Showing posts with label Caner Taslaman. Show all posts
Showing posts with label Caner Taslaman. Show all posts

Friday, July 24, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 12: Objektif olayım derken karşı tarafa geçmek...

"Bâtıla çokça nazar etmek, kalpte hak marifetini söndürür." İbrahim b. Edhem (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeylere çokça kulak vermek, kalpteki taat lezzetini söndürür." Abdullah b. Hubeyk (k.s.), Hilyetu'l-Evliya'dan... "Bâtıl şeyleri iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâldir." Bediüzzaman Said Nursî, Hakikat Çekirdekleri'nden.

Bazıları da Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi modernistlerin ateistlere verdikleri fen/felsefe karıştırmış cevaplarına; termodinamikten Newton yasalarına, oradan ver elini kuantuma atlayan argümanlarına hasta oluyorlar. Fakat şunu unutuyorlar: Cevap vermek empati işidir... İster istemez, cevap veren, kendisini 'soranın' yerine koyar. En azından soruya cevap aradığı/bulduğu ve bu cevabı ilettiği süre boyunca bir empati yaşamak zorundadır. Sadece şüpheyi irdelerken lazım olmaz bu ona. O şüpheye dair bulduğu argümanları düzenlerken de empatiye ihtiyaç duyar. Kendisini muhatabın yerine koyarak, onun anlayabileceği şekilde ve kabul edebileceği delillerle izah edebilmek de cevap verenin sorumluluğundadır. Bu açıdan, cevap vermek, insanın kendilik kalesini terkettiği bir zaman dilimidir denilebilir. Yani her cevap veriş, biraz 'öteki olmaktır' bir yönüyle. Sadece dilce değil, bakış açısıyla ve metotça da bir başkalaşma.

Mesela; çocuğa verdiğiniz cevapla, büyüğe verdiğiniz cevap aynı olmaz. Yine dinî bir konuda müslümana verdiğiniz cevapla hristiyana veya ateiste verdiğiniz cevap da aynı argümanları içermez. (Birisinde ortak bir kitap olarak kainattan örnek vermeye mecburken, diğerinde kainat ve bir kısım kutsalları, ötekinde ise artı olarak İslamî kaynakları kullanabilirsiniz.) Çünkü; "İstidlâlin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır." Muhatabınızın anlayacağı ortak kavramlar/delilleri yakalamaya çalışırsınız mümkün mertebe. Bu da sizi kendinizi terketmeye zorlar. Bu terkediş şöyle izah edilebilir: Normalde o soruya dair sizde farklı argümanlarla birçok izah vardır. O izahlara bağlı bir yakîn vardır. Birisi zayıfsa ötekisi kuvvetlidir ve zayıflar kuvvetli olandan (veya yekûnun cesametinden) kuvvet alır vs... Her izahın da kendine özgü bir delili vardır. O delillerin tamamının sizde geçerliliği vardır. Ancak muhatabın o delillerden hepsine yakınlığı yoktur. Bu yüzden kabul edebileceği delillerle idare eder, gerisini geride bırakırsınız. Unutmaz veya inkar etmezsiniz, sadece 'şimdilik' kendinize saklarsınız.

"Maahaza, burhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz'iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh, bir burhana bakıldığı zaman zâfiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki burhanlardan süzülen kuvvetle ortada zâfiyet kalmaz; vehimler de dağılır. Maahaza bazı burhanlar suya benziyor; bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi burhanları gayet lâtif ve dikkatli ince bir fikirle arayıp tutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın."

Bu tıpkı yabancı bir dilde konuşurken kendi dilinizdeki kavramları ve kelimeleri terketmek zorunda kalmanız gibidir. Cenab-ı Hak da kullarıyla muhatap olurken, değil muhtaç olduğundan, fazlından dolayı tenezzül etmiştir. Yani bizim seviyemize inmiştir. Kendisine ve marifetine dair argümanları insanların anlayabileceği/görebileceği örneklerden seçmiştir. Bu, o örneklerin basitliğine değil, bizim zihnimizin ve fehmimizin basitliğine işaret eder. Harflerin 'bize göre' basit olması, mesajın basitliği anlamına gelmez. Yoksa o örnekler de büyük hakikatlerin uçlarıdır ve insanlığın fehmi arttıkça bize söyleyecekleri daha birçok şey vardır. Bediüzzaman'ın zamanın ihtiyarlamasıyla Kur'an'ın gençleşmesi arasında kurduğu doğru orantı, murad-ı ilahîyi anlamak noktasında değil; murad-ı ilahînin üzerinden bize ulaştığı kelamın yüceliğini/derinliğini daha iyi anlamak noktasındadır. Yoksa murad-ı ilahînin ne olduğunu sahabe, tabiin, tebe-i tabiin olmak üzere bütün selef-i salihîn açıklıkla anlamışlardır. Ve bu idrakin pâk mirası nesilden nesile ümmet içinde taşınmıştır.

Soru ve empati arasındaki ilişkiye geri dönelim. Diyelim ki: Siz bir kimyager veya fizikçisiniz. Sizin kendi ilim dalınızda bir delil yönteminiz var ve ismi deney. Yani siz "Kimyada şu oluyor..." veya "Fizikte şu var..." derken bunu sahada uygulamayla da gösterebiliyorsunuz. Fakat karşınızda bir matematikçi olduğunu düşünün. Onun da kendisine göre bir delil yöntemi var. Onun için iki kere ikinin dört olması deneysel değil, işlemsel/formülsel birşey. Denklemle sınıyor herşeyi. Ve kimyanın/fiziğin ispat metotlarını anlayamıyor. (Edebiyat gibi, müzik gibi, resim gibi sanatları daha katmadık bile.) Yahut da diyelim ki: Bu matematikçi sizden çok uzak bir şehirde yaşıyor. Ona, deney sonucu ulaştığınız bilgiyi ileteceksiniz. Bunu nasıl yaparsınız? Onun anlayacağı bir dile, yani formüllere dökerek değil mi?

İşte 'filanca atomla filanca atomdan oluşma bir karışım, şu ısıya kadar ısıtılınca ve şu kadar zaman geçince böyle olmaktadır...'ı çeşitli formüllerle yazar ve gönderirsiniz. Ki zaten genelde kitabî bilgi böyle şeylerle taşınır. Bugün bizim okullarımızda da fizik ve kimya deneyden ziyade formüldür. Yerçekimi, kaldırma kuvveti veya moment bizim için sınavda çıkacak formüllü sorulardan ibarettir. Hiçbirimiz makaralarla ilgili bir soruya makara sistemi kurarak cevap vermeyiz. Fakat gün gelip mühendis olursak veya öğrendiğimiz o formülün pratiğinin gerektiği bir işte çalışırsak, artık diğer isbat yoluna dönmüş oluruz. Ve bakarız: Hakikaten öyle mi oluyor? Hakikaten o yoğunlukta bir sıvı, bu kadar kütlede birşeyi, o kadar mı kaldırıyor? Yer bu kadar mı çekiyor?

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar. Çünkü, nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlûp olur ki, bîtarafâne muhakeme denilen munsıfâne münazarada nefs-i emmâreye emniyet edilemez. Çünkü, insaflı bir münâzır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını giyer, ona bir dâvâ vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin, niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir."

Ben; Emre Dorman gibi, Caner Taslaman gibi, Mustafa İslamoğlu gibi, Abdulaziz Bayındır gibi, Yaşar Nuri Öztürk gibi modernistlerin sorunlarından birisinin de bu olduğunu düşünüyorum. Sapıttıkları noktanın böylesi bir empatiyi 'objektiflik/tarafsızlık' kisvesinde içselleştirme olduğu kanaatindeyim. Hatta bundan yüzyıllar önce, İslam coğrafyasının felsefeyle en çok haşir neşir olduğu zamanlarda ortaya çıkan Mutezile'nin de böylesi bir etkilenmişlikte olduğu düşüncesindeyim. Mutezile, her ne kadar murad-ı ilahîyi aramaktaki samimiyetiyle bugünün modernistlerine beş bassa da, etkilenmişlik noktasında benzerlikleri vardır. Örneğin; bu mezhebin önderlerinden birçoğunun, başka din mensuplarıyla yaptıkları münazaralarla binlerce kişinin İslamiyete girmesine vesile oldukları anlatılır. Ancak Mihne Olayı diye bilinen Kur'an'ın mahlukiyeti tartışmaları da bu cedelciliğin bir sonucudur. (Ki Ahmed b. Hanbel Hazretleri gibi daha niceleri bu sürecin mağdurudur.) Âl-i İmran sûresinde geçen ve Hz. İsa'yı (a.s.) Allah'ın kelimesi olarak zikreden ifadeden hareketle hristiyanların sorduğu: "Siz Allah'ın kelamına ezelî diyorsunuz. Sizin kelamınızda İsa da Allah'ın kelimesi olarak geçiyor. Eğer Allah'ın kelimesiyse, İsa da ezelîdir. Dolayısıyla mahluk değildir. O da bir ilahtır!" tarzı bir soruya ehl-i sünnetin çizgisinde yaklaşmamış, kelam-ı ilahîye de (yani Kur'an'a da) 'mahluktur' diyebilme cüreti göstermiştir. Bu sapmanın ardından yaşanılanlar ise tarih kitaplarında kayıtlıdır.

İşte modernistlerin de yaşadığı bir açıdan buna benzer bir durumdur. Yani soruya cevap bulayım derken hakikatten olma... Kendi dinî miraslarının sahip olduğu delil türleri ve özellikle naklî deliller; seküler ilim erbabı ve seküler modern dünya karşısında 'geçerli' görünmeyince, delillerini savunup (veya Kâfirûn sûresinde buyrulduğu gibi; 'sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyerek) kendileri kalmak yerine, delili inkâr edip objektiflik adına karşı tarafa geçmeyi kabul etmişlerdir. (Yani objektifliği karşı tarafın ilkelerini de kabul etmek olarak anlamışlardır.) Bediüzzaman özeleştirel bir metninde bu tehlikeye de dikkat çeker:

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim."

Nitekim yine bu zümrenin hadisler hakkında duyduğu şüpheler, hadis ilminin kıstasları konusunda usûl yönüyle buldukları hatalardan değil (zaten ne yerine koyabilecekleri ne yeni bir usûlleri ne de bu konuda tefekkürleri vardır) bilakis naklî bilginin nasıl bir delil oluşturabileceğini anlayamayışlarındandır. Yine bir naklî delil olan Kur'an-ı Hakîm'i reddetmeyişleri ise onu bükebilme konusunda daha rahat tavır takınabilmelerindedir. Yani aslında Kur'an onlar için dediği sorgulanmayacak bir vahiy değil, üzerine konuşulabilecek bir akıl yürütme aygıtıdır. İstenirse kırk kere fikir değiştirilir aynı metin üzerinde. (Nitekim Ebubekir Sifil Hoca, böyle fikir değiştirmelere Yaşar Nuri Öztürk örneği üzerinden Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler kitabında dikkat çeker.) Diğer din müntesiplerinin günümüzde kendi dinî metinlerine gösterdikleri saygıdan fazlasını göstermezler ona... Ama diğer dinlerde 'hadis' diye birşeyin olmayışı, hadisi koyacak yer bulmakta zorlanmalarına neden olmaktadır.

Sorulara karşı dikkatli olunmalıdır. Sorulara 'tarafsız' muamelesi yapılmamalıdır. Çünkü muhatabınız sizden cevap beklerken aslında sizi yönetiyor/yönlendiriyor olabilir. Her soruya, soruyu sorgulamadan cevap vermenin veya objektiflik adına 'bitarafane muhakemenin' bazen 'taraf-ı muhalifi iltizam' olabileceğine dair Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri ne kadar da anlamlıdır:

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Yine bu sadetten, bir moderniste (Mustafa Öztürk) cevaben kaleme aldığı Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı (Rıhle Kitap) isimli eserinde merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca şunları söyler:

"Bir mümin, akademisyen de olsa, Allah, Allah'ın sıfatları ve cümleden olarak Allah'ın kelamı konularında objektif olamaz. Objektif olma iddiası taşırsa mümin olamaz. Çünkü bu konular 'iman' ile alakalıdır ve imanla alakalı her konunun işte böyle bir karakteri vardır. Yani teslimiyet, hem de tam bir teslimiyet gerektirir. Eleştirel düşünce, ancak teslimiyet sınırlarının dışındaki alanlar için geçerlidir."

Yani dostlar, bence esas sorun hadis ilminde falan değil, bu arkadaşların Batı medeniyeti karşısında hissettikleri eziklikle aşağıdan bir savunma yapmalarında. Rüştlerini ispat etmek için çok kasılmalarında. Kâfirûn sûresinin musırrane emrettiği gibi; 'Sizin dininiz size, bizimkisi bize...' diyememelerinde. Kendilerini muhatabı iknaya mecbur bilmelerinde. Bu aşağıdan savunma sırasında onların anlayacağı argümanları bulup kullanmaya çalışırken, durduğu yeri şaşırıp, onlar gibi olmalarında. Herşeye onlar gibi bakmaya başlamalarında... Bu insanların aynı zamanda menkıbe türü dinî kıssalar/hikayeler konusunda takıntılı olmaları tesadüf değil. Bunlar, modern zaman insanlarından daha üst/güvenilir insanların tarihin bir yerinde varolduğuna inanamıyorlar. Bunu kabullenmek seküler kıstaslara göre mümkün görünmüyor. Yalan sözden kaçınmak noktasında sahabe, tabiin, tebe-i tabiin kadar hassaslaşmış; 'bineğini, elinde yem varmış gibi kandırıyor' diye o kişiden hadis almaktan vazgeçen böylesi insanlar onlar için Marvel karakterlerinden bile daha inanılmaz duruyor. Teslimiyetlerini yitiriyorlar böylece... Tıpkı Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar."

Tuesday, July 14, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 6: Allah'a 'aklına sığdığı kadar' inanmak...

Bir önceki yazımda Kur'an müslümanlığı denen sapkınlıkla Haricilik arasında kurduğum benzerlik, her açıdan tutan bir benzerlik değil. Sadece geçmişte "Aramızda yalnız Kur'an hükmetsin!" diyen ve hakem olayından dolayı sahabeyi tekfir ettikleri için onlardan gelen hadislere de itimat etmeyen bir zümre olduklarından andım onları. Ve İmam Ali (r.a.) bu fitneyi Kur'an'ın tevili konusunda çok tehlikeli bir sapkınlık olarak gördüğünden onlarla cihad ediyor. (İdare edelim. Onlar da bizim kardeşimizdir. Ne güzel, onlar da Kur'an'a yoğunlaşıyorlar. Hoşgörülü olalım... falan demiyor yani.) Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde bu konuya değinirken, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, yaşayacağı bu durumu (ihbar-ı gaybî nevinden) İmam Ali'ye haber verdiğini naklediyor. Naklettiği hadis şöyle: "Ben Kur'an'ın tenzili için savaştım. Sen de tevili için savaşacaksın."

Benzerlikler var. Önümüzdeki yazılarda da yeri geldikçe temas etmek istiyorum. Fakat her noktada birbirlerinin aynı olduklarını söylemek yanlış olur. Hariciler kendi taassubları/ifratları içinde dindar insanlardı. Sapkınlardı, ama bu sapkınlığı dinde salabet adına yaptıklarını sanıyorlardı. Ancak bu zamanın hadis inkarcıları onların bindebiri kadar dindar değiller. Cür'etleri hamiyet-i diniyeden sanılmamalı. Bu seferki saldırı dengesiz bir taassubdan değil, tastamam fısktan kaynaklanıyor. Şöyle izah edeyim: O, içeride patlayan bir yara gibiydi. Bu, dışarıdan saplanan bıçak. Hayatlarını bilmem, ama kafaları kesinlikle fasık bu adamların. Modernitenin/bilimin tabularına Kur'an ayetlerinden daha çok ve daha içten iman ediyorlar. Bu yüzden Kur'an'ın da o doğrulara uyması gerektiğini düşünüyorlar. O doğrulara uydururlarken yollarını en çok hadisler kesiyor. Kafalarındaki kurguya zararı dokununca da hemen inkara sapıyorlar.

Mustafa Akyol'un (yanlış hatırlamıyorsam) Dini Dünya İşlerine Karıştırmanın Faydaları kitabının sonlarında, kafasındaki Hümanist/Liberal Kur'an anlayışına uymadığı için, Beni Kureyza Yahudilerinin Katli meselesine takılıp; "Zaten böyle sorunlu şeyler de hep hadislerle geliyor..." tarzı imalı kelamlar etmesi bunun bir göstergesi. Dikkatinizi çekmek istiyorum: Hiçbir sened kriteri sınaması yapmıyor Mustafa Akyol bunu söylerken. "Gerçekten olabilir mi?" diye hiçbir araştırması yok. Sadece hadis/hadise kafasına yatmıyor. Hatta hadis ilminin kriterlerini geçtim, ahlaklı bir tarihçinin sahip olacağı; "Gerçekten olmuş mu?" sorusunu bile soramıyor Akyol. Bunun yerine, tıpkı ulus-devletlerin kurgu tarihlerinde yaptıkları gibi "Bizim milletimize şöyle yapmak yakışır..." tarzında, aksini görmezden gelerek yoluna devam ediyor.

Bunların kafalarındaki din bu yönüyle söylemlerinin tam tersi: Kurgu bir din... Yani 'uydurulmuş din' aslında onlarda. Çünkü Batı'dan gelen 'doğruluk kıstaslarına' uydurmaya çalışıyorlar dinlerini. Bediüzzaman'ın misallendirmesiyle; tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirme çabası yaşananlar. Yakışmasını geçtim, eğer sığamıyorsa, giysiyi boşvermeyi değil, cami hocasının kollarını kesmeyi tercih ediyorlar. Bu noktada Orwell'ın 1984'teki tabiriyle tam bir karşıt-söylem yaptıklarını söyleyebiliriz. Karşıt-söylem nedir? Karşıt-söylem, bir hedef saptırma aracıdır. İdeolojik bir ilizyondur. Her ne isen, onun tam tersiyle kendini ve karşıtını isimlendirmendir. Bizden bir örnek vereyim: Mesela CHP bu ülkenin en devletçi ve en antidemokratik uygulamalara sahip partisidir. Fakat isminin açılımı Cumhuriyet Halk Partisi. Hem cumhuriyet, hem halk... En uzak olduğu şeyler. Yine Erdoğan'a en çok takılan isim diktatördür. Fakat Erdoğan, Türkiye tarihinde halkoyuyla başa gelen ilk cumhurbaşkanıdır.

Konumuza dönelim. Ne diyorduk? Ha, evet: Olan değil, 'olmasını istedikleri' din. Arzu ettikleri din. Rahatsız olunan hadis ilminin incelikleri değil. O ilme dair hiçbir usûl/yöntem eleştirileri veya yerine koyabilecekleri başka bir sistemleri yok zaten. Allah biliyor ya, üzerine mesai sarfettikleri falan da yok. Rahatsız olunan, parçanın kafalarındaki bütüne uymaması. Ve bütünlerine uymayan o parçalardan çok bulunması. Bunların en baştan dine müracaat edişlerinde bir sakatlık var. Din onlar için kafalarındaki fikre bir meşruiyet kazandırma ve geniş kesimlere yayma/duyurma aracı. Tıpkı bazı komutanların vaktiyle dedikleri gibi: "Din aslında ara-sıra lazım olan birşey. Dindar askerler daha istekli çarpışıyorlar..." Bunlar da kafalarında 'doğru'ya yönelik destekleyici yönleriyle dine ihtiyaç duyuyorlar. Üzerinden yürürlerse halka daha çabuk ulaşacaklarını biliyorlar. Fakat hadisler... Ah, onlar olmasa! Ne kolay olacaktı herşey.

Halbuki bir müminin yapmaya çalıştığı, kafasındaki doğruya göre dini değiştirmek değil, dinde gördüğü doğruya yönelik kafasını/ahlakını değiştirmektir. Yani değişmesi gereken kendisidir. Din değildir. Kur'an'ın ve sünnetin ona getirdiği mesaj asıldır. Kendisi tebeidir. Doğruyu anlamaya/bulmaya çalışır. Doğrusuna(!) Kur'an'ı uydurmaya çalışmaz. Mesela; ilm-i kelam, Allah'ın muradını kelamından anlamaya çalışmaktır. Kendi muradını Kur'an'a dayatmak değil. Yine içtihad faaliyeti, kendi 'göre'ne göre amel etmek değil, istinbattır. Merhum Ahmed Davudoğlu bu sadedde şöyle demiştir (Moderne Nasihat'ten naklen): "... Dinde fertlerin görüşlerine yer verilmemiştir. Onun için Hz. Ali, 'Din görüşle olsaydı ben mestlerin üzerlerini değil, altlarına meshederdim' demiştir. İmam Âzam efendimizin dahi 'Din görüşle olsaydı, ben mirasta kadınla erkeği müsavi tutardım' dediği rivayet olunur. Evet, dinde onun bunun görüşü değil, müçtehidlerin içtihadları muteberdir. İçtihad ise bir görüş değil, istinbattır."

Şimdi bu arkadaşlar sanıyorlar ki; "İslam akıl dinidir!" demekle artık akıllarına esen herşey din olur. Halbuki o ifadede (en iyi niyetle) kastedilen; "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" Kur'anî hükmünce şeriat-ı İslamiyenin hükümlerinin şeriat-ı fıtriye ve şeriat-ı kevniye ile uyumlu olacağıdır. Çünkü üçünün de yaratıcısı/emredeni aynı Allah'tır. Aralarında çelişki olamaz. Allah'ın sana emrettiği ile senin aklın arasında çelişki olamaz. (Var sanıyorsan, düzeltilmesi gereken akıldır.) Yoksa o cümleyle yapılmaya çalışılan; "Aklına uyuyorsa İslamîdir. Uymuyorsa, inkar et!" demek değildir. Senin o küçük aklın, daracık bakış açın, Allah'ın nazar-ı âlâsından ve irade-i küllîsinden gelen muradını kuşatmaya yeterli değildir. Mihenk olmaya hiç yeterli değildir. Akıl böyle hakikatten şaşmaz, sağlam değnek olsaydı, iman etmeyenlerin yalnızca deliler olması lazımdı.

Yine hadis konusuna dair yazdığı 12 Asıl'ında Bediüzzaman'ın dediği gibi; "İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar." Bugün Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu; dün Yaşar Nuri Öztürk ve diğerleri. İsimler değişse de beslendikleri sapma değişmiyor. Hadis inkarcılarının amacı murad-ı ilahiyi keşfetmek değil. Dışlarındaki bir doğruya, bir gayba ulaşmak da değil. Murad-ı ilahiyi malumatlarına/düşüncelerine/görüşlerine hapsetmek. Gayba değil kafalarına iman etmek. Fakat ne büyük mutluluk ki bu ümmet için, Allah Resulünün ondört asır önce attığı taşlar bugün bunların Big Bang'den sarhoş olmuş, Kuantum'dan fotonlarını şaşırmış, CERN'den serseme dönmüş akıllarına da değiyor. "Aklınızı başınıza alın!" diyor. İnşaallah alırlar. Benim çok umudum yok ama...

Saturday, July 4, 2015

Neden 'fasıklar' sapar?

Allahu'l-alem, bana öyle geliyor ki, Bakara sûresinin 26. ayeti sadece kâfirleri tutumları nedeniyle yermekle kalmıyor. Allah'ın izzetinin izlerini de okutuyor. Mü'minlere bir izzetli duruş da öğütlüyor. Nasıl? Belki şöyle: "Şüphesiz Allah sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez..." buyruğunun bir yanı "Allah misal vereceği şeyi kâfirlerin bozuk kıstaslarına göre seçecek değildir!" manasını fehmimize taşırken, diğer yanı "Allah böyle misaller vermekten neden çekinsin? Onun sanatının herbir parçası misal verilmeye değer harikalıktadır zaten!" manasını kalbimize koyuyor. Yani, tabir-i caizse, Cenab-ı Hak, hem zatını 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' tenzih ediyor, hem de eserlerini 'kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan' beri tutuyor.

İki yanında da izzet var. İki yanında da mü'minin algı ayarlarını yüceltmeye yönelik bir bilgi aktarımı sözkonusu. İlk vecihte, izzet, Allah'ın zatına ve 'kâfirin bozuk değerler yapısına' bakıyor. İkincisinde ise izzet, Allah'ın yaratışına ve 'sanatındaki üstünlüğe' nazar ediyor. Birincisinde, Cenab-ı Hakkın zatını tenzih ettiği şey, 'kâfirlerin bozuk kıstaslarından etkilenir' veya 'onlara kıymet verir' olmak sanki. İkincisinde tenzih ettiği şeyse 'eserlerinden bazılarının misal verilmeye değmeyecek şekilde değersiz olması.'

Yani, birisinde Kur'an'ın savunusu var, diğerinde kainat kitabının. Bir de hatırlatılan şu var sanki: Kainat kitabı ile Kur'an arasında bir çelişki yoktur. Tevhid çelişkisizliği gerektirir. Bir yazarın iki kitabı arasında çelişki olmaz. Birisinde kıymet verilip yaratılan ötekinde kıymetsiz görülecek değildir. Bizim Allahımız böyle bir Allah değildir.

"İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler..." buyrulurkense mü'minin sahip olması gereken 'teslimî uyanıklığa' bir dikkat çekiş var bence. Ne demek teslimî uyanıklık? Bencileyin izah edeyim:

Allah'a iman etmiş olmakla mü'min vasfını kazanmış insanların, misal olarak verilen şeylere, kâfirler gibi bakabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. İmanı insana (imanının derinliği nisbetinde) bir bakış açısı da yükler. Mü'minler, perdenin arkasındaki zattan, isimlerinden, sıfatlarından, şe'nlerinden haberdar olmakla, rastladıkları her ayete (yine Kur'anî ifadesiyle) "Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın!" diyecek uyanıklığa sahip olmalıdırlar. Bu, Allah'a, marifetinden dolayı duyulan bir güvendir. Bu, kainata, tevhidden dolayı duyulan bir güvendir. Bu Hakîm isminin kuşatıcılığına duyulan bir güvendir.

Mümin, misallerin hikmeti bilmezden önce, biraz fikrini yorarsa kendisine misal verilen şeylerden Allah'ın hikmetine kapılar açılacağını bilmelidir. Buna imanlı olmalıdır. Bu dua/beklenti ile o kapıya varmalıdır. Buna imanlı olana mü'min denir. Mü'min yaradanının her işinin hikmetle olduğunu bilirse mü'min olur. Çünkü marifete ulaşmasını sağlayan da bu emniyetidir. İtimadıdır. Beklentisidir. Öyle ya! Bilgiye erişileceğine inanılmadan bilgiye erişilmez. Birşeyler bulacağını ummayan bulamaz. Hatta arayamaz.

Mü'min der ki: "Eğer Allah birşeyi misal getirdiyse bunda boşuboşunalık olamaz." Yanlış anlaşılmasın. Ayette kâfirlerin dilinden aktarılan "Allah böyle misal vermekle ne murat eder?" cümlesi, bir arayışı değil, "Bu şey değersizdir!" önyargısını içerir. Bunun günümüzcesi "Bu da nereden çıktı şimdi?" gibi bir alaycılıktır. Yani: Kâfir sivrisineğin değersizliğinde mühürlenmiştir. Kanaatini sabitlemiştir. Kendisinin bu ihlaslı(!) sabitlenmesi nedeniyle de Allah, duasını kabul etmiş, onu kanaatinde sabitlemiştir.

Kainat kitabındaki bu körelmesinden dolayı Kudsî Kitab'a hadsizlikle laf eder. Burası önemlidir: Kainat kitabını yanlış okuyan illa vahye de ilişir. (Bu noktada hemen Caner Taslaman'la Ebubekir Sifil Hoca'nın münazarasında 'sinek kanadı hadisini' bir türlü kabullenemeyen Taslaman'ın "Sinek pistir!" cümlesini bir zikir gibi tekrar edişini hatırlayalım.) Yani bu cümle Allah'ın kainattaki yaratışına dair bir tenkidi de saklar içinde.

Şunun da altını çizelim: Hikmetin 'varlığına' dair değil ama 'içeriğine' dair böylesi bir sorgulamayı mü'min de yaşar. Fakat mü'minin zemini farklıdır. Mü'min varlığına inandığı şeyi arar. Zaten iman etmiş olduğu gaybın bilgisi peşindedir. Kâfir ise hemen görmediği (veya olmadığını çoktan iman ettiği) şeyi sorar. "Bu ne şimdi? Ne gereği vardı bunun?" der gibidir bu soruş. Mü'min ise "Kimbilir bana burada neler öğretiliyor?" diyerek muhatap olur eşyayla. Yani öğretilenin 'varlığından' emin ancak 'keyfiyetine' meraklıdır.

"Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır..." buyruğu ise, işaret ettiği hakikatle, aklımı yıllar önce başımdan almıştı. Nasıl? Becerebildiğimce ifade etmeye çalışayım:

Ben, bu ayetten ta Bediüzzaman'ın 2. Lem'asına ve orada geçen "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." cümlesine uzanıyorum. Buradan oraya giden bir koridor görüyorum. Ve Bediüzzaman'ın o metinde aslında bu ayetin tefsirini yaptığını düşünüyorum. Çünkü fısk bir yanıyla da 'günahlara müptelalık'tır. Fasığın imanı varsa da Allah'ın emir ve nehiylerine emniyeti yoktur. Onlardan aldığı kem lezzete tutkusundan dolayı kalbinde doğrunun ayarları yerinden oynamıştır. Cürmünden vazgeçememekte ve belki içten içe "Keşke bu iş günah olmasa!" demektedir. Yaşadığı bu kaymayı somut birşeye dayandırması içinse her kapıdan delil dilenmektedir. İşte, böylesi misaller onun nefsine ve şeytanına yardımcı olur ki, bir cerbeze ile aklını da 'sapmak' için ikna eder.

Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." İşte bir ayet-i kerimenin aklıma getirdikleri. Şükürler olsun tefekkürü dünyadaki herşeyden daha lezzetli olan o Zat'a ki kendisinden habersiz bırakmayarak bizi ziyan olmaktan kurtarmıştır.

Saturday, December 6, 2014

Aptallık hüsnüzan değildir

Bence bizi kandıran, hüsnüzannımızın aptallığa yaklaşmasının yanında, İslamoğlu'nun kurnazlığıdır. Kendisi dilinden çıkanların çok daha fazlasını kalbinde tutuyor kanaatimce. Sonraları iyiden iyiye boyası dökülen bir takiyyeyle, ehl-i sünneti de çok fazla ürkütmeden, adım adım kafasındaki taşları döşüyor. Öyle ki: Yakın zamanda devirdiği çamlara rağmen hâlâ onu savunanlar var. Sanıyorlar ki, hoca gafil, aydınlatılsa hemen ikna olacak.

Hep mübarekler hey! Ne iknası? Hatırlatsanız, en iyi ihtimalle, yine takiyyesini giyecek üstüne hemence. Bediüzzaman'ı yıllardır iltifatlarla anmasının ardından şimdi nasırına basılmış küheylan gibi kişnemesinin içyüzü de bu değil mi? "Hazır Gülengiller devletle kötü olmuşken, onlar da Nurcu bilinirken, belki de fırsat doğmuştur? Bırakayım takiyyeyi de bir çakayım şu Bediüzzaman'a ve Nurculara. Ya nasip!" diye düşünmesidir.

Yok bilmem 'şimdiye kadar hiç Risaleleri Kur'an'a arz etmemiş' de, yok 'bu gözle hiç okumamış' da, yok bilmem neymiş de. Yerseniz. Madrabaz numaralarıdır bunlar. Güvercin taklasıdır. Yerseniz. Üstelik "Kur'an'a arzettim" dediği kitaptan yaptığı alıntılardan da kimisi uydurma, kimisi çarpıtma, kimisi de tahrif. Yani olmayan kelimeler/metinler eklenerek uydurulmuş bir Risale-i Nur arzetmiş İslamoğlu Kur'an'a. Hatta, gerisini de bırakmış, yalnız uydurduğu kısımları arzetmiş. Başkasının makalesinden öyle bir çakma bölüm hazırlamış ki kurgu metinleri de hiç sorgulamadan kitabına katmış. Ah ben ne dedim? Hazretin ifadesini hazretin kendisi için kullandım. Alınmaz inşaallah. 'Uydurulmuş din' tabirini çok sever çünkü.

Eğer İslamoğlu, kendi kitabını başka bir İslamoğlu olarak inceleseydi, oradaki uydurma metinlerden dolayı kendisini 'güvenilmez âlim müsveddesi' sayardı. Düşünsenize, birkaç tane hadisi aklına uygun bulmamakla Buharî'yi, Müslim'i, hatta Ebu Hureyre gibi sahabe-i güzini (Allah onlardan razı olsun) bitiren(!) adam, böylesi uydurma metinleri görürse kendisine neler yapmaz? İntihar bile edebilir. Öyle ya, hayatını 'doğru din' üzerine adamış(!) Bir tane delilsiz şey söylemiyor(!) Dayanamaz böyle birşeye. Şeeeyy, tabii, yine yerseniz.

Yemezseniz size diyeceklerim var. Bence İslamoğlu ülkemizdeki 'Kur'an müslümanlığı' ekolünün en kurnaz öğreticisi. Diliyle bir kere söylese ehl-i sünnetin hemen alnına kaşeyi basabileceği meseleleri anmaktan uzak kalarak benzerlerinden içtenpazarlıkta ayrılıyor. (Bu konuda eline su dökebilecek tek isim Caner Taslaman.) Mesela: Yaşar Nuri Öztürk'ü hatırlayalım. Onun, namaz vakitlerine, haccın zamanına, deizme vs. dair açık taarruzlarından ne olduğunu anladı ümmet. İtibar etmedi sözlerine. Bayındır da yine çoğu tartışmada böyle. İhsan Eliaçık da. Açıktan diyeceklerini diyorlar bir nebze.

Ama İslamoğlu öyle değil(di). Ben çok iyi biliyorum böyle düşünmekte yalnız olmadığımı. Ehl-i tasavvuf olduğu halde onun dersine giden veya nur talebesi olduğu halde sohbetlerini takip eden birçok insan vardı. İslamoğlu benzerlerinin rağmına bu ilgiyi üzerinde tutmayı nasıl başardı? Seleflerinin hatasını tekrarlamayarak. Hemen tanınmasını sağlayacak mevzuları anmayarak. Mümkün mertebe arkaya dolanarak. Hep bu yolu izledi İslamoğlu. Yavaş yavaş kanına girdi dinleyicilerinin. Mehteran gibi yürüdü hep. İki adımda bir durarak. Ceylanı bile ürkütmeden.

Kanaatimce: Bediüzzaman'ın tüm müminlerin dikkatini çektiği bir tuzağı İslamoğlu tam uyguluyor. Peki nedir o tuzak? 'Şahısları çürütmekle eserleri çürütmek' kardeşlerim. "(...) ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." derken altını çizdiği şey bu.

İslamoğlu'nun kimi derslerine bakıyorum mesela kardeşlerim. Tıpkı müçtehidin-i izamın magazin programı gibi. Yok kimi muhaddis bin tane kadınla evlenmiş, yok kimisi bilmem ne yapmış, yok kimisi bilmem ne demiş, yok kimisi bir eserinde ne yazmış, yok kimisi kimisinin ardından nasıl suçlamış... Böyle o insanların ilmî yetkinliğiyle hiçbir alakası olmayan bin tane martavalı anlatıp duruyor derslerinde.

Ne için? Çünkü eserlerini çürütmeye malzeme lazım. Güvensizlik inşa etmesi gerekiyor. Doğrudan eserlerine vuramıyor. Eserler muhkem. Hem de ümmet uyanıyor. Ya ne yapacak? Arkalarına dolaşacak. Kimisinin karısına getirecek lafı, ötekinin söylentisine, berikinin bir tartışma sırasında sarfettiği söze, bir diğerinin kötü lanse edebileceği bir satırına. Oradan da diyecek ki size: "Bakın bakın, adam sandığınız bu insanlar aslında böyle böyle, aslında beş para etmez, sözüne de itibar edilmez kişiler bunlar. Artık onlarla naklolan hiçbir şeye güvenmeyin. Ben size dinin aslını öğreteceğim."

İşte bunun adı cerbeze kardeşlerim. Bir adamın bir ömür boyunca tükürdüğü balgamı bir anda ağzından çıkmış gibi gösterme. Yahut sinek kanadı kadar seyyiesi ile dağ gibi hasenesini örtme. Bediüzzaman bu zihniyete dair bir tesbitini de sahabeye dair yazdığı bahsin ahirinde söyler.

"Dördüncü sual: (...) Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar..."

Daha biz hüsnüzan ededuralım. Dün hafif imalarla başlayan İslamoğlu, bugün açıktan Bediüzzaman'a, Mevlana'ya (k.s.), daha kimlere kimlere 'mahviyet ayakları' diyecek bir noktaya geldi. Dün okunmasını tavsiye ettiği Risale-i Nur'u, bugün, 'insanları Kur'an yolundan saptıracak bir eser dizisi' gibi göstermeye kalkıştı. Bugün bunu yersek ve gereken ilmî cevapları vermezsek yarın kimbilir kimlere sataşacak? Kimleri gözden düşürmeye gayret edip hangi eserleri çürütmeye gayret edecek?

Bugün buna sessiz kalanlar, susanlar, bizi de susturmaya çalışanlar, yarın bizzat kendi çocukları, ebeveynlerini 'uydurulmuş din mensubu' gibi görüp 'imansızlıkla' itham ederlerse şaşırmasınlar. bu meyve o suskunluk ağacının çünkü. Allah elbette dininin sahibi ve koruyucusudur ama müminleri de gayrette görmek ister. İslam'ı bu adamın güya 'Kur'an müslümanlığına' karşı ilminizle, kalbinizle ve gayretinizle müdafaa edin. Ahirzamanda vaadolulan 'yüz şehit sevabı' bu noktada dik duranları bekliyor.

Saturday, October 25, 2014

Bediüzzaman neden evrimi eleştirmiyor?


Önce bozulan 'hayat' mıdır, yoksa 'itikat' mıdır? Evet, sizi yeni bir "Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan?" sorgulamasına davet ediyorum. Zira bu ikisinin arasında da, tıpkı tavuk ve yumurta örneğinde olduğu gibi, girift bir ilişki var. İlişkinin giriftliği değinilen iki nesnenin de birbirini gerektirebilir oluşundan kaynaklanıyor. Daha doğrusu: Aralarında 'mukarenet' var. Yani tavuk, yumurtanın sebebi olabileceği gibi, yumurta da tavuğun sebebi olabilir. Yumurta tavuğun neticesi olabileceği gibi, tavuk da yumurtanın neticesi olabilir. Sonucun hem neden hem sonuç, nedenin de hem sonuç hem de neden olduğu bir düzlem.

Mü'min böylesi tekerlemeli demagojilerele karşılaştığında boğulmamalı. Bir adım geriye çekilip daha geniş çerçeveden bakabilmeli olaylara. Parçalarda boğulmamanın sırrı bu: İster tavuk yumurtadan çıksın, ister yumurta tavuktan. Neticede ikisi de yaratan Allah. Biz, temelde şirke karşı savaşıyoruz, sebeplerin sıralaması üzerine değil. Allah, ister birisini diğerine neden kılar, ister diğerini ötekine sonuç. Alt tarafta sürdürülecek tartışmaların itikadî anlamda 'olmazsa olmaz' bir yanı yoktur. Amma ki Kur'an ve sünnetle bize ulaşan bilgiyle çelişmeye. Ve kendisini, kendisi için nasların bükülmesini isteyecek kadar, mutlak bir doğru olarak dayatmaya. Zoolojiye dair kısmı ise: Bugün böyle bulunur, yarın başka bir delil ortaya çıkar, öteki gün başkası isbat edilir. Bir gün Newtoncu fizik sarsılmaz görünür, öteki gün Kuantum fiziği ortaya çıkar, yarın bir başkası onların yerini alır, vs. Bilim tedricen ve zamanla gelişir. Fakat ikincil niyetli teolojik saptırmalar çıkarılmadığı sürece bilim imansızlık üretmez. Bize yatayta Allah'ın azametini anlamanın imkanlarını sunar. Dikeyde ise herşeyin yaratanı, devam ettireni, sebep-sonuç ilişkisinden aşkın bir şekilde, Allah'tır.

Evrim teorisi bile (isbat edilemezliği bir yana) teori düzleminde türden türe atlamaları tesadüfle açıklamıyorsa, yani o türden türe atlamaları bir Yaratıcıya bağlıyorsa, "Canlılar böyle oluştu fakat o türden türe atlamaları da yaratan Allah'tır!" diyorsa işine bakabilir. Çalışmaya devam edebilir. Ama dikkatinizi çekerim: Yalnızca işine bakabilir. Kendisini bize dayatamaz. "Ehakkın müddet-i taharrîsi zamanında bâtılın vücuduna bir nev'i müsamaha var..." sırrınca bir tasavvurî ihtimal olarak ufukta asılı kalabilir.

Bugün, evrim teorisini sorun haline getiren 'biyolojik bir sanrı' olarak ortalıkta dolaşmasından ziyade, sanki kat'i bir hakikatmiş gibi içinden yapılan teolojik çıkarımlardır. Dinin de ona göre bükülmeye zorlanmasıdır. Bizim temelde mücadelesini verdiğimiz şey: Kainatın 'çoklu ilah' düzleminde veya 'ilahsız' açıklanamayacağıdır. Yaratılışın keyfiyeti Allah nasıl dilerse öyledir. Fakat, burada yine altını çizmek mecburiyetindeyiz, evrim veya herhangi başka bir teorinin bize kendisini 'bilimsel bir dogma' olarak dayatmaya hakkı yoktur. Origin Unknown filminde de hatırlatıldığı üzere: "Bilim tekrarlanabilirlik üzerine kuruludur." Evriminse bugünde tekrarlanabilirliği yoktur.

Yüzümüzü mürşidime dönelim. Evrim teorisini Darwin'in ortaya atış tarihi 1859. Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'ni telif ediş tarihi ise 1920 civarı. Peki, Bediüzzaman, neden evrim teorisini birebir hedef tahtasına koyup eleştirmemiştir? Ben bunu iki sebebe bağlıyorum. Birincisi: Bediüzzaman'ın Kur'anî yoludur ki, Kur'an, fizik/biyoloji kanunlarını değil, kainatta sürekli tekrar eden olayları (ki bu tekrarlar da aslında ismi konulmamış bir/birçok kanunun habercisidir) misal olarak verir. Kur'an tüm değişmezliği, açıklığı ve yalınlığı içinde kainatı delil olarak kullanır. Umuma hitap eder. Gün gelir insanî bilim diye isimlendirdiğim tesbit edilen fiziğin, kimyanın, biyolojinin kanunları, yenilerinin veya daha doğrularının keşfiyle değişebilir. Ancak Kur'an, tekrar eden nesnelere ve olaylara dikkatlerimizi çektiği için, eskimez. Hatta zaman eskidikçe Kur'an gençleşir.

Bence Bediüzzaman da Yeni Said döneminde bu yolu kullanıyor. Teoriler veya kanunlar düzleminde, felsefenin zemininde, meseleleri tartışmak yerine, kainat düzleminde tüm zamanların anlayacağı bir şekilde varlığı tartışıyor.

"Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar, bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar; o suretle, İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Adeta, kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terk ettim..." derken de kastettiği belki bu.

Yani, evrimi 'içinde kalarak' değil, daha ötesinde 'tesadüflerin yaratıcılığının mümkün olmadığının altını çizerek' konuşuyor. İkincisi de bu bence: Felsefe-i beşeriyeyi layetezelzel kılmamak, ona yaslanmamak, onun dogmalarına da hakikat muamelesi yapmamak. Daha öz bir ifadeyle: Bilimselliğin cazibesine kapılıp vahiyden olmamak. Parçalarda boğulmanın bir açıdan da buna baktığı kanaatindeyim. Hem şu da var: Bilim modern dünyanın varlığı açıklamaya çalıştığı 'uzmanlaşma adacıklarından' oluşmuştur. Biz ise adacıkları değil bütünlüğü dava ediyoruz. Vahyin ve sünnetin bu bütünlükten haber verdiğini iddia ediyoruz. Elbette, her meseleyi yine adacıklar üzerinden değil, biraz geriye çekilip bütün üzerinden konuşmak hikmetli olacaktır.

"Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir."

Hz. İbrahim aleyhisselam ile Nemrud arasında geçen o diyaloğu hatırlayalım: Yaratmak ve öldürmek noktasında Nemrud'un takıldığını, aşamayacağını, çıkamayacağını anlayan İbrahim aleyhisselam, onunla getirdiği iki esirden birisini öldürüp diğerini sağ bırakmasını tartışmayı seçmedi. Yani; "Senin bu yaptığın benim kastettiğim değil!" demedi. Nemrud'u biraz daha geriye çekerek hayat ve ölüm hakikatlerine daha geniş bir çerçeveden bakmasını salık verdi. Bakara sûresinin 258. ayeti bunu bize şöyle haber veriyor:

"Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: 'Rabbim, dirilten ve öldürendir' demişti. 'Ben de diriltir ve öldürürüm' dedi; İbrahim, 'Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene' dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez."
Evet, hayat ve ölüm, kainatta sürekli tekrar eden örnekleriyle bir büyük kanunun parçasıdır. Büyük bir sistemin parçasıdır. Bir köşesini güya kendi namına zaptetmekle kimse bir kanunun sahibi olamaz. İnsanın zahiren elinden çıkan fiiler de bu nedenle kendisinin olamaz. Çünkü o hangi fiili eylese bir kanunla bağı vardır. Parçasıdır. Bütünün sahibi olamayan parçasının sahibi olamaz. Bu yüzden 'tevhid' varlığın en sarsılmaz hakikatidir. Vahiy de, o bütünü gören makamdan geldiği için, en sağlam bilgi kaynağıdır. Bilimin elemanı gibi çalıştırılamaz.

Thursday, July 31, 2014

Bediüzzaman da ayraç kullanır mıydı?

"(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte mâbeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder." (25. Söz'den.)

Caner Taslaman (bakınız bu sefer kendisini iyi anacağım); Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli eserinde birşeyin altını tekrar tekrar çizer: İnsanın eşya algısının (dolayısıyla bilimin) itikadî boyutta kaçınılmaz etkileri vardır. "Bilim ayrı bir dünyadır. Din ayrı bir dünyadır..." diyemezsiniz. İkisini birbirinden kesin çizgilerle ayıramazsınız. Örneğin: 138. sayfada, Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini kurarken Newton fiziğinden ne denli etkilendiklerini aktarır okurlarına. Başka bir yerde ise; "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basar. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığını, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatır. Bütün bu örnekler de gösterir ki; insan, eşyayı nasıl algılıyorsa, bunun bir izdüşümü şeklinde de Allah'ı sistem içinde (veya üstünde) bir yere koyar. Bazen de koyacak yer bulamaz ve inkâr eder.

Bu yüzden, mürşidim türünden, hayatını ehl-i sünnet çizgisinde Kur'anî tefekküre adayan bir âlimin Tabiat Risalesi gibi, Ayetü'l-Kübra gibi, Hüve Nüktesi gibi, Zerre Risalesi gibi fennî analizler de içeren eserler yazması kaçınılmazdır. Âleme bakışı düzeltmek (afakî tefekkür) nefiste yapılacak cihadın (enfüsî tefekkür) üzerine inşa edilebileceği uygun bir zemin teşkil eder. 'La ilahe illallah' yolculuğunu âlemin dipköşe her yerinde yapan ve ondan emin olan bir akıl, elbette 'Muhammedun Resulullah' kılıcının içinde işlemesine izin verir. İlkinin delili âlemden gelir. İkincisinin kılıcı enfüste işler. Biri diğerisiz olmaz. Yukarıdaki misallerden devam etmek gerekirse: enetiğe dair malumatımızdan'anyi anacağım)iç?toparlamaya çalışalım: ebilir. edilmez oldu. bi algılıyorsunuz. rsunuz.i hakkında bÂleme determinist algıyla bakan bir insanın sebep ve sonuç arasında bıraktığı hiçbir boşluk yoktur ki Allahın esması oraya sığsın ve müdahale etsin. Her sonuç sebeplerdendir ona göre. Ve Ockham'ın Usturası gibi güç verdiği gafletli nazarı Allahın ehadiyetini keser alır âleminden. Yerine birşey koymaya da ihtiyaç duymaz.

Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, 'iki şahid-i sadık' terkibi içinde formülleştirdiği öğretisinde, tefekkürünün kılıcını buraya sallar. Sebep ve sonuç arasındaki mesafeyi açarak birinin diğerinin yaratıcısı veya yaratığı olamayacağını gösterir. Bu şekilde dışarıda, gaybda, aşkın ve üstün bir neden aramaya zorlar bizi:

"Hem, her bir zerrede, vücûb ve vahdet-i Sânia iki şâhid-i sâdık daha var. Birisi, her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber, pek büyük ve pek mütenevvi' vazifeleri kaldırıyor ve cümûdiyeti ile beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizâm-ı umumîye tevfîk-ı hareket eder. Demek, her bir zerre, lisân-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna ve nizâm-ı âlemi gözetmesiyle, vahdetine şehâdet eder."

Her bir zerrenin, aczinden beklenmeyecek büyüklükte işler başarması ve yaptığı eylemin kainatın düzeniyle de uyumlu olması, o neden ve sonucun arasına "Ve lehü'l-esmaü'l-hüsna..." ayıracını koymak gibidir. (Esma, bu açıdan, insanın kesrette kaybolmasını önleyen, varlığa konulmuş ayıraçtır.) Bu ayıraç konduğu vakit anlaşılır ki: Nedenler sonuçları kaldıramaz ve mutlaka araya tüm isimleriyle hazır ve nazır bir Allahın katkısı/yaratışı lazımdır. (Bir nevi Esma berzahı.) Mürşidim yine bu meseleyi izah sadedinde şöyle bir örnek verir:

"Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe' olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan; bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtâtın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanâtın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf mânevî olarak aslının programı tevdî edilmiş; işte o tohumları nöbetle o kâseye koysak, her biri hârika cihazâtıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku' bulmuş gibi inanırsın."

Birşeyin herşey, herşeyin birşey olması. Önemli bir ders! Fakat dediğim gibi: Âlem algımız 'alacağımız dersi' çok etkiliyor. Kanaatimce: Genetiğe dair malumatımızdan yerleşmiş olan determinist algı da bizim Bediüzzaman'ın bu dersini anlamamıza engel oluyor. Çoğumuz böylesi örnekleri işittiğimiz anda diyoruz ki: "İşte genleri başka ya. DNA'ları ayrı ayrı olduğundan canlılar da farklı farklı oluyorlar." Acaba gerçekten böyle mi? Genetik bilimi sandığımız kadar determinist sabitliğe sahip mi? Ben bu noktada bakış açımın yanlış ve yanılmış olduğunu bugünlerde okuduğum (bu ifade 2014 yılına aittir) bir kitap sayesinde farkettim: Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü'sü.

Çabuk geçeyim: Jonathan Wells ile yaptığı söyleşide, genlerin farklılıkların nedeni oluşu üzerine yaptıkları bir sorgulamada, Wells şunları anlatıyordu Strobel'a:

"Eğer Neo-Darwinistler gibi bizim, genlerimizin bir ürünü olduğumuzu kabul ediyorsan, o zaman bizimle şempanzeler arasındaki dramatik farklılığı sadece bu %2'lik farkla açıklayabilmen lazım. Buradaki problem vücut yapıcı genler tabir edilen genlerin bu %98'in içinde olması. %2'lik farkı oluşturan genler anatomiyle işi olmayan oldukça ehemmiyetsiz genler. Yani insan ile şempanze DNA'sı arasındaki bu sözde benzerlik aslında bu noktada Neo-Darwinistler için yeni bir problem teşkil etmekte."

Devamında bunu yine başka bir örnekle açıklıyordu. "Bir tasarımcı farklı organizmalar yaratmak için benzer yapı malzemeleri kullanabilir. Tıpkı inşaatçıların sonuç itibariyle birbirinden farklı gözükecek köprüleri yaparken aynı maddeleri (demir çubuk, çimento vs) kullanması gibi."

Başka bir yerde ise bu gen benzerliği farklı canlılar üzerinden şöyle örneklendiriyordu:

"Size bir misal vereyim: Gözler. Farelerde, ahtapotlarda ve meyve sineklerinde benzer bir gen var. Bir farenin gözüne ve bir ahtapotun gözüne baktığınızda çok yüzeysel bir benzerlik bulabilirsiniz. (...) Ama daha ilginci meyve sineğinin gözüdür. Çünkü o, bu ikisinden tamamen farklıdır. Birçok yüzden müteşekkil bir göz. Sonuç itibariyle ise bu üç gözün üçü de aynı veya çok benzer genlere dayanır. Hatta o kadar benzerdirler ki, bir farenin genini, bu genin olmadığı bir meyve sineğine koyabilirsiniz ve sonrasında gözünü olması gerektiği gibi geliştiren bir meyve sineği elde edersiniz."

Bediüzzaman'ın 'her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe' olabilir bir kâse' örneğini, şimdi, buradaki 'her üç canlının da gözünün kalıbı olabilir gen' üzerinen analiz edin. Sanıyorum gen dünyasında da her sebep sonucu kaldırmıyor. O kodlara da fazla güvenmeye gelmiyor. Nihayetinde, tıpkı fizikte olduğu gibi biyolojide de madde tasavvurumuz Kuantum kararsızlığına ve bir yönüyle irade-i ilahîyeye aç ve muhtaç hale doğru ilerliyor.

Aynı genden farklı canlılar yaratıldığı sırrını anladığımız zaman belki, Hz. Meryem annemizin kromozomları XX'ken nasıl Hz. İsa gibi XY kromozomlu bir evlada sahip olabildiğini veya Hz. Âdem babamızın neslinden nasıl bu kadar farklı renkli/özellikli ırklar meydana gelebildiğini daha iyi anlayacağız. Madde düşüncemiz daha da latifleşek belki. Ama illa Esmayı hesaba katacağız. Sebep ve sonuç arasına onun berzahı girmeden fennin açmazlarını aşabilmek güç.

Saturday, July 26, 2014

Caner Taslaman nerede hata yapıyor?

"Siz de Allah'a ve Resulüne iman edin ki; o ümmî peygamber de Allah'a ve Onun sözlerine iman etmiştir. Ve ona uyun, ta ki, doğru yolu bulmuş olasınız." (A'raf sûresi, 158.)

Caner Taslaman'ın da çok sevdiği bir argümandır şu 'kişisel sünnet' meselesi. Bir usûl çerçevesinde sınırlandıramasa da (zaten modernistlerin en temel sorunu budur) o, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'insanî yanıyla' yaptıklarını 'peygamber yanıyla' yaptıklarından ayırabileceğini düşünür. Hatta 'ayrılması gerektiğini' söyler. ("Peygamber yanıyla yaptıkları bizi de bağlar. İnsanî yanıyla yaptıkları ise bağlamaz!" demeye getirir.) Ancak her modernistteki sorun onda da vardır: Bu ayrım için her şekilde uygulanabilir bir belirteci/kıstası yoktur. Usûl bağlamında söylediği herşey verdiğiniz bir örnekte gümler.

Derinleşince farkedersiniz. Zannına göre 'önemli/önemsiz' saydığı şeyleri vardır sadece. Tesbit ve tayinlerinin bütün ilmî(!) mihengi bundan ibarettir. Fakat bu 'keyfe göre' metod elbette birşeyi kaçırır: Ya senin önemsiz gördüklerinin ardında da büyük bir hikmet varsa? Ya insanî gördüğünde de peygamberî bir sır saklanıyorsa? Ya yalnızca sen ona kör olduysan? Öyle ya! Selef-i salihîn onun hayatının hiçbir kesitini 'önemsiz' veya 'insanî' saymamıştır. Siyer kaynakları saymamıştır. Hadis ilmi saymamıştır. Fıkıh saymamıştır. Kelam saymamıştır. Tasavvuf saymamıştır. Zaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından herhangi bir kesite önemli-önemsiz tayini yapabilmek, ancak onun üstü bir konumdan hayatına bakabilmekle mümkündür. O zaman sorulmalıdır: Modernist kendini nerede konumlandırmaktadır? Belki de Farabî gibi filozofu peygamberden üstün görmektedir.

Bence sünnet-i seniyye hakkında modernistlerin/ehl-i bid'anın en çok düştüğü hata bu: Onu sadece 'bizim gibi bir insan olduğu' tarafıyla görüyorlar. Aynaya camı için bakıyorlar. Tavus kuşunun meziyetlerini kabuğunda arıyorlar. Ondan yansıyanın/çıkanın muhteşemliğini kaçırıyorlar. 'Dolayısıyla gelen güzelliğini' yitiriyorlar. Çevrelerine de sünneti bu yanlış/eksik vurguyla okutmaya çalışıyorlar. Halbuki ehl-i sünnet mirasıyla bize gelen hak nazar bu değildir. Biz ona 'ondan ötesini görmek için' bakarız. Ötesinin varlığını bilerek bakarız. Onun yaptıklarını da, yine bu nedenle, sadece 'insanî yanıyla yaptıkları' olarak görmeyiz. Aynayı kirli bulmayız. Gözümüz hep arkasını, hep anlatmak için yaşatıldığı hakikati, hep şahs-ı manevîsini arar.

Ben, mürşidimin, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'gül' değil de 'bülbül' değişinde de böyle bir sır okuyorum. Evet, dikkatimi çekti, bunu külliyat içinde taradım. Tam dört yerde Efendimizin andelib/bülbül unvanına atıf var. Tabii sağlamasını da yaptım. Yani "Gül ile var mı?" diye de baktım. Bulamadım. "Eğer gözden kaçırmadıysam ve Bediüzzaman, zannım gibi, Efendimiz aleyhissalatuvesselama gül değil de bülbül unvanını yakıştırmayı seçiyorsa, bunda bir hikmet olsa gerek!" diye düşündüm. Şimdi bu arayışımın hikayesini dinleyeceksiniz.

Öncelikle Mesnevî-i Nuriye'ye gidelim. Orada, bakış açısının, 'bilginin aranışı, okunuşu ve işlenişiyle' ne denli alakadar olduğunun izah edildiği yere bir dokunalım: "Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat; mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır." Metnin devamında ise bu kavramların karşılıkları izah ediliyor. Fakat ben, oradaki izahı değil, 16. Lem'a'daki izahı sizlere nakledeceğim:

"Sen ayineye baksan, eğer ayineye şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Refet tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için ayineye baksan; sevimli Refet'i kasten görürsün. "Fetebarek Allahu ahsenu'l-halıkîn" dersin. Ayna şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette ayna şişesi mânâ-yı ismîdir; Refet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette ayna şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Yani mana-yı ismî ve mana-yı harfî kavramları, neye-niçin (neyi görmek için) baktığınızla yakından ilgili. Neyi arıyorsanız, o, kendisinden gayrısını mana-yı harfî kılar. Ondan sonra herşey tebeî/dolayısla'dır. Bu bakış açısı eğitimi yahut da 'ötesine/gaybına bakma eğitimi' aslında külliyatın tamamına sinmiştir. Sünuhat'ta rastladığınızda mesela şöyle konuşur sizinle:

"Meselâ, bir adam İbni Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."

Daha başka örnekler de var. Alıntılarla vaktinizi almayı terkederek sadede geleyim. Bana öyle geliyor ki: Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama bakışında da, tüm ehl-i sünnet ulemasında olduğu gibi, bu incelik var. Yani ona bile 'ders verdiği hakikati görmek kastıyla' bakıyor ve ancak böyle bakılması gerektiğini öğütlüyor:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."

Yani o mübarek bülbül, bizzat da güzel olup, güzel güzel şakımakla birlikte; aslında birşeye dikkat çekmek için şakıyor. Bir mananın harfi veya mana-i harfî olmak için şakıyor. Ümmet de ona insanî/şahsî yanından daha başka birşeyi, insanî/şahsî olandan daha büyük bir resmi, görmek için bakıyor. Bu bakış onun ifade ettiği şahs-ı manevînin ne denli kıymetli-önemli-büyük olduğunu da anlatıyor ve gösteriyor:

"Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir."

O ayna, öyle bir aynadır ki, bizzat ona bakmak zaten hakikate bakmak gibidir. Şakıdığı şeyi yansıtmaya adamıştır her anını. Bu nedenle reşha-katre-zühre bahsindeki reşhalık en çok ona yakışır. Fakat yine de aklınıza bu merakımı düşürmek istiyorum:

'Gül' mü mana-yı ismî'ye yakın duruyor? Yoksa 'bülbül' mü? Bir de şuna dair düşünmenizi isteyeceğim ardından: Allah Resulü aleyhissalatuvesselama 'bülbül' nazarıyla bakanlar mı daha çok hakikat devşiriyor sünnet-i seniyyeden, yoksa 'gül' mü? Neye, ne için baktığınız, ne bulduğunuzla çok ilintili.[1] Şahs-ı manevîyi biliş ve bakış şahsa bakışı da aşkınlaştırıyor. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da ötesinin varlığına iman eden ve kendi hayatında da bunun izdüşümlerini arayanlar için kıymetli. Hem yine mürşidim şahs-ı manevîyi aramayan bakışın tehlikelerine şöyle dikkat çekmez mi:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."





[1] Bitirirken, A&M Üniversitesinden Walter Bradley'in, Mystery of Life's Orgin isimli eserinden Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü? isimli kitabına yaptığı bir alıntıya dikkat çekelim. Bakış açısının bilgiyi ne denli etkilediğine dair: "Sanırım hayatın natüralist bir biçimde ortaya çıktığına inananlar, mantıken bir akıllı tasarımcı olduğunu çıkarsayanlara nazaran, çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar."

Wednesday, November 6, 2013

Zerre Risalesi'ni neden okumalıyız?

"Modern felsefe, termodinamiğin ikinci kanunu altında enkaza dönmüştür." (William Inge)

Matrix (1999) filmini anımsarsınız. Eğilenin kaşık mı, insan mı olduğu üzerine; daha doğrusu ‘eşyayı/varlığı idrakin’ insanın düşünce yapısını ne denli etkileyebileceği üzerine örnek bir filmdi. Sanıyorum ben gibi çokları ilk izleyişlerinde anlamadıkları üzerine yakınmışlardır. Bu yüzden, genelde Matrix izleyicisi, filmi en aşağı iki kez izlemiştir. Ben—abartısız—yedi kez izledim. Her izleyişimde de yeni şeyler çıkardım kendimce.

Bu filmin, bendeki tesirinden öte, çevremde de enteresan etkilerini gördüm. Mesela; filmin konusundan çok etkilenip yakınındaki hocaefendilere; “Hocam, algıladığımız herşey, Matrix filmindeki gibi hayal olabilir mi?” diye soranları duydum. Bundan başka; “O film insanın itikadını kötü etkileyebiliyormuş!” diye filme gidilmemesini tavsiye edenleri gördüm. Abartmıyorum inanın, filmdeki ‘eşya/varlık algısından’ böylesine endişe duyanlar vardı. Bir de eline kaşık alıp nazar ederek bükmeye çalışanlar oldu ayrıca. Tabii onlar görece masum çabalardı.

Matrix bizi öylece beklesin biraz. Daha başka birşey anlatayım: Birkaç yıl önce, Cern deneylerinin netameli zamanlarında, İlim ve Kültür Vakfının bir seminerine gitmiştim. (2011'di sanırım.) Seminerin konusu, Cern’dü. Bir saate yakın Cern’de yapılmak istenen ve bunun ‘eşya algımıza’ katacakları anlatıldı. Kendi adıma, çok istifade ettiğimi belirtmeliyim.

Ama soru/cevap faslı başladığında semineri dinleyenlerden büyük bir kısmının bu büyük deneyi küçümsediklerini gördüm. Hatta içlerinden “Tanrı parçacığı bulacaklarmış. Peh! Bulacaklar da ne olacak sanki?” diyenler oldu. (Hatta söz alanlardan birisi tarafından enfüsî tefekkür övülerek, bu tarz afakî tefekkürler neredeyse aşağılandı.) Soru işaretleriyle bitirdiğim o geceyi, daha sonra Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’ndaki bir ifadesiyle anladım. Diyordu ki orada Üstad:

“(...) Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve afakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok ali ve kıymetli olan İman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler...”

Buranın devamında Bediüzzaman her iki mesleğin de tarifini yapıyor ve o mesleğe yönelik telif ettiği eserleri söylüyordu. Mesela; afakî tefekkürün ifadesi Ayetü’l-Kübra iken; enfüsî tefekkürün bir ürünü, Ene Risalesi’ydi. Ancak Bediüzzaman da enfüsî olan tefekkürün sırr-ı akrebiyete baktığını ifade ile daha üst bir tefekkür şekli olduğunun altını çiziyordu. Fakat dikkat: Afakîyi ötelemeden, ona dair şeyler de telif etmeyi ihmal etmeden...

Sanıyorum, Bediüzzaman’ın bu iki tefekkür şeklini (birden) neden önemsediğini, yalnız birisinden neden gitmediğini sonunda anladım. İki şey vesile oldu bunu anlamama. Bir kitap ve bir seminer. Kitapla başlayalım: Geçtiğimiz hafta Caner Taslaman’ın Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli kitabını okudum. O kitapta Taslaman Hoca, tekrar be tekrar birşeye dikkat çekiyordu aslında:

Fiziğin (afakî tefekkürün) atladığı her eşik, çıkardığı her yeni teori; bir diğer ucuyla felsefeye ve teolojiye (enfüsî olana) de dokunuyor; birşeylerin anlaşılmasında veya inkârında bir dayanak haline geliyordu. Hatta—mesela 138. sayfada—Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini inşa ederken Newton fiziğinden ne denli etkilendikleri aktarılıyordu okurlara. Başka bir yerde "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basılıyordu. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığı, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatılıyordu.

Tam da bu kitabı okuduğum hafta, Metin Karabaşoğlu abinin Ekim ayı Karakalem seminerine katıldım. O seminerin konusu da Bediüzzaman’ın güzel bakmak mesleği ile ilintiliydi. Bu kavramdan hareketle bütün külliyatı tarayan Metin abi, bize güzel bakmanın farklı yöntemlerini ve şekillerini gösterdi. Hatta en nihayet vardığımız sonuç (bencileyin) şu oldu:

“Bir insan varlıkla ilişkisinde sorunlar/kavgalar varsa, onun mutlaka Allah’la ilişkisinde de sorunlar vardır. Allah’la imanî düzlemde kurulmuş tam ve sorunsuz bir ilişki, varlığa da/kadere de güzel bakmayı ve onunla da kavgasız yaşamayı beraberinde getirir. Nitekim İslam büyüklerinin hayatları da bu ‘zaten güzel olanı, güzel görme’ mesleğinin delillerini oluşturur.”

Bu sonuçla birlikte benim afakî tefekküre bakışım da değişti. Ona daha fazla saygı ve ihtiyaç duymaya başladım. Hatta bu noktadan hareketle Bediüzzaman’ın Zerre Risalesi, Ayetü’l-Kübra ve Münacaat Risalesi gibi eşyadan marifet çıkarma üzerine yazılmış eserlerinin önemini kavradım. Eğer eşya algısı/afakî tefekkür bu denli insanın enfüsünü etkiliyorsa; Caner Taslaman'ın dikkat çektiği şekilde teolojik karşılıkları varsa; elbette yalnızca enfüsî tefekkürde kalmamak; afakî tefekkürü de yapmak gerekirdi. Ve belki Metin abinin sık sık naklettiği şu hadis-i şerifin sırrı da buydu: "Allahım, bana eşyanın hakikatini göster."

Fakat Mesnevi’deki bir nüas dikkatimiz çekiyordu burada da: “Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, afakî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır...” Yani afakta icmalî/bütüncül bakmalı; enfüste ise derinlere dalınmalıydı. Ancak yine de ikisi birden lazımdı bize. Birisini küçük görmek, diğerindeki marifeti övmek, eksik algıyı doğuruyordu. O zaman da izlediği bir filmin ardından şüphelere düşenler oluyordu elbette. Çünkü kevn ve kalp, birbirinin aynasıydı.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...