Showing posts with label Demokrasi. Show all posts
Showing posts with label Demokrasi. Show all posts

Monday, April 10, 2017

Ya kötü birisi başkan seçilirse?

"Bu millet-i İslâmın cemaatleri, çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister." Mesnevî-i Nuriye'den.

Bence, mürşidimin metinlerinde sıklıkla dikkatimizi çekmeye çalıştığı, ama bizim aynı sıklıkta ıskaladığımız birşeydir şu: Biz, elhamdülillah, mü'minleriz. Bizim hayatımızı ve o hayatların birlikteliğinden oluşan sosyolojimizi ve o sosyolojiye bina olunan seçimlerimizi İslam belirler. Büyük oranda onun etkisinde şekillenir veya en azından bir açlık, bir gaye-i hayal, bir 'olması gereken' olarak vicdan-ı umumi onu ufkunda bulundurur. Onu tanır. Ona özenir. Onu arar ve talep eder. Kur'an'da 'ümmeten vasatan' buyrularak işaret edilen de, hadis-i şerifte "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!" denilerek altı çizilen de budur. İmanımız bizi farklı kılar. Ahirette, inşaallah, cennete gitmemizi sağlayacağı gibi; bu dünyada da bizi hadd-i vasatta, yani adalette, tutar.

"Her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur..." derken Bediüzzaman'ın dikkat çektiği biraz da budur. Biz, kendi sosyolojimiz ile değerlendirilir, yargılanır ve şekilleniriz. Başka sosyolojiler üzerinden yapılan çıkarımlar bünyemize uymaz. Bizi bağlamaz. Hem haklı da çıkmaz. Çünkü üzerinde yükseldiğimiz değerler silsilesi de farklıdır:

"Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder."

Bu yüzden Batı'nın tarihi 'zulüm tarihi' iken İslam'ın tarihi fazilet tarihidir. Sömürgecilik Batı'nın medeniyet İslam'ındır. İşgal ettikleri her bölgeye kan kusturmak Batı'nın, gittikleri her yere insanlık götürmek İslam'ındır. Dalaleti meslek haline getirmek Batı'nın, dalalette birleşmemek İslam'ındır. İfrat etmek Batı'nın, adalet etmek İslam'ındır. Sayılacak her değerde bu böyledir. Çok şükür, biz mü'minler, Batı'nın zulümle dolu mirasının yetişemeyeceği pak bir tarihe sahibiz. Çünkü bu tarihi dinimizin getirdiği değerler üzerine bina etmişiz.

Peki hiç mi zulüm olmamıştır İslam tarihinde veya hiç mi müslümanlar zulmetmemiştir birbirlerine veya başkalarına? Elbette olmuştur. Fakat kritik ayrım şurada: Ümmet hiçbir zaman böylesi hadiseleri olumlamamış veya meşrulaştırmamıştır. Yezit'in yezitliğini hatırda tutmuş, Haccac'ın yanına 'zalim'i eklemiş, içinden çıkan her fasığa fırsatını bulduğunda karşı koymuştur.

Batı, zulmünü 'sosyal darwinizm' gibi şeyler üzerinden meşrulaştırırken, müslümanlar kendi içindeki sapmaların üzerine 'zulüm' kaşesini vurarak kaldırıp ümmete göstermiştir. Geçmiş ulemamızın eserlerine bakınız. Zalimin zalimliğinin net bir şekilde altının çizildiğini göreceksiniz. Bundan daha fazlası, menkıbe menkıbe anlatılan, ahlaklarında vardır. İslam tarihi zalimlere karşı dik dik konuşabilen âlimlerin tarihidir.

Üstelik bu zalimler ümmetin iradesiyle başa geçmiş kişiler de değillerdir. Yezit'in saltanatı hangi seçimle olmuştur? Haccac'ı hangi ümmet atamıştır? Yakın tarihte tahtları devrilen Saddam gibi, Kaddafi gibi, Hüsnü Mübarek gibi nemrutlar seçimle mi başagelmişlerdir? Yoksa, elde ettikleri silah gücüyle veya sırtlarını sıvazlayan küresel ağaların desteğiyle mi iktidarı elde etmişlerdir? Daha öncesinden sarf-ı nazar, Arap Baharı'nı doğuran sürece bu gözle bakılsa, şu zalimlerin halklarının iradesini/isteklerini değil, onları oraya atayan 'küresel ağaların' iradesini/isteklerini kolladıkları görülür. İktidarı ne elde edişleri ne de elde tutuşları demokratiktir. Bu 'Asya münafıklarını' başımıza bırakan 'Avrupa kafirleri'dir. Bizim oylarımız değildir.

"Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler..." derken Bediüzzaman'ın altını çizdiği de budur.

Önümüzdeki referandum nedeniyle tekrar dillendirilmeye başlanan Hitler-Erdoğan benzetmesi tam da bu nedenle yanlıştır. Mantığı tam da bu noktadan yanlışlanır. Nasıl? Bu benzetme kafir sosyolojisini müslüman sosyolojisine kıyaslıyor. Küfrün üzerinde yükselen bir toplumun seçimleriyle İslam'ın üzerinde yükselen bir toplumun seçimlerini bir tutuyor. Mürşidimin ifadesiyle tangocu bir kadının libasını ihtiyar hocaya giydiriyor.

Hitler'i biz seçmedik. Müslümanlar asla bir Hitler seçmediler. Çünkü mü'mindiler. Allah, onlara, doğruyu yanlıştan ayıran Furkan'ı ve hak ile batılı öğreten sünneti bağışlamıştı. Bu yüzden Museviler Endülüs'te kılıçtan geçirilirken müslümanlar onlara kucak açtılar. Şunlar üzerine yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını veriyorlardı. Bunlar üzerinde yükseldikleri değerlerin/sosyolojinin hakkını verdiler. Ve işte yine tam da bu yüzden "Ya kötü birisi başkan seçilirse?" veya "Hitler de çok oy almıştı!" argümanlarının altı boştur. Boştur, çünkü bizim sosyolojimize ve tecrübelerimize değil, küfrün sosyolojisine ve tecrübelerine yaslanmaktadır. Hasıl-ı kelam: Bu ve benzeri demagojileri aşabilmek için kopyala-yapıştır analizlerden kaçmaya ve kendi mirasımıza daha fazla özgüven duymaya ihtiyacımız var. İslam'ın izzeti burada saklı çünkü. Ve evet, tangocu kadının elbisesi, bu ihtiyar hocaya yakışmaz.

Friday, September 23, 2016

Erdoğan'ı Abdulhamid Han'a neden benzetmek istemiyoruz?

Yakınlarda, bir dostumla "Neden Erdoğan'ın 15 Temmuz'da aldığı toplumsal desteği 28 Şubat'ta Erbakan alamadı?" meselesi üzerine müzakerelerde bulunurken şöyle bir ayrılık yaşadığımızı farkettim: O, merhum Erbakan'ın bu desteği alamayışını 'halkın onu anlamayışına' bağlıyordu. Erdoğan'ın bulduğu destek ise 'nihayet Erbakan'ın çizgisinin birazcık anlaşılması' işiydi. Ben böyle düşünmüyordum. Buna delilim: Her iki liderin (Erbakan'ın sağlığında) yaşadıkları 'anlaşmazlık' ve Saadet geleneğinin Erdoğan'a karşı 'giderek marjinalleşen tavrı' idi. Başka gerekçelerim de vardı. Ancak bütün bunların ötesinde, tecrübî bir tesbitimi ortaya koymam gerekirse, Erdoğan çizgisinde gördüğüm fakat Erbakan çizgisinde görememekten yakındığım şey şu idi:

Bir Milli Görüşçü ile konuştuğunuzda, bu, bir AK Partili ile konuşmak gibi olmazdı. Kapalılığını hissederdiniz. Milli Gençlik Vakfı'na takıldığım yıllarda üzerimde kalan etkilerden birinin bu olduğunu hatırlıyorum. Onlara öğretebileceğiniz veya farketmelerini sağlayabileceğiniz bir doğru yoktu. Zaten hepsini biliyorlardı. Zaten herşeyi çözmüşlerdi. Zaten bütün cevaplar ellerindeydi. Siyasi/toplumsal problemler ve çözümleri onların gözünde 'tekrar tartışmayı gerektirmeyecek şekilde' netti. Bu nedenle farklı düşünen 'dindarların' veya 'dine hürmetkârların' onlara anlatabileceği birşey yoktu. Halkın yapması gereken, sistem başkasına elvermediği için, başa geçmelerini sağlayacak oyu vermek ve seyirci koltuğunda olacakları izlemekti. (Demokrasiye 'şeytan işi' denmesini falan anmıyorum bile.)

Erdoğan'ın "Milli Görüş gömleğimi çıkardım!" derken dindarlara ve hatta dindar olmayıp da dine hürmetkâr olanlara verdiği umut bu idi: Artık tavsiyelerimiz ve hatta endişelerimiz de dikkate alınacaktı. Dinleyici koltuğunda oturmaktan kurtulmuş ve 'görüşü alınan seçmenler' haline gelmiştik. Nitekim, Erdoğan'ın 2002'den beri idarede ve siyasette izlediği çizgi, zaman zaman renginde koyulaşmalar ve açılmalar yaşansa da, 'katılıma ve kucaklamaya açık' bir çizgiydi. İçerisinde Türkçüsünden Kürtçüsüne, sağcısından solcusuna, liberalinden İslamcısına birçok rengi barındırıyordu bu gökkuşağı. Erdoğan'ın kısmen sevdiği kısmen de mecbur olduğu otoriter duruşu bir yana bırakılırsa, AK Parti'nin Milli Görüş geleneğinden ayrıldığını hissettiren en büyük delil, doğrularını tartışmaya açmasıydı.

Erdoğan Milli Görüş çizgisinde kalsa ve yine bunları söyleseydi bu kadar destek alır mıydı? Kesinlikle alamayacağını düşünüyorum. İnsanlar bir şekilde dahil olamadıkları kararların/süreçlerin ardında yürümek istemezler. Demokratik sistemlerin idarecilere verdiği güç biraz da bundan kaynaklanır: Senin karar alış sürecine müdahil olan insan sayısı arttıkça, alınan kararın uygulama gücü de artar, çünkü ardında insan kadar kararlı güç vardır. Monarşilerde ise kararların gücü muktedirlerin gücüne eşittir. Erdoğan'ı, elhamdülillah, 15 Temmuz'dan muzaffer çıkaran kararlarına katılmasına izin verdiği insanların sebat ve direnişidir. Ne kadar sâdık oldukları tartışmaya açık memurlarının gücü değil.

Bu mesele beni ister istemez II. Abdulhamid dönemine ve o dönemdeki meşrutiyet tartışmalarına götürüyor. Bediüzzaman'ın ve emsali 'iyi niyetli' meşrutiyet savunucularının Abdulhamid Han'dan istediği neydi? En azından Bediüzzaman'ın metinlerinden anlıyoruz ki: Onlar, saltanat sisteminin mevcut şekliyle Osmanlı'yı geleceğe taşıyamayacağına inanıyorlardı. İktidarın, geleceğin getirdiği yeni ve çeşitli sorunlarla başetmesi, hem güçlenmesi hem de çeşitlenmesi, meşrutiyet sayesinde olacaktı. Tek aklın veya bir zümre aklının idareye yettiği dönemler geçmişte kalıyordu. Avrupa'da ve hatta tüm dünyada da bu aynen böyle oluyordu. Osmanlı'nın yıkıldığı dönem, aynı zamanda, başka imparatorlukların da ardarda yıkıldığı bir dönemdi. Zamanın müfessirliğiydi yaşanan. Dehr saltanat sistemini tasfiye ediyordu ve bu tasfiyeye karşı direnmek ancak dönüşümü sertleştiriyordu.

Hakîm ve Kadîr olan Allah'tır. Dilediğini eyler. İttihad ve Terakki, meşrutiyeti kullanıp onu Bediüzzaman'ın da eleştirdiği şekilde 'zümre istibdadına' dönüştürmeseydi, ardarda savaş gaileleri Osmanlı'nın başına açılmasaydı, güzel günler belki de daha çabuk bekliyordu bizi. Olmadı. Kader başka hüküm verdi. Meşrutiyetin güzelliklerini tadamadık. Meşrutiyetin güzelliğini tatmaya İttihad ve Terakki müsaade etmedi de, Türkiye'nin sabık düzeni müsaade etti mi? Hayır ve asla! 1920'den 1923'e yaşadığımız gene aynı, 1950'den 1960'a yaşadığımız yine aynı, defalarca tercübe ettiğimiz yine aynı. Ne zaman meşrutiyet bu millete faydalarını gösterecek oldu 'zümre istibdadı' onun ensesine çöktü. Ya bir darbe oldu yahut da demokrasi vaadiyle gelenler onu kendi fırkalarının/teşkilatlarının istibdadına dönüştürdüler. Ta ki 15 Temmuz'a kadar. 15 Temmuz'da halk FETÖ'nün zümre istibdadına direndi.

Peki, biz Erdoğan'ın Abdulhamid Han'a benzetilmesinden neden rahatsız oluyoruz? Bütün bu konuştuklarımız üzerine onu arzedeceğim. Biz, aslında bu argümanın ardından yeni bir 'zümre istibdadının' kokusunu alıyoruz. Korkuyoruz. Erdoğan'ın buna niyeti olduğunu düşünmüyoruz. Ancak zümre öyle ilginç birşeydir ki, yapacaklarıyla liderini bile şaşkınlık içinde bırakabilir. Veya yansıttığı dünya algısıyla liderini dahi kandırabilir. Onun da istikametini bozabilir.

Biz, Erdoğan ile Abdulhamid Han arasında kurulan her bağlantıda, Bediüzzaman'ın gidip görüştürülmediği, ehl-i akl ve fazl birçok ulemanın yazdıklarının/tavsiyelerinin dikkate alınmadığı, 'her doğrunun kimseye danışılmak arzusu güdülmeyecek şekilde net olduğu' ve halkın yeniden seyirci koltuğuna oturmasının teklif edileceği günlere mahkûm edilmekten korkuyoruz. Çünkü biliyoruz: Bazılarının içinde bu kodlar var. Fetullahçılar, Pelikancılar, bilmem neciler diye parti içinde partilerini, devlet içinde devletlerini hemen kurgulamaya başlıyorlar. İttihad ve Terakki ruhu, reenkarnasyon geçirir gibi, farklı isimlerde yine meşrutiyetin ensesinde geziyor. Biz bu yüzden Erdoğan'ı Abdulhamid Han'a benzetmek istemiyoruz. Çünkü onu 'bizi dinlerken' seviyoruz.

Sunday, July 31, 2016

15 Temmuz'da 'aynalara tükürmekten' kurtarıldık

Aslında kafamı toparlamakta zorlanıyorum. 15 Temmuz'dan beri yazamayışım biraz bundan. Biraz da evde geçirdiğim sürenin dışarıda geçirdiğime göre azalmasından. Ne zaman uyansam ilk işim internete bakmak oluyor. "Birşey olursa ve ben o şeyi sokakta göğüslemek yerine evde yaşarsam?" diye kesik kesik uyuyorum. Her uyandığımda telefondan sosyalmedyayı yokluyorum. Rüyalarımda bile felah/ferah yok. Rüyalarımda askerlerle çatışıyorum. Üzerime ateş açılıyor. Ben de ateş açıyorum. Ölüm hiçbir rüyada endişe verici durmuyor. Tek korkum: Orada olamamak.

FETÖ'nün lanetli hediyesi hiç geçmeyen bir güvensizlik. Bir 'sürekli tetikte olma' hali. Korku mu bu? Yok, değil. 'Adam olmamak' veya 'görev yerinde olmamak' endişesi. Bugünlerde korkmayı insan kendisine açıklayamaz. 15 Temmuz günü sokakta olmamak 15 Temmuz'dan sonraki her gün aynaya/suratıma tükürmekti benim için. Kaçınılmazdı. Su olup ıslatmamaktı. Güneş olup ışık vermemekti. Söz verip ardında durmamaktı.

Kimseye bir hediye vermedim. Kimseden bir hediye ummadım. Bu dünyadaki sonunu önemsizleştirenlerin gücüydü meydanlarda görülen. Tanklarda böyle bir mermi yoktu. Direniş, özellikle benim için, kendi felaketimden kaçıştı. Şimdi düşününce daha da mantıklı geliyor. Ertesi güne ya ölmek veya aklını yitirmek vardı. "Darbe olmuşsa eğer eve sağ dönmeyeyim!" diyordum. Kahramanlık mıydı? Başkalarına bakarken 'evet' diyorum. "Hepsi kahramandı onların." Kendime bakarken cevabım değişiyor:

"Elimden başkası gelmezdi ki!" O gün sokakta olmamak adına yaşadığım herşeyle ters düşmekti. Hayatımı, dinimi, karakterimi, üzerine yazdığım veya konuştuğum her güzel kelimeyi çöpe atmaktı. 'Kitabım' dediğim Kur'an'la ters düşmekti. 'Peygamberim' dediğim Allah Resulü aleyhissalatuvesselamla ters düşmekti. 'Talebesiyim' dediğim Bediüzzaman'la ters düşmekti. Çıkarsak belki ölecektik. Zira işin daha ne boyutta olduğu belli olmayan bir saatte sokaktaydık. Komutan, hakiki ordusunu, demokrasiye sahip çıkmak için meydanlara davet etmemişti. Aradığımız insanlar kararsız konuşuyordu.

Çıktık fakat ölmedik. O şeref bize nasip olmadı. Şehitler dillerden düşmeyecek destanlar yazıp gittiler. Ama birşey diyeyim mi: Çıkmasaydım kesinlikle ölmüştüm. Nasıl bir ölümden bahsediyorum burada? Bediüzzaman'ın Hutuvat-ı Sitte'de bahsettiği ölümün birinci sûreti gibi olacaktı benim ölümüm: "Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir: Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez."

Ölmemek için ölmeye çıktık. Çünkü ikinci ölüm hamiyet-i İslam'ı bağrında taşıyanlar için birincisinin yanında birşey değildi. Allah azze ve celle o gece kalbimizden hadis-i şerifte 'mağlubiyet sebebimiz' olarak anılan 'vehn'i kaldırdı. Çokluk ardında cesaret olmaksızın anlamsızdı. Dünya sevgisiyle zayıf ve ölüm korkusuyla yaralıydık. 'Hâlâ da öyleyizdir' sanılıyordu. İkisini yitirince kendimizi bulduk. Düştüğümüz yerden kalktık. Biz o gece sokakta olmakla Allah'a, vatana veya İslam'a birşey hediye etmedik. Allah bizi o gece cesur kılmakla ebediyen aynalara tükürmekten kurtardı. Hamd ve şükür Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...