Showing posts with label Bediüzzaman. Show all posts
Showing posts with label Bediüzzaman. Show all posts

Tuesday, October 5, 2021

Kristal ışığı bitirebilir miymiş hiç?

"Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp göstermek istemesi sırrınca, o sultan dahi istedi ki: Bir meşher açsın. Enzâr-ı nâsta saltanatının haşmetini, servetinin şâşaasını, san'atının harikalarını, mârifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta kendi cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşahede etsin: Biri, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla baksın. Diğeri, başkaların nazarlarıyla baksın." Nur'un İlk Kapısı'ndan.

Bizden birisi söylese itibarı olmaz. Zira müslümanın kanı acıdır. Ama Michio Kaku Einstein'dan Ötesi'nde diyor ki: "Bilim insanlarının küçük bir azınlığı, aralarında Nobel ödülü sahibi Eugene Wigner da vardır, ölçümün bir tür bilinç ima ettiği görüşünü savunmaktaydı. Onlara göre ölçümü yalnızca bilinçli bir kişi veya varlık yapabilirdi. Dolayısıyla, maddenin tümünün varlığı (kuantum mekaniği uyarınca) ölçmeye, evrenin varlığı da bilince dayalıdır. Bunun insan bilinci olması şart değildir. Evrenin başka herhangi bir yerindeki akıllı yaşam ve hatta bazılarının öne sürdüğü gibi tanrı da olabilir." Maşaallah diyelim o vakit biz de bu nasipli azınlığa. Zira, yolu uzatmak kabilinden de olsa, Allah'ın Vacibü'l-Vücudluğuna yaklaşmışlar. 'Olmazsa olmazlığını' kenarından-köşesinden kavramışlar. Kuantum fiziğinin varlık için şart koştuğu ölçen-ölçülen, gözlemci-gözlenen bağından ta buralara kadar varmışlar. Yahut Bediüzzaman gibi söyleyelim arkadaşım: "Âferin maarifin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i merdânesine..." 

Buradan şuraya geçeceğim: Geçenlerde halasının kristali sayesinde yeğenime bir ışık gösterisi yaptık. Pencerenin önüne tutup bütün odayı renkli parıltılarla kapladık. Onları izlerken ben de şunu farkettim: Parıltılardan bazıları, tıpkı bir güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, yörünge çiziyor. Kristalin hareketiyle başka bir parıltıyı tavaf ediyor. Elbette bunun yaşadığımız dört boyutlu âlemde bir açıklaması var. Nasıl? Şöyle: Herbir yansımanın kristalin bir bölümüyle ilgisi var. Yani oranın cilvesi. Ve o bölgelerin de birbirleriyle geometrik ilişkisi mevcut. Bu matematiksel ilişki duvardaki yansımalarda bir yörünge görünümünü netice veriyor. 

Kristaldeki düzen duvara mesafeye göre genişleyen bir düzeyde yansıyor. Tamam. Ama ya uzay dediğimiz şey de böyleyse? Ya bizim "Taş gibi madde canım!" dediğimiz şeyler daha üst/çok boyutlu âlemlerden bu boyuta düşen yansımalarsa? Biz kendi gerçekliğimizde bu tecrübeyi madde olarak yaşıyoruz. Lakin eğer bir görüntü olsaydık, yani iki boyutlu olsaydık, o zaman duvardaki yansımalar da bize gerçek olacaktı. Belki bildiğimiz tek madde de o olacaktı. 

Vahdetü'l-Vücud'a falan gitmeyeceğim. Hiç korkmanıza gerek yok. Varmak istediğim yer başka. Kitapta "Daha Çok Boyutlu Bir Uzaya Yolculuk" başlıklı bölümde bu soruya da cevap oluşturabilecek izahlar var: "Eğer daha fazla boyutlu bir varlıkla karşılaşsaydık, önce etrafımızda endişe verici bir şekilde dolaşan, giderek yaklaşan, etten yapılmış üç küre görebilirdik. Etten küreler bizi yakalayıp daha çok boyutlu uzaya fırlattığında üst evrenin yalnızca üç boyutlu kesitlerini görürdük. Nesnelerin ortaya çıktığını, renk değiştirdiğini, ölçülerinin büyüyüp küçüldüğünü ve sonra birdenbire ortadan kaybolduğunu görürdük. Bu nesnelerin aslında daha fazla boyutlu bir nesnenin parçası olduklarını anlayabiliyor olmamıza karşın, tümünü veya daha fazla boyutlu bir uzayda yaşamın nasıl olacağını gözümüzde canlandırma imkanı bulamazdık." 


Yani az boyutlular çok boyutluların algı düzeyine çıkamıyor. En azından günümüz fiziği böyle bir sınırdan bahsediyor. Yıldızlararası/Interstellar filmini izleyenler de orada 'daha üst boyutlu canlılar' hakkında bir diyaloğu anımsayacaklar. (Galiba karadelikten geçerken böyle varlıklar konuşuyorlardı.) Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim: "Gelecek onlar için bir dağa çıkmak gibi olabilir..." diyorlardı. Veya "Geçmişe gitmek bir vadiye inmek gibi gelebilir." Yani bizim boyutumuzda imkansız görünen bu işler, zamanda ileri-geri hareketleri, onlar için basit bir mümkünlükte olabilir. Tabii yalnızca 'olabilir.' Çünkü aklımız bir miktar o taraflara doğru uzansa da vücudumuzun başka yerlerinde bu kapasite yok. Bir saniye. Düzeltme: Bize yokmuş gibi geliyor da olabilir. Zira Miraç mucizesi inananlar için bambaşka şeyler fısıldıyor.

Miracı andık. 25. Söz'ün 2. Şule'sinin 9. Nükte-i Belagat'ında arkadaşı kılınan diğer bir meseleyi de anmadan geçmeyelim. Okuyanlar hatırlamıştır belki. Fâtır sûresinde geçen, melek kardeşlerimizin 'ikişer, üçer, dörder kanatlı olması' meselesi. Mürşidim orada diyor ki: "Hem melâikeler sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret (ikişer, üçer, dörder) kelimeleriyle tafsil verir." Eğer yanlış anlamıyorsam Bediüzzaman Hazretleri burada 'kanat' mevzuunu 'boyut'a yakın tefsir ediyor. Tıpkı bizim çok yönlü âlimleri anlatırken kullandığımız 'zülcenaheyn' ifadesinde olduğu gibi. (Ki mezkûr kavramın bir manası da 'iki kanatlı'dır.) "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşursak arkadaşım: Buradan anlaşılabileceklerin bir katmanını da 'meleklerin daha aşkın boyutlarda yaşadıkları' oluşturmaktadır belki. Yani 'bize göre çok boyutlu canlılar' olduklarıdır. İstedikleri vakit az boyutlu âleme girip-çıkabilirler. Lakin bizim onların çıktıkları boyuta çıkmamız zordur. Mümtaz fertlerimiz ancak bu ihsana kavuşur.

Tefekkür tefekkürü açıyor. Kendimi tutamıyorum. "Şeytanların semadan kulak hırsızlığı yaparken cezalandırılmasını da acaba bir çeşit fizikle anlayabilir miyiz?" diye düşünüyorum. Belki de bu boyutta algılayamadığımız varlıklarıyla onlar uzayda bir tür 'kütle çekim kuvveti' oluşturuyorlar. Yakın semanın dengesini bozuyorlar. Melek kardeşler de, yine çıkamadığımız o fizik düzeyinde, bedenlerini kovalayacak meteorları atıyorlar. (Çünkü göktaşları da diğer herşey gibi müekkel meleklerinin gözetiminde.) Yani bu harp bizden aşkın boyutlarda sürse de gözlerimiz görmüyor. Görünen meteor düşmesi. Yahut yine mürşidimin ifadesiyle: 

"Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur."

Arkadaşım, affına sığınıyorum, mevzuyu çok dallandırdım. Aslında ben sana başka birşeyi anlatacaktım. "Lokman sûresinin 27. ayetinde kısacık bir mealiyle buyrulan 'Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha katılsa, yine de Allah'ın sözleri yazmakla tükenmezdi. Muhakkak ki Allah'ın kudreti herşeye üstündür, her işi de hikmet iledir!' sırrına buradan bakabilir miyiz?" diye soracaktım. "Ne hikmetle?" dersen açayım: Eğer anlamın 1, görüntünün 2, maddenin 3, zamanın da 4 boyutlu âlemlerde teşekkül ettiğini düşünürsek; düşünsene; biz daha 3 boyutluyla 4'ü, 2 boyutluyla 3'ü, 1 boyutluyla da 2'yi bitiremiyoruz; nasıl olup da Allah'ın boyutlar ötesi kelamını bitireceğiz?


Yani tek bir resmin (görüntü) üzerine cümle (anlam) olarak kimbilir kaç şey söylüyoruz? Bütün yazarlar, şairler, sanatçılar vs. aynı görüntü hakkında konuşuyorlar da bitiremiyorlar. Hep söylenecek yeni şeyler kalıyor. Sonra gelenler önce gelenlere ek yapıyor. Yine de bitmiyor. Bitirilemiyor. Hem bir nesnenin (madde) kaç kişi fotoğrafını (görüntü) çekiyor. Kaç göz görüyor. Kaç açıdan görüyor. Kaç yakınlıkta görüyor. Fakat yine de o nesnede görülebileceklerin sonu gelmiyor. Yine bir süreçle (zaman) tanıştığında varlık (madde) kaç oluş yaşıyor. Kaç şekil değiştiriyor. Kaç kez eski-yeni sahibi oluyor. Fakat yine de zaman ipinde asılı varlıkları/oluşları tüketemiyor. Yani ki: Daha az boyutta olan daha çok boyutta olanı kuşatamıyor. Bitiremiyor. Dilegetiremiyor. Yukarıdaki ayet-i celile ile belki bize böylesi büyük bir hakikatin ucu da kaldırılıyor, gösteriliyor, işaret ediliyor: Daha az boyutluların boyutlardan münezzeh/aşkın bir Allah'ın kelamını yazıp bitirebilmesi nasıl mümkün olabilir? Denizler nasıl yetebilir? Ağaçlar nasıl kaldırabilir? O sonsuzluğu bu sınırlılıkların taşıması mümkün müdür? Elbette değildir. 

İşte yeğenime yaptığımız kristal gösterisinden içime yansıyanlar da bunlar oldu. Tek nesneden yansıyanlar bütün duvarı sardı. Bir çiçeğe bin şiir yazıldı. Bir güzellik bin şekilde göründü. Her üst boyutun nazırı alt boyuttaki tecellilerin şahitliğini yaptı. Onların fotoğrafı da şunun gözleriyle çekildi. Varlığın o katmanı da şu gözlerde resmoldu. Belki varoldu. Belki 'Başkalarının nazarıyla baksın'a da bu hikmet biçildi. Hatta belki aslında nur-u Muhammedî aleyhissalatuvesselamın çok çok çok boyutlu hakikatinden yansıyanlar bütün evreni kapsıyor. Bütün evreni oluşturuyor. Yalnız onları görmek işi de bizde. Bizim gibi nazırlarda. Herkesin görüşü boyutu çapında. Bir kısmını yalnızca melekler görüyor. Bir kısmını biz de görüyoruz. Çünkü boyutumuzda bu kadarcığı görünüyor. Ama bu kadarcığı görünmekle de bir fotoğraf elde ediliyor. Bir varlık katmanı ölçümleniyor. En nihayet: "En doğrusunu Allah bilir!" derim arkadaşım. Sen de arkadaşına bu sınırlar içinde itimat et. Allah bizi istikametten ayırmasın.

Tuesday, September 14, 2021

İhsan Şenocak Hoca "Selçuk Bayraktar Filenin Sultanlarını döver!" mi dedi?

Johan Huizinga Homo Ludens (Oyuncu İnsan) isimli eserinde der ki: "Kültür oyun biçiminde doğar." Ve ekler: "Toplum oyunlar aracılığıyla hayatı/dünyayı nasıl yorumladığını ifade eder." Eserin başka bir yerindeyse şu haklı tesbitini okuruz: "Oyunbozan hilebazla aynı şey değildir. Çünkü hilebaz oynuyormuş gibi davranır. Görünüşte hâlâ oyunun büyülü çemberini kabul ediyormuş gibidir. Toplumun hilebaza oyunbozandan daha hoşgörülü davranması ilginçtir. Bunun sebebi oyunbozanın 'oyun dünyasının kendisini' yıkıp dağıtmasıdır. Oyunbozan önceden başkalarıyla birlikte geçici süreliğine içine kapandığı oyun dünyasının keyfiliğini ve kırılganlığını açığa vurur. Oyunu yarattığı 'yanılsamadan (illusion)' sıyırır. Anlam dolu bir kelime olan 'illusion' sözlük manasıyla 'oyunda kalmak' demektir. Öyleyse o hemen oyundan atılmalıdır."

Bu eşikte Bediüzzaman'ın da bir tür 'oyunbozan' olduğunu düşürüm. Ne açıdan? Elbette tek dünyalı (m)edeniyet açısından. Evet. O, giyiminden tutun söylemine kadar, kurgulanmak istenen oyuna "Sen gerçek değilsin!" diye haykırmaktır. Batı kaselisi rejimin ona karşı uyguladığı tecridi de bir tür 'oyun dışında bırakma gayreti' olarak ele alırım. En azından 'denemesi.' 23. Söz'ün 2. Mebhas'ının 2. Nükte'sinde "Hakikî terakki ise insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur..." diyen mürşidim metnin biraz ilerisinde de 'uyandırıcı' bir temsil arzeder:

"Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki: O sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş, hep nazik vazifeler muattal kalmış, ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır. 

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rastgeldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini-tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar-çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san'atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim. Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum. Dediler: O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri namuslu Müslüman büyüklerinindir."

Tam da Huizinga'nın 'oyun bozmak' şeklinde tarif ettiği şeydir yaptığı. "Kral çıplak!" diye haykırmanın ifadesidir: "İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O saraylar, herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin." Bediüzzaman seküler canlılığı hakiki hayat saymamaktadır.


Bakışımızı biraz daha kaldırınca yine farkına varırız ki: Hocaların, dinî sembollerin, İslamî tezahürlerin tek dünyacı cenahta oluşturduğu alerjinin ardında da bu vardır. Yani: Oyun bozulmaktadır. Kur'anî ifadesiyle 'asıl hayata sahip olan ahiret' hatırlanmaktadır. Yine kıymetli bir alıntının yeri geldi. Roman Diliyle İktisat'ında Mustafa Özel Hoca Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Eh, evet, Goethe'nin çan sesleri üzerinden anlattığı metafiziği biz coğrafyamızda ezan sesinden işitebiliriz. Bazılarının 'çav bella' özlemini buradan anlayabiliriz.

Dahası: İhsan Şenocak Hoca'nın 'Filenin Sultanları' hakkındaki sözlerinin neden tukaka edildiğini de buradan okuyabiliriz. Çünkü o 'Filenin Sultanları'na 'Nafilenin Sultanları' demek cür'etinde bulundu. Yani oyun bozdu. "Kral çıplak!" diye haykırdı. (Umarım 'çıplak' kelimesi başımı yakmaz.) Benim şu yazıda çevirdiğim dolapları çevirmedi. Doğrudan söyledi. Yani "Bunun İslamca bir itibarı yok!" demeye getirdi. "Üzerindeki alkışa, ilgiye, övgüye, cikciğe, sanjana, havaifişeklere, medya pohpohuna kanmayın! Bu oyundur. Ve böylesi oyunların hakikatte bir değeri yoktur." Bunlar benim cümlelerim elbette. Kendisinin twitter'daki bir ifadesi ise şudur: "Kur'an beğeniye göre tebliğ edilirse, tefeci rahatsız olmasın diye faiz, zalimin keyfi kaçmasın diye adalet, hırsızın morali bozulmasın diye had, flört yapanlar üzülmesin diye mahremiyet ayetlerini okuyamazsınız. Kur'an reçetedir. Reçete beğeniye göre değil hastalığa göre yazılır." 

Amenna. Ve fakat seküler düzenin devam ettiricileri buna epeyce içerlediler. Hocayı sosyalmedyada-medyada iyice bir linç ettiler. En azından denediler. Ne yazık ki Tek Parti Dönemi'ni kaçırmışlardı. Bediüzzaman'a ettiklerini ona da yapamazlardı. Fakat nihayetinde gözden düşürmek de bir tür tecrid sayılır. Hem hiçbirşey yapamamaktan da yeğdir. Şenocak Hoca'ya da bunu elverdiğince eylediler.

Tartışmayı izlerken dikkatimi çeken başka şeyler de oldu. Nedir? Mesela: Konu 'erkek futbol takımları' olsa pek de eleştirilere ses etmeyecek aydın zümreler de celallendiler bu çıkışa. Entelektüel bir konu kıldılar onu. Buna bir miktar şaşırdım. Şaşkınlığım geçince şöyle bir kanaate vardım: Bu zamanda konu 'kadınlar' oldu mu her işin rengi değişiyor arkadaşım. Çorbanın içine bir parça feminizm, bir tutam liberalizm, hatta bir demet LGBT karışıyor. Öyle ya: Hayreti yöneten ilgiyi de yönetir. İlgiyi yöneten iradeyi de yönetir. İradeyi yöneten gayreti de yönetir.

Evet. Aynen. Neye hayret ediyorsak ilgimiz/merakımız peşinden gidiyor. Neyi merak ediyorsak irademiz; aklımızın, duygularımızın, latifelerimizin tüm gücünü, gayretini, imkanlarını alıp oraya temerküz ettiriyor. Popülarite manipülasyon yaratıyor. Sanrı bir itibar alanı oluşturuyor. Ahirzamanda Deccal'in sahip olacağı söylenen 'cennet görünümlü cehennem' ve 'cehennem görünümlü cennet'ler buradan bir parça anlaşılıyor. Sözgelimi: Yeşerseler Enes b. Malik açacaklar yerde Enes Batur kalıyorlar. Sahte kahramanlar ümmetten geleceğin harbi kahramanlarını çalıyorlar. Hani hep söylenir ya: İngilizler sömürgelerine top oyunlarını onların dikkatlerini bu türden sunî/kurgu gerilimlere çekmek, gayretlerini buraya yoğunlaştırmak, sömürülmek gibi, özgürlük gibi, direniş gibi konulardan uzaklaştırmak için öğretirlermiş. Tabir-i caizse: Oyunlarla gerçek hayattan koparmaya çalışırlarmış. Galiba 'Filenin Sultanları' da bacılarımız için böyle bir işe yarıyor. Yahut da yarıyordu. Veyahut da yarayacaktı. Ancak bir hoca çıktı. Oyunbozanlık yaptı. "O iş öyle değil!" dedi. Sultanları parlatmak, kızlara 'ideal' olarak göstermek, yeşeren istidatlarını meşin yuvarlağın arkasına yoğunlaştırmak yönündeki çabalara çomak soktu. O kadar masrafı, çalışmayı, lanseyi hiç etti. Cık, cık, cık. Olmadı bu iş hocam.

Geçenlerde ben de konuyla ilgili bir paylaşım yaptım. Dedim: "Selçuk Bayraktar'ın başardığı şeyler bana yüz file sultanlığından daha harbi geliyor. İçi hava dolu bir meşin yuvarlağı, değil karşı sahaya, aya fırlatsanız ne hakikati var? Fakat bu adamın yaptıkları, eğer engellenmezse, İslam coğrafyasının tamamını etkileyecek bir irade kazandıracak." 


Sonra korktum bana da bir linç gelir. Aman, yok, kimse beni kâle almadı efendim. Sonra düşündüm: Aslında İhsan Şenocak Hoca'nın parmağı da aynı yönü göstermiyor mu? Daha doğrusu: İslam'ın parmağı bu yönde değil mi? İnsan sahici, faydalı, hikmetli, işe yarar birşeyler ürettiğinde İslam bunlardan hangisiyle savaşıyor? Hangisine 'Olmaz!' diyor? 'Olmaz'ı bırak hatta destekliyor. Teşvik ediyor. Sırtını sıvazlıyor. 'Olmaz!' dediği neyi kurcalasanız peşinde bir zarar var. Abeslik var. İsraf var. Selçuk Bey ekibiyle birlikte cihadda omzumuzu güçlendirecek birşey yapıyor. Geliştirdiği teknoloji müslüman coğrafyasında yeni bir direniş noktası oluşturuyor. Bu ekibin yaptığına kadın-erkek ayırmadan gıpta edilmez mi? Ekibindeki ablalar-abiler hep birden alkışlanmaz mı? Peki Filenin Sultanları ne üretiyor? Popçular ne üretiyor? Tik-Tokçular ne üretiyor? Youtuberlar ne üretiyor? CHP'nin heykel mühendisleri ne üretiyor? (M)edeniyetin her ıslığına koşmak zorunda mıyız? Peşine düşmek mecburiyetinde miyiz? Halimize bakıp, imanımıza bakıp, ahlakımıza bakıp bir 'seçmece' yapamaz mıyız? Eurovizyona kaç yıldır katılmıyoruz mesela. Katılmamakla kim/ne kaybediyor? Hiç. Bilakis epeyce saçmalıktan kurtulduk bence. 

Sorular çoğaltılabilir ama hepsinin gösterdiği şudur sanki arkadaşım: Popülarite bir aygıt. Bir manipülasyon aygıtı. Yönetim aygıtı. İçtihad Risalesi'nde söylendiği şekliyle bu zamanın Süfyan ibni Uyeyne'lerini yüz seneye muhtaç eden arızadır şu: "Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir..." denmesinin sebebidir. Evet. Birileri hayretimizi popüler/rağbetli kıldıkları şeylerle yönetmek istiyorlar. Çünkü onlarla uğraşırsak zararımız dokunmayacak. (Aslan yün yumağını kovalarken domuzlara zararsızdır.) Gayretimiz hava-cıva mevzulara harcanacak. Huizinga'nın altını çizdiği şekliyle bu oyun biçiminden küresel güçler için zararsız bir kültür/kültürler doğacak. Fakat bu çocuklar ilimle, teknolojiyle, silahla oynadılar mı o kadar rahat vermezler. İyisi mi Filenin Sultanı olsunlar. Füzelerin Sultanı falan olmasınlar. Tamam?

Tamamsa İhsan Şenocak Hoca'yı linç etmeye devam edebiliriz.

Tuesday, September 7, 2021

Haşre iman etmezsek geçmez ki bu yarımlık!

Geçtiğimiz günlerde Noel Carroll’un Sanat Felsefesi’ni okudum Ütopya Yayınları’ndan. "Sanat nedir?" veya "Neye sanat denilir?" gibi soruların 'çözümsel felsefe' ile ele alındığı metin boyunca birçok sanat yaklaşımı masaya yatırılıyordu. Neyse. Uzatmayayım. Yaklaşımlardan ikisi hususen dikkatimi çekti. Bunlardan birisi 'biçimsel yaklaşım' idi. Kuramcısı olan Clive Bell'e göre özü şuydu bu yaklaşımın: "Bir resmin sanat olup olmadığını belirleyen şey onun bir önemli (belirgin) biçime sahip olmasıdır. Yani bir resim ancak ve ancak çarpıcı bir tasarımı varsa sanattır." Fakat sonraları ortaya çıkan 'yeni biçimci yaklaşım' sırf tasarımı sanatın tarifine yeterli görmüyordu. Eserin bir de 'içeriği' olmalıydı. Yine yerinden alıntılarsam: "(...) O halde bir sanat eserinin içeriği anlamıdır. Ne hakkında olduğudur. Biçim de anlamın sunum şeklidir. (...) Sanatçı özünde sunum biçimleri ve anlamları eşleştirmek, biçimi içerikle birleştirmek, konusunda uzmandır. (...) Anlamı olmayan bir çalışmanın biçimi de olamaz."

Eh, serde nurculuk var, herşey bizi Risale-i Nur'a götürüyor. Bu mevzu da beni 12. Söz'e götürdü. Okuyanlar bilirler. "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bu metin benzer bir hakikatten bahseder:

"Bir zaman hem dindar hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki: Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.'"

Hikaye böyle başlar. Peki devamında neler olur? Atlamalar yaparak takip etmeyi sürdürelim:

"Feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı."

"Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Özet geçeyim: Her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim filozofun manayı ıskalamasından kızdı. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir."

Daha çabuk sonuca varmak isteyenler içinse anamesaj şu satırlarda saklıdır sanki:

"Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..."

Evet. Anladınız. Mürşidim hikmet-i fenniyeyi (yani günümüz seküler bilimlerini) biçime saplanıp kalmakla itham ediyor. Onları, içeriğe değer vermemekle, hatta düpedüz anlamamakla, suçluyor. Kainata bakışları yüzeysel olduğu için de ürettikleri malumat manaya dair birşey söylemiyor. "Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır." Hikmet-i Kur'aniye ise okumalarında bir 'içerik' derinliğine sahip. Tasarımı inkâr etmemekle birlikte aslolanın 'anlam' olduğunun farkında. Bu yüzden okumasında isabet ediyor: "(...) nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Varlıktaki sanatın içeriği nedir peki? Onu da yine mürşidimin şu cümlelerinde özetlenmiş buluyoruz:

"Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esma-i İlâhiyeye istinad eder. Hatta muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir. Hatta birtek zîhayat şeyde yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir."

Kendimizi felsefenin dar kalıplarına sıkıştırmayalım arkadaşım. Fakat şu kadarcık dersimizi de alalım: Müslümanlar da 'yalnızca biçimi var diye' birşeyin sanat eseri olduğuna inanmazlar. Ya? Biçimle birlikte manidar bir içeriğinde bulunması gerekir. Hatta içeriğin anlamı çoğu zaman biçimin de önüne geçer. Bu nedenle İslam 'kalıp' değil 'gönül' dinidir. ‘Bedene’ değil ‘ruha’ bakar. 'Ne adına' olduğu 'ne olduğunun' önündedir. Yahut hadiste buyrulduğu gibi: "Ameller niyetlere göredir." Bu dinin değer atıflarının neredeyse tamamı maneviyatadır. Mesela: Takvaya, dürüstlüğe, ahlaka, cömertliğe, merhamete vs. Bunların üzerine varoluşunu bina eder.

Ahirzamanın Deccalî anlayışınınsa bir gözü kördür. Yani tek gözlüdür. O yüzden değer atıfları genelde 'tasarıma' yaslanır. Güçlü, güzel, zengin, başarılı, enerjik vs. kimlikler kaymağa yükselirler. Lakin buradan tasarımın da büsbütün önemsizleştirildiğini çıkarmayalım. Allah Hakîm'dir. Her işinde hikmetlidir. Dolayısıyla varoluşta hiçbirşey sanatsız değildir. Ancak asıl derinliğin 'mülk' değil 'melekût' kısmında olduğunu kavramak gerekir. Melekûtu kavranmayan şeyin vücudu da yarım müşahede edildiğinden manası eksik anlaşılır. Yahut hiç anlaşılmaz.

'Yarım kalmak' dedim. Aklıma Haşir Risalesi okumalarım geldi. Evet. Bu sıralar eseri tekrar tefekkür ederken farkediyorum ki: Bediüzzaman Hazretleri haşrin 'olmazsa olmazlığını' kainatın yarımlığına bina ediyor. Daha doğrusu 'biçim-içerik uyumsuzluğunu' haşrin gerekliliğine delil kılıyor. Nasıl? 10. Hakikat üzerinden örneklersem mesela diyor ki:

"Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?"

Sorularla açmaya çalışalım: 1) Kainatın 'biçimi' nasıl? el-Cevap: Bekasız, devamsız, sebatsız. 2) Peki kainatın 'içeriği' nasıl? el-Cevap: Bâhir, zahir, kahir, vâsi... Yani eserin içeriğine indiğinizde sonsuzluk işaretleri okuduğunuz halde biçimine döndüğünüzde muhataplığınız fanilikten haber veriyor. Eğer bu biçim yarımlığını içeriğe taşırsanız Allah'ı, hâşâ, birçok eksiklikle suçlamak zorunda kalacaksınız. Halbuki bu eksikliklere sahip olsa, hâşâ, kainatı bu intizamla yaratamayacak. Hatta hiçbir yokluğu varlığa çıkaramayacak. Zira yokluğun varlığa çıkması da ancak burada bahsedilen sonsuz hikmet, inayet, adalet ve merhametle mümkün. Tek bir atomun varlığı bile karşısında bir sonsuzluk istiyor.

Öyleyse, Allah içerikte kemal sıfatlara sahip olduğunun birçok delilini arzetmişken, biçimde neden aksini de gösterir(!) tezahürler yaratmaktadır? Sözgelimi: Zalim zulmünün cezasını görmeden ölmektedir. Mazlum hakkını almadan dünyadan ayrılmaktadır. Halbuki fizik, kimya, biyoloji vs. düzeyine indiğinizde biçimde de en ince hakların/adaletin gözetildiği bir düzen işlemektedir. Peki bu kafa karıştıran çelişki(!) kainata neden bırakılmıştır?

Arkadaşlar, Bediüzzaman'ın bu soruya cevabı gayet basittir, mâkuldür. Aklın gideceği tek yoldur. O da şudur: Tasarım eksik değildir. Müşahedemiz yarımdır. Melekûta dair çıkarımlarımız doğru. Fakat mülkte gördüğümüz kısım noksandır. Bunu şöyle bir temsille fehminize yaklaştırmak istiyorum: Çok iyi bir yazarın yeni romanının üçte birlik bölümünün elinize geçtiğini düşünün. Okuduğunuz kadarından sağlam bir müellifle muhatap olduğunuzu anlıyorsunuz. Cümleler kallavî, ifadeler yerinde, akış muhteşem. Fakat? Fakat roman ansızın kesiliyor. Olayların bazıları doğru yerlere bağlanmadan kalıyor. O zaman ne düşünürsünüz? A) Kitabın önceki kısmında yaptığımız çıkarımların aksine bu yazar aslında roman yazmaktan hiç anlamamaktadır. Hatta böyle bir yazar yoktur. Roman kendi kendine oluşmuştur. B) Elimizde romanın sadece bir kısmı vardır. Kitabın tamamını henüz görmemişizdir. Devamını da yaşadığımızda şahitliğimizdeki mülk eksiği tamamlanacaktır. Mülk-melekût, yani biçim-içerik, uyumu sağlanacaktır. Taşlar yerine oturacaktır. İşte, elhamdülillah, doğru tercih budur.

Yani bizim mülkte/biçimde eksiklik sandığımız şeyler aslında şahitliğimizin yarımlığından kaynaklanmaktadır. Manzaranın tamamını görecek kemale henüz erişmeyişimizdendir. Zamanı vardır. Mekanı vardır. İmtihan da buradadır. Bizim içim ‘gayb’ vardır. Gaybı olan eserin tamamını görmüyor demektir. (Gayba iman eden de "Eserin tamamını görmüyorum!" hakikatine ferasetle iman edendir.) Bu nedenle biçimle içerik arasındaki uyumu yakalayamaması normaldir. Evet. Onun sınandığı şey de belki budur: İçeriğe bakıp biçimin devamına iman etmek. Ve tek dünyalıların itikadını da bozan en çok budur: Biçimde kendi kısıtlılıklarınca gördükleri sorunları içeriğe de taşımak. Daha doğrusu: Kendi sınırlarını içeriğin de sınırları sanmak. Mahlukiyetten kaynaklanan eksiklerini hatta Allah tasavvurlarına kadar götürmek. Allah’ı insanlaştırmak. Kendi kayıtlarıyla onu da kayıtlı bellemek. Her neyse. Yazı giderek dallanıp budaklanıyor. Belki sizi de bıktırıyor. Bende de başka konulara girme isteği uyandırıyor. En iyisi burada bitireyim. Cenab-ı Hak el-Hâdî ismiyle bizi istikametimize hidayet eylesin. Âmin.

Monday, August 9, 2021

Neden 10'dan önce 9 var?

Bazen külliyattaki sıralamalar kafama takılıyor arkadaşım. Kendime soruyorum: "Neden o bunun öncesine-sonrasına konulmuş?" Mesela: "9. Söz neden 10. Söz'den önce?" Rakamlara aldanma. İş bu kadar basit değil. Mevzu başka. Hatta bambaşka. Duymuşsundur. 10. Söz, yani Haşir Risalesi, 9. Söz'den çok daha önce yazılmış. Üstelik birisi 'namazın beş vakte tahsisinin hikmetlerini' anlatırken diğeri 'öldükten sonra diriliş hakikatini' izah ediyor. Daha doğrusu isbat ediyor. Delillendiriyor. Aynen. Derdimi özetlersem: Zâhirî nazarla bakınca 9. Söz ile 10. Söz arasında pek irtibat kurulamıyor. Hangi münasebetle müellifin onları peşpeşe sıraladığı kavranamıyor. Ancak ism-i Hakîm'e mazhariyeti beyanıyla/telifiyle sabit bir mürşidin ayakizlerini takip ederken de gönül cevapsızlıkla yetinemiyor. Kanı kaynıyor. Kıpraşıyor. İlla arıyor. Araştırıyor. Dualanıyor. Evet. Doğru tahmin ettin. Aranmak, araştırmak, meraklanmak da duadır. Cevaplarsa o Rahman u Rahîm'in keremidir. İhsanıdır. Bağışıdır. Hatta say ki beklentinin kendisi de bir tür duadır. Yani, hangi şey için Rabbinden beklentiye girdin, dilsiz-sessiz bir dua ettin.

İşte, elhamdülillah, ben de şu duamla bugünlerde bir akçe kazanmış olabilirim arkadaşım. Neden olmasın? Dilencinin düşkünlüğüne değil Sultan'ın cömertliğine bakmalı böyle işlerde. Muhtacın hakareti Padişahın büyüklüğüne neyler? Hâşâ. Lütfettiği küçüldükçe keremi izzetlenir, azametlenir, büyüklenir Onun. Karıncanın sesini işitmek Süleymanlıktan eksiltir miymiş hiç? Aksine Şems'in şanıdır zerrecikten de karanlığı kovalamak. Akçem harcamakla da tükenmez üstelik. Çünkü hikmet akçesi. Bağışlandıkça çoğalır. Dağıtıldıkça artar. Ne mutlu bana. Ne mutlu avuçlarıma. Ne mutlu dilenciye. Fakat sen sevincime kanma da yazdıklarıma dikkatle kulak ver arkadaşım. Lütf-i Yezdan'a kavuşmuşluğun neşesinden avuçlarımı öpmekle meşgulüm. Belki de camı elmas sanıyorum. Herhalde acelemden karıştırdığım da olacak. Ben dağıtırsam sen merhametinle toparla. Müşteri nazarıyla incele. Fakat dostluğun hatırını da unutma. İnci bulursan alırsın. Helali hoş olsun. Yoksa kabahat benimdir. Denizlere küsme. Kabuğu kibarca geri yolla. Zamanından önce çıkarmam hazinesinden etti onu belli ki. Beklesem inci olacaktı. Beklememem ziyan etti. Yine de sen gavvassın. Gavvasın denize küsmesi caiz değildir.

Aman. Eyvah. Ve de tüh. Lafı ne kadar uzattım öyle. Hiç de uyarmıyorsun. Belli ki arkadaşına pek kıymıyorsun. O halde ben kendime kıyayım da hemen sadede koşayım. Hatta bir soru kardeş kolaylasın zorumuzu: "Haşir Risalesi'nin sertacı olan Rûm sûresinin 50. ayeti bizi hangi 'kanun'a uyandırıyor?" Kısa bir mealini alıntılarsam yanıtlarsın belki: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir." Evet. Doğru bildin. Bu ayet bizi 'haşrin kanuniyetine' uyandırıyor. Büyük resmin her parçasındaki nümunelerini görmeye özendiriyor. Ne demek bu? Açayım: Yani 'diriliş hakikati' sadece kıyametten sonra yaşanacak birşey değil. O aslında her an yaşanıyor. Her dairede tecelli ediyor. Tazelenen her aynada okunuyor. Her fanilik kendince/varlığınca bir haşrin döngüsünde. Bizim, yani insan türünün, haşri bu kanunun en ahirki parçası sadece. Bir nevi tamamlanması. Son halkanın bağlanması. Nasıl ki varlığın hikmeti insanın hilkatiyle, dünyaya gönderilişiyle, imtihanıyla tamamlanıyor; aynen öyle de; dirilişin kanuniyeti de en ahirki parçanın tekrar hayata dönmesiyle tamamlanıyor. Yaşanacak aslında bundan ibaret.

Bediüzzaman Hazretleri de eseri boyunca bize hep varlığın içindeki haşirleri gösteriyor. Elbette Furkan'ın irşadıyla oluyor bu göstermeler. Ağaçlar nasıl diriliyorsa sen de öyle dirileceksin. Tohumlar mazilerini nasıl sinelerinde saklıyorlarsa senin de sırrın saklanıyor. Özetle: Baharı iktiza eden rahmet yine iktiza ediyor ki: Varlığın kıymetlisi, misal-i musağğarı, halifesi, sanatlısı insan da kışında kalmasın. Tekrar varlığa çağrılsın. Rahmaniyetle muhatap olsun. Yine bahara imkan veren kudret mümkün kılıyor ki: Milyonlarca türü bir baharda, bir dünyada, bir toprakta, birkaç günde haşreden Kadîr-i Zülcelal, tek bir insan türünü de pekâlâ haşretsin. Hem de kolaylıkla haşretsin. Çünkü baharda yaşananlar Onun diriltme gücünün sonsuzluğuna bir şahit. Yani ki arkadaşım: Bunlar aynı kanunun parçaları. Yansımanı farklı renkleri. Tonları. Dolayısıyla olabilirliğinin/gerekliliğinin delilleri. Hem iktiza hem imkan var bu okumalarda.

Newton nasıl yerçekimini büyük resme taşıyarak kütle çekim yasasını buldu. Yani Galileo'nin dünya hakkındaki keşfini bütün uzaya yaydı. Yayıldığını gördü. Cenab-ı Hakkın irşadıyla insanoğlu da haşir kanununun bütün mekanlara/zamanlara yayıldığını keşfetti. Rum sûresinin 50. ayeti 'bahar' ile 'haşir' ilgisini kurarak bizim gözümüzü bu kanuniyete açtı. Bediüzzaman Hazretleri de bu dersi cümle tazelenmelere taşıdı. Hatta dedi: "Pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyamet, bir kıyamet-i kübrânın tahakkukunu ihsas ediyor, remzen haber veriyorlar." Devamında da ekledi: "Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah'ın dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünya, birbirine mukaddime olarak birbirinden haber veriyor, döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra subh-u kıyamet o destgâhtan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar."

Dur yahu. Hızlı gitme. Bu satırlar sana tanıdık gelmedi mi? Buna benzer birşey 9. Söz'de de geçiyordu: "Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar." Aaaa! Gördün mü bak. 10. Söz ile 9. Söz birbirine nasıl bir yerden bağlandı. Vay be arkadaşım! Maşaallah. Meğer gözümüz kanuniyet okumalarına 9. Söz'de alıştırılmaya başlanmış. Ne üzerinden? Namaz vakitleri üzerinden. Saatin milleri misalinden. 9. Söz bize namaz vakitlerini birer kanun olarak okumayı öğretmiş. Sonra da 10. Söz bunun üstüne Rum sûresinin tefsirini bina etmiş. Yani biz birbiriyle alakasız şeyler okumuyormuşuz. Ya? Usûlünde birbirine bakan yüzleri-yöntemleri olan iki metinle muhatapmışız. Hatta biraz daha cesaretle diyebilirim ki ben: 9. Söz'de nükteler boyunca yapılan pratiğin Haşir Risalesi'ne hazırlık olmak gibi bir misyonu da var. Olabilir. Zira bence Bediüzzaman hiçbir eserine numaralarını/yerlerini boşyere vermiyor.

Şimdi "Ne alaka?" diyebilirsin. Lakin dokunmadan edemeyeceğim. Fussilet sûresinin 47. ayeti gibi ayetlerde de böyle bir yan yok mu sence? Kısa bir mealini alıntılayayım: "Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi Ona havale edilir. Meyveler tomurcuklarından ancak Onun bilgisi altında çıkar. Dişi ancak Onun bilgisi altında hamile kalır ve doğurur. Allah onlara 'Nerede bana ortak koştuklarınız?' diye seslendiği gün şöyle derler: 'Sana arzederiz ki içimizden onları gören hiçbir kimse yok.'" Evet. Kıyamet bir yıkım olduğu kadar doğumdur da. Dünyanın yıkımıdır. Doğrudur. Fakat ahiretin de doğumudur. Ve her doğum sancılı olur. Cenab-ı Hak da bu yıkım-doğum ilgisini 'tomurcuk' ve 'doğum' tecellileriyle hatırlatır. Hem de kıyametten yüreğimize gelen sıkleti alır. Evet. Tomurcuğun sıkıntısı meyvelenmek içindir. Annenin sancısı doğurmak içindir. Varlığın kıyametle yaşayacağı sarsıntı da bu kanunun en büyük tecellisi sayılamaz mı? Yani kıyamet de, tıpkı haşir gibi, varlıkta işlemekte olan bir kanun olarak görülemez mi? Burada da 'saatin milleri' gibi bir ilgi yok mu?

Arkadaşım, birşeyi daha Allahu'l-a'lem kaydıyla diyeyim, avuçlarında tutuver. İşte bu eşikten bakınca ayetin ahirindeki soru-cevap faslı bana ayrıca hikmetli geliyor. Hak Teala dünyadaki tecellileri ile kıyametin uyumunu gösterdikten sonra müşriklere kendi itikadları-amelleri ile evrenin uyumsuzluğunu böyle gösteriyor: Kıyamet koptu. Vehmettiğiniz şirk kanununun tecellisini-tamamlanmasını görüyor musunuz? Hakikati olduğunu sanrıladığınız şeyin eseri, göstergesi, işareti varlıkta bulunuyor mu? Cevapları argümanlarının ne kadar kof olduğunu da ortaya koyuyor aslında: "Sana arzederiz ki içimizden onları gören hiçbir kimse yok." Şimdi mü'minin imanının bir farkını da buradan derket arkadaşım: Bizim iman ettiğimiz herşeyin bu dünyada nümuneleri var. Eserleri var. İzleri var. İşaretleri var. Yansımaları var. Çünkü onlar herşeyi yaratan Allah'ın tevhid bütünlüğündeki kanunlarının parçaları. Aynı Esmaü'l-Hüsna'nın delilleri. Elhamdülillah. Bu yüzden bizim imanımız burhan üzerine yükseliyor. Kâfirlerin dalaletleri ise vehimden ibaret kalıyor. Eh, evet, bu yazı da bitti. Avucumdaki akçe artık senin de avucunda. Ama bak. Benimki de hâlâ duruyor. Bu da sonsuzluğa bir delil sayılmaz mı arkadaşım?

Monday, July 12, 2021

Namaz nasıl 'dürüst' kılınır?

Elmalılı Hamdi Yazır merhumun Fâtır sûresinin 18. ayeti gibi daha birçok ayet sadedinde kullandığı bir ifade var arkadaşım. Mutlaka denk gelmişsindir. Kimileri 'Namazı hakkıyla kılarlar...' diyor. Kimileri 'Namazı erkânına uygun kılarlar...' diyor. Kimileriyse 'Dosdoğru kılarlar...' diye açıklıyor. Ama o şöyle demiş: 'Namazı dürüst kılarlar.' Ne var ki bunda deme sakın. Mübarek hocanın seçimi beni pek etkiliyor. 

Bunu bir pişmanlık gibi yazayım da belki Cenab-ı Hak şifasını verir arkadaşım. Nedir? Namazlardaki eksikliğimdir. Kılmayışım değildir. Onları 'kendimin' kılamayışımdır. Bununla ne demek istiyorum? Onu da açayım: Arkadaşım, inkâra gerek yok, ben sanki bu namazları başkası için kılıyorum. Öyle yalap şalap. Öyle sathî. Öyle hûşûsuz. İnsan derdi için böyle davranmaz. Davranamaz. Tabirimi mazur gör. Çünkü en iyi bununla anlayacaksın. Yaptığım 'türkü söyleyerek aramaya' benziyor. Evet. İtiraf etmeliyim bunu. Bu işi beceremiyorum. Şeklen oluyor gibi. Lakin içindeki ilgisizliğim üzüyor. Böyle olmasının bir yalancı uzaklıktan kaynaklandığını hissediyorum. Farkediyorum. Gurbet sadece mekanî birşey değil ki. Bu şekli de var. Lakin hangi ayakla varacağım? Hangi yoldan varacağım? Nasıl aşılır bu mesafe? Onu tam kestiremiyorum. 

Hiç mi terakki olmadı peki? Açılan bazı daneler var. Hamdolsun. Bazı tohumlar filizlerini gösterdiler. Sözgelimi: Son birkaç yılda gördüğüm itikadî savrulmalar beni "İhdinas sıratal müstakîm!" sahibi etti. "Beni istikametli yola hidayet et!" Oraya geldiğimde hakikaten kendimden bahsettiğimi kavradım artık. Bahsettiğimin kendim olduğunu kavradım. Dürüstleştim. Korktum çünkü. Onlar gibi olmaktan korktum. Bu korku sayesinde Fatiha'dan bir ayet sahibi oldum. Hâşâ. Ne diyorum ben? Şüphesiz öyle olmadı. Fatiha'dan bir ayet bana sahip oldu. Anlatılanın hikâyem olduğunu farkettirildi. Böylece tam da ağzımdan alınan bir cümlenin, lütf-i Yezdan ile, yine ağzıma konulduğuna uyandım. Demeye muhtaç olduğum birşeyin dedirildiğini derkettim. Derken dürüstüm artık. Ağzımın söylediğine kalbimde ilgisizlik kalmadı.

Bir başkası da Musa aleyhisselamın duasıdır. "Vereceğin her hayra muhtacım!" dediğinde o şanlı Nebî sanki benden bahsediyor. Ben de yanında hissediyorum kendimi. Çünkü o benim cümlem. Çünkü o bizim müşterek duamız. Çünkü o bir sırr-ı insaniyete dokunmuş. Çünkü ona Rahman u Rahim şifasını böyle öğretmiş. Ne mutlu ona. Ne mutlu bize. İşte biz de tam öyleyiz. O yerdeyiz. Âdem aleyhisselamın varlığından kıyamete kıpırdamadan orada duruyoruz. Ama derûnumuzdaki bu sızıyı nasıl dillendireceğimizi de bilemiyoruz. Musa aleyhisselam beyanı ağzımızdan alıyor. Yerimize diyor. Sana birşey daha diyeyim mi arkadaşım: Bence cümle peygamberler bunu yapıyor. En çok da Aleyhissalatuvesselam.

Mürşidim "Hem öyle bekà gibi bir hacet-i amme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile 'Oh, evet, yâ Rabbenâ! Ver, duasını kabul et, biz de istiyoruz!' diyorlar..." gibi şeyler söylediğinde önceleri meramını tam tadamıyordum arkadaşım. Şimdi ona da bir parça uyandırıldım. Herhalde buralarda onun fem-i mübarekinden çıkan duaların nasıl 'canımız/fıtratımız içre' olduğundan bahis buyruluyor. Nasıl "Hah, işte, bu lazımdı bize yahu!" diye hislenişimiz anlatılıyor. Yani, evet, Aleyhissalatuvesselamın duaları da, yine mucizesi olarak, 'tam isabet' çıkıyorlar. Onların balına dilini değdiren kendi derdinden tatlandırıldığını farkediyor. Özüne lazımın öğretildiğini idrak ediyor. Ne dilemişse sinemizdeki yaraya dokunmuş. Hangisine dokunmuşsa şifası duaya dönüşmüş. Bu yüzden münacâtını işiten kaybını bulmuş gibi sarılıp ağlaşıyor. Arkadaşım, şaşma bu işe, o kayıp bizden bahsediyor. O kaybettiğimizi dahi unuttuğumuz Yârdan bahsediyor. "O Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendilerini unutturmuştur..." yıldızından nur topluyor.

Hani bazen bir kitabın satırları arasında kendimizi buluruz ya. "Yazar tam da benden bahsediyor!" diye heyecanlanırız. Hisleniriz. Kulak kesiliriz. Aleyhissalatuvesselamın duaları da kalp kulağı açıklar için öyle. Derdini unutmamış dertliler için öyle. Yaralarını inkâr etmemiş yaralılar için öyle. Bundaki muvaffakiyeti de elbette onun bir mucizesi. Ümmî Peygamberin elbette Kur'an'ı bir mucizesi ama kalbimiz avuçlarında yazılıymış gibi okuyup okuyup bize söylemesi de. Dua dua bizi bize haber vermesi de. Ben bu dediğimi de mucizelerinden anıyorum. Bediüzzaman'ın da bu hususa dikkat çekmek için tekrar tekrar niyazlarına atıf yaptığını düşünüyorum. Allahu'l-a'lem. Hem yine diyor ki mürşidim devamında:

"Hem bak, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştakane, öyle tazarrukârâne saadet-i bakiye istiyor ki, bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor." Burayla birlikte de yazının en başına geri döneceğim arkadaşım. Hem de bu vesileyle Bediüzzaman'ı neden bu kadar çok sevdiğimi bir yönüyle daha tasvire çalışacağım. Şöyle bir yerden başlayayım: Namazı ta çocukluğumda öğrendim. Elhamdülillah. Fakat şimdi düşünüyorum da onu hep bir görev gibi ders aldım. İhtiyaç gibi görmedim. Görev aksatılır. Ama ihtiyaç aksatılmaz. İnsanlar nefes almayı asla ihmal etmezler mesela. Ben de o yıllarda namazımda bir türlü devamlı olamadım. Elbette namaza dair alınan her eğitimin arkasında ihtiyaç dersi de vardı. Fakat bağlarını hakikaten görmek Risale-i Nur'la birlikte oldu. Mezkûr açlık da bununla duyuldu işte. 

Yani, Allah hepsinin emeğinden razı olsun, namazı "Şartları şunlar, farzları bunlar, önce şunlar yapılacak, sonra bunlar yerine getirilecek..." şeklinde öğrenmiştim. Ama mesela Fatiha'yı okurken kendimden bahsettiğimi düşünmüyordum. Risale-i Nur'u okuduktan sonraysa aklımdan çıkaramıyorum. Tahiyyat'ı okurken bir ritüeli yerine getiriyormuş gibi hissederdim. Şimdiyse ucu miraca bağlanmış bir insaniyet sırrının parçası olduğuna eminim. Hikâyemin parçası olduğuna kaniyim. Eskisinden dürüstüm. 

En nihayet alıntıladığım cümleye bağlarsam: Aleyhissalatuvesselam Efendimizin sünnetiyle bize gelen herşeyin ağlanarak 'Âmin!' denilecek sadâlar içerdiğine iman ettim. Ve onun bu duaları ederkenki halet-i ruhiyesinde de hissem olduğunun farkına vardım. Öyle ya: Allah'ın bütün günahlarını affettiği bir ismet sahibi kendi nefsi için neden bu kadar dertlensin? Elbette onun derdi nefsi değildi. Ama o yalnız kendisi de değildi. O aslında herbirimizdi. Hepimizdi. Herşeydi. Nurundan yaratılan âlemin yangınlarını kendisinde hissediyordu. Kıldığında namazını arkasında saf tutmuş bütün varlığın ibadetini Rabbine sunuyordu. Ben de şimdi bir vakit namazı kendimin kılmaya çalışıyorum. Dürüstçe bir namaz kılmaya çabalıyorum. Fakat kendim bile kendine inanamıyorum. Halimize bakıp gel de ağlama arkadaşım.

Friday, June 18, 2021

Bazıları mucizelere neden iman etmez?

Arkadaşım, hakkında daha önce de konuşmuştuk, hatırlarsın: Seküler ilimler/bilimler varlığın gaybına 'yokmuş gibi' davranırlar. Düzenleri bunun üzerinedir. Sistemleri buna kurgulanmıştır. Amaçları varlığı 'varlığın üstüne çıkarmadan' açıklamadır. Neden-sonuç ilişkilerini maddî mukarenet düzeyinde çözmektir. Böylece 'daha düşük boyutta' gözleri keskinleşir. Konsantrasyonları artar. Yani esbap dairesindeki etkileşimleri okuma seviyeleri yükselir. Lakin bedeli olarak eşyanın aşkın yanlarına körleşirler. Yabancılaşırlar. Yadırgarlar. Bu nedenle yalnız şöylesi ilimlerden/bilimlerden hayata bakanlar manevî alanda hamlaşırlar. Mürşidim de bu sadedde der: "Maddiyatta tevaggul eden mâneviyatta gabileşir." Çünkü 'mukaranet' (yakınlık) ilişkilerini 'yaratıcılık' diye algılayan bir düzlem kıstaslarınca 'karin' (yakın) olmayanı da yaratıcılıktan öteler. Mesleğince 'ihtimal dışı' bırakır.

Durumu bir misalle açıklamak istiyorum: Bizim oralarda 'körkösnü' olarak tâbir edilen bir köstebek türü vardır. İşte bu hayvan karanlıkta kendisine lazım olan görüşe hakkıyla sahiptir. Fakat ışık âleminin aşkınlaştırdığı yüzeye çıktığında sanki üzerine bir aptallık çöker. Deliğinin yanında oturan düşmanını bile farketmez olur. Bu onun eksikliği midir? Hayır. Asla. Hâşâ. Çünkü varlık anlamı daha çok toprağın altıyla ilgilidir. Sahip olduğu diğer duyularla birlikte Allah onu 'oraya gayet yetebilir' şekilde inşa etmiştir. (Maşaallah ona.) Lakin böyle bir körkösnü gündüz âleminin gözcüleriyle (mesela kartallarla) dalga geçse, görüşünün topraktaki başarısıyla övünse, hikmet bilirler bu ahmaklığına katıla katıla gülerler.

Arkadaşım, mikroskopunki de bir görüştür, amma ona yaslanarak teleskopluğu inkâr etmesi caiz olmaz. Hatta gözün gördüğü düzeyi dahi reddederse beyanlarına artık hezeyan gözüyle bakılır. Çünkü gerçekliği yalnız kendi boyutunda sanmış olur. Halbuki öyle değildir. Hiç öyle değildir. Hülasası o ki arkadaşım: Allah bu âlemi perdeler içinde yaratmıştır. Perdeyi perdeye sarmıştır. Hatta kimi Allah dostları perdelerin 70.000 kadar olduğunu söylerler. (Elbette 70.000 ifadesi çokluktan kinayedir. Asıl sayısını ancak Allah bilir.) Biz bu perdeleri 'farklı görüş seviyeleri' olarak da anlayabiliriz arkadaşım. Yani yarattıkları Rabbimizi görüş kabiliyetimize göre 70.000'den aşkın seviyede gösterirler. Bazılarında apaçık gösterirler. Bazılarında zorun zoru gösterirler. Bir sırr-ı imtihan gereği âlemin yaratılışı böyledir.

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın san'atıyla Hâlıkın san'atı arasındaki fark: İnsan kendi san'atının arkasında görünebilir; amma Hâlıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Hâlıkın bütün masnuatı def'aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuranîler kalır."

Yine mürşidimin ifadesiyle "Âlem-i şehadet avâlimü'l-guyûb üstünde tenteneli bir perdedir." Çocukluğunda tüllerle şöyle bir oyunu sen de oynamışsındır mutlaka arkadaşım. Arkasındayken perdeye odaklanırsan yanız onu görürsün. Ötesine odaklanırsan illa ötesi görünür. Kameraların ayarları da gördüklerini (dolayısıyla körlüklerini de) şekillendirir. Kuantumcuların 'gözlemci' ile 'gözlenen' arasında varolduğunu savundukları ilişki de bu hikmetle bir parça anlaşılır olur sanki. Evet. Kaçınılmaz şekilde herkes odaklandığıyla imtihan olur. Âdeta kendi dünyasına yalnız odaklandığını davet eder. Kadrajını o seçer.

Yalnız onu görür. Onu bilir. Onda körleşir. Ona garkolur. Ardını göstermeyen perdesi olur. Arkasına geçirmeyen duvarı olur. En sevdiği şeylerin insan için 'en zorlu imtihan vesilesi' olduklarını söyleyen ayetlerin hikmetini buradan da tefekkür et. Neye en çok dikkat ediyorsan onda körleşiyorsun. En iyi gördüğün başka şeylere körlüğün. Yani görmeyi seçen körlüğü de seçer. Enesine varlık biçenin de boğulduğu onun 'sahibini yutacak kadar kalınlaşan' varlığıdır. Ve bazen de... Dur yahu. Yerinden alayım: "Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder. Helâkete sebep olur."

Belki bu yüzden Refet abinin sorusuna Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu şekildedir: "Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Buradan şuraya geçeceğim arkadaşım: Misalleriyle karşılaştıkça daha açık bir şekilde farkediyorum. Sosyoloji gibi beşerî ilimlerle meşgul olanlar imanlarına karşı giderek gabileşiyorlar. "Bu herkeste böyle olur!" demiyorum. Sakın yanlış anlama. Ancak onların körleştirici yanını bilmeyenlerde şu arıza daha sık tezahür ediyor. Çünkü böyleleri körkösnü gibi kendi ilminin/biliminin görüşünü bütün gözlerin üstüne koyuyor. Toprağın altındaki başarısını 'tek geçer akçe' sayıyor. Solucanları avlamadaki muvaffakiyetine yaslanarak yılan avlayan kartalları küçümsüyor. Hatta bazen avcılıklarına da inkâr ediyor. Zira kendisinin avcılığı ile bir cinsten değil. Körkösnü için toprağı kazmayan avcı olamaz. Avlanamaz. Avcılığa dair anlattığı herşey yalandır. Masaldır. Uydurmadır. Kösnünün methi ancak kösnülüğedir.

İşte, arkadaşım, kösnü bizim hakikatimizde fendir. Kartal bizim âlemimizde hikmettir. Kur'an'ın hikmeti de bu anlamda fen için bir parça acayipliktir. Zira toprağı kazmadan avlanır. Doğrudan gaybdan haber verir. Fenciler bundan hoşlanmaz. Çünkü sistemini anlayamazlar. Anlamak da istemezler. Mikroskopları böyle teleskop bilmez. Pençeleri böyle kanatları kavramaz. Gökyüzü denilen boyuta akılları hiç çıkmamıştır. O nedenle mürşidim, belki en çok da 'insaniyeti sadece beşeriyeti içinde açıklamaya konsantre bilimler' hakkında, şöyle uyarır bizi: "Herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez."

Yine bir yerde de Aleyhissalatuvesselama karşı bu Deccalî bakışın sebep olacağı yıkıma dair diyor ki: "Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. (...) Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."

İslam akidesini salt sosyolojiyle, psikolojiyle vs. kalıplandırmaya çalışanlarımızın hali böyle mi ama arkadaşım? Aksine onlar kabuğa bakıyorlar. Kışırla meşgul oluyorlar. Ezelî olanı terkedip şimdiye dadanıyorlar. Çünkü müsteşrik hocalarından böyle bir kolaylık öğrendiler. Rağbet gördüler. Körkösnülüğü maharetli bildiler. Kartallığın rahmetli zahmetini unuttular. Yılanları bıraktılar. Solucan avladılar. Yataydaki neden-sonuç tekerlemeleri içine silkelemek herşeyi öyle keyifli geldi ki aşkın/kuşatıcı olanın dikeyin hikmetini boşverdiler. Yani ki kitabın süsüne daldılar. Kapağında dağıldılar. Kağıdına aldandılar. Manasını-yazarını unuttular.

Yalnız adı müslüman böylelerinin 'namazı yahudilerden aldığımızı' veya 'mehdi ile ilgili hadislerin sosyolojik ihtiyaçlardan doğduğunu' veyahut 'kıssa-i nebeviyenin yaşanmışlığından değil psikolojik etkisinden dolayı Furkan'da yeraldığını' ve hatta 'Aleyhissalatuvesselam Efendimizin diğer dinlerden öğrendikleri üzerinde çalışarak İslam'ı şekillendirdiğini' duyarsan şaşırmamalısın. Zira onlar gökte bulmak istemediklerini yerde arıyorlar. Nasreddin Hoca'nın karanlıkta kaybolanı ışıklı yerde araması gibi. Evet. Yatayda açıklayamadıkları hiçbir sebebe inanmazlar onlar. Toprakta olmayan hiçbir nedenden sonuç çıkarmazlar.

Gözleri bu kadardır. Görüşleri bu kadardır. Fazlasını istemezler. Fazlasını kavramazlar. Isıyı arttırınca suyun daha çabuk kaynadığını tabulaştırmış bir kafanın İbrahim aleyhisselamın selametli serinliğini anlamasını bekleyemezsin. Onun için bu 'olabilir' değildir ki. Belki biraz da bu yüzden şu karanlık mesleğe girenlerin ilk inkâr ettikleri 'peygamber mucizeleri' oluyor. Çünkü işittiklerini yüzey şablonlarına uyduramıyorlar. Kösnülüğe yakıştıramıyorlar. Kartalların haberini tevil ediyorlar. "Uçmamıştır da toprağın altında uçar gibi gitmiştir!" diyor mesela. "Kudüs'e, semaya, miraca değil de Mekke'nın dışına yürümüştür bir parça."

Seni bilmem arkadaşım. Fakat ben bunları gördükçe peygamber mucizelerinin bir hikmetini daha kavrıyorum. Evet. Mucizelere iman mü'minlerin 'Allah-peygamber-din' yaklaşımlarında bir eşiktir. Bir turnusoldur. Bir sıçrama tahtasıdır. Bu eşikten geçemeyenler 'yüzeye sınırlı bir Allah'a-peygambere-dine' iman edebilirler ancak. Yani yüzey elverdikçe iman edebilirler. Bu yüzden Einstein onaylayıncaya kadar, değil hadisler, Kur'an ayetleri bile şüpheli gelir onlara. Heidegger yanaklarından makas almayınca üretilen fikirler de bâtıldır. Fakat mucizelere iman ederlerin ufku, arkadaşım, başkalaşır. Fiziği aşkınlaşır. Perdeleri incelir. Elhamdülillah. Demek tavus kuşunun zerafetini kabuğunda aramayalım diye de gönderilmiştir şu mucizeler. Böylece biliriz ki: Peygamberler de beşerdir. Ama sadece beşer değildirler. Aşkındırlar. Başkadırlar. Fizikli bir fizikötesidirler. Onları sırf madde düzleminde anlamaya çalışan körkösnülerin varacağı ancak kabuktur. Postacılıktır. Bizse, ehl-i sünnetiz, postacıların peygamberliğine iman etmeyiz. Gözlerimiz Kur'an'ın semasına açıldığından beri, yüzbin elhamdülillah o semaya hidayet edene, kösnülüğe heveslenmeyiz arkadaşım.

Tuesday, May 25, 2021

Bediüzzaman Hz. Ali'nin (r.a.) vahiy aldığını mı iddia ediyor?

Nurcu olmak kolay değil arkadaşlar. Dün de değildi. Bugün de değil. Sözgelimi: "Yaşa ki neler göresin!" kabilinden her yeni gün yeni iddialar/iftiralar ile karşılaşıyoruz. Bunlardan bir tanesi de şu: "Bediüzzaman Hz. Ali radyallahu anhın vahiy aldığını söylüyor!" Vay arkadaş. Öyle söylüyor ha! Peki nerede söylüyor? Çünkü, şunca yıllık nurcuyuz, bize böyle bir haber ulaşmadı. Efendim, uzatmayayım, bütün bu suizanların kaynağı olarak gösterilen metin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki şurasıdır: "Hazret-i Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm huzur-u Nebevîde getirip Hz. Ali'ye Sekine namıyla bir sahifede yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: 'Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâimü's-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sahifeyi aldım, bu isimleri içinde buldum!' diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki..." Mevzuun peşine düştüğümde delil(!) diye karşıma çıkartılan hep bu oldu. Başka olmadı. Başka varsa, haberdar edilirsem, sevinirim. Analiz etmek isterim. Mezkûr metin eksenindeyse dikkatinizi celbedeceklerim şimdilik şunlar:

1) Göreceğiniz üzere burada Hz. Ali radyallahu anhın da vahiy aldığına dair hiçbir ifade bulunmuyor. Dilegetirdiği böyle bir iddia yok. Yani metin bunu anlatıyor değil. Bağlamı itibariyle konuşuyorum. "Peki 18. Lem'a'nın bağlamı nedir?" diye soracak olursanız girişinde kendisi söylüyor zaten: "Keramet-i evliya hak olduğuna kat'i bir burhan gösteren Hazret-i Ali'nin (r.a.) latin hurufunun kabulünü tam tarihiyle ve tarz-ı tatbikini iki kelimeyle göstermesidir. (...) Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazret-i Ali'nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir." Yani demiyor: "Hz. Ali radyallahu anhın da vahiy aldığını göstereceğiz." Hâşâ. Metin böyle birşey söylemiyor. Metin diyor ki: Hz. Ali radyallahu anhın kerametini göstereceğiz. Keramet-i evliya haktır. Bunlardan bir türü de Allah dostlarının gayba dair işaretleridir. Çünkü gaybı, elbette Allah'ın bildirmesiyle, Allah dostları da bilebilirler. Hz. Ali de onlardan birisidir.

2) Metnin doğrudan Bediüzzaman'a ait olup olmadığını da bir analiz etmek gerektiğini düşünmekteyim. Zira sonuna gittiğinizde, kendisinin imzası yerine, talebelerinin isimlerini buluyorsunuz: "Risale-i Nur Şakirtleri namına: Hüsrev, Hafız Ali, Galip, Re'fet, Süleyman, Sabri, Hulûsi, Mes'ud, Zekâi, Küçük Zühtü, Süleyman Rüştü, Keçeci Mustafa, Mustafa, Küçük Ali, Kürd Bekir, Şamlı Tevfik, Asım, Babacan, Yakup Cemal, Hüseyin, Küçük Lütfi, Abdülbaki..." Bediüzzaman'ın, telif ettiği mektupların altına ismini, talebelerinin telif ettiği mektupların altına da isimlerini yazdırdığını biliyoruz. "İstisnası yoktur!" demeyeceğim ama metnin bu yönden de bir kritik edilmesi lazım. Zira mürşidimin talebelerinin mektuplarına karşı pek merhametli olduğu, bazen aşırı ifadeleri tâdil ettiği, ama bazen de yazanları gücendirmemek için çıkarttırmadığı, bilinmektedir. Buna dair beyanları eserlerinde kolaylıkla bulunabilir. Belki burası da böyledir?

3) Bediüzzaman'ın Şafiî-Eş'arî bir âlim olduğu (dolayısıyla ehl-i sünnet ulemasından olduğu) daha sıkı hatırda tutulursa metinleri de (Umberto Eco'nun tabiriyle) 'aşırı yorumlardan' korunmuş olur. Düşünelim: 14 ciltlik eser yekûnu içinde mürşidimin peygamberlerden başkasına 'vahiy alma imkanı' tanıdığı neresi vardır? Kim ondan bu imâlı birşey nakletmiştir? Hâşâ. Yoktur. Hiç yoktur. O halde, böylesi birkaç cümle için sünni bir âlime hemencecik suizan etmek yerine, mesleği-meşrebi ekseninde meseleyi ele almak gerekmez mi? Tevakkuf gerekmez mi? Hüsnüzan istemez mi? Ömründe içkiyi ağzına koymamış salih bir mü'min "Mest oldum!" dediğinde, mümkün diğer manaları aramak yerine, hemen "Sarhoş olduğunu söylüyor!" diye anlamak mı gerekir? Halbuki belki de mutlu olmuştur? Belki de hayret etmiştir? "Mest oldum!" böylesi niyetlerle de söylenir.

4) Meselenin bir de şu yönü var: Cebrail aleyhisselamı gören herkes peygamber olmaz. Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan haberlerde, sözgelimi 'Cibril Hadisi'nde, Cebrail aleyhisselamın kimi zaman sahabe tarafından da görülebildiği, hatta söylediklerinin işitildiği-anlaşıldığı, nakledilmiştir. Yine Dıhye radyallahu anh sûretindeki ziyaretlerinin birçok şahidi vardır. Aişe radyallahu anha validemizden dahi böyle rivayetler yapılmıştır. Buna mümasil, Hz. Hamza radyallahu anhın da Cebrail aleyhisselamı görmek için talepte bulunduğu, gösterilince dayanamayıp bayıldığı aktarılmaktadır. Yekûnünde görülecek hakikat şudur: Cebrail aleyhisselamı görmek hemencecik "O da peygamber oldu!" diye anlaşılmaz. Hatta onun sözlerini duymak da "Bana da vahiy geldi!" diye yorumlanmaz. Vahiy ancak peygambere verilen bir haber çeşididir. Bunlardan ayrıdır. Dolayısıyla mezkûr mevzuun da zorla buraya çekilmesi ancak suizanla yapılabilecek bir iştir.

5) Zikrolunan meselenin kaynağı neresidir? Hz. Ali radyallahu anh bu tecrübesini kendisi mi anlatmıştır? Yoksa ona dayandırılamamakta mıdır? Belki de bir keşiftir? Belki yakazada bir Allah dostunun gördüğü-işittiğidir? Belki de şu söz rivayet yönüyle sahih bir nakil değildir? Böylesi menkıbeler irfanımız içinde çoklukla bulunur. Faydasına-hikmetine binaen nakledilir. Kinaiyat kabilinden bahsedilir. Kimse ahirzaman suizancıları gibi yanlış anlama zoruyla bakmadığından da zararı dokunmaz. İnsanların dillerinde dolaşır durur. Belki de böylesi bir meşhuriyete binaen şu temsil 18. Lem'a'ya girmiştir? Zaten metindeki bağlamı da Hz. Ali radyallahu anhın 'ilim şehrinin kapısı' olduğuna dikkat çekmektir. Hâşâ. Nübüvvetini iddia etmek değil! Metin de bundan beridir.

6) Bediüzzaman'ın genelde vahiy-ilham meselesine dair hassasiyeti, bu konuda yaptığı tahşidat, kafasında/kalbinde herhangi bir 'acaba' bulunmadığının en sarih delilidir. Şu hususa dair alıntı yapmayı dahi lüzumsuz görüyorum. Risale-i Nur'u az-çok tanıyanlar, vahiy ile ilhamın mahiyetinin karıştırılmaması, nübüvvet ile velayetin çok başka makamlar olduğu, kurbiyetin asla akrebiyet seviyesine çıkamayacağı gibi bahislerin bolluğunu bilirler. Aynı konuda bu kadar hassasiyet göstermiş, rüşdünü-kemalini isbat etmiş, istikametini ifade buyurmuş birisinin yukarıdaki ifadeleri "Hz. Ali radyallahu anhın vahiy aldığını söylüyor!" diye mi te'vil edilir? Allah cümlemize akıl-fikir versin. Böylesi iddia sahiplerinin de kalplerini hakikate açsın. Tevbe etsinler. Ahirete şu iftira yüküyle gitmesinler. Âmin. Kalplerimizi hidayeti üzerine kılan Allah'a hamdolsun.

Saturday, May 8, 2021

Güneş nasıl secde ediyor?

Arkadaşım, itiraf ederim ki, bu yazı bir fotoğraftan çıktı. Evet. Bir fotoğraftan. Kibrit çöpleriyle çocukluğu-gençliği-ihtiyarlığı anlatan bir çalışmaydı. İnternette gezerken rastladım. Sonra cümle detayların Sahibi celle celaluhu dikkatime namazın hareketlerini de verdi. Baktım. Aşağı-yukarı aynı şeyleri gördüm. Kıyamım gençliğim. Rükûm ihtiyarlığım. Emeklemem secdeye gidişim-kalkışım. Secdem doğumum-ölümüm. Bir bütünlük içinde gözüktü bana hepsi. Yani 'aynı döngünün parçalarını temsil ediyorlar' gibi geldi. Üstelik bir de yaşanılanı dalgaya benzettim. Aynen. Dalgaya. Zeminden yükseliyor. Ahirinde yine zeminle buluşuyor. Namazın şekli dalgaya benzediği gibi insanın hayatı da benziyor. Hatta güneşin doğup batışı da. Arkadaşım sanki sadece denizler dalgalanmıyor. Günde güneşle dalgalanıyor.

Bu durum elbette hatırıma hemen 9. Söz'ü getirdi. Hani 'namazın beş vakte hikmet-i tahsisini' anlatan o latif metni. Sahi. Mürşidim de orada böylesi bir döngüselliğe dikkat çekmiyor muydu? Yani zaman içiçe sarılı evreler içinde yaşanmıyor muydu? Öyle ki, büyük dairede olan tasarrufları, küçük dairemizde beş vakitle müşahede ediyorduk. İzdüşümlerini âlemimizde böyle görüyorduk. Ah. Sözü neden kendimde oyalıyorum ki arkadaşım? Yerinden alıntılayayım: 

"Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar."

İki misalini hemen ilave edelim ki tamam olsun: "Meselâ, fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder. Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyuzât-ı nimeti hatırlatır." 

Yani 'sabah/fecir' ve 'öğle/zuhr' vakitlerinde en geniş daireden en has daireye paralellikler vardır. Bu paralelliklerin işaretlediği izdüşümler vardır. Bu izdişümlerin tetiklediği çağrışımlar vardır. Bu çağrışımlar şuurla ilkmeklenmelidir. Hakları verilmelidir. İnsanın görevi budur. Çünkü, "Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur'ân-ı Azîmüşşânın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir."

Demek en küçük âlemler/döngüler en büyük âlemlerle/döngülerle namazından buluşur-kavuşur. Zira namaz hâzâ anlamdır. Üzerine yaratıldığımız hikmetin konsantre ifadesidir. İdrakidir. Tahatturudur. Evet. Namaz cümle varlığın anlamının fihristidir. Madem ki herşey ibadet için yaratılmıştır. Öyleyse onların kolları da birbirine ibadetle dolanır. Dilleri  tesbih, tahmid ve tekbirlerle anlaşır. İnsan böylece evren döngüsüne dahil olur. Sırrını irade eder. 

Sonra dikkatimi mezkûr eserin 5. Nükte'sindeki 'secde' vurguları çekti arkadaşım. Evet. Mürşidim orada yatsı/işâ namazını bir tür 'secdeye' benzetiyordu. İzdüşümlerini de 'secdenin izinde' arıyordu. Fakat nasıl bir secdede? Orada Bediüzzaman hem ölümü hem dirimi secdeye yaklaştırıyordu. Yani nasıl ki baştaki fotoğrafta hem doğum hem ölüm secde haline benziyordu. Her ikisinde de insan yataydaydı. Toprağa yakındı. Aynen öyle de: Yatsı vakti de hatırlattığı gidiş ve müjdelediği doğuşla böyle bir çağrışıma denk düşüyordu. Fanilik secdeyle çağrışıyordu:

"Hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti' nefer gibi vazife-i ubûdiyet-i dünyeviyesinden emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir' ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevâlde gurub seccadesinde 'Allahu ekber' deyip secde ettikleri, hem emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir'den gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi, şu insancık, onlara iktidaen, o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, bekà-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde 'Allahu ekber' deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın." 

Ne kadar anladım? Doğrusu cevaplamaya çekiniyorum. Ama hissesiz de kalmadım elbette. Elhamdülillah. Hem şunu da anladım ki: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın Ebu Zer radyallahu anha "Ey Ebu Zer, güneş nereye gidiyor, biliyor musun?" diye sorması ve yine kendisinin "Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve müsaade ediliyor. Birgün ona ‘Buradan doğ!’ denilecek o da battığı yerden doğacaktır..." buyurması çok büyük hikmetler barındırıyor. Çünkü döngülerin tamamının sonunda secde var. Bir nevi 'son' secde yani. 'Secde' de son. Sırları özbir kardeş.

Evet. Secde dalganın başı-sonu. Hem başı. Hem sonu. Hem fena. Hem miraç. Hem fenaya değecek kadar yaklaşma. Hem de kendi arşına yükseliş. Hem ölüm. Hem diriliş. Hem başlangıç. Hem bitiş. Aleyhissalatuvesselam 'güneşin secdesine' dikkatimizi çekerken 'insan-âlem-zaman' benzerliklerini vurguluyor olabilir mi? Belki de. Elbette görebilene. Ben bizzat göremedim. Mürşidim bir parça gösterdi. Elhak: "Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır." Bizim gibilerse o burak misallerden dökülen kırıntılardan nemalanır. Karınca hali böyledir. Burağın haliyse öyle.

Tuesday, April 27, 2021

İhsan'ın Eliaçık, dininin ucu açık...

Hakkını yemeyelim: İhsan Eliaçık'ın gerçekten 'eli açık.' Fakat bahşını babasının tarlasından değil de Allah'ın razılığından yaptığı için hoşgöremiyoruz. İçimize sindiremiyoruz. Nihayetinde başkasının malından cömertlik yapana 'cömert' demezler. Ya? 'Hırsız' derler. Evet. Aynen. Başkasının malından cömertlik yapan hırsızdır. İnsan ancak mülkiyeti sözkonusuysa eli açık olabilir. Emanetçisi olduğundaysa yapamaz. Paşa gönlüne göre dağıtamaz. Bahşiş veremez. Peşkeş çekemez. Malik-i Hakiki'nin rağmına saçıp savuramaz. Savurursa ne olur peki? Mülkün Asıl Sahibi (c.c.) hesabını sorar. Öyle ya: Fatiha'da kendisini mü'minlere 'Malikiyevmiddin' yani 'Hesap Gününün Sahibi' olarak tarif edenden kim/nasıl kaçabilir? Nasıl malından kaçırabilir? Nereye saklanıp da hesabından kurtulabilir? Alîm-i Mutlak olan Allah elbet hesabını ıskalamaz.

Duymuşsundur sen de: Evvelce kırdığı cevizler kesmemiş olacak ki en nihayet ateistleri de cennete iteklemeye kadar vardırdı işi. Gerçi, Allah var, ateistlerin böyle birşey arandığı yok. Ricacı olmuş da değiller. Zaten inanmıyorlar ki adamlar. Neye ricacı olsunlar? Hem niye ricacı olsunlar? Cennet-cehennem enterese etmiyor ki onları. Fakat Eliaçık'ın eli Suyudurmaz Çeşmesi gibi. Durmuyor. Duramıyor. Akıyor. Dağıtıyor da dağıtıyor. Paylaştırıyor da paylaştırıyor. Katolik kilisesi bile cennetten arsa ayarlarken bu kadar bonkör değildi be arkadaşım. En azından bir çorba parası olsun tokatlıyordu rahipleri. Eliaçık o kadarına bile bakmıyor. Damat gibi sırtlarına vura vura sürüklüyor adamları. İlla gireceksin! İnanmıyor musun? Yahu boşver. Ne önemi var? İhsan'ın eli açık ya. Tü, tü, tü. Yani hocamızın hem eli açıktır hem de dininin ucu açıktır. Dün deistleri sokar, bugün ateistleri, yarın da kimbilir? Azıcık nazını çekerse İblis'i bile içeri alabilir.

Aaa, zulmetmeyelim, elbette böylesine zırvalarken dayandığı argümanlar var. Mesela diyor ki: "Kur'an'da ateistlerin cehenneme gireceğini söyleyen ayet yok." Sahi. Bektaşî gibi gönülsüzce aranınca "Hakikaten yok!" diyebilirsiniz belki. Yani arkadaşım 'ateist' kelimesi Kur'an'da gerçekten hiç geçmiyor. Ama, fakat ve de lakin. Mevzuu lügat cambazlığından biraz uzaklaştırınca insan uyanıyor ki: Müşriklerin cehenneme gideceğine dair çok ayet var. "Eee?" Yani Allah'a ortak koşanların cezalandırılacağını söylüyor Kur'an. "Eeee?" Yahu ne 'Eeee'si? "Bu işin ateistlerle ne ilgisi var?" diye mi soruyorsun bir de! Cık, cık, cık. Yahu ateistler de müşrik değil mi? "Nasıl yani?" Şöyle yani: Ateistler de tıpkı müşrikler gibi tek olan Allah'ı inkâr ettikten sonra onun mülkünü, sıfatlarını, isimlerini, yaratışlarını, tecellilerini başkalarına/sebeplere dağıtıyor değiller mi? "Eveeet. Aaaa. Saahiii." Yaaaa. Şimdi derkettin işte. Ateistler aslında politeistlerdir. Bir Allah'ı inkâr ettikleri için sebepler sayısınca ilahları kabul etmişlerdir. Bakma Eliaçık'ın aptala yattığına. Onun gözü ancak işine gelmeyenlere açılmıyor. Yoksa şapkasından ne tavşanlar çıkardığını tanıyanlar bilir.

Bediüzzaman da bu konu hakkında diyor ki: "Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte—ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde—koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsâf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede, bir ulûhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır." 

Yani bu anlamda ateizm müşrikliğin dibidir. Zirvesidir. En rezilidir. 1000 tanrıya taptıkları söylenen Hititler bile bu kadar aptallaşmayı göze alamamışlardır. Yalnız Allah'ın hesabına eli açık Eliaçık da şu tezadı görmezden gelmektedir: Kur'an, Mekke müşriklerini cehenneme sokmaktan çekinmezken, ondan bin beter müşrik olan günümüz ateistlerini mi sokmaya kıyamamaktadır? Neden? Hangi mecburiyetle? Eliaçık'ın tevili hazırdır: Çünkü 'ateist' kelimesini Kur'an'da bulamamaktadır. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Kelimeyi apaçık bulsaydık da Eliaçık eli açıklığı bize izin vermeyecekti. Hatta Eliaçık eli açıklığını daha ileri vaziyetlere götürecekti. "Mesela?" Mesela: İsimleri bizzat Kur'an'da cehennemlikler olarak geçmeyen ateistleri kıyıp sokturmayacaktı. Ebu Leheb'in bizzat adı geçmese, ihtimaldir, Eliaçık ona da cehennemi kondurmayacaktı. 

Tabii ki tevil cambazlarında tevil tükenmez. Eliaçık'ta da teviller tükenmiyor. Ateistleri bile cennete sokarak 'dinin gönderilmesini amaçsızlaştırdığını' farketmiyor. Farkediyorsa da önemsemiyor. Allah'ı abesle itham ediyor. Kendisinin ikinci bir argümanı da şöyle şekilleniyor arkadaşım: "Bir ateist ahlaklı olduktan sonra Allah'a inanmasa da olur. Zaten Allah'ın istediği gibi bir kul olmuştur." Ooo... Görüyor musun tesbiti. Vay, vay, vay. Hey gidinin kilolu Gandhisi hey. Nasıl da yakıştırdın kendine böyle bir panteizmi? Neyse, o pehlivan cüsseni tartmayalım da, ettiğin lafların cirmini tartalım. Tartalım ama kendi sözümüzle tartmayalım. Sen daha sosyalizmin 's'sini söyleyemezken Marksizmin tahsilini yapmış, davasını savunmuş, bedelini de ödemiş bir filozoftan alıntı yapalım. Bilgiler Kitabı'ndaki söyleşisinde diyor ki Leszek Kolakowski:

"Sekülerleşme çağında yaşıyoruz. Ki bu da kendi içinde çelişik bir olgudur. Etkisini ancak birkaç on yıldır tam anlamıyla yaydığından, geleneksel dinin tamamen unutulduğu, yitirildiği, gömüldüğü bir toplumun neye benzediğini bilmiyoruz. Bunun ahlakî ya da entelektüel kalıntılar biçiminde varlığını sürdürebileceğinden sözetmiyorum. Ama eğer her türlü dinden arınmış bir toplum hayal etmeye kalkışırsak, bu, birçok noktada, muhtemelen bir tiranın yönettiği, kaygının ve tamahkârlığın egemen olduğu Thomas Hobbes'un geometrik modeline benzer. Dinsel miras fiilen yok olursa iyi ile kötü arasındaki ayrım da geçerliliğini yitirir. Ama bunu kanıtlayamam. Çünkü zorunlu amprik koşullar yerine getirilemez." 

Yani, işin kitabını yazmış filozof-profesör Kolakowski "Dinsiz ahlak da varolamaz!" diyor, ama bizim kenardan sosyalist müslüman Eliaçık'ımız "Ahlaklı olduktan sonra dine gerek yok!" deyu ahkâm kesiyor. Vay arkadaş vay. Elbette merakı olan sormadan edemiyor: İyi de 'akide' olmadıktan sonra 'ahlak' neyin üzerinde duracak? Bir ateist için bir hamamböceğiyle insan arasında varoluşsal hiçbir ayrım yokken ikincisine neden ayrı bir saygı gösterilecek? Neden malından çalınmayacak? Neden canı yakılmayacak? Neden kendisinin tanrısı olduğu bir düzlemde insan başkasını nefsine tercih edecek? Hangi kutsala(!) boyun bükecek? Hangi ahirete erteleyecek? Ateist ahlakının sahiden dayanağı var mı? İyiliğin de kötülük kadar hiçliğe gittiği bir inanışta 'iyi olmaya çabalamanın' ontolojik bir anlamı bulunabilir mi? 

Tabii bu suallere İhsan Bey'den cevap bekleyemiyoruz. Onun böylesi çelişkileri çözmeden önce göbeğiyle Gandhiliği arasındaki çelişkiyi çözmesi lazım. Tok karna yaptığı sosyalistliği bir yere oturtması lazım. Das Kapital'i abdestle okumayı anlamlandırması lazım. İşi çok yani. Bitirip buralara gelemez. Sonra bir de artık kendi malından cömertlik yapmayı öğrenmesi lazım. Allah'ın razılığı bol keseden dağıtılarak cömert olunmaz. Öyle cömert olunsaydı, hele sen sıranı bil, İblis cömertlerin şahı olurdu. Çünkü o bin yıllar önceden başladı usûlsüzce dağıtmaya. "Dağıtıyorum!" deyu insanlığı kandırmaya. Cümle Eliaçıklar da bağışladıklarını yine ondan ders alıyorlar zaten. Fakat yaratamadıktan sonra vaadetmenin anlamı ne ki? Allah sahiden vermedikten sonra onun adına verilenlerin hakikati ne ki? Nereye götürür ki? Vesselam.

Saturday, April 3, 2021

Bilim, kitabı mı okuyor, kağıdı hakkında mı konuşuyor?

Bu bir yazı sayılmaz. Daha çok 'bir ilginçlik.' Belki başkalarına da ilginç gelir diye bu sûrette not alındı. Efendim, şuradan başlayayım, Constantin Von Barloewen'ın Bilgiler Kitabı'nı okuyorum bugünlerde. Kitabın altbaşlığı şöyle: Çağımızın Önemli Düşünce İnsanlarıyla Söyleşiler. Işık Ergüden çevirmiş. Aylak Kitap'tan çıkmış. Her neyse. Bu kısmı hızlı geçeyim. Eserde söyleşi yapılan isimlerden birisi de biyokimyacı Erwin Chargaff (1905-2002). Kendisi DNA'ya dair büyük keşiflerin de sahibi. Sadece bir biyokimyacı değil üstelik. Bilimin felsefesiyle de meşgul bir düşünür. Bir filozof. Ama âsilerden. Modern bilime dair endişeler dillendiren bir 'istenmeyen adam.' Evet. Bunu kendisi de itiraf ediyor. Nobel alamayışını da mezkûr tutumuyla ilişkilendiriyor. Söyleşi boyunca da zaten saklamadığı bu yanını apaçık görüyorsunuz.

Bana ilginç gelense söyleşi boyunca dillendirdiği bazı tenkidlerin Bediüzzaman'ın kimi beyanlarıyla benzerlik taşıması. Mesela: 12. Söz'ü bilirsiniz. Mürşidim orada "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bir hikayecikle seküler bilim eleştirisi yapıyor. Daha doğrusu: Seküler bilimin yarı yarıya kör felsefesini eleştiriyor. Alıntılayalım: 

"Bir zaman hem dindar, hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki, Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki, 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.' (...) Feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder, mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı. Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, o, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Uzatmayayım. Sonra her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim, filozofun hakiki manayı ıskalamasından kızdı, kovdu. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir." Detaylarına meraklananları kaynağına havale edeceğim bu okumada anlatılansa özetle şudur: "Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..." 

İşte, ilginçlik, Chargaff da söyleşisinde bilimi aynı misalle eleştiriyor: 

"Bilim insanlarını tek tek karşınıza alıp 'Hayat nedir?' diye sorsanız, hayatı ortaya çıkaran şeyi, hayatın yansıdığı tepkime ve formülleri anlatırlar. Bu aşağı-yukarı 'Kitap nedir?' diye sorup şu cevabı almaya benzer: Kitabın yapısını ayrıştırıyoruz. Kağıdı analiz ediyoruz. Harflerin neye benzediğine ve hangi mürekkeple basıldıklarına bakıyoruz. Ama gerçekte kitabın içinde ne olduğunu bilmiyoruz. Bu doğa bilimleri için de geçerlidir. Onlar da bunu bize söyleyemezler. Hiçbir bilim insanı, hiçkimse, hayatın ne olduğunu bilmiyor. (...) Hayatın kendisi, umarım sonsuza dek, bir esrar olarak kalır. Gaz mı sıvı mı? Döllenmeden hemen sonra, yumurtacık kapandığında, ne olmaktadır? Niçin daha sonra emriyo aniden yaşamaya başlamakta? Bu olay bir köşede, mekaniğin metafiziğe geçtiği ara bir uzamda, olup bitmektedir. Bunun üzerinde hiçbir etkimiz yok. Bunu deşifre edemiyoruz. En güçlü bilgisayarları kullansak da olmuyor. Bizim keşfedeceğimiz şey hayat değil. Yalnız hayatın bazı öğeleri ve bazı koşulları, bu bilginin de gerçekten yararlı olup olmadığını bilmiyoruz. (...) Benim bakış açımdan bilime çok büyük önem atfetmemek gerekir. İlginçtir. Ama ille de yaşamsal değildir." 

Üstelik, bilimin yüzeyselliğinin, hakikat yoksunluğunun 'kitap misaliyle' anlatılmasının dışında Chargaff'ın hayata dair söylediklerinin de Bediüzzaman'ın beyanlarıyla bir uyumu var. Çünkü mürşidim de 'hayatın perdesizliğini' sıklıkla nazarımıza veriyor: "Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet nur, vücut, hayat, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhirî esbab kudretin tasarrufuna perde oluyorlar."  Yani, evet, hayatın aslında neyden yaratıldığını bilmiyoruz. Çünkü perdesi yok. Biz ancak perdeleri okuyabiliyoruz. Chargaff da perde üzerine konuşmakla hakikati konuşmanın farkına dikkat çekiyor.

Bu yazı gibi olmayan yazıyı, yine Chargaff'tan, evrim üzerine bir eleştiriyle bitirelim: "Evrim teorisi kuşku verici öğeler içermektedir. Sosyal darwincilik en güçlünün ayıklanmasını savunduğunda yıkıcı etkileri olur. Uyanık bazı biyologların bu açıdan evrim teorisinin kesinliğini tartışma konusu ettiklerini hayal edebilirim. Ama bundan açıkça sözetmeye cesaret edemezler. Çünkü kariyerlerine zarar verebilir. Üzerinde öylesine köklü bir şekilde anlaşılmış şeyler vardır ki sonunda tanınmaz hale gelirler. İlk başta darwinci teori fazla yandaş bulamamıştı. Fakat belli bir andan itibaren bilimin entelektüel yapısına egemen oldu. Ve böylece kısmen bir iman konusu oldu. Benzer bir olgu moleküler biyolojide meydana geldi. Benzer eğilimler önceki dönemlerde de görülür: Ortaçağda hristiyan olmayan hiçbirşey elde edemez. Kimi durumlarda odun yığınları hariç. Ama yeni gelenler ille de bu kadar saf değildi." 

Monday, February 15, 2021

Yalan zinayı nasıl geçebilir ki?

Arkadaşım, bunu da "Allahu'l-a'lem!" tereddüdüyle sar-sarmala, çünkü cidden muhtaç bir tefekkürdür. Kaynağını bilmemekle birlikte Aleyhissalatuvesselam Efendimizin şöyle bir hadisini hep işitirim: Birisi sorar: "Müslüman içki içebilir mi, hırsızlık yapabilir mi, zina edebilir mi?" Herhalde muradı mezkûr günahların 'kişiyi imandan edip-etmeyeceğini' öğrenmektir. Veya kişinin müslümanlığını sevdiği halde 'böyle hatalara düşüp-düşmeyeceğini' sorgulamaktır. Veyahut böylesi günahların 'münafıklığa yorulup-yorulamayacağını' anlamaktır. (En doğrusunu Allah bilir.) Aleyhissalatuvesselam Efendimizin cevapları da sualin böyle anlaşıldığını imâ eder sanki. Çünkü her defasında yanıt olarak "Evet!" der. Yani: Evet. Müslüman, müslüman kaldığı halde, böyle hatalara düşebilir. Nitekim Ehl-i Sünnet olarak biz de, Mutezile'nin rağmına, böyle iman ederiz: "Büyük günahları işlemek kişiyi dinden çıkarmaz!" An şart ki: Günahını helal görmeye. Yanlışının yanlışlığını bile. Yüzü tevbeye baka. Dinin hakikatini incitmeye.

Cevapların 'Evet'liği devam eder ta ki 'yalan'dan soruluncaya kadar. Evet. Ne zaman ki, "Peki yalan söyleyebilir mi?" şekline bürünür sualin sûreti, Aleyhissalatuvesselamın cevabı da değişir o vakit: "Hayır!" der. "Müslüman yalan söylemez." Doğrusu, arkadaşım, bu Asr-ı Saadet sahnesi beni hep düşündürmüştür. Zira ilk sorular içinde 'yedi büyük günah'tan sayılan şeyler de vardır. Onların da dahil olduğu bir ortamda en büyük tepkiyi yalanın alması enteresandır. Hikmetlidir. Düşünülesidir. Çünkü ahirzaman müslümanı olan bizlerin yalansız geçirdiğimiz gün yoktur. (Olanları tenzih ederim. Nefsime baktım. Kendimi yazdım.) Üstelik, yalanın dereceleri bulunmakla birlikte, ilmihalden öğrendiğimiz: Yalan öncekiler kadar büyük bir günah değildir. En azından her yalan değildir. Onun günah olduğunu bilmekle birlikte böyle iman ederiz.

Peki Aleyhissalatuvesselam Efendimiz ona en büyük tepkiyi neden vermiştir? Mevzuu kafamda çevirirken kendimce bulabildiğim bazı cevaplar var. İşte bu yazıda, eğer becerebilirsem, onları aktarmaya çalışacağım arkadaşım. Sen de baştaki tereddüdü unutmadan hisseni al. Yoksa bırak. Bismillah. Başlıyoruz: 

1) Hani bir tabir vardır: Neyin ölçüsü kaçsa çaresi vardır. Fakat ölçünün ölçüsü kaçarsa çaresi yoktur. Yani hizası bozulmuş şeyleri cetvelle doğrultabilirsin. Ağırlığı karışmış şeyleri tartıyla düzeltebilirsin. Fakat cetvelin-tartın bozulmuşsa hiçbirşeyi düzeltemezsin. Hatta, bırak düzeltmeyi, düzgünü bile dağıtırsın. Bozarsın. Aynen öyle de: Doğruluğu insanın sair günahlarını düzeltebilmesinin yegane aracıdır. Zira insan ancak Rabbine, dinine, nefsine karşı dürüst olursa günahının günahlığını tayin eder. Hatasına hata der. Aksi takdirde avukat gibi nefsini savunur. Günahını unutur. Hatta hatasını da sevap sayar. İşte bu nedenle diyorum ki arkadaşım: Belki de Aleyhissalatuvesselam yalana "Hayır!" derken ölçünün bozulacağı sınırı çizmiştir. Bize mihengi bozmamayı ders vermiştir. Yani burada taviz verildi mi işin ayarı kaçar. Ayarsızlık ayar olur. Daha da insan hiçbir amelini düzeltemez. Zira tevbe edemez. Tevbe, hatasını hakikat gibi savunan İblis'in değil, kabullenen Âdem'in işidir. Bediüzzaman bu sadedde der: "Sıdk, İslâmiyet'in üssü'l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz."

2) Belki de arkadaşım cevap biraz da Asr-ı Saadet'in berraklığıyla ilgilidir. Şöyle ki: Mürşidim yine der: "Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzab'ın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür." Barekallah onlara. Yalanın-doğruluğun arası bu kadar açılmışken, sosyoloji bu kadar berraklaşmışken, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bu berraklığın üstüne tekrar 'yalanın normalleşemeyeceğine' dikkat çekmiş olabilir. Üstelik sahabe İslam'ın tedrisi için referans nesildir. 

Din onların mübarek dillerinden/amellerinden bizim hayatımıza taşınmıştır. (Allah ecriyle mükafatlandırsın.) Öyle bir eşikte Aleyhissalatuvesselamın yalan hususunda büyük günahlardan daha hassas bir tavır sergilemesi, önemsemesi, uyarması şu hikmetten uzak görülmez. Hatta mürşidim de metnin ahirinde der: "Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz." Bu izahın içtihad bahsinde geçtiğini hatırlamak da tefekkürümüze ayrıca yardımcı olabilir arkadaşım. Yani ağzımızdan çıkanlar sahabeninki gibi referans alınmazlar. Referans alınacakların hassasiyetleri de elbette bizimkiyle bir olmaz. Başka yüce olur.

3) Bu da yine mürşidimin metinlerinde dikkat çektiği birşey. Kizb ile küfür arasındaki ilişki. O diyor: "Sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış." Yani, nasıl ki insanoğlu küfrüyle Cenab-ı Hakkın uluhiyyetine-rububiyyetine iftira ediyor, yalancılıkla da kudretine iftira ediyor. Öyle yaratmadığı birşey için 'öyle' diyor. Böyle yaratmadığı birşey için 'böyle' diyor. Halbuki hadise konu olan diğer günahlarda böyle bir mahiyet yok. Yine an şart ki: Haramlıkları helal bilinmeye. Savunulmaya. Eğer savunulur duruma gelirlerse elbette onların da beşerin kemalatına kem tesirleri olur. Eğriyle doğru karışır. Yalanda ise zaten bizzat kastedilen varlık algımızdır. Yalancı hem kendisinin hem çevresinin algısını bozar.

4) Bir de 2. Lem'a'dan beslenen bir tefekkürüm var ki şöyle: Bir günahta yalan o günahın akaide tesir ettiği eşiğe de işaret ediyor gibi. Yine mürşidimin cümlelerine dokunalım: "Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." Yani bir insan günahın günahlığı noktasında dürüstlüğünü koruduğu sürece günahın akaide tesir etmesi zor. Fakat işin içine bir de yalan girdi mi, artık son eşik de aşılmış oluyor, kalenin bendi yıkılıyor. Zarar amelden itikada taşınıyor. Aleyhissalatuvesselam, mezkûr hadis-i şerifte, bu eşiğe de işaret etmiş olabilir. Yalanın geçilmemesi gereken bir hudut olduğuna vurgu yapmış olabilir. Allahu'l-a'lem.

Arkadaşım bunlar benim aklıma gelenlerdi. Elbette hakikat benim gördüğüme de münhasır değildir. Belki de daha nice nice hikmetler bu bahiste saklanmaktadır. Zaten sen Aleyhissalatuvesselamın yüce dersanesinden kalkıp bir psikoloğun tedrisine de otursan aynı nasihati işitirsin: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Dürüstlük olmadan hiçbir yara şifa bulmuyor. Çünkü yaranın yaralığını kabul etmek de, şifa istemek de, hatta canının acıdığını anlamak da hep bir dürüstlük istiyor. Hepsinin çaresi var da yalancılığın çaresi yok. Yönünü kaybetsen pusulayla tekrar bulursun. Pusulayı kaybedince yönünü neyle bulursun? Ne diyelim: Cenab-ı Hak sırat-ı müstakimini kaybettirmesin. Âmin.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...