Showing posts with label Bediüzzaman. Show all posts
Showing posts with label Bediüzzaman. Show all posts

Sunday, January 17, 2021

Şuayb aleyhisselam liberalleri gördü mü?

Dedim ya daha önce de: Fâtır sûresinin öğrettiği kritik birşey var arkadaşım: Şeytan beşeri Allah ile de aldatabilir. Ne demek bu? el-Cevap: ("Allahu'l-a'lem!" kaydıyla dinle ey kâri.) En katıksız hayırlar dahi zifir kötülüklerin aracı kılınabilir. Üzerlerinden cerbeze çevrilebilir. Manipülasyon yapılabilir. Tuzaklar kurulabilir. Zaten 'ideolojiler çağı' diye de tesmiye edilebilecek 'ahirzaman tecrübesi'nin gösterdiği budur: "Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır." Yani ütopyaları arzulanır kılan içlerindeki hakikat tohumudur. 

Evet. Herbirisi kendince bir hakkı tutmuştur. Peşinden koşmaktadır. Yokluğundan sızlanmaktadır. Şifasın aramaktadır. Mesela: Feminizm kadını, komünizm işçiyi, faşizm ulusu, kapitalizm sermayeyi vs. korumaya çalışmaktadır. Ama? Fakat? 'Ama'nın ve de 'fakat'ın cevabını da yine mürşidim verir: "Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcut, münderiçtir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan tâmimdir." Demek 'haklı hassasiyetin haksızca manipülasyonu'ndan da ileri gelebilir böylesi sapmalar. Bâtılın da elinden gelir bu tip 'ayyüzlü aldatmaca'lar.

Öyle ya. Kul, her ismiyle/sıfatıyla 'subhan' olan Allah'ı hakkında bile aldatılıyorsa, daha 'aldatılamayacağı' ne vardır? Yani ayetin işaret ettiği zirve altbaşlıklara karşı da uyarıdır. (Burada da "Allahu'l-a'lem!" demeyi unutma ey kâri.) Nitekim, ümmet-i Muhammed'in yaşadığı fırkalaşma süreci de incelendiğinde, herbir bâtıl mezhebin 'yanlış bir temayülle kıvamını bozduğu Allah tasavvuruna' yaslandığı görülür. Mutezilenin 'tenzih' anlayışında da bu vardır. Mürcie'nin 'rahmet' anlayışında da. Cebriye'nin 'azamet' anlayışında da. Vehhabiliğin 'tevhid' anlayışında da. (Ve saymadığımız nicelerinde de.) Aşağı-yukarı hepsinin sapkınlığı 'iyi niyetli' bir vurgu farklılığıyla başlamıştır. Bütünlüğün güzelliğine razı olamayanlar, ne yazık, cüretkâr bir parça övgüsüne yaslanmıştır. Gavvaslar ellerine geçen mücevheri hazinenin kendisi sanmıştır. Körler dokundukları yeri filin ta kendisi zannetmişlerdir. Böylesi kırılmalar bazen tefritlerinden bazen de ifratlarından kaynaklanmıştır. Ölçünün yitimi nice azları çoklara galip etmiştir. Eh, evet, tasarımın yasası budur: Vurgu azı çoğa galip eder. Kalın yazılmış satır bütün bir metinde kendini övgüyle-istibdatla okutur. Yârin yüzü yüzbin yüz içinde aşk ile seçilir. İblisin böyle çok silahı vardır.

Arkadaşım daha bir başkasını da Hûd sûresinin 87. ayetinde görüyorum ben. Ve elbette yine Allahu'l-a'lem. Kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor ayet bize: "Dediler ki: Ey Şu'ayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terketmemizi, sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” Bilindiği gibi Şuayb aleyhisselamın irşad vazifesiyle görevlendirildiği kavim Medyenlilerdi. Gerek Kur'an'da gerek başka kaynaklarda aktarılanlardan öğrendiğimize göre Medyenliler ticarette gelişmiş bir kavimlerdi. Ancak alışverişlerinde haksızlık yapıyorlardı. Ölçüde-tartıda oyunlar çeviriyorlardı. Şuayb aleyhisselam da hem şirkleri hem de kem ahlakları hakkında uyarmıştı onları.

Tabii mevzu 'mallar hakkında dilediğini yapabilecek bir serbestlik' konusuna gelince insan günümüz liberalizmini hatırlamadan edemiyor. Hatta mürşidimin 20. Söz'ünde hepimizi uyandırdığı "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor..." hakikatince "Bu kıssadaki kanun-u umumînin bir ucu 'burada/liberalizmde' diğer ucu 'orada/Medyenlilerde' olmasın mı?" diye sormadan yapamıyor. Çünkü nihayetinde liberalizm de "Bırakınız yapsınlar!" üzerine kurulu bir düzeni ifade etmekte. Evet. Fritjof Capra da Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası'nda liberalizmin öncü filozofu John Locke hakkında diyor ki: "Locke'un en yenilikçi teorilerinden birisi ekonomide fiyatlarla ilgili olarak yapmak istediği şeydir. Petty, fiyatların ve malların, onları vücuda getiren emek miktarını tam olarak yansıtacağını söylemişken; Locke, fiyatların aynı zamanda talep ve arz tarafından nesnel olarak belirlendiği fikrini ortaya attı. Bu fikir o günün tüccarlarını 'âdil' fiyatlara ilişkin ahlak yakasından kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda ekonominin bir başka köşetaşı haline geldi ve mekaniğin yasalarıyla aynı statüye yükseltildi."

Yani liberalizmle ölçü-tartı mevzuundaki dengesizliğin zirvesini ifade edebilecek bir yaklaşım başlamıştır. Bu sırf alınan-satılan arasında 'gramajdan çalma' şeklinde bir yolsuzluk değildir. Hayır. O buna göre çok masum kalır. Liberalizmle ürün değer sistemi temelinden altüst olmuştur. İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyh gibi "Bu ürünün fiyatı bu kadar az değil!" diye satıcıya fiyat arttıran veya "Pahalıya satmışsın!" diye çırağına kızan tüccarlardan gelinen nokta "Gideri varsa koy gitsin!" fırsatçılığıdır. İşte, şu durumu bir fizikî yasa genel-geçerliliğinde dünyaya kabul ettiren, içselleştirden, liberal ekonomi anlayışıdır. Mezkûr anlayış bugün herkesin 'normal'idir.

Yazının asıl konusu olmadığından burayı hızla geçerek sadede koşayım: Liberal aydınların toplumda gördükleri işlev de kimi açılardan Medyen ahalisinin söylemine benzemektedir. Bugün piyasada çoklukla yazan-konuşan liberallerin dinle-dindarlarla ilişkisine baktığınızda hep bir 'yumuşatma' çabası görürsünüz. Onlar sosyalistler veya komünistler gibi dini tastamam karşılarına almazlar. Ya? İçine sızabilecekleri yollar ararlar. Teviller kollarlar. Dinin argümanlarını çarpıtarak kendilerine/söylemlerine meşruiyet zemini inşa ederler. Tabir-i caizse, diğer sol ekoller gibi tokatlamazlar da, yanaktan şıpşıp makaslar alırlar. Sırt sıvazlarlar. Ayetin ahirinde dendiği gibi iltifatlar ederler: "İnneke leente'l-halîmu'r-raşîd(u)/Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın." Bugün liberal aydınların da dindarlara en çok yaptıkları budur. 

"İslam hoşgörü dinidir. Sevgi dinidir. Akıl dinidir..." gibi vurgulu söylemlerin altını biraz kazdığınızda çıkardığınız şudur: "Canım o kadar da sıkmayın herşeyi yaa. Bakın, biz sizin bazı yönlerinizi takdir ediyoruz, hadi siz de biraz bizim tarafa gelin. Şu sertliğinizden taviz verin. Halîm olun. Raşîd olun. Ama anladığınız gibi değil bizim istediğimiz gibi olun. Yumuşayın. Uyun. Çağı tanıyın. Adaptasyon sağlayın. Bırakınız herkes istediğini yapsın yahu!" Diğer bütün tartışmalar aslında bu telkinin altbaşlıklarından ibarettir. Makas alma türlü şekillerde sürmektedir.

Hatta ayetin orta kısmındaki "Sana bunu namazın mı emrediyor?" sorusu da bugüne kolayca taşınabilmektedir. Bugün de Medyenlilerin ahirzaman kardeşleri liberaller dinin farklı yönlerini/uygulamalarını parlatarak diğer bazı şer'i uygulamaların-anlayışların ensesine çökmektedirler. Nasıl? Mesela: Din düşmanı birisinin ölümünde buğzunu mu dillendirdiniz. Cık, cık, cık. Hemen Aleyhissalatuvesselamın bir yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığı hatırlatılır. "Garp husumeti bâki kalmalı!" diye mi haykırdınız. Hemen "Avrupa ikidir!" ile karşınıza dikilinir. "Cennete yalnızca müslümanlar gidecek!" falan mı dediniz? Aman. Sakın. Nasıl yaparsınız? Hemen "Ehl-i Kitaptan öyleleri vardır ki..." ile başlayan ayetler başı-sonu-bağlamı koparılarak kafanıza vurulur. Hülasa: Bu kadim bir tâcir taktiğidir. Tam ismini sorarsan: 'Dine karşı din'dir. Eeee, tâcir adam uyumlu olur, her nabza göre şerbet vermesini bilir. Karşısına alıp dövüşmez.

 Uzatmayayım. "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla derim ve dedim. Benim kalbime gelenler bunlardır arkadaşım. Fakat, dikkat et, "Hemen alıp bağrına bas!" demiyorum asla. Bu şüpheyle biraz liberal aydınların yazdıklarına/söylediklerine bakmanı istiyorum. O zaman belki şurada dokunduklarımdan fazlasını sen diyeceksin. Ve göreceksin ki: "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor." Onun buyurdukları asla eskimiyor. Çünkü insaniyetin yasası değişmiyor. Biz de bugün Şuayb aleyhisselamın yerindeyiz işte. Onun kavminden bin beter tüccarlarla mücadele etmekteyiz. Kıssalarda nasıl yaşanılacağını daha fazla tecrübe etmek istersen 1. ve 2. Lem'aları oku isterim. Bediüzzaman, bizi o zamana götürmemiş, o zamanı alıp bize getirmiş. Vesselam.

Wednesday, January 13, 2021

İkiyüzlülüğün de bir hikmeti var mı?

Bakalım kağıda dökmeyi becerebilecek miyim? Tevfik Allah'tan. Özetle neyi deneyeceğimi söyleyebilirim arkadaşım: es-Settâr ism-i şerifinin gölgesinde bir seyahat edeceğim. Mürşidimin 'verilen her kabiliyetin bir varlık hikmeti bulunduğuna' dair beyanlarına dokunarak oradan 'ikiyüzlülüğe' varacağım. Ah, evet, şaşırdın değil mi? Beni de meselenin en çok bu tarafı düşündürüyor. "İkiyüzlülüğün de hikmeti olabilir mi canım?" diye soruyorsun belki de. Eh, şey, hımmm. Bunu da anlamaya çalışacağız şu yazıda diyebilirim. Fakat adımlarımız karışmamalı. Konuşacaklarımızın bidayetini Bediüzzaman'ın şu metni oluşturacak. "Bismillah!" deyip kapısından girelim bakalım:

"İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani, 'Fıtratını değiştir!' gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: 'Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz. Mecrâlarını değiştiriniz!' Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur." Ama bir saniye! Ne acele ettik de hemen sonuna vardık. Başında da biraz oyalanmalıydık. Bu paragrafı anlamak için, arkadaşım, azıcık evveline de uzanmalısın:

"İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur." Ah, ama, yine olmadı! Bu defa da üç misalin ne olduğunu merak edeceksin. O zaman şöyle birşey yapalım: Üçünü birden alamayız da bir tanesiyle yetinelim. 'İnat' diyelim. Aşkolsun:

"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."

 Yani burada öğretiliyor ki arkadaşım: Cenab-ı Hakkın inat gibi 'sûreti sıcak görünmeyen' hilkatlerinde dahi hayırlar-hikmetler var. Fıtratta yerleri var. İnsanda gerekleri var. An şart ki: Kullanılacak yerleri var. Kullanılmayacak yerleri var. Zararlandığımız durumlar bizzat kendileriyle ilgili değiller. Ya? İstimal ettiğimiz alanla ilişkililer. İyinin ardında inat edersek 'hakta şiddetli sebata' dönüşürken, kötünün arkasında inat etmek 'zararlı bir ısrara' dönüşüyor, kötülendiriyor. Belki hatta zehirlendiriyor. Çünkü küçücük bir inat, bazen, sahibinin bütün bir hayatını kaşığında boğabiliyor.

İşte ben de tam bu eşikten 'ikiyüzlülüğe' bakıyorum arkadaşım. Tamam. Şu aşamada mevzuyu buraya çekmemi biraz tuhaf bulduğunu tahmin ediyorum. Çünkü 'ikiyüzlülük' inat gibi değil. Yani sırf bir yetenek değil. Onun hali biraz daha bed duruyor. Taraf tutuyor. Hatta anıldığı anda kem ahlakın kötü kokusu burun direğimizi sızlatıyor. Ama bir saniye! Böyle olduğunu ne biliyoruz? Hiç sınadık mı? Biraz kapağını kaldırırsak bu tencereden de güzel kokular gelebileceğini ümit ediyorum. Fakirin ekmeği ümit. Açalım bakalım. Eğer dediğim gibi çıkmazsa tencereyi kafama atmak elbette ki hakkındır. Atarsın.

Öncelikle: "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesine dair konuşacağım senle. Nereden mi çıktı? Bilim felsefesinden. Evet. Bu alanla ilgilenenlerin bazısı diyorlar ki bize: Gözlemcinin gözlemde elde ettiği bulgular, hatta müşahadeleri, aradığı şeyden etkilenir. Tarafsız bir gözlemci yoktur. Bu nedenle tastamam nesnel bir bilgi de yoktur. Bu tıpkı şüphelendiğin komşunun her hareketini hırsızlara benzetmen gibidir. Gün gelip masumiyeti ortaya çıktığında, daha önce suizan ettiğin her davranışın, pek de o kadar 'hırsızca' durmadığını derkedersin. Peki bu sapma nasıl yaşanmıştır? Bu ışık nasıl bükülmüştür? Beklentin gözlemini yönetmiştir çünkü. Arzun aradığını cezbetmiştir. İraden bilgiyi eğmiştir. İşte "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesi de bize bunu anlatır. Malumun: Kuantum fiziğiyle artık böyle şeyler rahat konuşulur oldu. Yoksa bilim davulcuları nesnelliklerine asla laf ettirmezlerdi.

Kuantum fiziği ise bunu bize 'gözlemcinin gözleneni etkilediğini gösteren' çift yarık deneyi ile gösterdi. Aslında daha doğru bir ifadeyle şöyle demeliyiz: Âdemoğlu bunu başından beri biliyordu-yaşıyordu da 'bilimsel tahakküm'den paçasını ancak kurtardı. Kuantum fiziği kartezyen-mekanikçi bilimin ayarlarıyla oynamasa bu mevzuda parmak sallamak hiçbirimize nasip olmazdı. Kur'an'da defalarca 'aynı ayetlerin' mü'minlerin 'imanını' kâfirlerinse 'dalaletlerini' arttırdığı söylense de bunu kevnî ayetlere kadar taşıyıp "Sizin dalaletiniz de kâfirliğinizden. Küfrünüzün beklentisinden. Küfrî bakışınızdan. Küfür arzunuzdan. Yoksa kainat bu sapkınlığı zorunlu kılmıyor. A cahiller!" diyemezdik. Şimdi biraz fısıldıyabiliyoruz. Çok şükür. Elbet zaman gelecek gürleyerek de söyleyeceğiz. İnşaallah.

İkiyüzlülüğe geri dönelim. Gözlemcinin bakışının gözleneni bu kadar etkilediği bir dünyada elbette es-Settâr ism-i şerifi büyük bir hikmetin kapısını aralıyor. Belki de biz üzerini örttüklerimizin varlığına da kastediyoruz. En azından etkilerini azaltabiliyoruz. Hatta yokedebiliyoruz. Sözgelimi: Geceleyin korkumuzu tetikleyen bir nesnenin üzerini örttüğümüzde tesirinden de kurtulabiliyoruz. Acı bir sahneyle karşılaştığımızda yüzümüzü çevirerek ondan korunabiliyoruz. Hatta kötü bir olaydan bahsedildiğinde konuyu değiştirerek varlığından doğan baskıyı azaltabiliyoruz. Kısmen, küçükçe, nümune nevinden bu muvaffakiyetlerimiz, bizim, bu meseleyi aslında çok daha önceden, kalben, fıtraten, yaratılışımızdan bildiğimizi gösteriyor. Yani içimiz dünyaya kuantum okumuş olarak geliyor.

İkiyüzlülük de belki işte bu yeteneğin suistimali. İnsan neden ikiyüzlülük eder? Laçka olmuş insanımsıları çıkarırsak, 'korkusundan yorulduğu' veya 'menfaatini arzuladığı' yerlerde insanoğlunun, ikiyüzlülük sayılabilecek davranışlar sergilediğini görürüz. Mesela: Annesinden korkan çocuk ikiyüzlülük edebilir. Veya işyerinde yükselmek isteyen eleman ikiyüzlülüğe meyledebilir. Birisinde etken korkudur. Diğerinde etken menfaattir. Üçüncü bir ikiyüzlülük zeminiyse cerbezedir. Birisini kandırmak istediğinde de insan yanlışlığını bildiği şeyleri doğruymuş gibi savunabilir. Demek, hem 'kuvve-i gadabiye/korunma güdüsü' hem 'kuvve-i şeheviye/menfaat güdüsü' hem de 'kuvve-i akliye/doğruyu-yanlıştan ayırma güdüsü' insanı kendisinde ikiyüzlülük etmeye götürebilir.

Fakat, işte, bütün bunlar mezkûr yeteneğin suistimali de sayılabilir. Belki de aslında bu yeteneğin insana veriliş amacı 'kendisindeki kötülükleri azaltması'dır. Sözgelimi: Morali bozuk olduğunda dahi çevresine tebessüm eden kederine doğru ateş eder. Mürşidimin "Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül..." derken de dikkatimizi çektiği birşeydir bu. Tebessüm kederin şiddetini azaltır. Hatta kişisel gelişim kitaplarında dahi böyle zamanlarda 'aynaya bakıp gülümsemek' tavsiye edilir. Demek bu noktada ikiyüzlülük caizdir. Hem de lazımdır. Faydalıdır. Çünkü kederine baktıkça insan kederini büyütür. Meşguliyet kötülüğü besler. Veya Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Merak musibeti ikileştirir." 

Sagopa'nın Avutsun Bahaneler'de söylediği güzel bir mısra var: "Kafan seni dağıtmadan sen onu dağıt!" Küçük bir kelime oyunundan ibaret görmeyelim. Sahiden de bu 'kafa dağıtma' mevzuu dilimize-kültürümüze yerlermiş bir bilgelik içeriyor. Bir kaçış öğütlüyor. Vesvese ile ilgili sıkıntılarda dahi mürşidlerimizden öğrendiğimiz 'onlarla meşgul olmamak' noktasında temerküz. Yani, nasıl oluyorsa oluyor, endişemiz zararımızı çoğaltıyor. Tıpkı 21. Söz'ün 2. Makamı olan Vesvese bahsinde anlatıldığı gibi: "Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır." Yani böylesi durumlarda da günahsız bir gaflet, bir yüz çeviriş, bir ikiyüzlülük caiz olabilir. An şart ki: Gafletin arandığı yer haramla meşguliyet olmasın.

Üçüncü bir husus: Nefsimize karşı ikiyüzlülük. Evet. Eğer nefs-i emmare sahibiysek, ki herhalde çoğumuz öyleyiz, o kem nefse karşı ikiyüzlülük etmekten çekinmemeliyiz. Kur'an-ı Hakîmimiz bize Yusuf aleyhisselamın dilinden şu hakikati öğretiyor: "Nefis her zaman kötülüğe emreder..." Bu noktada biz nefsimize karşı ikiyüzlü olmakta tereddüt etmemeliyiz. Nasıl olacak bu? Belki şöyle: Yani bizden bir parça olması herşeyini sahiplendiğimiz-benimsediğimiz manasına gelmemelidir. Biz içimizdeki kötülüğe karşı ikiyüzlü olarak ancak dışımızda daha iyi birisi olabiliriz. İçimizde hırsızlık arzusu olabilir. Hased olabilir. Kin olabilir. Kıskançlık olabilir. Her çeşit deniyete arzu bulunabilir. Lakin biz bu arzuyu 'imtihan' bilerek karanlık yüzümüze atarız. Kaçarız. Şerrinin teşhisinde bulunarak aydınlık yüzümüzle Rabbimize sığınırız. Nefsimizi temize çıkarmayız. Kötülüklerine meşruiyet aramayız. Yüzümüzün tamamını yıkamayız. Benimsemeyiz. Sahiplenmeyiz. Savunmayız. "Bu da insaniyettendir!" demeyiz. Böylelikle kötülüğümüzü zayıflata zayıflata giderek aydınlık yanımızı besleriz. Onu büyütür-yaşatırız. İnşaallah. İşte bana bu noktada da ikiyüzlülük caizdir gibi gelir. Elbette en doğrusu her zaman Allah bilir.

es-Settâr ism-i şerifinin bir hikmetinin de bu aynada parıldadığından bahsetmiştim. Bitirmeden biraz daha arzedeyim. Bu isim bize, gölgesinde kalırsak, azaltabileceğimiz kötülüklerden bahsediyor. Tesettür bir kadını-erkeği nasıl kötülüklerden koruyorsa muhataplarını da öyle kötülüklerden koruyor. Günahlarından utanma-sıkılma bireyi şerrinin büyümesinden-genişlemesinden nasıl koruyorsa meşruiyet kazanmasından-normalleşmesinden de öyle toplumu koruyor. Dinimizde buna mümasil birçok emir-tavsiye bulunmakta. Bunlarla bir tür koruyucu hekimlik yapılmakta. Elhamdülillah. Sayılarınca elhamdülillah. Demek doğru bir şekilde örtülen şeylerde azalma gerçekleşiyor. Yanlış bir şekilde açılan şeylerde kötülük büyüyor. Cenab-ı Hakkın hayâ emrettiği her noktada bu azaltışın sırrı az-çok görünüyor. Rahman u Rahim cümlemize sırlarını görüp yaşayabilmeyi nasip eylesin. Âmin.

Friday, January 1, 2021

Mustafa Öztürk'le vedalaşırken...

Mustafa Öztürk'ün öğrencilerine aşıladığı nedir? Sırf bir 'fikir jimnastiği' midir? Yoksa fazlası mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için Prof. Dr. Ömer Demir'in Bilim Felsefesi'ne uzanmak lazım. Özellikle Kuhncu geleneğin 'paradigma' üzerine söylediklerine. Yaklaşımlarının özetlendiği maddeleri alıntılarsam: "1) Bilimadamları bilişsel etkinliklerini ancak paradigmalarla sürdürebilirler. 2) Farklı paradigmalar birbirleriyle kıyaslanmayacak kadar nüanslara sahiptir. 3) Bilimsel bilgi 'birikimsel' değil 'devrimsel' bir nitelik taşır. 4) Bir paradigmadan diğerine geçiş 'ani bir algı dönüşümü' gerektirir. Yani paradigma değiştirmek 'din değiştirmek' gibidir." Bu gelenek, yine Ömer Hoca'nın ifadesiyle, "Pozitivizmin formulasyonuna değil bizzat kendisine karşı çıkmaktadır." 

Ah, atladık, en önemlisi sona kaldı. 'Paradigma' nedir peki? Kitaptan omuz alalım tekrar: 

"Paradigma, onlar için dünyaya bakılan, standartlar veya ölçüler yumağıdır. (...) Bilimadamları topluluğu tarafından paylaşılan bir paradigmanın en belirgin özelliği 'temel sorular' ve onlara verilebilecek 'kabul edilir cevaplar'ın çerçevesini çizmesidir. (...) Ancak paradigma sadece 'çalışma tekniklerini' veya 'disiplinin temel varsayımlarını' değil bunların yanında sözkonusu varsayım ve yöntemlerin doğruluğuna ilişkin 'bilimadamları topluluğunun ortak inançlarını' da içerir." 

Yani arkadaşlar 'paradigma'nın bir tür 'itikad'a benzediğini de söyleyebiliriz. Çünkü itikad da insanda âlem algısını kendisine göre belirler. Her itikad sahibi aynasında yansıyan şekliyle âlemi bulur. Bu nedenle bir dinin 'içinde' bilgi üretebilmek için 'o dinin itikadına uygun' konuşmak lazımdır. Yoksa üretilen bilgi 'din hakkında' olur fakat 'dinin içinde' olmaz. Bediüzzaman'ın tabiriyle: "Meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir." Evet. Mesela: Oryantalistlerin İslam'a dair çalışmalarını 'din hakkındaki bilgiler'e örnek verebiliriz. İslam ulemasının emekleriyse 'dinin içinde yeralan çalışmalar'a misaldir. Bu iki ekolün ürettiği bilginin 'aynı nesne üzerinde mesai sarfetmelerine rağmen' eşitlenememesi mensubu oldukları paradigmaların ayrımı üzerinden açıklanır. Oryantalistler için İslam ancak entelektüel bir meşgaledir. Hatta bazen hasımdır. İslam uleması içinse imanı, ibadeti ve ahiretidir. Taraftarlığıdır. 

Yine Bilim Felsefesi'nin satırlarından bakınalım:

"Farklı paradigmaların savunucuları, hem 'dünyayı' hem de ona sorulan sorularla verilebilecek 'meşru cevapları' farklı algılarlar. Yani paradigmalar, hem 'ontolojik' hem 'epistemolojik' hem 'metodolojik' hem de 'aksiyonolojik' düzeyde farklılaşma gerektirirler. Paradigmaların vardığı sonuçların bağlayıcılığı öncüllerin kabul edilmesine bağlıdır. (...) Her paradigma kendine özgü bir varlık anlayışına dayanır. Bu ontolojik temel sözkonusu paradigmayı benimseyen insanların bilinçleriyle içiçe olduğu için çoğunlukla sorgulanmadan benimsenir. (...) Paradigmal geçiş epistomolojik düzeyde de köklü dönüşüm gerektirir. (...) Bir paradigmadan diğerine geçen yahut bir paradigmadan diğerine bakan kişinin, hem 'nereye baktığı'nda hem de 'bakış biçimi'nde önemli farklılıklar meydana gelir." 

Bediüzzaman'ın Öztürk'ünkine benzer iddiaları cevapladığı 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri de bu durumu doğrulamaktadır: "Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer, öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki: Benimle konuşan şeytandır. (...) Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Görüldüğü gibi, mürşidimin farkettiği, esasında Kuhncu geleneğin dilegetirdiği türden bir 'paradigmal değişim'dir. Bediüzzaman, Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmanın nötr bir tavır ifade etmediğini, hatta 'bâtıla tarafgirlik kastı' taşıdığını, teşhis etmiştir. Çünkü böylesi değişimler 'öznenin nesneyi algılama şeklini' de değiştirirler. Hatta; Ömer Hoca'nın ifadesiyle bu değişim; ontolojik, epistemolojik, metodolojik, aksiyonolojik düzeyde farklılaşmalara da yolaçar. Bir tarafta kelama 'onun Allah sözü olduğunu gösterir bir açıyla' bakmak varken, diğer tarafta 'Bunu nasıl daha fazla beşerîleştirebilirim'in açısı vardır. Çalışması vardır. Mesaisi vardır. O kendi paradigmasının bilgisini üretir. Şu kendi paradigmasının marifetine uğraşır. Yani bilgi üretiminde mutlak bir nötralizasyon yoktur.

Tam da burada şöyle bir soruyla yüzleşelim: Kur'an'ın Allah kelamı olduğundan eminsek neden 'beşer kelamı olabileceği' yönündeki iddiayla yüzleşmekten(!) çekinmekteyiz? Nihayetinde hakikat bizi tekrar paradigmasına dönmeye zorlamaz mı? Bu soruya vereceğimiz cevap evvelemirde şöyle olur arkadaşlar: Ne Kur'an ne de biz 'beşer sözü olduğu yönündeki iddialarla yüzleşmek' konusunda sıkıntı yaşamamaktayız. Ancak teklif edilenin ilimden çok tuzak koktuğunu düşünmekteyiz. Evet. Eğer muhatabımız Kur'an'ın insan sözü olduğunu iddia ediyorsa, hakikate ulaşmak için, bizim de hemen Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmamız mı gerekir? Yoksa paradigmamızdan konuşarak iddiayı sınanamız mı icap eder? Düz mantıkla baktığımızda bile, sağlıklı bilgiye ulaşmak istiyorsak, yapılması gereken 'durduğumuz yerden konuşmak'tır. Böylece muhatabımızın da iddiasını bizimle sınama imkânı olur. Saf değiştirmek siga imkanını yokeder.

Hatta münazaralarda bilimadamları dahi sınanmak için 'karşı argümanları' ararlar. Popper'ın tabiriyle 'doğrulanma'dan ziyade 'yanlışlanma' ile hakikate yaklaşmaya çalışırlar. Sınanmayan bilginin bilimsel değeri de yoktur. Peki neden müslümanlar, hakikatin belirginleşmesini karşı taraf adına da kolaylaştıracak, bir saflaşmadan alıkonulmaktadırlar? Dünyada yeterince Kur'an münkiri yok mudur da karşıya adam verilmektedir? Bu mevzuda halısaha maçına eksik gelmiş gibi davranmaya ne gerek vardır?

İkincisi: Paradigmanın terki mecburiyetle olur. Yine Ömer Hoca'nın sözlerine dönelim: "Kunh'a göre bir paradigmanın terkediliş nedeni belirlediği çerçevede çözülemeyen sorunların yeni arayışlara sürükleyecek kadar fazlalaşmasıdır. (...) Karşılaştığı sorundan dolayı paradigmasını suçlayan bilimadamı kullandığı âleti suçlayan ustadan farksızdır. (...) Fakat artan kuraldışılıklar paradigmaya olan güven ve bağlılığı gevşetir. (...) Farklı bakış açıları, yöntem ve tekniklerin denenmesine başlanır. Zamanla paradigma bağlayıcı olmaktan çıkar. (...) Bunalımla beraber arayışlar başlar. Ve yeni bir paradigma eskisinin yerini alır. Bu geçiş devrimseldir. Aynen sosyal devrimlerde olduğu gibi bilimsel devrimlerde de, yeni bilim anlayışı, tüm bilgileri merkezinden bakarak ve rengine boyayarak yeniden kurar."

Şimdi soralım: Müslümanlara Kur'an hususunda paradigma değiştirtecek mecburiyet nedir? Nerede çıkmaza düşmüşlerdir? Nerede bunalım yaşamaktadırlar? Nerede cevapları yoktur? Öztürk'ün iddialarını dinlediğinizde 'Allah adına çektiği sıkıntıyı' anlamak bile güçtür. Evet. Öztürk, hâşâ, Allah'ın yerine kendisini/'göre'sini koyarak sürekli Onu endişelerinden kurtarmaya çalışmaktadır. Bu sanrılı tavrın normal bir mü'mini "Kur'an beşer kelamı da olabilir!" demeye mecbur edecek bir yanı var mıdır? Yoktur. Hiçtir. Hiphiçtir. Bu ancak Öztürk'ün kompleksidir. Kompleksten-sanrıdan bilim olmaz. Ancak halisülasyon olur.

Üçüncüsü: Öztürk paradigmasının her noktada hesabını vermekte midir? Hiç sanmıyorum. Misal: Bediüzzaman'ın aynı metinde hikmetle dillendirdiği 'kelamullah-nübüvvet-ümmet-medeniyet' bütünlüğü içinde bu iddia nasıl bir yere düşer: "(...) Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin..."  

Yani, Kur'an kelamullah olmaktan çıkarılırsa, Aleyhissalatuvesselam da peygambere yakışır faziletten çıkarılır. Ümmeti 14 asırdır insanlığı hakikatle ışıklandıran konumundan kovulur. Ellerinde şekillenen medeniyetin hüsn u kemali ister-istemez inkâr edilir. Herşeyi yalana müstenittir çünkü vs. En alttaki taşı çektiğiniz zaman üstündeki binayı yerle-yeksan edersiniz. O halde bu iddiayı 'fikir jimnastiği' şeklinde görmek yanlıştır. Bu İslam'ı baştan aşağa yeniden şekillendirecek, hatta, düpedüz başaşağı çevirecek bir saldırıdır! Evet. Saldırıdır! Saldırıya karşı da sipere sığınmak gerekir. Karşı tarafın ordusuna katılınmaz.

Dördüncüsü: Bu da Kur'an'ın mucizeliğini teşhiste avamiyetimizin teşkil ettiği sıkıntıdır. Ki mürşidim ona da şurada işaret eder: "Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar." Bu konuyu açmada da yine Bediüzzaman'a ait bir misalden yardım alalım: 

"(...) şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ bir vehim o kafasızı yoldan çıkarır..." 

İşte, Öztürk'ün aşıladığı zehir herbir öğrencisini misaldeki ikinci adama çeviriyor, çünkü kaynağa olan güvenlerini sarsıyor. O çocuklar su içeçekleri her dereyi sınamak zorundalar. Halbuki bu sınamaya elverecek yetkinlikleri de yok. İ'cazı takdir edebilecek idrake sahip değiller. Böylelerinin imanını ayakta tutacaksa pınara olan güvenleridir. Eğer o güveni dinamitlerseniz aşağıdaki herbir dereyi ayrı ayrı tecrübe etmeye onları mecbur edersiniz. Çoğu da bu süreci atlamazlar. Neden? Yukarıda bir seferde kolayca aşılan aşağıda yüzbin şubeye ayrılır da ondan. Herbir şubenin sınavı da ayrıdır. Sırrı ayrıdır. Penceresi ayrıdır. Tecrübesi ayrıdır. Şüpheyle yaklaşan, önceye şüpheyi alan, güvenliğine emniyet edemediğinden istifadesiz kalır.

Her neyse. Yazı çok uzadı. Diyeceklerimin bir kısmı da kaldı. Yapacak birşey yok. Seriyi daha fazla uzatmayacağım. Mustafa Öztürk reddiyelerimin yeni sezonuna bu yazıyla final veriyorum. Ne de olsa, şimdilik, kürsüsünü terketti. Biz de şimdilik terkedeceğiz. Korkumuz yok. O dönerse biz de döneriz. Allah doğrunun yardımcısıdır. Tevfik Ondandır. Hamd Onadır. İnayetine dayananlar asla mağlup olmazlar. Âmin.

Saturday, December 5, 2020

Mustafa Öztürk'ü linç etmek yanlış mıydı? (3)

"Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki benimle konuşan şeytandır."

15. Söz'ün Zeyli'nden.


Mustafa Öztürk'i kimileri bir 'ilim adamı' sayabilir. Ancak bence 'tarihselcilik' üzerinden harcadığı mesai 'ilim' değildir. Ya? Tastamam 'cerbeze'dir. Çünkü şu çok temel ayrımı kasten-inatla ıskalamaktadır: Öznenin nesneyi muhatap alması 'öznenin nesne türünden olmasını' zaruri kılmaz. Peki neyi zaruri kılar? Öznenin nesneyi kuşatabilmesini zaruri kılar. Hep verdiğim misaldir: Ben bir yaşındaki yeğenimle kimi bebekçe ifadeler üzerinden iletişim kurarım. Pek güzel anlaşırım da. Fakat bir insan o sözlerimi önüne alıp beni tartmaya mizan olarak kullansa çok kolay akıl sağlığımın yokluğuna hükmeder. Zira o sözlerde benim büyüklüğümü kuşatmak yoktur. Ne vardır peki? Benim 'bebeklerle iletişim yeteneğimi ortaya çıkaracak' yönler vardır. Bunu görmek için de sadece 'söz'e bakmak yetmez. 'Muhatab'a da nazar etmek gerekir. Gerektiği yerde muhataba bakmayan hem 'hakkımdaki' hem de 'sözün hakikati hakkındaki' hükümlerinde hata eder.

Bu nedenle Bediüzzaman Öztürkgilleri isabetle teşhis ettiği o muhteşem paragrafın âhiri şöyle getirir: "(...) muhatabın hissine-fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan elbette dalâlete düşer." Bir İngilizle konuşmak için İngiliz ırkından olmak zorunlu olmadığı gibi Cenab-ı Hakkın bizimle konuşması da Kur'an'ı da beşer kelamı saymaya mecbur etmez. İşte, arkadaşlar, biraz da noktadan hareketle derim ki: Öztürk'ün yıllardır savunageldiği argümanlar 'mantığa' değil 'cerbezeye' dayanmaktadır. Yaptığı da 'ilim' değildir. Ağdalı üslûbu seçmesinin nedeni de budur. Delille yapamadığını üslûpla başarmaya çalışmaktadır.

Üstelik yeni birşey de değildir. Furkan'ı hatırlayalım: Orada müşrikler de Aleyhissalatuvesselamın 'insanîliği' veya Kur'an'ın nüzûlünün 'zamana yayılmış olması' gibi hususlar üzerinden benzeri 'beşerîlik' iddialarında bulunurlar. Evet. "Ona gökten bir kitap indirilmeli değil miydi?" veya "Peygamber olarak bir melek gelmeli değil miydi?" manasındaki itirazları hep aynı 'şüphe uyandırma arzusuna' dönüktür. Bir farkla: Onlar Mustafa Öztürk gibi 'belagat zevkinden yoksun' olmadıkları için Kur'an'ın bu yönüyle 'beşerîliği' iddiasında bulunamazlar. Hatta harikalığını 'sihir' gibi ifadelerle açıklamaya çalışırlar. Fakat nüzûl sürecinin, tabir-i caizse, kitap telifi sürecine benzerliği üzerinden, yani vahyin peyderpey gelişi üzerinden, yine bir cerbeze kapısı kollarlar. Tek seferde, belki de meleklerin kanatları üzerinde, insanüstü bir şekilde gelmesi gerektiğini ifade ederler. (Onlara göre Allah ancak böyle konuşur.) Yahut da, diğer bir kısım ayetlerde olduğu gibi, elçinin neden meleklerden değil de insandan olduğunu masaya yatırırlar. Sözde masaya yatırırlar. Özde yaptıkları cerbezedir. Cevap arıyor değillerdir.


Zaman değişir, ifadeler değişir, ama hakikatler değişmez. Evet. Biz aslında Asr-ı Saadet'in farklı sûretlerde tekrarını yaşamaktan öteye gidemiyoruz. Belki kendi çağımıza göre sanjanı değişiyor mevzuun. ('Vahyin mahiyeti' falan gibi başlıklar altında üstüne azıcık fıstık serpiliyor.) Yoksa özü hep aynı kalıyor. Başkalaşmıyor. Bizde olmayansa şu: Bediüzzaman misal ehl-i sünnet uleması gibi 'bizimle konuşanın şeytan olduğunu' tayin edemiyoruz. Açık yüreklilikle mevzuun adını koyamıyoruz. (Liberal gönlümüz elvermiyor.) Veya, Allah hepsinden razı olsun, sahabe kadar salabetli duramıyoruz. Öyle ya: Onlar asla Ebu Cehil'in, Ebu Leheb'in veya bir başkasının argümantasyonu üzerinden Kur'an'ı tartmaya kalkmazlardı. Bir ilahiyat fakültesinde tefsir kürsüsünü onlara vermezlerdi. Hoca yetiştirme işini böylelere bırakmazlardı. Biz şaşkınız. Bırakıyoruz. Hatta, bırakınız bırakmayı, hasbelkader "Yahu nereye gidiyoruz?" diye soranların ensesine de çöküyoruz. Ellerimizle Mushaf-ı Mübareği yırtacak İbrahim Atabey'ler yetiştiriyoruz.

Değil mi ama: İnsan Kur'an'ı 'Allah sözü' olarak bilirse yırtmaya cüret edebilir mi? Saygısızlık edebilir mi? Hükümlerini inkâra kalkışabilir mi? Bağlayıcılığını sorgulayabilir mi? Ama onu bir parça beşerîleştirdiniz mi, yani öğrencilerinizin kalbinde/kafasında 'manen yırtılmasını' sağladınız mı, artık demeyin keyfinize! Artık lafzullahın başına herşey gelebilir. Ne de olsa insanîdir. İnsandan bilinmiştir. İnsan da insanın kurdudur. Başına getirmedik bırakmazlar. Cenab-ı Hak bu fitne-i ahirzamanın karanlığından cümle mü'min gözlerini muhafaza eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

Saturday, November 14, 2020

Onu unutmak unutkanlığı nasıl arttırır?

Ben de bu mevzuya Mehmet Fatih Kaya Hoca'nın Hadis Usûlünde İhtilat isimli eserini okumakla vâkıf oldum. 'İhtilat' ne demek, merak ettiyseniz, altbaşlığı okuma zamanınız geldi: Râvinin Akıl ve Hâfıza Fonksiyonlarının Zarar Görmesi ve Bunun Rivayetlerine Etkisi. Kitapta ilerledikçe hayretler içinde kaldım. Gıptayla damağımı şaklattım. Hadis ilminin ne denli geniş bir vüsate sahip olduğunu sahiden bilmiyoruz. Bilginin doğru aktarımında gözetilmesi gereken hiçbir detayı ıskalamamış didik didik bir hassasiyet var karşımızda. Üstelik bu hassasiyet kişilerde kalmamış. Usûllere de bağlanmış. Yani sistemleştirilmiş, nizamlaşmış, kaideleri oluşturulmuş. Üzerine kitap telif edilen 'ihtilat'sa bu detaylardan sadece birisi. Ancak yazı 'ihtilat' konusuna dair olmadığından burayı hızlı geçeceğim.

Yazıya lazım olan kısmıyla şu: Bazen, hafıza kuvvetiyle meşhur insanlar dahi, yaşadıkları kimi hâdiseler nedeniyle yeteneklerinde körelebiliyorlar. Sözgelimi: Yaşadıkları acı bir kayıpla, bir kazayla veya bunama gibi rahatsızlıklarla ister istemez nakillerinde hatalar yapabiliyorlar. Hadis âlimleriyse bu insanî durumu görmezden gelmiyorlar. Râvilerini bu yönleriyle de sık sık sınıyorlar. Yani bir kişiden ne duysalar alıp sonrasında onu kendi haline bırakmıyorlar. Ara ara tekrar ziyaret edip daha önce rivayet ettiği hadisleri tekrar rivayet etmesini istiyorlar. Bazen de başkasından duymuş gibi yaparak kendisine haber veriyorlar. Eğer râvi bu hadisleri hatırlayamaz yahut tekrar aktarırken hata yaparsa âlimler onun isminin yanına durumunu anlatır notlar düşüyorlar. Ve bu notları birbirlerine haber vererek yayıyorlar: "(...) tarihe kadar hafızası kuvvetliydi. Fakat bir kaza geçirdi. Ondan sonra rivayet ettiği hadislere güven olmaz..." kabilinden bir güvenlik önlemi alıyorlar. Böylece rivayet ilminin istikametini de layıkınca korumuş bulunuyorlar. Elhamdülillah. Allah herbirine amellerinin ecrini kat kat versin. Âmin. Âmin.

Hafızanın 'yaşanan acı hâdiselerle veya 'büyük korkularla' veyahut 'zorlu süreçlerle' zarar görebildiğine dair yakın tarihimizden de bazı misaller biliyorum. Örneğin: İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin bir deniz yolculuğu sırasında boğulma tehlikesi geçirdiğini, bu dehşetli tecrübenin ardından "Unutmak nedir bilmiyorum!" dediği hafızasına nisyan arız olmaya başladığını, hayatıyla ilgili eserlerden okuyoruz. Ve Bediüzzaman Hazretlerinin de aynı derecede meşhur belleği hakkında şöyle ifadeler kullandığını biliyoruz: "Hem kuvve-i hafızam musibetler neticesi olarak sönmüştü." 

Psikiyatri uzmanları depresyon dönemlerinde de unutkanlığın arttığını söylüyorlar. Hatta buna 'yalancı bunama' adını veriyorlar. Bense kendimce şöyle bir ilgi kuruyorum: İnsanın unutmak istediklerinin sayısı arttıkça hafızası da zayıflıyor. Arzusu dua yerine geçiyor. Sanki kalbinin bir köşesinden kendine şöyle vird u telkinde bulunuyor: "Unut! Unut! Unut!" Depresyon dönemleri de işte biraz böylesi dönemlerdir. Depresyon geçirenler gündelik yaşamlarında kaldıramadıkları her ne varsa bunları dışarılarında bırakmaya çalışırlar. Etkisizleştirmeye gayret ederler. Bu 'dışarıda bırakma'nın yollarından birisi de unutmaktır. Unutmak bir korunma yoludur. Tecrübeyi bir tür gafletle örterek sessizleştirir. Büyük şoklar yaşayan insanlar da bazen olanları hatırlamazlar. Mürşidim yine bu sadedde bizlere der: "Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin 'ahirzamanda artan unutkanlık' ile 'harama nazar' arasında (İmam Şafiî rahmetullahi aleyhten nakille) kurduğu bir bağ vardır. Hatta mevzuyu götürüp ahirzamanla ilgili bir hadis-i şerifin ihbar-ı gaybîsiyle de ilişkilendirir. Devamını yerinden okuyalım: "İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor: 'Âhir zamanda, hafızların göğsünden Kur'ân nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.' Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur'ân'a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadisin tevilini gösterecek." 

Arkadaşım, ben, yukarıda söylediğime benzer bir okumayı burada da yaparım: "Harama nazar etmek de insanda unutmak istediği şeyleri çoğaltır!" derim. Dediğime de şunu eklerim: İnsanın baktığı her güzelliğe karşı içinde 'sahip olma' isteği uyanır. Ancak bu sahiplik elbette hep mümkün değildir. İmkânsızlığın ateşinden bir kıskançlık, hased ve garet dumanı tüter. O şey artık bir yoksunluktur. Bir küçük isyandır. Bir haksızlıktır. Ve insan bunları biriktirerek yaşamak istemez. Fakirliğini çoğaltarak yürümek istemez. Ya ne yapar peki? Unutur. Yahut da unutmayı diler. İster. Arzular. Bunu kendisi farketmese de içine söyler. Tıpkı şok yaşayanların olayın hemen ardından bu unutkanlığa muvaffak olabildikleri gibi o da gıdım gıdım sarsıntılarla bu muvaffakiyet emelini Sahib-i Hakiki'sine bildirir. Cenab-ı Hak da hikmetine binaen bazen tekerrür eden bu duayı kabul eder. Sahibini unutkanlaştırır. Belki depresyonun kaynağı da böylesi bir dua birikimidir. Yani 'müterâkim olmuş âlâm'la ilgilidir.

Buradan da şu ayetin semasına bir merdiven dayayalım istiyorum: Haşir sûresinde kısa bir mealiyle buyruluyor ki: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Onlar hep yoldan çıkmış kimselerdir." Ben bu mananın da yukarıdaki konuştuklarımızla alakalı olduğunu düşünmekteyim. Hatırlayalım: Bediüzzaman nisyanın nimet olduğu yer hakkında ne demişti: "Ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir." Sözgelimi: Bir insan ahlaksızlığıyla 'sahip olamadığı şahitlikleri' çoğaltıyorsa, Cenab-ı Hakkın bu insana unutkanlık vermesi, bir yönüyle nimet değil midir? (Allahu'l-a'lem.) Yahut da en azından bu çoğaltımın sonucunda gönlünde biriken sıklet Allah'tan kendisine bir unutkanlık gelmesi için ettiği dua değil midir? Çünkü bu yük ancak unutkanlıkla hafifler. Müterakim olmuş elemler ancak unutularak azaltılır. Gâfil unutkanlığı diler. Fakat biz de unutmayalım ki: Bu nisyan ancak bir devekuşu saadeti sağlar. Evet. Başını sokacak kum kalmadığında gaflet de biter. Sarhoş ayılır. Bu açıdan mezkûr ayetin cümle uykuların açılacağı, gafillerin ayılacağı, kumların dağıtılacağı 'haşir'le müsemma sûrede geçmesi ne kadar düşünülesidir!

Tevbenin gafletten farkı da burada bize gözkırpıyor. Tevbe hafızayı gerekli kılar. Günahını hatırlayan insan tevbeye yatkınlaşır. Pişmanlık hafızasız olamaz. Üstelik bu hatırlamanın mesaisi bir de Allah'la ilgili olmalıdır. Onun marifeti, isimleri, sıfatları, şuunatı akılda-kalpte diri tutulmalıdır. Bu diri tutma sağlanırsa ardından tevbe gelir. Yani, yine ayetin semasına uzanırsak, Allah'ı unutmayanın kendisini unutmaya ihtiyacı kalmaz. Hayatındaki hâdiseleri Onun kemaliyle, kemaldeki isimleriyle, marifetiyle bağlayacağı için koyulması gereken yere bırakacaktır. Ahirete inandığı için, mesela, sevdiklerinin kaybıyla büyük şoklar yaşamayacaktır. Unutuşa ihtiyacı azalacaktır. Hadisin ifadesiyle: Allah'ın ahlakıyla ahlaklanılacaktır. Böylece ahlaksızlığın muhtaç olduğu nisyana gerek kalmayacaktır. 

Şunun da altını çizerek bitirelim: Burada Allah'ın ahlakıyla kastedilen yaratışta gözettiği nizamdır, rahmettir, hikmettir. İnsan, Zülcelali ve'l-İkram'ın yaratışta gözettiği güzelliği kavrarsa, zaten makam-ı huzurda 'huzur'u yaşar. Herşeye doğru anlamları verir. Boşluğun eleminden kurtulur. Böylesi bir makamda unutulması gereken birşey kalmaz ki, âdem, kendisini unutmaya versin! Yine de, arkadaşım, âdemiyetin her şubesi hepimizin zaman zaman uğradığı yerlerdir. İmtihansız kulluk olmaz. O Rahman u Rahim'den bize her imtihanında huzurundan bahşetmesini, gafletinin yalnızlığından uzakta tutmasını, marifetinin ahlakıyla donatmasını dileriz, isteriz, dileniriz. Âmin. Âmin. Âmin.

Wednesday, October 28, 2020

Ya Muhakemat geleneği savunuyorsa?

"Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. (...) Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler." Şualar'dan.

Birkaç satırcık da olsa şu meseleye değineyim: Bir kısım neo-nurcular Muhakemat'ın 'gelenek eleştirisi' olduğunu söylüyorlar. Bunu söylerken de sapla samanı birbirinden ayıramama arızası yaşıyorlar. Yani, neredeyse reformist/modernist taife kadar bir aymazlıkla, Ehl-i Sünnet'te asıldan-fürûa varolagelen(!) sorunların Bediüzzamanca dillendirildiğini ifade ediyorlar. Hâşâ. Hiç. Hiç böyle değil. Tamam. Muhakemat hakikaten 'tefsir mukaddimesi' olarak müellifinin ilmî yaklaşımını içerir. Mukaddimeler zaten böyle bir geleneğin parçasıdırlar. Onları yazmakla müfessirler, yapacakları tefsirde nasıl bir yol izleyeceklerini, hangi hassasiyetleri gözeteceklerini belirtmiş olurlar. Yani bir nevi hesap verirler. Elbette metinde bir parça tenkid de vardır. Fakat, işte hata da burada başlıyor, bu tenkid nereye yapılmaktadır?

Cevaptan önce hata sahiplerini iki zümreye ayırdığımın altını çizeyim: 1) Bediüzzaman'a sevgilerinden dolayı sapanlar. Evet. Müellifin de bir yerde dediği gibi: "Mübalağa ihtilalcidir!" Muhabbetlerindeki ifrattan dolayı onu yere-göğe sığdıramayanlar, gün geliyor ki, Ehl-i Sünnet'in içine de sığdıramıyorlar. Her tanımı dar buluyorlar. Aidiyetleri zûl sanıyorlar. Sanki daha yukarısını bulabileceklermiş gibi havaya kaldırıyorlar. Elbette Bediüzzaman onların keyfine göre oraya-buraya gidecek değildir. Eserlerinde Ehl-i Sünnet kimliğini gayet açık bir şekilde, hem de mükerreren, belirtmiştir. Lakin, ne yaparsınız ki, muhabbetin de gözü kördür.

Bu kısma bir parça şefkatle bakabiliriz. Nihayetinde niyetleri kötü değil. Hem mevzuyu açıkladığınızda uyanmaları da kolaydır. Zira saptıkları ifratın özünde Ehl-i Sünnet'in bu ümmet için neyi ifade ettiğini bilmemek vardır. Anlayınca aşırılıklarından vazgeçmeleri, yine mürşidlerine duydukları muhabbet hakkı-hatırı için, umulur. İnşaallah. Âmin. Ancak şu ikincilerin arızası daha büyük sıkıntılar içeriyor. Çünkü onlar esasında nurcu değiller. Yok. Böyle söyleyince olmadı. Onlar aslında hem nurcular hem değiller. Nurcular, çünkü eserleri çok okuyorlar, hem de üzerine tefekkür ediyorlar. Değiller, çünkü eserleri müellifin yürüdüğü yol üzere değil, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lar için istimal ediyorlar. Yani denilebilir ki: Düpedüz metinleri kullanıyorlar. Çoğu zaman zaten vardıkları kanaatleri onda arıyorlar.

Bediüzzaman'ı ait olduğu Ehl-i Sünnet çizgisinden bir kere kopardıkları için metinlerin, özellikle de bir derece muğlak metinlerin, ne anlama gelebileceğinde büyük bir karmaşaya kavuşuyorlar. Kavuşuyorlar çünkü arzuluyorlar. Çünkü karmaşa onlara 'yorumlama' açısından büyük bir özgürlük alanı sağlıyor. (Müteşabih ayetler hakkında düşülen hatanın bir benzerini Risale metinlerine taşımalarına elveriyor.) Hassaten Eski Said dönemi teliflerinin içinden acayip çıkarımlara varılıyor. Muhakemat ise sürecin en mağdurlarından birisi oluyor. Çünkü bu zümre ondaki tenkidi de doğru okuyamıyor. İşine yarayacağını düşündüğü her noktaya teşmil ediyor. Mesela, yazımıza başlarken andığımız gibi, "Bütün bir Ehl-i Sünnet eleştirisidir!" diyor.

Bu zümreden rastladıklarımla ettiğim müzakerelerde-münazaralarda şunu gördüm: Bunların birçoğunun 'metne bizzat kendileri giderek' oluşturdukları bir görüş yok. Ya? Bir abileri var. Nasıl desem? Bir okuma önderleri var. Kanaat önderi gibi birşey. Bu abinin/önderin eşliğinde yaptıkları okumalarda 'metinlerin nasıl anlaşılması gerektiğini' de ders almışlar. Bizatihi metne "Bunu ne kadar söylüyorsun?" diye sormamışlar. Sınamamışlar. Çoğunun böyle bir merakı da yok zaten. Abur-cubur tefekkürü seviyorlar. Bu abilerin okuma şekli 'siyasî' veya 'itikadî' veyahut 'amelî' temayülleri doğruladığı için onunla yeterli tatmini yaşıyorlar. Hatta başkalarının hiç anlamadığı şekillerde anladıkları için elitik bir kibr u sekr hali de hasıl oluyor. 

Örnekle açmaya çalışayım. Sözgelimi: Muhakemat'ın Ehl-i Sünnet eleştirisi olduğunu söyleyenlerden birisine soruyorum: Bana Bediüzzaman'ın "Sünnî usûlünde bu şöyledir. Fakat aslında böyle olması gerekir. Ben böyle düşünüyorum..." tarzı hüküm belirttiği bir yeri/metni nakledebilir misin? Elbette buna cevapları yok. Varsa da işin ucu hep kendi yorumlarına çıkıyor. Metnin aslı böyle anlaşılmayı zaruri kılmıyor. Hatta birkaçına Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet'e muhalefet ettiğini sandıkları yerlerin esasında usûlün savunusu olduğunu gösterdiğimde afalladılar. Zaten öyledir. Muhakemat Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet usûlünü savunusudur. Hakikate yaklaşımında, belagata yaklaşımında, akideye yaklaşımında Ehl-i Sünnet mizanlarını parlatarak ulema içinde bu mizanların hakkını veremeyenlere yaptığı ikazâttır.

Yani Bediüzzaman orada "Aman Ehl-i Sünnet usûlünden sapmayalım!" derken bunlar "Bak, gördün mü, nasıl da Ehl-i Sünnet'in sapmalarını söylüyor!" diye anlamaktadırlar. Onu neredeyse reformistler-modernistler sınıfına sokmaktadırlar. Hâşâ. Hiç. Hiç böyle değil. Bunların bu sözleri cahilliklerinden ileri gelmektedir. Ancak cahilliklerini kabullenmeyen cahiller olduklarından tehlikelidirler. Fanuslarından hiç çıkmayanlar için Risale-i Nur'la yanlış bir muhatabiyetin müsebbibi olmaktadırlar. Arızalı insanlar doğurmaktadırlar. Misaller aktararak uzatmak istemiyorum. Birazcık araştırmayla söyleyeceğimden fazlası bulunabilir.

Risale-i Nur adına değil, çünkü onların kemali kendilerindendir, fakat nurcular adına en büyük endişem budur: Metinlerle talipler arasına Ehl-i Sünnet kodları sağlam olmayan bazı abilerin/önderlerin yorumlarının girmesidir. Ve bu yorumların metne muhatabiyetleri köreltmesidir. Kardeşlerime tavsiyem: Risale-i Nur'u Ehl-i Sünnet'ten ötede anlamlandırmak isteyenlerden kaçsınlar. Ve böyle aşırı yorumlar işittiklerinde istimal edilen metni karşılarına alıp kendileri berrak bir zihinle sınasınlar: "Sen gerçekten bunu söylüyor musun?" Ben çok defa sordum. Neredeyse tamamında taşımayı hiç arzu etmedikleri anlamlar yüklenildiğini farkettim. Ne diyelim: Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

Sunday, October 11, 2020

Peki cennetten hangi soruları öğrenebiliriz?

Bunu başka yazılarımda da anlatmıştım. Tekrar da olsa güzeldir. Hele birazcık sabredin kârilerim: Lisede Sadi isminde genç bir biyoloji öğretmenimiz vardı. Allah selamet versin. Mesleğine cidden âşık bir insandı. Derslerinin en ufuk açıcı yanıysa 'yorum soruları'ydı. Sözgelimi: Sadi Hoca virüsleri anlatmışsa derslerinde, sınavda bu 'öğrettiklerini sormak'tan başka, şöyle birşey daha yapardı: Cevabını belletmediği bir suale en büyük puanı verirdi. İşte o soru imtihanın 'yorum sorusu'ydu. Diğer soruların doğru yanıtları ancak 10 puanla karşılığını bulurken bu 8. sorunun değeri tam 30 puandı. Üstelik cevabın doğru olması da şart değildi. Virüslerle ilgili ne sorduğunuysa iyi hatırlıyorum. Çünkü yanıtımı tebrik etmişti.

Sual şuydu: "Virüsler kanser tedavisinde nasıl kullanılabilir?" Bu kadar. Siz de öğrendiklerinizden hareketle fikir yürütüp suali cevaplamalıydınız. Yani fikir üretmeliydiniz. Kafanızın çalıştığını göstermeliydiniz. Zorlamalıydınız. Yanlış da olsa bir teori kurmalıydınız. 

Buradan şuraya geleceğim: 20. Söz Kur'an'da aktarılan peygamber mucizelerinin de böyle bir yanı olduğunu söylüyor. Yani onlar bizim yorum yeteneğimizi güçlendiriyorlar. Nasıl? "Yorumun başı hayaldir!" dersem belki özünü kavrarsınız. Evet. 'Dimağdaki meratip' üzerinden düşünürsek her fikir bizde öncelikle bir 'tahayyül' olarak şekillenir. Sonra sair aşamalardan geçerek somutluğunun bir yüzünü bulur: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir..." Peygamber mucizeleri de aslında beşeriyette böyle bir iş eyliyor. Tabir-i caizse insanlığın aklına karpuz kabukları düşürüyor. Gözünü açıyor. Sözgelimi: Süleyman aleyhisselamın havada seyahat edebildiğini duyduğunuzda hemen zihninize şöyle bir soru damlıyor: "Böyle birşey mümkün olabilir mi?" İşte artık siz de bir 'yorum sorusu'na sahipsiniz. Kişisel serüveniniz boyunca cevap arayabilirsiniz. Ve nihayet gün gelip uçabilirsiniz. Tıpkı insanlığın muvaffak olduğu gibi.

Bediüzzaman'ın dediği de biraz bu. Yani mucizeleri duymakla sahip olduğumuz soruların/merakların birçok keşifte 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiği: "(...) enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..." 

Eh, evet, demiştim. Bunlar önce de anlattığım şeyler. Bugünün ilavesiyse şu: (Allahu'l-a'lem kaydıyla dersem:) Cennet tasvirlerinin de böylesi bir yanı olduğunu düşünüyorum ben. Fakat daha farklı bir tonda. Daha aşkın bir şekilde. Neden daha aşkın? Çünkü cennete dair haberler bilindik fiziğin sınırlarını da aşıyor. Bir yanlarıyla "Acaba mümkün mü?"  diye sordursalar da diğer yanlarıyla alışılmışın duvarlarını da inceltiyorlar. Onun sarsılmaz sandığımız kaidelerinin de berhava edilebilirliğine kapı açıyorlar. Hayal seviyemizi yukarılara çekiyorlar. Misaller vererek uzatmayayım. Meraklısı şöyle bir araştırsa fazlasıyla bulacaktır. Özetle demem o ki: Peygamber mucizelerinin ayak izlerini öperek insanlık bugünkü birçok teknolojiye ulaştı. Gemi yaptı. Uçak yaptı. Zırh yaptı. Acaba cennet tasvirlerinin izlerini öpmekle de ulaşacağımız birşeyler var mı? Tefekkür etmeyi teklif ediyorum. Bu yazılık bu kadar muhterem kârilerim. Zira yazının makamı mevzuyu yarım bırakmayı iktiza ediyor.

Saturday, October 3, 2020

Şu 'ebced-cifir'in hiç mi faydası yok arkadaş?

Baştan diyeyim: Bediüzzaman'ın 'hatasızlığına' iman ediyor değilim. (Bazı müfritlerden başka hiçbir Nurcunun da böyle iman ettiğini sanmıyorum.) Ehl-i Sünnet itikadı üzere derim ki: Hatalardan korunmuş olmak ancak nebilere mahsustur. Onlardan gayrısının yanlışa düşebilme 'ihtimali' vardır. Fakat bu demek değildir ki: Eserlerinde mutlaka Ehl-i Sünnet itikadına uymayan ifadeler bulunur. Veya demek değildir ki: İlla bir yerlerde Ehl-i Sünnet itikadından sapmışlardır. Hayır. Hâşâ. 'İsmetin nübüvvet elinde olmasına' böyle dışlayıcı bir yaklaşımla iman etmiyorum. Ya? Başta sahabe-i kiram olmak üzere bu ümmetin salihlerinin istikamet üzere yaşadıklarına iman ederim. Âlimlerinin de alel-ekser eserlerinde bu istikameti koruduklarına kâniyimdir. Aksine ancak delil gösterilirse inanırım. Yani ihtimali yakîn yerine koymam. İmkanı vukuata denk saymam. Mahfuz değiller diye "İlla itikadları/eserleri hatalıdır!" gözüyle bakmam. Bakan da nazarımda merduttur.

Bu tutumum, yalnız Bediüzzaman'a değil, cümle Ehl-i Sünnet ulemasına karşı böyledir. Onlara karşı vazifem saydığım hüsnüzannı mutlaka ederim. Ha, aralarında farklı duruşlar mı vardır, farklı içtihadlar mı savunulmuştur, farklı görüşler mi beyan edilmiştir? Bunlara karşı da haddimi bilirim. Birisinin görüşü bende galip olsa da ötekilere hürmetimi yitirmem. An şart ki: Savunulan büsbütün Ehl-i Sünnet mizanlarına aykırı olmaya. Eğer mutlak şekilde böyle bir aykırılıktan, yani küfür/bid'a suçlamasından, uzak kalınıyorsa gayrı sultanların sofrasına laf etmem. Önümdeki yalı bitiririm. Çapına bakmadan konuşanlardan da rahatsız olurum.

Ebced-cifir meselesinde Abdülhakim Arvasî kuddisesirruh ile Bediüzzaman Hazretleri arasındaki ihtilafa bakışım da böyledir. "Kartallar kendi aralarında konuşmuştur. Sineğin üstüne vazife değildir. Hem haddi de değildir. O kendi vızıltısının hakkını verse yeter..." diye düşünürüm. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki mektuplardan da durumu böyle anlarım. Çünkü mürşidim de orada talebelerini uyarmaktadır: "(...) ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola..." Ancak, arkadaşım, dikkatini çekerim. Bu yine demek değildir ki: Hakkaniyetin hakkı mürşidinin aleyhine söylenmiş her sözde 'taraf-ı muhalifi iltizam etmek'tir. Yani karşı tarafın argümanına hemen haklılık etiketini yapıştırmaktır. Hayır. Talebeliğin hakkı bu değildir. Talebe, eğer hakikaten talebeyse, önce bir mürşidinin dediğini dinler. Delillerine bakar. Anlamaya çalışır. Bütün bunlara rağmen gönlüne itminan gelmiyorsa ancak karşı tarafın reyine meyleder. Ebced-cifir meselesi ise bence öyle değildir. Hiç öyle değildir.

Ebced-cifir meselesi Bediüzzaman'ın yanlışlıkla uğraştığı bir iş değildir. Ha, doğrudur, bu konuda bir parça 'mecburiyet'ten bahsetmek mümkün olabilir. Çünkü kendisi de 'Eskişehir Hapsi' şartlarında böyle zevkli bir uğraşla talebelerine şevk verme ihtiyacı hissettiğini belirtmiştir. Lakin hatırlatırım: "Ya aslında ben de bu ebced-cifir işine pek inanmıyorum ama ne yapayım. O an mecbur kaldım da girdim. Yoksa hiç girmeyecektim!" şeklinde bir beyanı yoktur. Bilakis, kendisine bu noktada gelen her tenkide, ebced-cifir meselesinde bir hakikat gördüğünü belirtir sebatta cevaplar vermektedir. Bunun en açık delilleri bizzat Abdülhakim Arvasî Hazretlerine yazdığı mektupta görülmektedir. Alıntılarla uzatmayayım. Merak eden o mektuplara ulaşıp okuyabilir.

Yani, bazı Nur talebelerinin bu sıralar yüreği götürmese de, Bediüzzaman ebced-cifir meselesinin arkasındadır. Öyle ağzının kenarıyla, kaleminin dışıyla, gözünün ucuyla, elinin tersiyle değil 'önemseyerek' onunla meşguldür. İsbatı sadedinde sarfettiği deliller de vardır. Peki bir mü'min bu delillerle amel etmek zorunda mıdır? Değildir. Meşgul olmak istemeyene kimse birşey demez. Hatta salih bir mü'minin iyi bir niyetle muhalefetini görsem/okusam, ki oluyor da bunlar, "Sen nasıl ebcedi-cifiri kabul etmezsin!" diye kavga etmem. "Olabilir..." derim. "Onun da benimsediği görüş bu olabilir." Ellerinden öperim. Ancak bu saygım ebced-cifirin dalaletle suçlanmasına kadar sürer. Eğer sapkınlıkla suçlarsa o zaman bir miktar da ben ona muhalefet ederim. 

Bediüzzaman'ın mezkûr gerilim sırasında altını çizdiği birşey var ki bence 'ebced-cifir' meselesine daha farklı bir açıdan bakmayı da sağlar: "Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurdan, nisyandan hâli değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde bazı hatalar olmuş. Fakat, Kur'ân'ın hurufât-ı kudsiyesinin yerine, beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla, yeni hat altında, tahrifkârâne, ehl-i dalâletin tevilât-ı fâsideleri âyâtın sarâhatini incitmelerine bakmıyor gibi; biçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için, bir nükte-i i'câziyeyi beyan ettiği için, hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zâtlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez..." 

Mürşidimin 'noksan huruf' konusuna tam da burada dikkat çekmesi mühimdir. Çünkü ebced-cifir mevzuunda eskimez yazıya, yani hatt-ı Kur'anîye, ilgi çekecek bir yan da vardır. Ehlince, usûlünce ve "Allahu'l-a'lem!" hep katık edilerek uygulanması gereken bu sistem, yeni harflerle değil, eskimez harflerle mümkündür. Yani Kur'an'ın Latin harfleriyle yazılmışıyla şu hesap çıkarılamaz. Mealden de böyle bir hesap yapılamaz. Bu hesap ancak hatt-ı Arabîyle yazılmış Kur'an'da yapılabilir. Yani 'aslında' olabilir. Hal böyle olunca insanların devlet zoruyla hatt-ı Kur'an'dan soğutulduğu bir zamanda Bediüzzaman'ın bu zevkli mesleği tekrar gündeme getirmesi 'eskimez yazıyı kalplerde tutma arzusu'ndan olabilir. Ki ben görüyorum. Yadsınmaz bir etkisi de var. Böylesi bir meşguliyetin merakıyla insanlar Kur'an harflerine de ayrıca bir ilgi duyabiliyorlar. Neden olmasın? Mürşidimin hatt-ı Kur'an'ı koruma çabasını mesleğinin lazımlarından sayması (ve yukarıdaki mezkûr ifadeler) buna yeterli bir delil oluşturmaz mı? Bana 'oluşturabilir' gibi geliyor. "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla arzedeyim.

Hâşâ, benzetmek gibi olmasın, hani çocukları derslere ısındırmak için yapılan zevkli alıştırmalar vardır. Çocuklar o alıştırmaları yaparken hem eğlenirler hem de öğrenirler. "Hiç eğlenmesinler!" derseniz dersi de belletmekte zorlanırsınız. Yahut da pek azında böylesi teşviklere ihtiyaç duymayan bir hakikat aşkı bulursunuz. Bence ebced-cifir meselesinin hatt-ı Kur'anîyi müdafaa anlamında böyle bir faydası da var. Meşguliyet arzusunu arttırıyor. Ha itiraf edeyim: Ben meşgul olmadım. Bazı meşgullerin meşguliyetlerinden de hoşlanmadım. Lakin böyle birşeyin varlığını da reddetmedim. Hikmetten/hakikatten uzak görmedim. Hele mürşidimin bu yoldaki sa'yini heba bilmedim. Kardeşlerim için de evvel-âhir duam: Cenab-ı Hak böylesi meselelerde ayaklarımızı sırat-ı müstakimden ayırmasın. Büyük sözler söyletmesin. Büyük iddialarda bulundurmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

Wednesday, September 16, 2020

Meryem sûresi Ziya Paşa'yı nasıl uyarır?

Gerçekten yaşanmış mıdır bilemiyorum. Bu fıkra gibi anekdotu ya birinden duydum yahut bir yerden okudum. Anımsadığım kadarıyla aktarayım: Birgün bir Avrupalı, Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki hepsi Onun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" mealli ayeti hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetinden okur: "(...) yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak-pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

Elbette böylesi itirazlarla sadece Namık Kemal karşılaşmıyor arkadaşım. Ahirzaman müslümanları olarak hepimiz az-çok muhatap oluyoruz. Hatta, zurnanın son deliği olmama rağmen, ben bile birkaç kere karşılaştım. Evet. Aynen. Sen ne dersin bilemem ama bence sıkıntı şuradan kaynaklanıyor: 'Yaş ve kuru herşeyin Kur'an'da geçmesi' hakikatini bu arkadaşlar (belki de en çok onları sevdikleri için) bir roman edasıyla ele alıyorlar. Yani Kur'an'da hikâyelerin tamamını görmek istiyorlar. Halbuki Kur'an'ın herşeyi içermesi 'tafsilatıyla bahsetmesi' manasında değildir. Böyle olması için hacminin, yine onun tabiriyle, 'yedi deniz mürekkep olsa' yazmaya yetmeyecek vüsatte olması gerekirdi. Biz müslümanlar olarak böyle birşeyin iddiasına girmiyoruz. Ya? 'Ya'sının cevabı 20. Söz'den geliyor:

"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor."

Burada anlatılan şeyi fehmine bir misalle yaklaştırmak istiyorum: Bir çiçekçi düşünelim ki dünyadaki bütün çiçeklerden birer tane getirtmiş. Hiç eksik bırakmamış. Hepsini toplamış. Hayal bu ya: Sonra o çiçekleri bir bukette birleştirmiş. Saplarını birbirine bağlamış. Şöyle iki koluyla da sarmış. Havaya kaldırmış. İşte arkadaşım, tam bu sırada biz de atölyesine girsek, o muhteşem buketi elinde görsek, desek: "Bu bukette dünyanın bütün çiçekleri var!" Bu yalan olur mu? Olmaz. Nasıl olmaz? Mevzuu doğru şekilde anlarsan olmaz. Mesela: Eğer cümleyi "Dünyada çiçek namına her ne varsa bu çiçekçinin buketinde toplanmış!" diye anlarsan yanlış anlamış olursun. Çünkü dünyadaki bütün çiçeklerin bir bukete sığmayacağı aşikârdır. O buket ne kadar büyük olursa olsun. Hem hepsinin toplanması da mümkün değildir. Ne kadar para harcanırsa harcansın. Ya? "Dünyada bulunan her çiçekten bir nümune var!" şeklinde anlaman lazımdı söylediğimizi. Vücuden hepsini kastetmiyoruz. Kanunen, cinsen, türen, ismen vs. bağlamında dolduruyoruz kastımızı. İşte Kur'an-ı Hakîm'in 'yaş-kuru herşeyi içermesi' de buna benzer.

Hani mürşidim yine 20. Söz'ünde der: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Hâdise böyledir. Kur'an her neyden bahsetse, dikkatli-ferasetli nazar sahibi olanlar için, ondan alınacak hisse/hisseler vardır. Her insan, hayatının en ince detaylarına dahi, Kur'an'ın tedrisinden bakabilir. Hem hiçkimsenin payı da diğerininkini küçültmez. Engellemez. Gölgelemez. An şart ki Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in temel umdelerinden ayrılınmasın. Salih seleflerimizden bize gelen sarih manalarda şüpheye düşülmesin. Kendi payını alıp gitmesi gereken nimeti hevasının kaşığıyla döküp saçmasın.

Şimdi yakınlarda yaşadığım bir farkındalığı anarak meseleyi biraz daha somutlaştırmak istiyorum arkadaşım. Farkındalığımın kaynağı Meryem sûresinden. 73-75. ayetlerden. Kısa meallerini Diyanet Vakfı'nın çalışmasında verildiği şekilde alıntılayalım: "Kendilerine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman, inkâr edenler, iman edenlere: İki topluluktan hangisinin (hangimizin) mevki ve makamı daha iyi, meclis ve topluluğu daha güzeldir, dediler. Onlardan önce de eşya ve görünüş bakımından daha güzel olan nice nesiller helâk ettik. De ki: Kim sapıklıkta ise çok merhametli olan Allah ona mühlet versin! Nihayet kendilerine vâdolunan şeyi -ya azabı (mü'minler karşısında yenilgiyi) veya kıyameti- gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve askeri daha zayıf olanın kim olduğunu öğreneceklerdir." 

Burayı okuduğunuzda ilk aklınıza gelen: Kur'an'ın indiği zamanda yaşamış zengin inkârcıların görece fâkir olan müslümanlara karşı servetleri/güçleri üzerinden takındıkları kem tavır. Evet. Zaten kaynaklarımız da İslam'ın bidayetinin böylesi imtihanlarla dolu olduğunu haber veriyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin bir hadis-i şerifinde buyurduğu gibi 'garip' başlıyor bu din. Fakat sonra şartlar değişiyor. Müslümanlar o aşılmaz sanılan maddî yoksunluklarını maneviyatlarından gelen haklılıkla aşıyorlar. Varlıklarıyla övünen o küfür ehlini hasedden şaşırtacak zaferlere erişiyorlar. Mekkî olan bu sûrenin gayba dair verdiği bu haber de aynen söylediği gibi gerçekleşiyor.

Ancak yukarıda zikrettiğimiz Müslim rivayetinin devamını da anımsayalım hemen: “İslam şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hale dönecektir. Ne mutlu o garip mü'minlere!” Bakınız, bu da olmuştur, hem de gözlerimizin önünde! Hatta Batı'nın dünyevî yükselişiyle birlikte Ziya Paşa merhum gibilere şu dizeleri söyleten bu durumun psikolojisidir: "Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm./Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm." Evet. Fakat bu eşikte bizim sahabeden en büyük eksiğimiz: Garipliğin tetiklediği 'aşağılık psikolojisini' aşmakta zorlanışımızdır. Onlar, tıpkı ayet-i kerimede haber verildiği gibi, akıbetlerine dair duydukları özgüven üzerinden bu garipliğin dünyevî göstergelerini ayakaltı edebilmişlerdir. Bizse tereddütteyiz. Bu tereddüdümüz nedeniyle birçok 'yarı aydın' şu tarz argümanlarla kalbimizi bozabiliyor: "İslam'da hakikat olsaydı müslümanlar bu hallere düşerler miydi? Bak Batı'ya: Zenginlik, sağlık, eğlence, teknoloji vs. Bak İslam beldelerine: İç savaşlar, fakirlik, göç, yıkım..." Hatta Risale-i Nur'da eleştirilen "Müslümanlar 'Allah Allah' diye geri kaldı. Kâfirler top-tüfek diye diye ileri gittiler..." argümanı da bir farklı versiyonudur. Esasında yaşanılansa döngünün kendisini tekrarlamasıdır. 

O gün nasıl Kureyş müşrikleri servetlerine bakarak müslümanları garipliklikleri üzerinden aşağılıyorlarsa bugünün küresel güçleri de aynı stratejiyle müslümanları aşağılamaktalar. Aynı manipülatif yöntemi kullanmaktalar. İdeolojileriyle başaramadıklarını teknolojiyle başarmaya çalışmaktalar. Maalesef büyük ölçüde tesir de etmekteler. Çünkü biz de mezkûr ayetlerde bahsedilenin kendimiz olduğunun farkında değiliz. Akıbetimizin izzetine yaslanarak sabretmemiz gerektiğinin farkında değiliz. Zâhirde görülenin, garipliğin, bir sırr-ı imtihan eseri olarak yaşandığını, vakti geldiğinde en gür sadânın yine İslam'a ait olacağını tasavvur ediyor değiliz. Bu nedenle ayaklarımız karışıyor. Bu nedenle yürüyüşünü bozanlar başkalarının yürüyüşünü de öğrenemiyor. Bitirirken Turgut Cansever Hoca merhumun Ziya Paşa ve emsalinin tutumunu eleştirdiği satırlardan alıntı yapayım:

"Lamartin Osmanlılar alemini büyük bir değerler ülkesi ve şehirleri de en önemli yerler olarak görürken Ziya paşa Fransa'ya gidip döndüğünde 'Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm./Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm' diyor. Yani Ziya Paşa Lamartin'in gördüğü güzelliği hiç farketmiyor. Bunu farketmemek sadece Ziya Paşa 'ya has değil Tanzimatla beraber Osmanlı'nın üst düzey yöneticileri yani padişahları, şehzadeleri, sadrazamları ve hatta ulemanın inşa ettirdiği yapılar dosdoğru Greko-Romen helenistik kültürden aktarılmış biçimlerin İstanbul'a taşınması şeklinde olmuştur. Biraz daha ileri gidersek harabe denilen bu ülkede 20. asırda biçim dünyamızı değiştiren Fransız Le Corbusier İstanbul'da çizdiği resimler ve getirdiği çözümlerle 20. asır mimarisini ortaya çıkartıyor. Osmanlı ileri gelenleri Türk kıymetler hazinesinin bu şekilde farkında olamıyorlar. Çok karakteristik bir husus şudur bence: Abdülhamid son Osmanlı dünyasının en önde gelenlerinden biridir. Abdülaziz ve Abdülhamid katliamlarla Hıristiyanlaştırılmış Afrika'yı tekrar İslamlaştıran iki büyük isimdir. Fakat Abdülhamid musikiyle ilgili olarak 'Alaturkayı severim fakat daha çok Bethoven'ı severim' diyor. Yani böyle bir karakter dönemin hakim anlayışı olmuş. İslam'ın emrettiği ruh hallerine aykırı olanın, ona aykırı olduğunun farkında değiller. Burada çok mühim bir mesele gündeme geliyor 'Bir kavmi şirke düşmedikçe helak etmeyiz!' buyurulmuştur. Gerçekte bir gizli şirk teşekkül ediyor Osmanlı'da ve Osmanlılar bu şirki farketmiyorlar..." (Kaynak: Altınoluk dergisi, 101. sayı)

Monday, September 14, 2020

Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den utanılır mı?

Efendim, ahirzamandır, ne görsek şaşırmamak gerekir. Fakat ben yine de şaşırıyorum. Neye şaşırıyorum efendim? Bazı nur talebelerinden işittiklerime. Evet. Yine kendi mahallemizden çıkan seslere şaşırıyorum. Ötekilere değil. Berikilere. En yakınımdakilere. Bu defa şaşırdığım ise şu: Diyorlar ki: Bediüzzaman'ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki gibi 'spesifik' metinlerle uğraşması arzulamadan düştüğü bir yanlışmış. Normalde külliyatı boyunca üzerine titrediği 'burhan mesleğine' aykırıymış. Mevzular aşırı 'göreceli'ymiş. Üstelik bu metinler eserlerinin daha fazla yayılmasını da engellemişler. Neden efendim? Çünkü spesifikliği sorun olarak sabitleyenler mesleğinden kaçmışlar. O metinler yüzünden genele hitap eden metinler de genele hitap edememişler. Vah, vah, vah. Neler etmiş bize şu Sikke-i Tasdik-i Gaybî meğerse! Acaba yaksak mı? Yok. Yakmayalım. O kadar değil. Fakat "Risale-i Nur külliyatındandır..." gözüyle de bakmayalım. Arızanın özeti böyle. Ahmed'in itirazı ise şöyle:

Sakın bu Sikke-i Tasdik-i Gaybî veya sizin tabirinizle 'spesifik metinler' mesleğin tamamlayıcı öğesi olmasın? Yani mürşidimiz onları, bir galat eseri olarak değil de, özel bir kasıtla tasarlamasın? Bunları ince ince yazmakla da içimizde tuğla tuğla bir hassasiyet inşa etmesin? Ben bunun mümkün olduğunu düşünüyorum. Ve bunu bana en çok da, yine mezkûr eserde geçen, şu cümle düşündürüyor: "Kur'an ise, sair kelâmlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususî ve cüz'î değildir. Belki Kur'an, umum işârâtıyla ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzulî, lüzumsuz maddeleri yoktur." 

Bu cümle neden önemli? Allahu'l-a'lem şu sebepten: Kur'an'ın vahiy olduğuna takliden değil tahkiken iman etmek ona ancak böylesi bir uyanıklıkla bakmakla mümkündür gibime geliyor. Yani, insan sözü değil herşeyi bilen el-Alîm'in kelamı olduğuna, sınırlı bir görüşten değil ezel makamından buyrulduğuna, belli bir döneme/kişiye değil bütün zamanları/kişileri kuşatır bir el-Muhît'ten ferman geldiğine iman etmek, Furkan'ın böylesi 'işarî manalara sahip olduğuna da' iman etmeyi gerekli kılıyor. Çünkü onun 'hidayet' ve 'şifa'sından istifade etmek ancak kendini ona muhatap almakla oluyor. Kendini muhatap almak ise metinde yaralarının da kastedildiğine, zikredildiğine ve görüldüğüne inanmakla mümkün görünüyor. Yani Kur'an hidayeti için teşrif ettiği âlemin herşeyini biliyor. Her ferdini sarıyor. Her kalp sahibine sesleniyor. En azından müslümanlar olarak iddiamız bu. Halbuki herşeyi bilmese herkese şifa olamazdı. Herkese şifa olamasa Rabbü'l-Âlemîn'in kelamı sayılamazdı. Sözün sınırlanması dolayısıyla sahibinin de sınırlandırılmasıydı. Sahibi ise sonsuzdu. Sınırlanamazdı.

Zannıma göre Bediüzzaman Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yle talebelerine en zor/üst dersini veriyor. Hakikatin sadece 2x2=4 gibi formüllerle elde edilemeyeceğini; işin sezgiye, keşfe ve işaretlere bakan tarafları da olduğunu hissettiriyor. Tabir-i caizse: Bir yanıyla 'hava gibi, su gibi, nur gibi' olanın aktığı avucunu açıkta bırakıyor. Genele hitap eder delillerin yanında bireysel alınganlıkların da ıskalanmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Huzur-u daimî dediğimiz makamın ancak böylesi bir uyanıklıkla girilebilir/kalınabilir olduğunu sezdiriyor. Evet. Metinler boyunca gösterilen karinelere somutçu kafanız pek yatmamış olabilir. Tamam. Fen bilimlerinin 'gör-bil' tekdüzeliğine alışmaktan bu tarz 'sez-bil' okumalardan fehminize acı tatlar gelebilir. Ama kalbiniz en azından şunu derketmiştir: Bilginin böyle bir alanı da var. İslam denilen daire-i âzime bilgiyi (yahut da daha doğru bir tabirle marifetullahı) kalbî duyuşların, özel okuyuşların, detay sezişlerin veya zamanüstü işaretlerin ötesinde tanımlamıyor. Onları asla eteğinden kovmuyor. Ya? Belli şartlar/usûller içinde dergâhına kabul ediyor. 

Şahsen, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yi tekrar tekrar okuduğum şu yıllar boyunca, onu burhan mesleğinin ötesinde görmedim. Bir halkanın tamamlanışı gibi içime sindirdim. 14 asrı kuşatmış bütün bir İslam mirasının ahirzaman mirasçısı olmaya niyetliysek bilginin bu türüne de sinemizde bir yer olmalıydı. Yoksa eksik kalınırdı. Emanet tam anlamıyla kuşatılamazdı. Elbette Risale-i Nur'u çevreme anlamaya/anlatmaya o metinlerle başlamadım. Fakat mesleğimi savunurken de böylesi metinleri bir cüzzam yarası gibi saklamadım. Nihayetinde bazı süzgeçlerin de lazım olduğunu düşündüm. Nitekim, Miraç hâdisesi gibi gayet spesifik(!) bir mucize de, Ebu Bekir radyallahu anh gibi elmasların Ebu Cehil-i lâin gibi kömürlerden ayrılmasını sağlamıştı. Birisini sıddıkiyet arşına çıkarmış, ötekini cahiliyet kuyusuna indirmişti, demek hikmetliydi. Belki böylesi metinler de Risale-i Nur'a talip olanlar için bir ağ görevi görüyordu. Takılanlar takılıyor, aşanlarsa yeni bir bahçeye kavuşuyordu, işaretler bahçesine... 

Friday, September 4, 2020

Evrim neden mutsuzluğumuzu arttırıyor?

Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın arkadaşım. Bugünlerde 'acz' ve 'fakr' nüansı üzerine şöyle birşey kalbime geldi: 'Acz' eşiğinden bakınca taş insandan daha ileride duruyor. Neden? Çünkü nihayetinde beşerin 'e-bilmek' anlamında zâhirî bir iktidarı var. Duyuyor. Görüyor. Anlıyor. Yürüyor. Ediyor. Taş bunlardan hiçbirisini yapamıyor. Uğrayacağı zararlardan da sakınamıyor. Veya bizim gibi menfaatini kovalayamıyor. Fakat iş 'fakr' tezgâhına düştüğünde biz ondan daha ileriye geçiyoruz. Çünkü ihtiyacı yok gibi birşey. Bizimse birdolu. Neticede acz zemininde kaybetmemizi sağlayan herşey fakr dergâhında dizlerimizin kırılmasına neden oluyor. Taşı acizlikte ileri götüren her kemliği fakr kulvarında onu bizden zengin kılıyor. Bu acayibin acayibi işten benim kafama takılan bazı sorular var.

Lakin onlara gelmeden önce yine mürşidimin metinlerine uğrasak iyi olacak. Çünkü yukarıdaki durumun bazı göstergelerine o da eserlerinde işaret ediyor. Mesela nelerine? 1) Beslenme noktasında insanın pek de sandığı kadar 'ileride' olmadığına... Alıntılayalım: 

"Evet, en parlak bir mucize-i san'at-ı Samedâniye ve bir harika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de Odur. Ondan başkası olmaz. Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). Hem en âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer (çocuklar ve yavrular gibi). Evet, vasıta-i rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için, balıklarla tilkileri, yavrularla canavarları, ağaçlarla hayvanları muvazene etmek kâfidir."

Yani insan bütün iktidar/ihtiyar iddiaları içinde aslında rızık konusunda geri düşmüştür. Herhalde dünya üzerinde başka hiçbir canlı türünün bu kadar çok miktarda ferdi açlık çekmemektedir. Açlık çekmeyenlerin de bu rızkı yukarıda misal verilen canlılara göre ne güçlüklerle elde ettikleri ortadadır. Hayvanları misal vermeyi terkedip yüzümüzü bitkilere dönsek zaten hepten çuvalladığımız bir kulvara gireriz. Onların rızıkları sanki ayaklarına gelir. Aslanın belki günlerce kolladığı avının bin fazlasına ağaç kılını bile kıpırdatmadan ulaşır.

Peki Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği göstergeler sadece bu kadar mıdır? Hayır. Değil. Cık. 2) Bir de herşeyin özünü oluşturan 'mutluluk' meselesi var. Yine alıntılayalım: 

"Eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

Burada da, farkettiğiniz gibi, dikkatimiz 'hayvanlardan üstün olmamızı sağlayan bazı yeteneklerimize' çekiliyor. Mesela: Biz zamanı daha geniş olarak algılayabiliyoruz. Yarını düşünebiliyoruz. Geçmişi tefekkür edebiliyoruz. Bunlar bir açıdan bakarsanız zenginliğimiz. Ancak diğer açıdan baktığınızda bunlarla havyanlardan geri kalıyoruz. Nasıl? Mesela: Mutsuz oluyoruz. Evet. Çok mutsuz oluyoruz. Evladımızı kucağımıza aldığımız andan itibaren, hatta bazen daha da öncesinden, geleceği endişemiz oluyor. Dertleniyoruz. Pişman oluyoruz. Hayatımızın tezadı buradan başlıyor. İrademizle ancak bulunduğumuz âna, o da eğer şuurundaysak veya imkanımız varsa, müdahale edebilirken tasavvurumuzla geniş zamanı kuşatabiliyoruz. Bu çelişkiden dolayı büyük sancılar çekiyoruz. Geriliyoruz. Stresleniyoruz.

Bence, tam da bu eşikte, evrimcilere bazı sorular sormak şart oluyor. Çünkü bu arkadaşlar mevzuyu sadece tek yönden ele alıyorlar. Başlarken ifade etmeye çalıştığım gibi, 'e-bilmek' noktasından bakarak, resmin sadece bir tarafını okuyorlar. Sözde gidişatın hep daha yukarıya olduğunu 'seçici algıyla' bize aktarıyorlar. Halbuki resmin tamamı böyle değil. Bizim hayvanlardan geriye doğru gittiğimiz yönlerimiz de var. İşte yukarıda bahsettik. Bir kere bizden başka hiçbir canlı böylesine bir stresi yaşamıyor. Bu kadar yoksunluk tatmıyor. Ne bileyim: Kutuplar eriyor diye telaş etmiyor. Yiyor. İçiyor. Yatıyor. Keyfine bakıyor. Bizse eylemlerimizle hem etrafımızdaki duvarları yükseltiyoruz hem de bu yükseltiyi solukluyoruz. Sözgelimi: "Yarınki düğünde ne giysem?" diye düşünen hiçbir maymuna rastlanmazken insanda böylesine abidik-gubidik tefekkürlere sıklıkla rastlanıyor. 

İnsanlığın son bir-iki yüzyılını düşünelim. Birçok yeni şeye ulaştık öyle değil mi? Elektrik yaptık. Telefon ürettik. Televizyon seyrettik. Uçak uçurduk. Ancak bütün bu süreçler bizde sadece 'e-bilmek' yönünde artış sağlamadı. Ya? Aynı zamanda ihtiyaçlarımızı da arttırdı. Yani fakrımız da arttı. Artık daha önce olmayan birçok 'keşke'miz var. Rızkından haberdar olmakla edindiğimiz bir dolu yeni açlık var. Ve yine dikkatinizi çekerim: İnsan bu noktada ileriye gittikçe dünyasına da daha fazla zarar veriyor. Hep virüslerle insanları benzetiriz. Matrix filminin de meşhur repliğidir. Fakat virüs dahi kainata bizim kadar külliyetli bir zarar veremez. Sistemi büsbütün bozamaz. Biz buna kadar varabiliyoruz. Yıkım noktasında bu kadar ileriye gitmişken, evrimin iddiasına göre başlangıcımız olan virüsten, daha ileriye gittiğimizi kim söylüyor? Sakın bu bakış resmin sadece bir yanını 'seçtiriyor' olmasın? Yahut da daha geriden soralım: Sakın bu evrim mevzuu bir göz aldanmasından ibaret kalmasın?

Wednesday, August 26, 2020

Ateistler nasıl dua ediyor?

Risale-i Nur'da öyle metinler vardır ki, hayatınızı 'Çaaat!' diye değil ama, bir incecik 'çıt' diye ikiye böler. Yani, onları okumadan önce başka birisinizdir, okuduktan sonra başka. Bunu söylerken 'hidayet romanları'ndaki gibi şiddetli bir dönüşümden bahsetmiyorum arkadaşım. Hayır. Daha sessiz oluyor herşey. Kafanızda/kalbinizde bir daha kapatamadığınız bir kapı aralanıyor. Bir yeni görüş gözünüze katılıyor. Bütün aynılıklarınız içinde başka bir tefekkür tırtılı yolunu yontmaya başlıyor. Siz sonra sonra bunun meyvelerini devşiriyorsunuz. Belki 'sırran tenevveret'in bir nüktesini kendiliğiniz üzerinden de böyle temaşa ediyorsunuz. Evet. İşte öyle metinlerden birisi de, benim açımdan, 24. Mektub'un 1. Zeyli'dir. Yani dua bahsidir.

Efendim, öncelikle ifade edeyim, elhamdülillah, müslüman bir ailede dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli de dinimin şuurundayım. Fikrindeyim. Zikrindeyim. Hatta şükründeyim. Ancak, şunca yıllık müslümanlığım içinde, yaşamanın bizzat bir dua olduğunu, hatta her varoluşun da bir tarz duaya hizmet ettiğini Risale-i Nur'u okuyunca anladım. Zaten bilenler lütfen cehaletimi bağışlasınlar. Ben hakikaten âlemi hiç böyle düşlemiyordum. Benim için bir olagelen-olagiden akış vardı dünyada bir de dua ettiklerim. Bir sebepler dairesi vardı bir de dileklerim. Çalışmanın da bir çeşit dilemek olduğunu Risale-i Nur'la farkettim. Yoksa, eski zannımca, hâşâ, sanki Allah süregiden akışa sadece kabul ettiği dualarımla arasıra dahil oluyordu. Onları kabul ettikçe karışıyordu. Değiştiriyordu. Yoksa kainatı akışına bırakıyordu.

İtikadımda işleyişin böyle olmadığını biliyordum. Ama sahada sanki başka bir eyleyişe imanım vardı. Mürşidim "Dua üç nevidir..." deyip "Esbabın içtimaı müsebbebin icadına bir duadır..." arşına kadar mevzuyu ballandırınca, Allah Allah, göğsümde bir ağaç canlandı. Dallandı. Uzamaya başladı. Neden-sonuç ilişkisinin varlığını anlamlandırmada yeni bir boyuta varıldı. Hem de ne boyut! Bu boyutun açılmasıyla kainatın tevhidle çelişik hiçbir yanı kalmadı. Çünkü kendime sorardım: "Herşeyi Allah yaratıyorsa bu sebep-netice ilişkileri neden var? Neden Allah mahlukatı arasına böyle bir işleyiş serpiştirmiş? Neden yağmuru buluta, tohumu toprağa, ışığı güneşe bağlamış?" Tamam. Sırr-ı imtihanın da bir cevabı vardı. Bu âlemde sınanıyorduk. Ve her sınanma bir 'örtme'yi bağrında saklardı. Örtüyü aşanlar ancak kazanırdı. 'Küfür' lafzının köken olarak 'örtme'yle bağlantısı da durumu açıklıyordu.

Ancak sınanmanın da üstünde birşeyler sezinliyordum. Dua bahsi bu açıdan kurtuluşum oldu. Biz, tohumu toprağa atarken, ışık için güneşe yönelirken veya her sabah işe giderken yine bir duanın parçası oluyorduk. Şuurumuz olsun-olmasın. Sebepler içindeki her hareketimiz kulu ile ilahı arasındaki isteme-verme ilişkisinin bir parçasıydı. Burada bir de şu vardı: Esbabın işleyişi Vahidiyetle tayin edilmiş kanunlar içerisinde uygun adım ilerleyişlerden oluşuyordu. Dil ile yapılan dualarsa Ehadiyet gölgesindeki özel kurtarışlara dönük çağrılardı. Bu nedenle birincisinin karşılığı daha somut görülüyordu. İkincisinin karşılığı ise usûlüyle verilirdi. Birincisi genel-geçerdi. İkincisi kendi şartlarına mahsustu.

Şu noktaya da dikkat et arkadaşım: Bize "Bak, sen dua ediyorsun gelmiyor, ben yapıyorum oluyor!" diyen cerbezeciler aslında şöyle demiş oluyorlar: "Bak, sen dille dua ediyorsun hemen gelmiyor, ben fiilen dua ediyorum oluyor!" Bizim de buna bir itirazımız yok zaten. Cidden de öyledir. Cenab-ı Hakk, tabir-i caizse, kanunları gölgesinde edilen duaları özel muamele isteyenlerden daha zâhir kabul eder. İstediklerini verir. Ötekilerin duası kabul edilmez sanma. Onlarınki de kabul edilir. Ya bu dünya ya ahiret için kaydedilir. Ancak 'özel muamele'nin usûlü 'kanunların gölgesi'yle bir değildir. Şartları daha ağırdır. Nitekim: Peygamberlerin dille ettikleri dualar da kabule karîn olur. Geriye kalan salihlerin durumu da derece derecedir. Ancak iş fiilî duaya gelince avam bazen âlimin de önüne geçer.

Tarlasını düzenli eken güçlü-kuvvetli bir reçber bahçesine bakmakta zorlanan ihtiyar âriften daha çok karşılık alabilir. Devletin şartlarına riayet ederek başvuran bir sıradan vatandaş istediğini kolaylıkla alırken kendisine özel bir muamele yapılmasını dileyen mebus buna zorlukla ulaşabilir. Bu Cenab-ı Hakkın kullarına bir merhametidir. Eğer her yaratışını kavlî duadaki usûlün hassaslığına bağlasaydı bugün kolaylıkla yediğimiz bir nar meyvesini hakettirecek duayı milyonda birimiz edebilirdik. Öyle ihlası pek azımızda bulabilirdik.

Gelgelelim, beşere merhamet ile kurulmuş bu düzen, pekçoğunun inkârını da beraberinde getiriyor. Nefes almaları bir tür "Beni hayatta tut Allahım!" duası olan ateistler onu aştıklarını sanıyor. Materyalizm dediğimiz illet buradan yeşeriyor. Kanunlar gölgesinde edilen duaların sıkça kabulü, kulun kendisini veya neden-sonuç ilişkilerini ilah olarak görmesine evriliyor. Hatta, öyle tuhaf ki, kendi duasını mü'minlerin duasının karşısına rakip çıkarmaya da cür'et ediyor. Eh, bu minvalde söylenecek çok şey var, fakat yazının ömrü bu kadarına yetti. Fiilî duanın kavlî duaya göre daha başka ne kemali var, onu da başka bir yazıda düşünelim beraberce, Allah'a emanet ol. Dualarında da bu kardeşini unutma sakın.

Tuesday, June 9, 2020

Heykele de Fatiha okunur mu hocam?

Cengiz Aytmatov'un Gün Olur Asra Bedel'inde geçiyordu yanlış hatırlamıyorsam: Bir dostlarının cenazesi için toplanan müslüman ahali, önce içip içip sarhoş oluyor, sonra da 'nasıl yapılacağını tam hatırlayamadıkları' cenaze namazını kılıyorlardı. Sovyet devriminin Ortaasya'daki müslüman halkların imanları/amelleri üzerinde nasıl bir tahribatta bulunduğunu gösteren acıklı bir misaldi bu. Şimdi, kimi AK Partili belediyelerin 'heykel/büst yapma merakı'na dair kulağımıza çalınan şeyler olunca, misal tekrar hatırıma geldi. Öyle ya. Sovyet devrimi başarılı oldu da Kemalist devrim başarısızlıkla mı sonuçlandı? Asla. Onun da unutturmayı başardığı birçok kimlik öğemiz var. İşte bunlardan birisinin izleri de bu tezahür üzerinden anlaşılıyor. Artık dindar hükümetlerin belediyeleri dahi büyüklerini büstlerini dikerek anıyorlar.

Eh, herkesin sarhoşken durduğu bir namazı var, onlarınki öyle, bizimki böyle. Halbuki ondört yüzyılı aşan İslam tarihine baktığımızda, şu son talihsiz yüzyıla kadar, müslümanların atalarını bu şekilde anmadıklarını görürsünüz. Hatta bu yola tevessülü bir çeşit 'cahiliyeye dönme' gibi algılarlar. Kınarlar. Ya nasıl anarlar peki? Hayratla. Anlamla. Hasenat doğuracak eserlerle. En kolayı mesela çeşme yaptırmaktır. En büyüğü arz yüzüne cami-medrese-şifahane kondurmaktır. Küçüklüğümde, ihtiyarlık çağına ermiş büyüklerimizin, tıpkı kefen parası saklar gibi, bu tarz bir hayra sarfedilecek paraları biriktirdiklerini hatırlarım. Amaç? Amaç ölümle dahi durmamak. Hasenat defterlerini zayıflatmamak. Kullar arasında övgüyle yâdedilmek değil, yanlış anlaşılmasın, Allah'ın katında hayırla anılmak. Arkasından dua yollanmak. İnsanlara ölümden sonra bile faydalı olabilmek. Onların amacı o. Ufku o. Derinliği o.

Bizim de çapımız bu. Dikiyoruz taşı. Döküyoruz betonu. Kaplıyoruz kalayı. Oh. En üretimsiz üretim. Hiçbirşey yapmadan birşey yaptığını sanma. Sûreten vücudî görünen ademîlikler! Sözgelimi: O heykellerin yerinde bir ağacınız olsa, maşaallah, gölgesinde dinlenen olur. Yemişinden yiyen olur. Manzarasından şenlenen olur. Ne bileyim, bir kuş sığınır da yuva yapar belki, yavrularının sesinden kabrinize eğlencelik olur. Bu taştan adamların gölgesine sığınmak da mümkün olmuyor. Tek hünerleri hünersizlik. Öyle size bakıyorlar. Siz de onlara bakıyorsunuz. İçinizden bir Fatiha okumak bile geçmiyor. Heykelin önünde Fatiha okunmaz ki. Lakin Ertuğrul Gazi büstü yerine çeşmesini görseydiniz, bir tas içseydiniz, hediyesini gönderecektiniz. Hem zaten o güzel eserlere hep böyle yazarlar: "(...) hayratıdır. Ruhuna el-Fatiha."

Bu faydasız taşların karşısında ruhuna Fatiha okunansa biziz. Bizim İslamlığımız. Kimliğimiz. Geleneğimiz. Ki, Avukat Hulusi Bitlisî Aktürk'ün aktardığına göre, Mustafa Kemal'le arasında geçen bir diyalogda, Bediüzzaman da heykeller hakkındaki fikrini kendisine şöyle beyan etmiştir: “Büyük Kur’ân’ımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanların heykelleri ise hastahaneler, mektepler, mabetler, yollar gibi abideler olmalıdır.” Daha sonraki dönemde telif ettiği bir eserinde de şunları söyler: "Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise suretleri kendi mehâsininden sayıp Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli-gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder."

"Bu zamanda da heykele düşman olunur mu canım?" deyu hoplamayın lütfen. Mürşidim çok derin birşey söylüyor. Bakınız, düşman işgalinden veya zalimlerin zulmünden kurtulan her halk, önce gidip heykellerine saldırıyor. Hatta büyük bir değişim geçirmiş toplumlar dahi evvela önceki dönemden kalan böyle birikintilerin canına kastediyorlar. Hikmetsiz değil. Onlar bu taşlaşmış sûretlerin birşeylerin 'hatırlatıcısı' olduğunu biliyorlar. Sen Kırım Türklerinin gözünde Stalin heykeli ne anlatır anlamıyorsun. Halepçe katliamını görmüş bir Kürde Saddam Heykeli ne söyler bilmiyorsun. Sürgüne düşmüş bir Halepliye Esed heykelinin önünden geçmek nasıl koyuyor görmüyorsun. Ama yaşayanlar gayet iyi biliyorlar. Hatta ırkçılık karşıtı gösteriler de dahi ilk önce heykellere saldırıyorlar. İngiltere'de yaşandı nitekim. Yani, âdeta, hayırla yaşamak isteyenler heykellerden kaçıyorlar, zulmünü yaşatmak isteyenler heykele koşuyorlar.

Arkadaşım, bu heykellerin tamamı 'dünyevî anlamların dondurucusu'dur. Bizse dünyevî olana kanmamak üzerine imanlıyız. İmanımız gereğince gözümüzü 'mana-i ismî'den çekip 'mana-i harfî'ye vermişiz. Şeyleri, bizzat kendileri için değil, götürdükleri hayır için sevmişiz. Hem büyüklerimiz de asla kendilerini bize 'asıl' olarak öğretmemişler. Evet. Sen 'Levlake levlak' sırrının sahibi Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın heykelini yaptırdığını gördün mü? Aksine, emr-i nebevîsi, böyle teşebbüslerin şiddetle boşa çıkarılması yönündedir. Çünkü bu dünyayı asletmemenin bir bedeli vardır. Eserlerimiz üzerinden de bir okunurluğu vardır. Sanatın da bir takvası vardır. Biz de bu bedeli onu 'faydalı soyut' tutarak öderiz. Hatta bazı sanat ehli derler ki: "Müslümanların sûrete küskünlüğü onlarda soyut sanatların Batı'dan çok daha önce doğmasını sağlamıştır." Ben bundan ilerisini söyleyeyim: Bugün İslam toprağı dediğimiz her yere çil çil serpilmiş hayratın en büyük membaı işte bu esastır. Çin'den tutun ta Afrika'nın ücra köşelerine kadar, faydalı şeylerle sergengeçtiler gibi koşturan bu mübarek hayır ordusu, 'sûretlere tapmayanların' ve 'sûretleriyle kalmayanların' ordusudur. Yoksa şimdi su içtiğin her mübarek çeşmenin yerinde bir Yezit'in heykelini görecektin. O zaman bakalım kimden su isteyecektin?

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...