle bir davranış beklenilir mi hiç?" Arkadaşım, hadis-i şeriflere bu yollu itirazların tamamı, gidip en nihayet bir Kur'an ayetine sataşıyor. İstersen, benim dikkatimi de Prof. Dr. Bilal Saklan Hoca'nın 'Muhaddis Sûfîler' eserinde çektiği, şu hakikate nazar edelim:

"Kelâbâzî, meşhur eseri Ma'âni'l-Ahbar'da zikretmiş olduğu gerek müfesser, gerekse şevâhid türü hadislerin genelde sıhhat durumlarına işaret etmemiştir. Fakat zaman zaman bazı hadisler için 'Hâzâ hadisün sahîhun: Bu sahîh bir hadistir' ifadesini kullandığı da olmuştur. Ayrıca Hz. İsa aleyhisselamın nüzûlü ile ilgili pekçok rivayetin sahîh olduğunu ifade ederek, bunları inkâr edenleri muannidlikle suçlamıştır. Bu iki misalde olduğu gibi, hadislerin sadece 'sahîh' oluşuna dikkat çekmekle yetinmemiş, aynı zamanda hadisin sıhhatini ispatlamak için ayet ve hadislerden istifade etmiş, hadisin sahîh hadis mecmualarında hadis imamları tarafından rivayet edilip edilmediğini araştırmış, hadis hakkında değerlendirmede bulunan herhangi bir hadis âlimi olmuş ise, onun görüşlerine müracaat etmiştir. Mesela: Hz. Mûsâ aleyhisselam ile ölüm meleği arasında cereyan eden olayı anlatan hadisin sahîh olduğuna ve sahîh hadis kitaplarında hadis imamları tarafından rivayet edildiğine işaret etmiş ve bunu idrakten yoksun bazı kişilerin hadisi inkar ettiğini söylemiştir. Daha sonra da, Kur'an-ı Kerîm'den bu hadisin destekçisi olduğunu söylediği, şu ayeti (A'râf sûresi, 150) zikretmiştir: ‘Mûsâ, milletine kızgın ve üzgün olarak dönünce 'Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz, Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?' dedi, levhaları attı ve kardeşinin başından tutup kendine doğru çekti...’"
 
Kelâbâzî Hazretlerinin destek için bu ayeti sevketmesi garip gelmesin. Kesinlikle hikmetsiz değil. Çünkü burada bir peygambere 'normal şartlar altında' yakıştırılmayacak bir davranış vardır. Musa aleyhisselam kavminin Sâmirî tarafından baştan çıkarıldığını, bir buzağı heykeline tapındıklarını görünce celale kapılmış, o sırada da elindeki Tevrat nüshalarını yere atmıştır. Kendisi gibi bir peygamber olan kardeşi Harun aleyhisselamın saçını çekmiştir.
 
Bugün Kur'an'a (veya hatta Amerika'da kürtaj taraftalarının İncil nüshalarına bile) yaptıklarını görünce içimizin nasıl müslümanca 'Cııızzzz!" ettiğini biliyoruz. Acaba şimdi bu 'Cıızzz!' ile terbiyesizlik edip anlatılanları inkâr mı edeceğiz? Yoksa Musa aleyhisselamın, Cenab-ı Hakkın bir sırr-ı hikmeti gereği öyle celalkâr yarattığı, fıtratını mı kabul edeceğiz? Makul olan onun bu yanını kabul edip hem Kur'an'a hem sünnete karşı hadsizlikten vazgeçmek değil midir? Evet. Musa aleyhisselam öyle bir yiğittir. Bitti. Nokta. Hak Teala şefaatini cümlemize nasip eylesin. Âmin.

Sözü uzattım. Belki canınızı da sıktım. Ama benim de canım bir hayli sıkılmıştı. Geçenlerde bir ilahiyatçının bu konudaki saçma sapan 'endişelerini' okumak zorunda kaldım. Musa aleyhisselamın eline-şânına ulaşmak ne mümkün! Fakat karşımda olsa o adama da bir tane ben patlatacaktım. Tokadı atamadık. Hayalimiz hayal kaldı. Çatlayalım mı? İşte böyle birşey karaladık. Hak Teala sa'yimizi meşkûr eylesin. Tevfiki refikimiz olsun. Taksiratımızın affını da Ondan dileriz.

Friday, June 17, 2022

Cemil Kılıç'ın fendi, vay canına, bilmek inanmayı nasıl yendi?

"Onun hak olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi (delillerimizi) onlara hem âfâkta hem de enfüste göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 53. ayet)

Ahirzaman ne demek efendim? 'Bunamak' gibi birşey. İnsanın bildiğini dahi bilmez hale gelmesi. Neden? Çünkü ihtiyarlıkta öyle olur. 'Ahir' demek 'son' demek. İnsanlığın sonu yaklaştığı için bunaklığı da arttı. Daha önce bildiklerini de bilmez oldu. İşte ahirzaman fitnesi de bizim bu yönümüzden pek faydalanıyor. Bunaklığımızın yanaklarından tutup pışpışlıyor. Diyor ki: "Sen birşeye inanıyorsan aslında onu bilmiyorsun demektir. Birşeyi biliyorsan da ona aslında inanmıyorsun." Dedeler-nineler böyle pışpışlanır mı? Büyüklerinin ileriki yaşlarını görenler bu tasvirimi yadırgamazlar. Zira onlar da tıpkı çocuklar gibi 'kandırılarak' ikna edilir. Cenab-ı Hak cümlemizin ihtiyarlık imtihanını kolay eylesin. İhtiyarımızı elimizden almasın. Âmin.

Zaten benim kusurum budur: Oyundan önce topu görürüm. Komplo teorisyeni değilim. Ya? Futbol pratisyeniyim. Ve benim pratisyenliğim diyor ki: Ortalıkta bir çeşit top çok gezmeye başlamışsa kesin oyunu da vardır. Işık varsa güneş vardır. Aydınlık varsa gündüzdür. Bu kadarıcık akıl yürütmeyi de herkes yapar. O yüzden Ahmed'in çok zeki bir adam olması gerekmez. Seken topa gözü ilişsin yeter. Geç de olsa görsün.

Seken toplara da gözüm iyi ilişir. Geçenlerde de hem Atatürkçü hem ilahiyatçı, yani ki hem karada yaşar hem denizde gider, ne perhizden ne turşudan vazgeçer Cemil Kılıç Bey'in nüktedanlığına denk geldim. Hoş bir lâtife işitmiş gibi tebessüm ettim. Çocukluğuma döndüm. Bizim zamanımızda 'Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum...' tarzı şeyler vardı. Elbette koskoca ilahiyatçı bu kadar basit metinlerle takılacak değil. Kendisi twitter'da daha yükseğini beyan etmiş:

"Allah'ın varlığı kanıtlanabilir bir kesinlikte olsaydı Allah bizden kendisine inanmamızı istemezdi. Zaten imanın değeri de, anlamı da kendisine konu olan şeyin kanıtlanamaz oluşundan gelmektedir. İman kanıta dayanmaz. Kanıt, imanı çökertir. Ben Müslümanım; Allah'ın var olduğunu iddia etmiyorum, var olup olmadığını da bilmiyorum. Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim. Allah'a inanmak bana huzur veriyor."

 Vay arkadaş. "Ulan yoksa bu genç yaşımda ben de mi bunadım?" deyu eseflendim muhterem karilerim. Çünkü müslüman oğlu müslüman birisinin 'kanıtın imanı çökerttiğini' söylemesini yeni işittim. Ve dahi birçok yaşıma hızlı bir şekilde giriverdim. Bir de düşündüm ki: Koskoca ilahiyatçı neden top çeviriyor böyle? Ne de olsa oyun dediğin çocukların işi. Sonra aklıma geldi: Çocuğu kandırırken büyükler de bir şekilde oyuna dahil olmuş sayılırlar. Samimi değillerdir. Lakin kafeslemek için 'mış gibi' yapmak gereklidir. Oyun olmazsa oynanmaz. Elbette koskoca ilahiyatçının da canı portakal çekebilir. Vitaminini kabuğunda aramaz. Soyabildiği kadar soyar onu.

O vitamin aramıyor ama biz de akl u fikrimizi peynir ekmekle yemedik ya. Arıyoruz. Düşünüyoruz: Kurban olduğum Allah, diyoruz. Taşa-toprağa, kediye-köpeğe, ota-ağaca, dağa-ovaya, yıldıza-seyyareye, hatta ışığı yutan karadeliğe bile 'kanıtlanabilme' nimetini bağışlamış da kendisi nasıl bundan mahrum kalmış? "Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir." Hani daha bunamadığımızı kendimize ispat etmek için soruyoruz. Mürşidim gibi diyoruz hatta: "Bir harf kendi vücudunu bir harf kadar ifade ettiği halde kâtibini bir satır kadar ifade ediyor." Nasıl oluyor da insan yazısında böyle oluyor da Allah'ın yaratışında olmuyor? Allah'ın yaratışı insanın yazısından geri mi?

Sonra yine takılıyoruz: İmanın değeri niye kanıtlanamaz oluşundan geliyor? Ben şimdi Sevimli Hayalet Casper'a inansam, ne de olsa kanıtlanamaz birşey, bu imanım değerli mi olacak? Yoksa uzun kollu gömleği giydirip en yakın tımarhaneye yolcu mu ederler beni? Yani demem o ki muhterem karilerim: Deli dediklerimizin 'deliliği' kanıtlanamayan şeylere inanmalarından gelmiyor mu biraz da? Bu ayracı aradan kaldırınca kim 'akıllı' kim 'deli' karışmaz mı? Hem kim yalancı kim doğru farkı kalır mı? Madem ki ispatlanmayınca imanın kıymeti artıyor. Yalancıdan daha kıymetlisi yok o zaman. Ne de olsa hiçbir dediği ispatlanamıyor. Cemil Bey'e birşey demiyoruz tabii.

"İman kanıta dayanmaz. Kanıt imanı çökertir!" de ne yahu? Şimdi ben burnuma gelen kokularla mutfakta yemek olduğuna iman etsem, ki koku dahi bir kanıttır, gidip gördüğümde imanımın tadı mı kaçacak? Yoksa düzeyi mi yükselecek? Hani 'ilmelyakin-aynelyakin-hakkalyakin' deriz ya. Dumanı görmek, ateşi görmek, ona dokunmak diye de kademelendiririz. Herbirinin farklı bir iman katmanı olduğunu ifade ederiz. Cemil Bey'e göre herhalde alametlerine vâkıf oldukça ateşe inanılmamaya başlıyor. Yani normal insanın aksine Cemilbeygillerde süreç şöyle işliyor: (Ateşe dair hiçbir alamet yok.) Ateşe inanıyorum. (Ateşin dumanı göründü.) Ateşe imanım kalmadı. (Ateşi gördüm.) Ateşe inanmıyorum. (Ateşe elimi soktum.) Acımadı ki, acımadı ki!

Peh! Allah'ın varolduğunu iddia etmeyen müslüman ahirzamanda bulunur ancak. Varolup-olmadığını bilmiyorum diyeni din-i İslam'a davet ederlerdi eskiden. Kelime-i Şehadet getirince bizden olurdu. Şimdi ilahiyatçı yapıyorlar demek ki. Eh. Ne yapalım? Olabilir. Ama kuzum şu ne oluyor: "Zaten var olduğunu bilseydim; inanmazdım. Bilmediğim ve kanıtlayamadığım için inanıyorum. Kanıtlayabilseydim; inanmazdım, bilirdim." Bilmek ile inanmanın arası ne ara bu denli açıldı? Kim küstürdü onları? Hem nasıl küstüler? Çünkü bir elmanın iki yarısı gibiydiler. İnsan birşeyi bildiği zaman ona inanırdı. İnandığı şeyi de bilirdi. Peki Cemil Bey'in çağına yetişince ikisi birden nasıl konumlarından istifa ediverdi? Biz bu süreci nasıl kaçırdık?

Sözgelimi: Ben suyun 100 derecede kaynayacağına inanıyorum. Ama suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorum da. Eğer suyun 100 derecede kaynayacağını biliyorsam, artık 100 derecede kaynayacağına inanmıyor muyum? Peki neden kaynatıyorum? Eğer kaynayacağını bilmiyorsam onu neden ısıtıyorum? Öncesinde 'inanmıyorsam' sonrasında 'bilmek' nasıl vücuda geliyor? Öncesinde bilmiyorsam sonrasına nasıl inanıyorum? Şahitliğimle aldığım mesafenin kıymet-i harbiyesi ne?

Kafanız karıştı değil mi? Benimki de. Mevzuu biraz daha açmaya çalışalım. Lemaat'ta Bediüzzaman Hazretlerinin 'dimağdaki meratip' isimli bir izahı var. Azıcık alıntı yapalım oradan: "Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Şimdi metinden hareketle şu 'kaynama' mevzuuna geri dönelim. Ben bir suyu kaynatıyorum. Çünkü suyun kaynadığı bilgisine sahibim. Ama kaynattığım suyun kaynadığı bilgisine değil. Onu kaynarken hiç görmedim. Zaten kaynamış olsa tekrar kaynatmama gerek yok. Yani ki bende bir 'tahayyül' var. Daha önceki şahitliklerimden biliyorum ve de inanıyorum ki: Kaynama olayı tekrar edecek. Elimdeki su henüz kaynamadı. Bu kesin(!) bir bilgi değil. Fakat iman ediyorum: Kaynayacak. Ve su kaynadığında doğrulanmış oluyor.

Her bilimsel keşif bir imana dayanıyor. Tonlarca ağırlıkta bir metal yığınının uçabileceğini hayal ediyorum. Buna hayal düzeyinde inanıyorum. İnanmasam peşinden gitmem. Bu bir çeşit bilmek. Tahakkuk etmemiş birşeyi bilmek. 'Sezgi' diyelim isterseniz buna. Fakat kanıtsız değil. Çünkü 'uçulabildiğini' biliyorum. Benim metal yığınım uçmadı ama kuşlar uçuyor. Kuşların uçtuğunu bildiğim için, bu şahitliğimden hareketle, hayalime bir iddia taşıyorum. Sonra o hayal diğer meratipten geçiyor. Teşebbüslerle-başarılarla gelişiyor. Uçaklar uçuyor. Ben de itikad ediyorum. Uçaklar uçar. Uçakların uçtuğunu bildiğim anda ona imanım yokolmuyor. Aksine uçakların uçtuğunu gördüğüm anda imanım daha yüksek bir düzeye çıkıyor.

Kanıtlar eğer imanı yokediyorsa neden imanlar kanıtlarla kovalanıyor? Neden bilimsel teoriler sahiplerinin elinde deney deney ispatlanmaya çalışılıyor? Madem imanları yokolacak? Birşey kendisini yoketmek için çalışır mı? İmanı yokolacak 'bilim âdemi' neden bir de onu ispatlamaya çalışıyor ki? Kanıtsızken makbul oluyorsa hayalde kalmaya devam etsin. Hiçbir bilimsel gayret gösterilmesin. Değerli madem.

Ahirzaman bunaması sizi de sarmadıysa burada şunu seçebilirsiniz: İnanmak farklı katmanlarıyla bilmenin hem başı hem sonu. Bilmek de farklı katmanlarıyla inanmanın hem başı hem sonu. Anlamak için yine Bediüzzaman'ın zarf-mazruf ilişkisine dair bir metnine bakalım: "Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle de mazruf olur." 

O ona sarılmış. Öteki de ona sarılmış. Bambaşka boyutlarda ikisi de birbirini sarıyor. 'Bilgi' ekseninde baktığınızda bütün bilimsel çabalar 'inanmak-inanmak' arasında geçiyor. 'İnanmak' ekseninde baktığınızda bütün itikadlar 'bilmek-bilmek' arasında dönüyor. Bilinebileceğin bilinebileceği bildiriliyor. İnanılacağa inanılabileceği inandırılıyor. İnsan yaratılışından bildiği İslam'a yaşayarak bir kez daha şahit oluyor. 'Kalu Bela'daki sözümüz maşherdeki tasdikimizle birleşiyor. Biliyorduk. Yine bildik. Yine bileceğiz. İnanıyorduk. Daha fazla inandık. Çok daha fazla inanacağız.

İşin şu boyutu da var: Başta Kur'an olmak üzere İslamî bütün metinler 'acaba'yı değil 'kesinliği' ifade ediyorlar. Yani hiç öyle "Aman kullarım, kâfirlere karşı iddiaya girişmeyin, ben kesin bilinmem!" tarzı bir Cemil Bey söylemi işitilmiyor Kur'an'dan. Ya? Tam aksine: "Akletmez misiniz? Tefekkür etmez misiniz? Görmez misiniz?" tarzı iddialı/ispatlı bir metod izliyor bizim yüce vahyimiz. İslamî bütün metinler de bu minval üzere gidiyor. Ama belli ki hiçbiri Cemil Bey'i yeterince ikna edemiyor.

"Allah'a inanmak bana huzur veriyor!" diyor bir de. Sanki 'huzur' bir bilgi türü değilmiş gibi. Bir delil oluşturmayacakmış gibi. Ayağına giydiğin doğru numara ayakkabı da bir huzur veriyor Cemil Bey. Huzuru sayesinde doğru ayakkabıyı giydiğini anlıyorsun. Çok sıkışıp helaya gittiğinde de bir rahatlama hissediyorsun. İçin nasıl huzurla doluyor. "Aaa, nasıl?" Sürpriz: Çünkü o huzur da boşaltım organlarını zamanı geldiğinde kullanmanın doğru olduğunun bir delili. Yani Allah'a inandığında içinde bir huzur varsa iman ispatlanabiliyor demektir. 'İspatlanamaz' ama 'huzur verir' demekle kendinle çelişmeye başlarsın. Zaten ahirzaman bunaklığının neyi ayıramadığına ben şöyle ayıldım muhterem karilerim: Bunlar, "Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz!" sırrını kavrayamıyorlar.

Yani 'bilmek' alanını 'kâfir-mü'min ortak alanı' olarak görüyorlar. Ona münhasır sayıyorlar. İmtihan sırrı gereği 'acaba' kalan başlıkları da 'inanmak' alanına taşıyorlar. "Acaba varsa bilmek yoktur!" diyorlar. "Bilmek olsaydı kâfirler de kesin öyle bilirdi." İyi de na-mübarekler, o zaman imtihan nerede kalırdı, Ebu Bekirler ile Ebu Cehiller birbirinden nasıl ayrılırdı? İslam, Kur'an, sünnet elbet akla kapı açıyor. Eğer akla kapı açmasa kendisine inanılmasını zarurî tutamaz. İspatlanamayan şeye inanmak mecburiyeti olamaz çünkü. İspatlanma-ispatlanmama ayrımı gözetilmedikten sonra her vehim bir iman olabilir. Naklî bile olsa delil delildir. Kainat-fıtrat ayrı birer delildir. İddia bile edilemedikten sonra cennet-cehennem bahsini açmaya gerek olabilir mi? İnanmayanlar cezalandırılabilir mi? Zaten bilinmeyecek şekildeymiş madem.

Biz bu tuzağa düşmeyelim muhterem karilerim. İnandığımızın bilmekten ayrı olduğunu zannetmeyelim. 'Bilmek' alanı Kur'an'ın-sünnetin açtığı yere kadar geniştir. Kâfirlerin de müslümanlar gibi aynen iman ettikleri alana münhasır değildir. O belki 'imtihan edilmediğimiz alan'dır. Hakikat bilgisi tam da müslümanların kâfirlerden ayrıldıkları noktada başlar. Müslümanlar bu bilgiye ihtiyarlarıyla-iradeleriyle talip olurlar. Cenab-ı Hak da kalplerinde bir nur yakar. Onlara delillerini gösterir. Deliller göründükçe iman ziyadeleşir. Azalmaz. Yokolmaz. Kanıtlandıkça iman genişler.

Aman, ne çok konuştum, estağfirullah, yazdım. Sizi de sıktım. En iyisi burada bırakalım. Ve diyelim ki: Allah bizi Atatürkçü ilahiyatçı yapmasın muhterem karilerim. Çünkü bunlar Atatürk'ü Allah gibi biliyorlar ama Allah'a Atatürk kadar inanmıyorlar.

Wednesday, June 1, 2022

Ezgi Mola da istemez ki Tuğçe Kazaz 2x2=4 desin

Türkiye'nin Big Brother'ı kimdir? Cevabı sarih vermeye kalkarsak başımıza 5816'dan acayip işler açılır. Gençliğimizin baharında hapislerde çürümeye gerek yok. Onu geçelim. Rejimin bekçilerini daha az rahatsız edecek başka bir başlık açalım: Orwell'ın 1984'ünü okuyanlar 'Gerçek Bakanlığı'nı da tahattur edeceklerdir. Bu 'Gerçek Bakanlığı' nam kurum dönem siyasası tarafından gerekli görülenleri halk için ezelî hakikatler kılar. Tabii şimdi bu cümle size tuhaf geldi. Gerekli görülenin ezelî hakikat kılınması nasıl olur şaşırdınız. Şöyle açayım:

Karaütopyanın seçimsiz iktidarını elde etmiş isimler nasıl şekillenmesini isterlerse tarih-hafıza o şekilde güncellenir. Halkın alfabesini mi değiştirmek istiyorsunuz mesela? Tarihleri boyunca hiç kullanmadıkları, hatta o alfabeyi kullananlarla hep savaş halinde oldukları halde, latin alfabesini 'Türkün öz alfabesi!' diye yutturabilirsiniz. Aman, ne yapıyoruz, konuyu yakın tarihimize çekmemek lazımdı. Bunlar istikbal karartır konular. Orwell 1984'ü yazmış sadece. Bizse yaşayıp bugünlere kadar geldik. Hey yavrum hey. Yazan mı bilir yaşayan mı? Elbette... 

Neyse. 1984 ile 1924 yakın rakamlar. Hafızanın da aldatılmayı önleyici bir yanı var. Birisini aldatmak isterseniz sadece 'ahmak' olmasıyla yetinemezsiniz. Ya? Hafızasız da olmalıdır. Yahut da şöyle söylemeli: Hafızası yeniden yazılmaya müsait olmalıdır. Hakkınızdaki sabiteleriyle oynayamadan dolandırdığınızı tekrar dolandırmak mümkün olmaz. Mü'min bir delikten iki kere sokulmaz. Ancak ahirzaman fitnesinin öyle tuhaf bir mahiyeti vardır ki, mü'min bir delikten bir, iki, üç... hatta düzinelerce kere sokulabilir. Nasıl? Çünkü sokulduğunu hatırlamaz. Hatta sokulduğunu "Paşam ne güzel öperdi öyle!" işvesiyle bile anımsayabilir. Olmaz demeyin. Şansınızı deneyin. Milli Piyango'ya gitmeyin. Yakın tarihi gözden geçirin. Bu millet 'kuruldum' dediği yerden kaç kare 'dağıtılmış'tır da hepsini sevgilisinin bûsesi sanmıştır. Çünkü hafızayı yöneten algıyı da yönetir. Aklın aldatılmaktan kurtulmak için doğru tecrübeye ihtiyacı var. Doğru tecrübenin tutulduğu mahzeni patlatırsanız, evlat, babasını kesen adamı 'kahramanı' gibi görmeye başlar. Mahzende kayıtlar değişmiştir çünkü. Artık baba 'baba' değil 'evdeki eşkıya'dır.

Osmanlı padişahları da çok hain adamlardır ha. Tabii ya. Cık, cık, cık. Daha neler neler. Türkiye'de 'Resmi Tarih' denilen şeyin yazım süreci de, işte, 1984'ün 'Gerçek Bakanlığı'nı hatırlatır bana. Ulan nasıl olmuştur da 40. kuşak torun 39 dedesine birden düşman edilmiştir? Bunu kurcalamak yürek ister. Çünkü işin ucu gider 5816'ya dolanır. Rejimin bekçileri öyle çok laga luga istemezler. Dersim'de olanlara sevinmeyen 'Yallah İran'a gider. Şapka kanunu için alınan kelleleri hatırlayan-hatırlatan 'Yallah Irak'a yolculanır. Ezgi Mola bile Tuğçe Kazaz'ın hukukî memnuniyetsizliğinden memnun olmaz. "Yallah Arabistan'a çeker hemen. Neden? Çünkü pişirilmesinin üzerinden neredeyse yüzyıl geçmiş aşa su katılıyordur. Hatırlanması istenmeyen hatırlatılıyordur. Hatırlanmasını istenmeyeni hatırlayan-hatırlatan büyüyü bozar. Yüzyıllık efsun yarayı gül sanmakla ayakta duruyor a canım. Birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğumuz zamanlarda böyle şeylere ne gerek var? Gemi bir şekilde yüzüyor işte. Eh, hepimiz de aynı gemideyiz. İyi de ağam bu gemi nereye gidiyor? Amistad'ın ruhu şâd olsun. Köle olarak satılmaya götürüldüğüm her tahta parçasında "Batsın bu dünya!" demeye hakkım yok mu?

Geçmişini unutan kimliğini de unutur. Hatta bir tesettürlü kızcağızımızın yakınlarda yaptığı gibi başörtüsü hürriyeti için CHP'ye teşekkür eder. Eder efendim eder. Kimsenin paşa gönlüne karışılmaz. CHP zaten gönülleri paşalardan tarafa çekmekte pek mahirdir. Hatta derler ki: Yağmur ne yana yağarsa CHP de tarlayı o tarafa çeker. Sözgelimi: 3. Köprü'nün yapılmasına yapılana kadar karşı çıkar. Ama yapıldıktan sonra iş faydaya döndüğünde CHP ezelden beri 3. Köprü'yü istemiş olur. Yeni havalimanına son taşı konuluncaya kadar muhaliftir. Ama bitip işlemeye başladı mı CHP'den daha fazla onu isteyen-dileyen olmaz. Hatta bir yerde, belki fazla kaçan kaçak rakının tesiriyle, "Ulan onları yapan millet değil biziz!" diye bir nâra da koparırlar. Gülmeyin arkadaşlar, küçük görmeyin, müşterisi vardır bunun. Hemen Gerçek Bakanlığı tarafından, estağfirullah, Resmi Tarih tarafından yapbozlanmaya alışmış kafalarda Windows yeniden başlatılır: Bütün bunları en başından sonuna kadar yapan hep CHP'dir. Peki CHP nedir? Cumhuriyet Halk Partisi. Orwell'ın 1984'ünde bir de 'Karşıt Söylem' diye birşey var. 

Karaütopyanın sahipleri, aslında ne olurlarsa olsunlar, kendilerini oldukları şeyle değil idealdeki tersiyle isimlendirirler. Ülkeyi 27 yıl seçimsiz-cumhursuz yönetmiş, sonrasındaki bütün halk karşıtı cuntaların da çanak tutucusu olmuş, vesayetlerini muhafaza etmiş 'tek parti'nin ismi de manidardır. Ama arkadaşlar, siz de çok oluyorsunuz, insan gerçekleri öyle tabelasına yazıp gezemez ya. Olan olmuş. Ölen ölmüş. Olmuşla ölmüşe çare yok. Peki hatırlamaya gerek var mı? 

Yazının çıkış noktasına ancak geliyoruz. Evet. Söyleyip bitirelim: Bir zamanlar Bediüzzaman'ın eserlerinin 'iki yanlılığı' beni bir miktar afallatırdı. Mesela: Şualar imanî meseleler ile başlayıp bir yerde Bediüzzaman'ın ve talebelerinin mahkemelerde yaşadıkları şeylere, orada yaptıkları savunmalara, yazılmış metinlere dönerdi. Derdim kendi kendime: Bunlar neden ayrı ayrı eserler olmamış? Onları al götür bir yere koy. Olsun başlığı: "Bediüzzaman ve talebelerinin yaşadıkları..." Diğerlerini derle topla. Olsun başlığı: "Risale-i Nur külliyatı." Yaş aldıkça jetonum düşmeye başladı sonra. Yahu insanı aldatılmaktan sadece imanı korumuyor ki. Tarihi doğru bilişi de koruyor. Yani ki mü'min ferdin kimliğini oluşturacak şey sadece imanı değil. Bir de dünyaya dönük algısının düzgün olması lazım. Bu algının bir mehazı da tarih. Ki Kur'an'ı anlamak bile çok yönüyle Asr-ı Saadet bilgisine, esbab-ı nüzûle vs. bakıyor.

Demek, Bediüzzaman da eserlerinde bu iki bilgiyi birbirine katarak, iki anlamda birden inşamızı yapıyor. Elhamdülillah. Hafızamızı diri tutuyor. Düşmanı 'düşman' dostu 'dost' bildiriyor. Yeni Türkiye denen şeyle birgün ulaşacaksak, inşaallah, kaynağının hem imanda hem yaşanılanları unutmamakta yattığını gösteriyor. 'Helalleşme' mi? O nereden çıktı şimdi? Ondan bahsetmedim ben. ABD'den, Almanya'dan, bilmem nerelerden fonlanan libe-müslimlerle dövüştürmeyin beni. Onlar 'unutmayı-unutturmayı' seviyorlar diye yüz kere sokulacak değiliz ya. Bu romanın sonunda 2x2=5 ediyor ama aklınıza Kayserililik gelmesin. Kayserili kendi menfaatini kollar. Bunlar Kayzer'in menfaatini... 

Sunday, April 24, 2022

'Toplumsal cinsiyet eşitliği' değil 'karma ağıl yasası'dır

"Firavun, 'Biz onların oğullarını sürekli öldürüp kızlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz!' dedi." (A'râf sûresi, 127)

İslam, bölgelerini ayırmakla, kadını erkeğin tasallutundan korumuştur. İslam, yine bölgelerini ayırmakla, erkeği kadının tasallutundan korumuştur. İslam'da erkek 'kadın eli sıkmamayı' hakaret hissiyle seçmez. Yani kadını 'dokunulmayacak kadar aşağı bir yaratık' olarak gördüğünden eylemez bunu. Bilakis 'bölgesine saygı duyulacak birisi' şeklinde tanımladığı için böyle davranır. Nitekim, şu hürmetle törede, 'yabancısı kadının yüzüne dikkatle bakan erkek' kınanır olmuştur. Yere bakarak konuşanlar erdemli görülmüştür. Hatırlarım ki, çocukluğumun Sivas'ında, büyüklerimiz bazı abilerimizi şu şekilde medhederlerdi: "Kimsenin eşiğinden içeriye bakmaz." Bu bir mertlik-yiğitlik alametiydi. Güzel ahlak belirtisiydi. Yine bir keresinde de şöyle sena edildiğini işitmiştim bir kadının: "Bir ordu erkeğin içine bıraksan namusuna baktırmaz."

Batı (me)deniyeti mahremiyeti 'dokunmak'la başlatıyor. Âmiyane tabirle: "Göster ama elletme!" diyor. Bu tutarsızlığı yüzünden taciz-tecavüz davalarının bini bir para. Bizde de vaktiyle 'baktırmamakla-bakmamakla' başlayıp 'yabancısıyla yalnız kalmamakla' devam eden bir medeniyet vardı. Çitleri daha gerideydi. Ve kesinlikle daha çok işe yarıyordu. Zemini İslam fıkhıydı. Bu fıkıh 'kadına namusunda iftira atmayı' en büyük günahlardan sayıyordu. Başka bir sınırı da nikahtı. Zinayı feci cezalandırıyordu. Dahası da var: Hatlar hiçbir şekilde karışsın istemiyordu. Akıllar bulansın arzulamıyordu. Kimlikler çorbalaşsın hazzetmiyordu. Erkeği erkekken kadını da kadınken beğeniyordu. Kurda keçiliği, keçiye kurtluğu, özendirmiyordu. Ne bölgelerin fazla içli-dışlı (laçka) olmasına taraftı da ne de kimliklerin. Siz de buradan bir marifete erişiyordunuz: Âlemleri yaratan Hüda, yaratışta koyduğu farkları, yaşayışta da istiyor. Yani kendisiyle çelişmiyor. Zaten bizim Allahımız kendisiyle çelişmekten münezzehtir.

Her ne yapsa büyük resmi görerek yaptığı için hem kadının hem erkeğin mağduriyetlerine şifa sunuyordu bu yasa. Fakat modern insan Allah'ın koyduğu sınırları sevmez. Neden? Çünkü vehminde kendisi bir ilah olmuştur. İlah olduğuna karar verdiği için de mahlukatın hukukunu yeniden düzenler. Herşeyi yaratanın ilmine, ihatasına, hikmetine, kudretine sahip değilmiş, ne gam! Hiçbirşey bilmeyenin gururuna sahiptir ya. Böylece kurtla keçi için 'karma ağıl' yasasını yürürlüğe koyar. Sabahları yerlerde kan mı görülüyor? Peh. Kurtların kurtluğundandır efendim. Keçilerin de keçiliğindendir. Keçileri koruyacak müeyyideler koyalım. Yetmezse ağırlaştıralım. Öyle ki kurdu kurtluktan usandıralım. Hem keçiye de kurtluk aşılayalım. Kurtlar keçiliğe özensin. Keçiler de kurtluğa başlasın. Toplumsal tırtıyet eşitliği olsun. İki taraf da tırtlaşsın. "Yahu bunları aynı ağılda barındırmasak?" Olmaz. Zinhar. Kat'a. Orada hata yaptığımızı kabul edersek ilahlıkta haksız çıktığımızı da kabul etmiş oluruz. Yeniden kulluğun kapısını çalmak işimize gelir mi?

Modern insan toplumsal huzurundan vazgeçer de uluhiyet iddiasından vazgeçmez. Aksi sezilir korkusuyla bir de 'karma ağıl yasası'nın en doğru birşey olduğuna çiftlikteki herkesi ikna eder. Hâkim söylem haline getirir. Bunda öyle bir zirveye de erişilir ki, keçiler, aynı ağılda barınmak istemeyen kurtlardan şikayetçi olurlar. Eşitlik isterler. Sakınanı görürlerse çağdışı ilan ederler. Gözünü yummak da yok. Budlarını ağızlarına uzatırlar. Etlerini gözlerine getirirler. Eh, peki, tamam. Lakin sabahları kan görünce öfkeleri yine kurtlaradır. Şu kurtlar, bu kadar kurt olmasalar, ne güzel bir ağılda yaşanılır. "Bir ağılda yaşamasak?" O değildir aranılan arkadaşım. Dedim ya: Bunu sorgulayamazsınız. Bunu sorgulamak demek Fâtır-ı Hakîm'in fıtrat yasasına dönmek demek. Halbuki modern insan 'yaratıcının yasayıcı de olacağı' düşüncesini çoktan aştı.

Dedik ya: İslam, bölgelerini ayırmakla, hem kadını hem erkeği birbirlerinin tasallutundan korumuştur. Evet. Mesela: Mahremiyet sınırı sayesinde birçok meslekte hem kadın hem erkek kategorilerinin oluşmasını sağlamıştır. "Nasıl?" Hekime mi gideceksiniz? Mahremiyet var. Elbette mümkün mertebe hemcinsinizi tercih edeceksiniz. Bu tercihiniz onların da varolmalarını sağlayacak. Terziye mi ihtiyacınız var? Öğretmen mi arıyorsunuz? Elbette talebinizi takvanız şekillendirecek. Böylelikle hem kadın hem erkek meslek erbabı yetişmiş olacak. Yani piyasa diliyle söylersek: Fıkhın talebi meşrunun arzını belirleyecek. Hem de öyle belirleyecek ki: Kimse kimsenin alanına giremeyecek. Bir erkek "Ben de kadınlarla ilgilenmek istiyorum!" diyemeyecek. Bir kadın "Ben de erkek hastalara bakacağım!" söyleyemeyecek. Bu ciddi bir koruma/destekleme değil midir? "İslam kadınları engelliyor!" diyenler bu ayrımın sağladığı katkıyı görmezler mi?

Görmezler. Çünkü onlar kurda keçiyi ısırtmak, keçiye kurdu boynuzlatmak, hâsılı, "Her ne olursa mümkün mertebe duvarsızından ayarlansın!" istemek durumundadırlar. Tekrar geri dönmek geçmiş bütün adımları sorgulamaya açacak çünkü. Küresel ısınma, çevre felaketleri, ozon delinmesi, buzul erimesi, dünya savaşları, salgınlar, açlıklar... Bunları idare ediyor kendince. Fakat şu son dosyayı artık kaldıramaz. "Kadın-erkek sınırlarını kaldırmakla da hata ettim!" diyemez. 

Sana yazarken aklıma geldi arkadaşım: Şimdilerde, ABD'de, erkekliğinde başarısız bir yüzücünün, fıtratını boşverip, kadınlar kategorisinde altın madalya kazanmasını tartışıyorlar. İlginçtir. Başka konularda 'karışmayı' talep edenler bu defa da 'karıştırılmamayı' arzuluyorlar. Zira bu şekilde kazanan kalabilmeleri mümkün görünmüyor. Yeni bir tasallut türü kadınlar için yaklaşıyor yani senin anlayacağın. Sonradan kadınlar, önceden kadın olanlara, önceden varolmayan sorunlar çıkarıyorlar. (Buradan anla ki: Sonradan erkekler de, önceden erkeklere, önceden varolmayan sorunlar çıkarabilirler.) Bediüzzaman yine haklı çıkıyor gibi geliyor bana.  Ne söylediğini elbette hatırlarsın: "Erkekler, hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Demek bir ağıla boca edilince keçilerle kurtların gerilim yaşaması kaçınılmaz.

Sunday, April 3, 2022

Davud'un (a.s.) sesi dağlara ne yapar?

"Öyle ise, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor."

Mürşidim Lemeat'ında diyor ki: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur." Devamında da ekliyor: "Ben de varım derler." Yani ses bir bildirgedir. Her neyden çıkarsa çıksın. Aslında o şeyin bize/herşeye ulaşma çabasıdır. Neden ulaşmaya çalışıyor peki? Çünkü 'kendiliğini' bildirmek istiyor. Allah'ın sanatıyla dolmuş taşmış. Göğsüne bin hikmet konmuş. Halık-ı Kadîr "Ol!" buyurmuş da oldurmuş. Muştu işitmiş çocuk gibi heyecanlanıyor. Depreşiyor. Titreşiyor. Varlık varolduğuna sevinmez mi? Hem de nasıl sevinir. Aklını başından almadan sırrı, haberinin alınmasını arzuluyor, o da.

Nasıl düdüğünden çıkan buhar tencerenin iç basıncını azaltır. Gerilimini düşürür. İnfilak endişesinden uzaklaştırır onu. Şeyler de sanki sesleriyle rahatlıyorlar arkadaşım. Zira 'ifade etmek üzere yaratıldıkları' hakikatin bilgisini böylece paylaşıyorlar. Paylaşmak rahatlatıcıdır. Her kimden-kime olursa olsun. Tencerenden göremezsen pencerenden bilirsin. 'Duyulmak' da 'duymak' kadar ihtiyaçtandır. "Ya ben öleyim mi söylemeyince!" deyu şakıyan Yunus da şunu söylüyor bize. Belki iletkenlik dediğimiz hâdise de bu sırrın fizikteki karşılığından ibarettir. Yani sıcak bile soğurken etrafına 'sıcaklığın nice birşey olduğunu' anlatır. Soğuk bunu öğrenmekle biraz sıcaklanır. Talebeliğini gösterir. Sıcak meramını anlatmak biraz soluklanır. Aslında soğuklanır. Çünkü o da soğuğun talebesidir.

Fakat böyle söylemem garip geldi sana şimdi. O seslerin çoğunu anlamıyorsun çünkü. "Bu nasıl konuşmak?" diye soruyorsun belki. Arkadaşım, derim ki, diller Allah'ın ayetleridir. Hayat bizim hayatımıza, varlık bizim varlığımıza, mekan bizim mekanımıza sınırlı olmadığı gibi lisan da bizim lisanımıza münhasır değildir. Mesela: Sahilde Kürtçe türküler söyleyen birisine rastlamıştım bir vakitler. Dinleyenlerin belki pek azı ne söylendiğini anlıyordu. Ama dert anlatılmış olmuyor muydu yine? Benim-senin anlamayışımız sözü beyandan düşürür müydü? Evet. Ses yine vazifesini yapıyordu. 'Savt-ı vücud' fonksiyonunu görüyordu. Yaratılmış birşeyin muştusunu çevresine taşıyordu. Ancak kulak sahipleri anlamakta, hatta bazen işitmekte de, aciz kalıyorlardı. Dilencinin altın kesesini tutmaktaki acizliği Sultan'ı cömertlikten düşürmez. Gülün kulakları ilk yaratıldığından beri yok. Lakin bülbülün nağmesinden vazgeçtiği nerede görülmüş?

Sonra bir belgeseli hatırladım. Madencilikte ses teknolojilerini kullanmak üzerine yapılan çalışmaları naklediyorlardı. Nasılmış? Mesela: Madencilerin mahsur kaldıkları bölgeyi dışarıya bildirebilmeleri için ses-titreşim sistemleri kurmuşlar. Yani, cihaz nereden çalıştırılırsa, orada yaşayanların olduğu anlaşılacak. Kayalar buna engel olamayacak. Hatta iletkenliğiyle yardım edecek. İkincisi: Yine benzer teknolojilerle yeni madenler zahmetsiz keşfedilebilecekmiş. Toprak yankısından tanınacakmış. Bunu şöyle misallendireyim: Nasıl ki duvarın içine saklanmış birşeyin varlığı tıklanarak anlaşılabiliyor, boşluğu-doluluğu saptanabiliyor, aynen öyle de, kilometrelerce yerin dibinden gelen yankılarla da orada neler olduğu saptanabilecekmiş. Tabiî bunlar şimdilik sadece 'miş.' 

Sonra birden aklıma Davud aleyhisselamın mucizeleri geldi arkadaşım. Kur'an'da musırrane ikisi de anılıyordu. 1) Davud aleyhisselam demiri eliyle şekillendirecek kadar mahir-mucizevî bir ustaydı. Demirci ustasıydı. O bilgiyle zırh (ve belki daha nice şey) üretebiliyordu. 2) Dağlar onunla beraber zikrediyordu. İşte, 'dağların onunla beraber zikretmesi' ile 'demircilik' yani dolayısıyla 'madencilik' birbirine ilişince, "Acaba" dedim. "Davud aleyhisselamın bu mucizesiyle farkettirilmek istenen başka şeyler de var mı?"

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşuyorum. Sen de hatırında tutarak dinle lütfen: Ya Davud aleyhisselam da madenleri dağların zikrinden tanıyarak buluyorsa? Yani nasıl ki: Şimdinin mühendisleri arza bir çağrı gönderip, o çağrının yankılanışıyla, mahiyetinin haritasını çözebileceklerini düşünüyorlar, aynen öyle de, Davud aleyhisselam da, bir nebevî mucize ve irşad olarak, dağlara zikrettiriyor. Yani zikrini tekrar ettiriyor. Onlara ses verip karşılığını işitiyor. Belki de tesbihlerinden kendisine lazım olan nesneleri buluyor. Olamaz mı? Yeri-göğü ayakta tutan Allah'a bunu yaratmanın nesi güç gelir?

Mürşidim de 20. Söz'ünde şu mucizeyi aksiseda üzerinden anlatmaya çalışıyor:

"Ayetler delâlet ediyor ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür? Hakikat midir? Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen 'Elhamdülillah' de; dağ da aynen senin gibi 'Elhamdülillah' diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir."

Hani anlatılır ya: Lokman aleyhisselama bitkiler 'neye şifa olduklarını' söylerlermiş. Onun mucizesi de böyle birşeymiş. Belki Davud aleyhisselama da dağlar benzerini yapıyorlar. "Benden şu madeni çıkarabilirsin!" diye lisan-ı halleriyle, tesbihlerinin rengiyle, bildiriyorlar. Bunlar bana hep 'olabilir' geliyor. Fakat, yine başa dönelim, en doğrusunu Allah bilir. Biz sadece tefekkür ediyoruz. Hakikate ya isabet ediyor yahut da ıskalıyoruz. Kesin konuşmuyoruz. Konuşamıyoruz. Çünkü daha kendi hakikatimizin sesini bile işitebilmiş değiliz. Ne diyelim arkadaşım? Alîm-i Hakîm bize hidayetinden çokça lütfetsin. Hem o yolları ararken düştüğümüz hataları rahmetiyle affetsin. Âmin.


Thursday, December 30, 2021

Münazarat 'Vasiyetnameyi' okudu mu?

Cemil Meriç merhum Umrandan Uygarlığa'daki makalelerinden birisini Tanzimat döneminin meşhur sadrazamlarından Mehmed Emin Âli Paşa'nın (1815-1871) Vasiyetname'sine ayırmış. Eserden epeyce alıntı da yapıyor. Fakat sizi yoracak değilim. Sadede geleyim: Bu alıntılardan bir tanesi ayrıca dikkatimi çekti. Çünkü içeriği tanıdık geldi. Önce alıntıyı nakledeyim. Sonra da benzerliği nereyle kurduğuma değineyim:

"(...) Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar 'görevler arasındaki farklılıktan' gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslüman teb'anın başlıca işi devlet hizmetidir. Öteki teb'alar para kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üstelik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar. Bu yüzden müslüman ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz. Tarih 'mağlupların imtisal ettiği' fetihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettikten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar? Müslümanlar da hristiyanlar gibi ziraatle, sanatla, ticaretle uğraşmalı. Tek devamlı sermaye emektir. Kurtuluş çalışmakla mümkündür. Müslümanlar hristiyanların inhisarındaki mesleklere el atmalı. Hristiyanlar da nüfusları nisbetinde devlete asker, subay, memur vermelidirler."

Meriç, Mehmed Emin Âli Paşa'nın vefatının ardından, eserinin el altından dağıtıldığını söylüyor. Az sayıda devlet ricalinin eline geçebilmiş. Çünkü matbaaya verilememiş. O zamanki hükümet vesikanın neşredilmesini uygun görmemiş. Aynı nedenle Sultan Abdülaziz'e de takdim edilememiş. Meriç'se bu Vasiyetname'nin iki nüshasını görmüş. İkisi de Fransızca'ymış. Zaten bu satırları da kendisinin tercümesinden okuyoruz. Bu kısım tamam olduğuna göre şimdi 'tanıdıklık' meselesine değinelim:

Bediüzzaman'ın Münazarat'ını okuyanlar bilirler. Mürşidimin Kürt-Arap aşiretleri arasında dolaşarak meşrutiyeti anlattığı kıymetli bir metindir. Yazım tarihi 1911'dir. Yani 'Eski Said dönemi' eserlerindendir. İşte bu eserdeki kimi cevaplar Mehmed Emin Âli Paşa'nın tesbitlerine büyük benzerlikler göstermektedirler:

"Neslen ve serveten tedennîmize ve gayr-ı müslimlerin terakkîsine sebep askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van'a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf burhanı nazar-ı ibrete arz edecektir."

 Burada söyledikleri "Gayrimüslimin askerliği nasıl caiz olur?" sualine karşılıktır. İlerisinde "Eskiden İslâmlar zengin onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye bilâkistir. Hikmeti nedir?" sorusuna yanıt olarak şunları ifade eder: "Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san'attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev'i cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nev'i çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer'iye olabilir."

"Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?" merakına da şöyle cevap verir mürşidim: "Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vâli 'reis' değiller. Belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki: Memuriyet bir nev'i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez."

Elbette Bediüzzaman'ın Vasiyetname'yi okuyup okumadığına dair elimizde bir kayıt yok. Kat'i birşey söyleyemeyiz. Fakat mümkündür ki bu mevzular o dönemde ulema-aydın sınıfı arasında tartışılıyor olsun.  Belki Mehmed Emin Âli Paşa'nın görüşleri 'meşrutiyetin de argümanları olarak' dillerde dolaşmaktır. Belki bu tarz analizlerin Mehmed Emin Âli Paşa'dan önceye uzanan yanları da vardır. Nihayetinde benzerlik dikkat çekicidir. Ben de dikkatim çekildiği için paylaşmayı arzu ettim. Herşeyin en doğrusunu Allah bilir.

Sunday, December 26, 2021

Pirenin derdi Ahmed'i niye gerdi?

Bu meseleyi sıkça gündeminize taşıyorum. Fakat ne yaparsınız? O da benim gündemimi meşgul ediyor. Evet. Bugün 'virüs' mevzuuna dokunacağız. Okuduktan sonra ellerinizi falan yıkamanıza gerek yok ama. Sakın. Zahmet buyurmayın. Zira bizim dokunuşumuzla bulaşan virüs yok. En azından biyolojik olarak olay böyle. Biyolojik olmayan virüslerse bahsimizden hariçtir. Onlara yazımızda yer vermeyeceğiz ki size bulaşsınlar. Ancak yine de dikkatli olun. Ben de hastalığının farkında olmayan bir taşıyıcı çıkabilirim. Ahirzamanda fikri/zikri hastalıksız mü'min bulmak kolay iş değildir. Hele ben nefsimi temize hiç çıkarmam.

Şöyle bir yerden alayım: Virüslerin doğasını biyoloji derslerinde öğrenmiştik ilk. Lisedeydik. O zaman da çok ilginç gelmişti. Hâlen de ilgim sürüyor. Zaten köftehor da bizi hiç rahat bırakmıyor. Sözgelimi: En son golünü 72 millet bir olduk da kalemizden çıkaramadık hâlâ. Covid 19 canım. Nam-ı diğerle Korona. Ondan bahsediyorum. Kulak misafiri olduğum bir esnafın tabiriyle de 'Cavid abi.' Cavid abi esnafın işlerini mahvetti. Sadece esnafın mı? Aslında bütün devletlere bir şok yaşattı. Hiç hesapta olmayan bir fırtınaydı. Salgından üç ay önce kimse böyle bir sürecin dünyanın başından geçebileceğine inanmazdı. Ama geldi. Hatta yatıya da kaldı. İnşaallah geçecek. Kadîr-i Zülcelalin kudretine küçücük bir ayna oldu kendisi hem de. Hak Teala, nasıl Nemrud'u bir sineğe devirtti, koca koca süpergüçleri de bir Cavid abiyle sarstı. Titretti.

Virüslerin enteresan bir özelliği vardır. Meraklıları bilirler. Onlar biyoloji âleminin 'güdümlü füzeleri'dirler. Rızıkları olarak tayin edilmiş tek bir hücre tipolojisiyle ilgilenirler. Başkasını yemezler. Mesela: Hiv virüsü akyuvarlara saldırır. Zaten biyologlar derler ki: Aslında öldüren AIDS değildir. AIDS sadece ortam hazırlar. Bağışıklık sistemini çökertir. Ondan sonra basit bir soğuk algınlığı dahi hastayı defnedebilir. Zira savunmasız kalmıştır. Evet. Hangi virüsün mahiyetine baksanız benzer bir durum görürsünüz. Bu nedenle bilimadamları da peşlerini bırakmıyor. İyi niyetliler de araştırıyor kötü niyetliler de.

İyi niyetliler ondan bir şifa vesilesi bulmayı amaçlıyorlar. Mesela: Yalnız kanserli dokuyu yiyebilecek şekilde virüsleri ayarlabileceklerini umuyorlar. Onlara göre sorunlu hücrelerin genetiğine güdümlenmiş bir virüs pekala bu işi başarabilir. Çalışmalar sürüyor. Belki yakında bununla ilgili müsbet neticeleri görmeye başlayacağız. Allahu'l-a'lem. Lakin kötü niyetlilerin arzusu pek fena. Onlar da virüslerden bir 'suikast silahı' veya bir 'kitle imha aracı' elde etmeyi diliyorlar. (James Bond serisinin son filminde de bu konu işleniyordu.) Kara umutları şu mantıkta saklı: Eğer sadece bir milleti/coğrafyayı etkileyebilecek bir virüs üretebilirsek kurşun atmadan savaşları kazanabiliriz. Yahut da başka hiçkimseye zarar vermeden birisine kolaylıkla suikast düzenleyebiliriz. Virüsü ayarlamamız yeter. Gerisini yerimize hastalık halleder.

Yalnızca Çinlileri öldüren bir virüs düşünün. Yahut da yalnızca Türkleri. Veyahut yalnızca Arapları. Artık böylesi korkular gerçeklikten çok uzakta değil. Genetik olarak karışık olmamak bir bela. Hitler bu çağı görse 'saf Alman ırkı' gayretinden vazgeçerdi zannederim. Çünkü bu teknoloji başarıya ulaşırsa saf ırkları öldürmek daha kolaylaşacak. Konuyla ilgili birçok Hollywood kehaneti izlemişsinizdir zaten. Belki Youtube'da şöyle bir gezinirken de birçok komplo teorisini gördünüz. Son salgınla birlikte tavan yaptılar artık. Ancak ben sizi karanlıkta oyalamayacağım. Şimdi esas konumuza doğru bir sıçrama yapıyoruz:

Bugünlerde Mektubat'ı okurken bir ayete tekrar tekrar rastladım. Dikkatimi istemsiz kendisine celbetti. Ankebut sûresinin 60. ayeti. Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Rızkını yüklenemeyen nice canlılar (dabbe) vardır ki, onları da, sizi de Allah rızıklandırır. O herşeyi işiten, herşeyi bilendir." Elmalılı Hamdi Yazır merhum 'debb' kelimesini izah sadedinde şöyle söyler: "Hafif yürüme 'debelenme' demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde, kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi 'hareketi gözle tespit olunamayan şeyler'de de kullanılır." Bediüzzaman merhum da 'dabbetü'l-arz'la ilgili suali yanıtlarken buna yakın bir noktaya gelir:

"Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi kat'î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: 'La ya'lemü'l-gaybe illallah/Gaybı Allah'tan başkası bilmez.' Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu'l-a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak."

Devamında Sebe sûresinin 14. ayetinden hareketle onu 'ağaç kurdu'na benzetir: "(...) ayetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler iman bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş." Yaşları müsaitler hatırlayacaktır. AIDS'in çok yayıldığı dönemlerde onun da dabbetü'l-arz olduğuna dair tahminler dile getirilmişti. Çünkü yayılma şekli cidden ahlak ayrımı gözetiyordu. Ekseriya insanların sefihlerine bulaşıyordu. Cinsel sapkınlıkların arttığı toplumlarda/coğrafyalarda çok daha yaygındı.

Veba, İspanyol Gribi, AIDS veya Korona... Bence hepsinin bu kanundan bir hissesi var. Hepsi bu külliyetli hükmün bir parçası. Yani durum 20. Söz'de denildiği gibi: "Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ancak yanısıra birşey daha öğretiliyor bize sanki: Dabbe karşımıza virüs olarak da çıkabilir. Nihayetinde o da bir canlıdır. Hatta canlıların en küçüğüdür. Görünüşte en acizidir. Debelenir. Lakin o acziyetinin içinde muazzam bir güç de saklanmıştır. Saklı olan bu güç de rızkını bulduğunda ortaya çıkar.

Bakınız. Rızık konusuna geri döndük. Dolayısıyla hâlâ Ankebut sûresinin 60. ayetini anlamaya çalışmaktayız. Hatta şaşırmaktayız: Kur'an-ı Hakîm neden böyle bir konuyu mü'minlerin gündemine taşıdı? Sadece dabbenin aczini anlatmak için mi? Elbette hikmetlerden birisi de bu. Ama sadece bu değil. Rızık hususunda da uyarıldığımızı hissediyorum ben o ayete baktığımda. Yahut da bize ikinci birşey öğretiliyor: Açlıkla rızık arasındaki ilişki 'anahtar' ve 'kilit' arasındaki ilişkiye benziyor. Bir 'indirgenemez komplekslik' durumu sözkonusu sanki. Evet. Sözgelimi: Bir virüs kendi rızkını yüklenemiyor. Yani rızkını üretemiyor. Yaratamıyor. Ya ne yapacak peki? Çaresiz kendisi için yaratılmış olanı bekleyecek. İnsanlarda çok etkili olan bir hastalık olabilir. Lakin hayvanlar arasında dolaştığı sürece ölümcül olmuyor. Yahut da hiç etkilemiyor. Bazı hastalıklar da bazı milletleri/kavimleri rahatsız edemiyor. Ama diğer bazı milletlerde büyük kayıplara sebep olabiliyor. (Sömürge döneminde Afrika'da-Amerika'da birçok yerli halk beyazların taşıdığı 'yeni virüsler' sebebiyle ölmüşlerdir. Çünkü bünyeleri bu virüslere karşı beyazlarınki kadar dayanıklı değildir.)

Rızkını yaratamayan virüsün de mutlaka bir rızkı var. Varoluşu kadar kesin bu. Yoksa varolamazdı. 'Anahtar' ve 'kilit' ilişkisi derken bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Uyumun kokusunu almamız gerek. O dabbe başka bir rızkı tüketemiyor. Güdümlü. Onu kendisi de yaratamıyor. Aciz. O halde bir Usta hem onu hem de rızkını yaratmış olmalı. Tıpkı anahtarın kilide uyumu gibi. Kilitle anahtarı yapan Usta aynı olmazsa anahtar kilide uymaz. Çünkü içerisinde onlarca detay vardır. Diş vardır. İş vardır. Kırtiş vardır. Birisi kilidin kalıbına göre anahtarı dökmezse tesadüfen hiçbir demir anahtara dönüşmez. Hiçbir anahtara tesadüfen kilit oluşmaz. Virüsün rızkına ulaşması da böyle değil mi? Ta kaderde alnına yazılmış bir 'adrese teslim' durumu yok mu? Biraz dikkatle bakınca böyle bir durumun sezilebileceğini düşünüyorum arkadaşım.

Oradan yukarıya çıktıkça da hepimiz için benzer bir durumun sözkonusu olduğu kanaatindeyim. Evet. Biz virüs kadar sıkışık durumda değiliz. Çünkü önümüzdeki sofra daha zengin. Daha çeşitli. Daha alternatifli. Fakat nihayetinde bu alternatiflerin bir sınırı var. Bir aralığı var. Bir 'sindirebileceklerimiz dairesi' var. O listenin dışına çıktığımızda bizim da beslenmemiz mümkün değil. Taş yiyerek hayatta kalamayız. Bitkiler gibi ışığı tutamayız. Balıklar gibi sudan oksijen çekemeyiz. Hayvanlarda da durum aynen böyle. Et yiyenler ot yiyemez. Ot yiyenler et yiyemez. Yani biz de esasında 'rızkını taşıyamayanlar' sınıfındayız. Kendimiz yaratamıyoruz. Hâşâ. İçinde varoluyoruz. Etrafımız onlarla sarılı oluyor. Füze güdümlendiğiyle yaratılıyor. Beraber takdir edilmemiş olsak hangimizin gücü bir narı yaratmaya yeterdi?

Neyse. Daha fazla uzatıp seni yormayayım. Meramımı anlamışsındır. Elhasıl: Rızkımıza daha dikkatli bakmamızda fayda var bence arkadaşım. Zira bizde de bir 'anahtar' ve 'kilit' durumu var. Bir tevhidî ayarlanışın kokusu var. Daha da yukarılarda evrenin başından sonuna kurulmuş tıkır tıkır işleyen kocaman bir 'rızık sistemi' var. Ne anahtarın gücü kilidi yaratmaya yetiyor ne de kilidin gücü anahtarı yaratmaya. Ancak ikisi de beraber yaratılmış. İşte, işliyor, arıyor, yiyor, kavuşuyor, seviyor. Beslenme piramidinin en üstündeki pire parazitinin midesini tanzim eden Hak Teala, piramidin en altındaki bitkinin rızıklanması için manzume-i şemsiyeyi de o takdir ediyor. Güneşten başlayan düzen ta pirenin midesine kadar uzanıyor. O yüzden mürşidim diyor: "Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir."

Wednesday, November 24, 2021

Kadir Mısıroğlu neden "Keşke Yunan galip gelseydi!" dedi?

Kadir Mısıroğlu merhumun çokça suistimal edilen bir cümlesi var: "Keşke Yunan galip gelseydi!" İfadeyle böyle 'bağlamından kopuk' muhatap olmadığınızda, yani konuşmasının önünü-sonunu da dinlediğinizde, ne demek istediğini gayet net anlıyorsunuz. Fakat kemalist-ulusalcı taife 'hakikati ortaya çıkarmaya' değil 'linç etmeye' malzeme aradığı için işin o kısmıyla ilgilenmiyor. "Nihayet cerbeze yapacak bir sermaye elime geçti!" diye yamyam tamtamına başlıyor. Onları geçelim. Enerjimizi israf etmeyelim. Biz hâlâ şifası mümkün olanlara bakalım. Evet. Merhum Mısıroğlu manaca demek istiyor ki orada: Tek Parti döneminde bu ülkenin müslüman kimliğinde öyle tahribatlar yapıldı. Öyle zararlar verildi. Öyle yaralar açıldı ki... Yunan galip gelse bu kadarını yapamazdı. Hem bir işgal gücü olarak yapmaya cesaret edemezdi. Hem de zaten müslüman halkın cihad ateşi mağlubiyetle sönmeyeceği için yine hürriyetini ellerinden kurtarırdı. Böylesine gafil avlanmazdı.

İşte bugünlerde Mustafa Armağan'ın İnsan Yüzlü Şehirler'ini okurken mevzuya mâsadak olabilecek bir bilgiye rastladım. "Hatay'ın Sosyolojisi" başlıklı makalesinde diyor ki Armağan: "Hatay'da harf inkılabı ne zaman olmuştur biliyor musunuz? Türkiye'den tam 10 yıl sonra, yani 1938'de. Şapka inkılabı ise 13 yıl sonra. Sizin anlayacağınız, Türkiye toplumunun 15 yıla yayılan değişim süreci, Hatay'da 1 yıl gibi kısa bir süre içerisinde tekrarlanacaktır. O zamana kadar Fransızlar Hatay'da, ufak tefek değişikliklerle Osmanlı kanunlarını, belki inanmayacaksınız ama Mecelle'yi tatbik ediyorlardı." İnternette bulduğum başka bir söyleşisinde de Armağan, Hatay'a giren birliklerimizin ilk işinin ezanı susturmak olduğunu, halkın da “Yahu Fransızlar varken ezan okunuyordu. Türkler gelince neden susturdular? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?” diye tepki gösterdiğini anlatıyor. Yani inkılaplar sonucunda Türkiye'de yaşanan bütün sıkıntılar Türkiye'ye katılınca Hatay'da da yaşanmaya başlıyor.

Ümit Meriç'in kaleme aldığı Babam Cemil Meriç eserinde ise şu satırlarla anlatılıyor Hatay'daki değişim: "Cemil Bey'in bir avantajı vardı. O, Antakya'da, Türkiye'de kemalist devrim sonucunda yaşanan yoksullaşmayı yaşamadı. (...) Türk ordusu Antakya'ya girdikten sonra Asi Nehri'nin üzerinde eski yazı kitaplar uzun zaman yüzmüş. Bir korku dönemi yaşadı Hatay." Hal böyle olunca insan hem Kadir Mısıroğlu'na hak verip hem de Bediüzzaman'ın benzer bir serzenişini hatırlamadan edemiyor:

"Üç sene Rusya'da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.

Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.

İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus'un bana çektirmediğini çektiriyorlar."


Evet. Meselenin düğümlendiği yer burası: "Münafık kâfirden eşeddir!" Ve Kadir Mısıroğlu merhumun söylemek istediği de budur. Yoksa 'Yunan Mandası' veya 'İngiliz Sömürgesi' olmak talebi değildir. Öyle izzetli bir adam zaten böyle bir zilleti rüyasında görmez. Hayaline bile uğratmaz. Ama işte devir öyle bir devir oldu ki, dün Latin alfabesini Türk alfabesi diye yutturan, bugün İzmir'deki yüzer iskeleye Yunan kralı Agamemnon'un ismini veren bir siyasi ekolün temsilcileri, utanmadan Kadir Mısıroğlu gibi kalbi/beyni işgal görmemiş kişileri "İşgal yanlısı!" olmakla yaftalıyorlar. Ne utanıyorlar ne sıkılıyorlar. Ne diyelim? İyi ki ahiret var. Mizanda bu tür manipülasyonlar sökmeyecek. Cerbezeyle zebaniler kandırılamayacak. Hakkın şaşırtılmaz adaletine güvenerek teselli bulalım kardeşlerim.

Saturday, November 20, 2021

Bediüzzaman 'helalleşmeye' ne derdi?

Peyami Safa'nın 'Kavga Yazıları' isminde bir eseri var. Belki pek bilinmeyişinin bir nedeni de eserdeki ağır CHP eleştirileri. 'Eleştiri' derken bile çok iyimser olduğumu düşünüyorum arkadaşlar. Çünkü söylenilenler 'eleştiri' boyutunu çok aşıyor. Neredeyse 'umutsuzluğa' dönüşüyor. Evet. Peyami Safa CHP hakkında umutsuz. Değişebileceğine inanmıyor. Hatta bir yerinde güldürerek de diyor ki: İsminin başındaki 'cumhuriyet'i kaldırıp yerine 'şeriat'ı da getirse dine karşı kem tutumunun değişeceğine inanılmaz. Daha buna benzer çok şeyler söylüyor. Meraklananları kaynağa havale edelim.

Peki ben bu kitabı neden hatırladım? Malumunuz: Bugünlerde bir 'helalleşme' tartışmasıdır gidiyor. Kabukta görünen birşey yok gerçi. Ama içini alabildiğine iyimser hayaller dolduruyor. İşte ben bu iyimserliğe de taraftar değilim. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi görüyorum. Kolay yutulan bir zokanın tekrar suya salınması zannediyorum. Hani Kur'an'da Cenab-ı Hak uyarıyor: Şeytan insanı Allah'la da kandırabilir. Sözgelimi: 'Rahmet' gibi bir marifetullah elmasında ifrat ettirerek de yoldan çıkarabilir. Nitekim Mürcie gibi sapkınlıkların ortaya çıkışı bu demagojiyledir. Onlar sonsuz rahmeti 'ne kadar günah işlerlerse işlesinler cehenneme atılmayacaklarına' yormuşlardır. Elbette bu tevil bâtıldır. Çünkü Allah sadece 'Rahman' değildir. Aynı zamanda 'Kahhar'dır. 'Celil'dir. 'Azizün Züntikam'dır.

Demek kandırılmak en masum manalarla bile mümkün. 'Rahmet' gibi en parlak bir kemalle olabileceği gibi onun bizdeki gölgesi nakıs 'merhamet' ile de olabilir. Yani biz de kimi zaman merhametimiz suistimal edilerek kandırılabiliriz-kandırılıyoruz: Kendisini çok zor durumdaymış gibi lanse edene yardımda bulunduktan sonra anlıyoruz ki mesela: Aslında hiç öyle değilmiş. Veya hatasından çok pişman bir dostumuzu affediyoruz. Fakat o hatalarını pişkince tekrarlıyor. Bunlar oluyor. Elbette Allah iyiliğimizi zayi etmiyor. Fakat bazen süreç bizi ağır sıkıntılara uğratabiliyor.

Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda 'affedişte yapılacak bir ifrat'ın nasıl kem sonuçlar doğurduğunu-doğurabileceğini şöyle anlatıyor:

"Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi. Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız' derler. (...) Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur."

Bakınız, Bediüzzaman'ın "Zulme rıza zulümdür!" sözü çok iyi bilinir, ama "Başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur!" dediği çok bilinmez. Mürşidim Hakikat Çekirdekleri'nde yine der ki: "Fert mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez."

Benim bu beyanlardan bir anladığımsa şudur arkadaşlar: Ahirzaman müslümanları çok kolay affediyor. Kalplerinde diri tutmaları gereken buğzu çok kolay bırakıveriyorlar. Tek bir iyilik görmekle yüzbin kötülük gördükleri zalimi bağışlıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri bu tavrı 'safderunluk' olarak isimlendiriyor. Tuzağa karşı uyarıyor. Zira, sayı olarak çok olsak bile, bu saflığımız yüzünden azınlığa düşüyoruz. İçimizden bir kısmın karşıya geçmesine sebep oluyoruz. Evet. Buğzunu yitiren taraftarlığını da değiştirmeye meylediyor. Safını terkediyor. Üstelik burada şöyle bir adaletsizliğimiz daha var:

Biz yaşamadığımız zulümleri de affeder oluyoruz. Sözgelimi: Yüz köyü yakan bir zalimi yüzbirinci köyde oturanlar olarak affediyoruz. Halbuki biz o yüz köyün yaşadıklarını görmedik. O acıları tecrübe etmedik. Onlar hakkında helalleşmemiz mümkün değil. Onlar adına da bağışlayamayız. Buna hakkımız yok. Bağışlamak ancak kendi adımıza olabilir. İskilipli Âtıf Hoca'nın hakkını helal edecek biz değiliz. Erbilli Esad Efendi'nin hakkını helal edecek biz değiliz. Bediüzzaman Said Nursî'nin hakkını helal etmek bizim uhdemizde değil. Ancak böylesi 'helalleşme' mevzularında onlar adına da helalleşmek gündem ediliyor. Nitekim arzulanan da budur. CHP'nin yakın tarih boyunca işlediği zulümlerin affıdır.

CHP elbette azınlığının iktidarı elde etmeye yetmeyeceğini gayet iyi biliyor. (Zaten darbeler dışında başka hangi yolla başa gelebildiler ki?) İlla karşı taraftan adam eksiltmesi gerek. Hatta tarafına çekmesi gerek. Bunun en kolay yolu ne? Bazı müslümanların safderunluğa varan merhametini kullanmak. Yahut da yine safderunluk derecesinde iyimserliklerinden istifade etmek. Geleceğin CHP'yle tozpembe olacağına, artık değiştiklerine, bundan sonra mübarek işler eyleceklerine 'dindar veya dine hürmetkâr' kesimi inandırmak. Buna inandırırlarsa, tamam, mahalle değişimi başlıyor.

Fakat, ne acıdır ki, yalnız bizim mahalleden o tarafa taşınan oluyor. O mahalleden buraya gelen olmuyor. Halbuki hakiki bir 'özür dileme' aksini sonuç vermeliydi. Evet. CHP hatalarıyla gerçekten yüzleşirse bu CHP'lilerin mahallelerini terketmelerini gerektirir. Çünkü özürde utanmak manası da vardır. Sahada aksi oluyorsa hüsnüzan edenler oturup tekrar tekrar düşünmelidirler: Özür dilenen kendi yerini bırakıp nasıl karşıya geçer? Özür dileyen nasıl çoğalır? Eşyanın tabiatına zıt bir iştir bu.

Demek ki sahada olan 'özür dileme' değildir. Ya? 'Husumet unutturma'dır. Zaten 'helalleşme' başlığının seçilmesinde de bir sinsilik hissediliyor. Helalleşme kavramına biraz dikkatle baktığınızda, iki tarafın da birbirine zulmettiğini, eşitler arasında bir "Al gülüm ver gülüm!" yaşanacağını zannediyorsunuz. Yani siz de helal edeceksiniz onlar da. Yakın tarihe bakınca CHP'yle bizim durumumuz böyle mi Allah aşkına? Bizim aslında muhatap olmamız gereken süreç 'helalleşme' değil "CHP'nin özür dileme" sürecidir. Çünkü Tek Parti döneminden beri gadreden onlardır. Zulmeden onlardır. İnleten onlardır. Bugün boğuştuğumuz problemlerin başını tutan onların kem tasarruflarıdır.

Özetle: Arkadaşlar, Cenab-ı Hak bu kandırmacaya karşı gözümüzü açsın, mü'minane feraset versin. Vaktiyle Bir Başkadır dizisinin mahallemizdeki yansımalarına bakıp demiştim ki: Ne zaman gençlerimiz "Solcular bizi anlıyor artık. Yehu! Yaşasın! Yuppi!" derlerse bilin ki oraya taşınmalar başlar. Sonra işin tam öyle olmadığını farkederler, nitekim biz de Gezi'de farkettik, ama iş işten geçmiş olur. Kanaatimi tekrar ediyorum: Bu bir 'takıyye' operasyonudur. Bizi anladıkları falan yok. Sadece yüzlerini saklıyorlar. Safderunluğa düşmeyelim. Saflarına iltihak etmeyelim. Kadere acı fetvalar verdirmeyelim.

Burada AK Parti'nin de şöyle bir kabahati var ki söylemeden geçemeyeceğim: Yakın tarihin arızalarını gündem etmeye cesaret edemiyorlar. MEB'se müfredat işlerinde daha cüretkâr olamıyor. Beyin yıkamayı engelleyemiyor. Hafızayı koruyamıyor. Hükümetin bu noktadaki gevşekliği gün gelip iktidarı kaybetmesine neden olabilir. Gençlerinin 'yaşananları unutması' daha fazla 'affedici' olmalarını netice verebilir. Zira mevcut eğitim sistemi çocuklarımızı 'birer CHP seçmeni' olarak yetiştirmeye ayarlıdır. Değişmemiştir. Çarkları aynı şekilde işlemektedir. Marifet, sineklerle kavga etmek değil, bataklığı kurutmaktır. Hak Teala rüşdümüzü ilham eylesin. Âmin.

Friday, October 8, 2021

Hayreti yöneten gayreti de yönetir

Said Alpsoy Hoca, Youtube derslerinden birisinde, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Batılılaşma serüvenimizi şu üç cümleye sığdırıyordu: "Önce hayret ettik. Sonra hayran kaldık. Sonra da teslim olduk." Kendimce açarsam: Önce başardıklarına bakarak şaşırdık. (Çünkü kısa bir sürede büyük seküler bir gelişim yaşadılar.) Sonra kendimiz kalmaktan bunalmaya başladık. (Çünkü bu durum dünyevî anlamda 'geri kalmak' gibi görünüyordu.) Sonra da her açıdan onlar gibi olmaya karar verdik. (Çünkü uhrevî anlamda ileri olmanın kıymetini unuttuk.) Yani enformasyon ihtiyacıyla başlayan etkileşim/temayül en nihayet endoktrinasyona kadar dayandı. Kuyuya merakla bakanlar buharından zehirlenerek içine daldılar. Belki ismimiz Davud-İbrahim olarak kaldı. Fakat içimiz çoktan David-Abraham oldu. Kıvamımız bozuldu.

Süreç halen devam ediyor. Zira her çocuk, elhamdülillah ki elhamdülillah, İslam fıtratı üzerine doğuyor. Üstelik Batı'nın bozulması da bitmiyor. O (me)deniyette sürekli ilerlediği için beraberinde sürüklediği başkalıkları da aşağıya çekmeye çalışıyor. Dalaletinde mesafe alıyor. Daha önce "O kadar olmaz!" dediği kötülükleri artık normalleştiriyor. Onlara da meşruiyet alanları açıyor. (LGBT gibi örgütlerin dünyanın her köşesinde milyonlarca dolar bütçelerle yürüttüğü faaliyetler başka nasıl açıklanabilir ki?) Lakin hepsinin meş'um muvaffakiyet sırrı yine aynı formülde gizleniyor gibidir arkadaşım. Nedir? Hayret-merak-ilgi-irade-gayret ilişkisidir. Biraz daha detaylandırırsak diyebiliriz belki: Neye hayretleniyorsak merakımız peşinden gidiyor. Neyi merak ediyorsak ilgimiz ardından yürüyor. Neyle ilgileniyorsak irademiz, aklımızın/duygularımızın tüm gayretini/imkanlarını alıp, oraya-onlara temerküz ettiriyor.

Popülarite sahte bir gerçeklik kurguluyor. Bununla duyguları manipüle ediyor. Bu 'sanrı itibar alanı'nı da medya illüzyonuyla vurgulayarak aklı/kalbi gayrısına körleştiriyor. Çünkü vurgu azı çoğa galip eder. Altı çizilmiş tek satır bir sayfa metinden fazla dikkat çeker. Arkadaşım, Deccal'in sahip olacağı söylenen, 'cennet görünümlü cehennem' ve 'cehennem görünümlü cennet'ler de buradan bakınca azıcık anlaşılır oluyor. Nasıl? Sözgelimi: Yeşerseler Enes b. Malik radyallahu anh gibi cennet bahçeleri açacaklar, ne yazık, yerde Enes Batur çalılığı olarak kalıyorlar. Sahte kahramanlar ümmetten geleceğin harbi kahramanlarını çalıyorlar. İçtihad Risalesi'nde Bediüzzaman'ın da dikkat çektiği birşeydir. Yani bu zamanın Süfyan ibni Uyeyne'lerini yüz seneye muhtaç eden arızadır:

"Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir."

Bilmem bana hakverir misin arkadaşım. "Namaz dinin direğidir!" hadis-i şerifinin bu makamda da bize söyleyeceği şeyler olduğunu düşünürüm. Yani onda ahirzamandaki bozulmayı açıklayan bir yan/yön görürüm. Hatta mürşidimin Birinci Cihan Harbi musibetini "Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât..." diye açıklamasını da bununla bağlarım. "Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı mahbubun gaddârâne adâvetidir." Evet, eğer sen ilgini Allah'ın murad ettiği şeylerde tutmazsan, Allah da seni yanlış ilgiler üzerinden cezalandırır. Bu kelamî şeriata uygunsuz hareketinin kevnî şeriatça tokatlanmasıdır. Zira Allah'ın bütün şeriatları birbiriyle uyumludur.

Namaz neden dinin direğidir? Belki de bu sorunun cevabı şudur: Namaz kulun Rabbiyle kurduğu en dinamik ilişkidir. Günde beş vakit tekrarlanan, yani İslamî manaların kalpte diri tutulmasını garanti eden, ikinci bir ibadet yoktur. Oruç yılda bir aydır. Zekat yılda bir seferdir. Elbette insan bu türden ibadetlerin sayısını arttırabilir. Lakin namazın zorunlu-garanti ilgisi onlarda yoktur. Namaz, Allah'ın size bağışladığı zamanın 24'te 1'ini, tekrar Ona vermektir. Onun rızası için sarfetmektir. Ancak güne serpiştirilmiş haliyle aslında 24'te 24'ü de etkisi altında bırakır. Bu nedenle "Namaz dinin direğidir!" hadisiyle başlayan 4. Söz şu cümlelerle biter: "Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibkà eder."

Yıkımları takip ettiyseniz, ki İstanbul'un her yerinde görmek mümkün, dikkatinizi çekmiştir: Anasütunlar en sona bırakılır. (Çünkü onlar yıkıldığında bina çöker.) Önce başka bölgeler darbelenir. Tekrar kullanılacak şeyler varsa sökülür. Duvarlar dökülür vs. En nihayet iş son darbeyi vurmaya bakar. O darbe de en çok ayakta tutana vurulacaktır. Yani anasütuna/sütunlara. İşte müslüman için namaz da böyle bir anasütundur. Hatta beş sütundur. Direktir. Ayakta tutucudur. En dinamik-devamlı süreçtir. Onu çatlattığınız zaman, aksattığınız zaman, ihmal ettiğiniz zaman yıkım mukadder olur. En azından tehlike başlar. Diğer yerleri onarmanın da pek anlamı kalmaz. Maneviyatı hayatta tutan namazdır çünkü. Onun bağıdır. Hatırlattığıdır. Terapisidir. Çağrısıdır. Ama eğer namazınızı kılarsanız, yani ki anasütunları korursanız, bir güçlendirmeyle depremi atlatabilirsiniz. Tadilatınız-tamiratınız boşa gitmez. 'Mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır' sırrını buradan da kavrayabilirsiniz.

Peki bu mevzunun ahirzamanla ne ilgisi var? Onu da şöyle tefekkür ediyorum arkadaşım: Yukarıda zikrettiğim 'hayret-merak-ilgi-irade-gayret' ilişkisinin, yani "Hayreti yöneten gayreti de yönetir!" meselesinin, öncesinde anmadığımız bir 'gizli nesne' daha var. Hayretin yönetimi de biraz ona bakıyor gibi duruyor. Nedir? Zamandır. "Zamanı yöneten de hayreti yönetir." Yani ancak zamanının yönetimini kaybedenler hayretlerinin de yönetimini kaybederler. Bunu da bir parça açmaya çalışalım: Bugünün popüler sahte kahramanlarından birisini sıkıca takip ettiğinizi düşünelim. (Çünkü böyle yapmanız size medya tarafından pompalanıyor.) Bu hayreti ona ne karşılığı duyarsınız? Daha doğrusu: Neyinizden verirseniz bunun karşılığının-anlamının 'hayret' olduğunu düşünülebilir?

Bence bu sorunun cevabı 'zaman'dır. Eğer takibi teşvik edilen kişiye zamanınızdan feda ederseniz bu kişiye hayransınız denilebilir. Yok, onunla ilgili şeylere zaman ayırmıyorsanız, vaktinizin merkezinde böylesine tahsil edilmiş bir aralık yoksa, muhabbetinize inanılmaz. Zaten bu 'zaman ayırmama'nın tezahüratı da bilgisizlik/ilgisizlik olarak tebarüz etmeye başlar. Yani insanlar konu kişi hakkındaki bilgisizliğinizden/ilgisizliğinizden 'zaman ayırmadığınızı' keşfederler. Dünyanızda olmadığını anlarlar. Demek hepsinin özü zamana bakıyor. Üzerimizde oynanan her oyun zamanla kurgulanıyor. Zaman ayırmaya devam ettiğimiz şeyler hayatımızda kalıyor. Ayırmadığımızsa yavaş yavaş ölüyor.

Namaz burada nereye düşüyor? En doğrusunu Allah bilir elbette. Ama bence namaz 'zaman yönetiminde istikametimizi yitirmemizi' engelliyor. Nasıl oruç irade yönetimi sağlıyor. Namaz da zaman yönetimine alıştırıyor. Aslında her ibadette böyle bir eğitim var. Bediüzzaman'ın onlara asıl muhtaç olanın biz olduğumuza dikkat çekmesi bu yönüyle de düşünülebilir. Evet. Bize ibadet emrediliyor. Çünkü herbirinden almamız gereken bir eğitim var. Bir şifa var. Onları hakkıyla alamazsak ahirzaman girdaplarına kapılmamız mümkün. Namaz kılanları tenzih etmem, ama bir istatistik çalışması yapılsa, kılmayanlara oranla zamanlarını yönetmek hususunda hassasiyet kazandıklarının görüleceğini iddia ederim. Çünkü bütün bir ömrü böyle bir talimle yaşamak tesirsiz olamaz. İşte bir hadis-i şerifi anlamak için yazılmış şu satırların ahiri bir ayet-i celileye dayandı. Elhamdülillah. Ankebût sûresindeki 'namazın kötülüklerden alıkoyacağı' haberini de bu pencereden okuyabilirsin arkadaşım. Onu da 'zaman-hayret-merak-ilgi-irade-gayret' ekseninde düşünebilirsin. Görebilirsin. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi hidayetinden ayırmasın. Âmin.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...