Showing posts with label Denge. Show all posts
Showing posts with label Denge. Show all posts

Tuesday, September 20, 2016

Parçalarda boğulmak (9): Laakal onbeş günde bir parça olduğunu hatırla!

Yıllar önce bir yazı serisine başlamıştım: 'Parçalarda boğulmak'tı serinin ismi. Daldıkça daldım. Bitiremedim. Zaman geçtikçe de bu parça-bütün tefekkürünün yeni yeni renklerine uyanıyorum. Son aylarda da şu renge kafa patlatıyorum: FETÖ fitnesi üzerinden geliştireceğimiz bir tefekkürle cemaatlerin/tarikatlerin bağlı olması gereken bir yasa oluşturabilir miyiz? Bunu 'devlet yasası' şeklinde düşünmüyorum. Manevî anlamda, bir tür 'kardeşlik ahdi' gibi, üzerine ittifak edebileceğimiz bir metin olarak hayal ediyorum. Bir uyarı metni. Bir bağlılık bildirisi. Bir 'dikkat edilecekler' listesi.

Altında biraraya gelebileceğimiz düsturlar. Bazı maddeler geliyor aklıma. Üzerine bir işaret koyup geçiyorum. Çoğu zaten ehl-i sünnetin mizanlarından ibaret. Temel şeyler... Bunların bir kısmına da Risale-i Nur metinlerinde (özellikle İhlas Risalesi'nde) denk geliyorum. Mesela Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'nin ahirinde yeralan şu kısım:

"Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler."

Bediüzzaman, Mevlana Celaleddin Hazretlerinin 'körlerin fili tarifi' hikayesine benzeyen bu temsili neden anlatıyor? Metnin öncesi maksadın ne olduğunu da söylüyor bize: "Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder."

Maddelerden birisi bu olmalı gibi geliyor bana: Herkes elindekinin 'hazinenin ta kendisi olmadığını' bilmeli. Yolunun yollar içinden bir yol, mesleğinin meslekler içinde bir meslek olduğunu bilmeli. Aksi halde ne olur peki? Metnimiz cevaplıyor: "(...) herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider." Tenasüp nedir? Tenasüb bağlı oluşun (intisabın) farkedilmesiyle gelen kardeşliktir. Tenasüp uyumdur. "Güya bir taksimü'l-a'mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor..."

Yaşayacağımız 'parça boğulmasından' bizi kurtaracak olan da budur: Daha yolun başında parça olduğumuzu itiraf etmek... Neden lazım bu? Belki şundan lazım: Ötekini inkar etmek 'ötekiliğin' farkında olmamaktır. Farkında olmadığınla bağlı da olamazsın. Bağlı olmadığınla uyumlu da olamazsın. Zira uyum farkındalığın ve bağlılık hissinin getirisidir. (Halay çekerken bile uyumlu kalabilmek için diğerlerinin ayaklarına bakmak ihtiyacı duyarsın.) Uyum ahengi doğurur. Ahenkse bütünü ve güzelliği.

Bizim önce şunu bir ant gibi, vird gibi, zikr gibi tekrar etmemiz gerekiyor: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra hiçbirimiz tastamamın mirasçısı olamayacağız. Onun 'bütüne ayna olabilir' varlığının aramızdan çekilmesiyle bütünün haberi de kesildi. Biz aklımızla/kalbimizle acze düştük. Bundan sonrası parçalar zamanıdır. Parçalar da parçalıklarını doğru bir şekilde icra edebilmek için bütün olmadıklarını kabul etmeye muhtaçtırlar. Cemaatlerin/tarikatlerin öncelikle bununla yüzleşmesi gerekiyor. Ve belki, müellifinin 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi de, bizi, bu hakikatle yüzleşmeye çağırıyor.

Bu cemaat asabiyetlerinin/enaniyetlerinin oluşmasını engelleyecek yegane şeydir. Kendisini parça olarak görmeyen bütünlükler asabiyetlere, kendisini parça olarak görmeyen bireysellikler ise enaniyetlere sebep olurlar. Asabiyeti kardeşlikten ayıran en önemli nüans budur. Kardeşlik daha büyük bir parçayı gördüğünde ona dahil olmaya hazır bir bütünlüktür. Asabiyet kendisinden başka/büyük bir bütün kabul etmeyen parçacılıktır. Parçasının büyümesi adına bütünün sağlığına kasteden bir kanserdir. Biraz da bu yüzden, mürşidim, 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi'nde bizi 'metbuiyete (kendisine tâbi olunmaya)' değil, 'tâbiiyete (başkasına tâbi olmaya)' çağırır:

"Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, 'El-hubbu fillâh' sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes'uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir."

İhlas, bütüne sahip olmayı değil, bütünde parça olmayı/detay kalmayı seçenlere gözkırpıyor. Ümmet bütünü içinde erimeye hazır parçalarsak ne mutlu bize! Değilsek, bugün FETÖ'yü vuran fırtına, yarın bizi de başka şekillerde sarsabilir: "İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir."

Tuesday, September 13, 2016

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (3): Sopa aynı eller farklı

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa, ateş onundur.'" Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885

Ebubekir Sifil Hoca'nın dikkat çektiği bir husustur: DAİŞ'in sahte hilafeti, birçok safi kalpli mü'mini, şu gibi ayetleri delil göstererek kendisine davet etmektedir: "Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." Maide sûresindeki bu ifadeler üzerinden, şeriata göre hükmedilmeyen devletlerde yaşamaktansa DAİŞ'e katılıp bir din devletinde yaşamanın daha doğru olduğu (ve hatta tek çıkar yol olduğunu) iddia eden bu insanlar; Ebubekir Hoca'nın tabiriyle 'yeni bir emperyal oyunun maşası' konumundadırlar: 'Müslümanı müslümana kırdırma' veya 'müslümanı müslümanla hizaya çekme' oyunu!

Halbuki, İbn-i Abbas (r.a.) gibi, mezkûr ayetteki küfrün 'mutlak küfrü' değil 'küfran-ı nimeti' kastettiğini söyleyen müfessirler de olmuştur. (Yani Allah'ın verdiği bir hükme uygun hareket etmemek, o hükmün 'nimetiyetinden' istifade edememektir.) Hal böyleyken, böylesi ifrat yorumlarla, ehl-i İslam'ı yaşadığı topraklarda huzursuz, mü'min kardeşine karşı tekfirci, devletine karşı düşman hale getirmek; hakikaten de büyük bir tuzaktan haber vermektedir. Mürşidim, aynı ayetler üzerinden yapılan benzer bir çarpıtmaya Münazarat isimli eserinde şöyle dikkat çeker:

“İnkılâptan on altı sene evvel Mardin cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem ta o vakitte meşhur Kemal’in Rüyâ’sıyla uyandım. Lâkin maatteessüf su-i tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı Araptan sonra İslamiyetin bir kıvamı olan Etrâki tadlîl ediyorlardı. Hatta bir kısmı o kadar tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasiyi ve hürriyetin ilanını tekfire delil gösterdi. 'Ve men lem yahkûm' (kim hükmetmezse) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki 'men lem yahkûm' 'men lem yusaddık' (kim tasdik etmezse) manasındadır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasiye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan hükümete itiraz ederlerdi, lâkin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim."

Görüldüğü gibi; bugün DAİŞ olup karşımıza çıkan zihin yapısı, Osmanlı'nın son döneminde de başka muhalif sûretlerde varolmuştur. Bediüzzaman'ın burada aynı ayet üzerinden bize aktardığı bilgi, bir asır sonra Ebubekir Hoca'nın DAİŞ üzerinden bize aktardığı bilginin neredeyse aynısıdır. O zamanın hükümetine yapılan tekfirci muhalefetin bir benzeri, bugün de, DAİŞ vb. örgütler eliyle bütün İslam ülkelerine dönük yapılmaktadır. Peki, Bediüzzaman'ın burada altını çizdiği 'siyasette muktesit meslek' nedir? Ben bu muktesit mesleğin yine Münazarat'ta bize aktarılan, benim de sıklıkla alıntıladığım, şu metinde saklı olduğunu düşünüyorum:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Bediüzzaman'ın, II. Abdulhamid'e veya İttihad ve Terakki'ye karşı sergilediği, dönem dönem değişen tavır, ancak bu metnin penceresinden bakınca anlaşılır. O, hükümetlere 'muhali talep etmeden' ve 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla bakmaktadır. Çünkü bilmektedir: "Seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Seyyiatını hasenatından çok gördüğünde muhalefet etmekte, ancak hasenatının seyyiatını geçtiğini düşündüğü noktalarda desteklemektedir. Bu meslek muktesittir. Zira umutla maksimumu istese de sahada optimuma razı olur. Teoriyle pratik, hakikatle arzu arasındaki nüansın farkındadır. Ve bize 'daire-i itikad' ile 'daire-i muamelat' arasındaki ayrımı da fısıldar.

Daire-i itikad ve daire-i muamelat ayrımı çok kritik bir ayrımdır. Burada yaşanacak bir zihin karışıklığı bireysel sahada vesveseyi, toplumsal sahada kargaşayı ortaya çıkarır. 'Tasdik etmek' ve 'hükmetmek' arasındaki ayrım da en çok burada kendini okutur. Daire-i itikadda herşey nettir. İtikad grilik kaldırmaz. Siyahlardan ve beyazlardan oluşur. Hak ve batıl birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmıştır. Fakat daire-i muamelatta işler böyle değildir. En müttaki insanlar bile bazen günaha düşer. En dikkatli insanlar bile unutkanlık yapar. En sağlam itikad sahipleri bile 'lazım-ı mezhep mezhep değildir' sırrınca nereye gittiğini o anda öngöremedikleri küfrü işmam eden sözler söyleyebilirler. Bu tıpkı mülk ve melekut ayrımı gibidir. Melekut cihetinde herşey nezih olsa da, mülk cihetinden bakıldığında hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin ayrımları vardır.

Bu noktada diyebiliriz ki: Daire-i muamelatta iktisatlı meslek 'hesanatın seyyiata tereccuhudur' ve Cenab-ı Hak bizi mizanda da böyle yargılayacaktır. Ancak daire-i itikadda böyle karşılaştırmalı ölçüm yoktur. Erkân-ı imaniyeden birisini hariçte tutan, diğerlerine/daha çoğuna duyduğu imandan ötürü necat bulamaz. "İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar..." Meyve Risalesi'nin 9. Meselesi bu yönde bir soruya yukarıdaki kesinlikte başlayan bir cevap verir.

Ben de hayata/siyasete bakışımda mürşidimden öğrendiğim bu 'muktesit mesleği' korumaya çalışıyorum. Hükümeti bazen savunuyor, bazen eleştiriyorum. Savunduğum noktalarda hatalarını reddetmiyorum. Eleştirdiğim noktalarda iyiliklerini görmezden gelmiyorum. Çünkü biliyorum: "Muhtemeldir, Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir..." demek Abdulhamid'in hatalarına onay vermek veya ortak olmak demek değildir. Onları 'anlamaya çalışmak'tır.

Daire-i muamelat ile daire-i itikad arasındaki o mühim ayrımı gözetmektir. Yine mürşidimin ifadesiyle; insan elbette kış içinde baharı ister, ama baharı irade edemez. Çünkü irade 'daire-i muamelat' ile, istemek ise 'daire-i itikad' ile ilintilidir. Dürüstlüğün doğru olduğunu her iman sahibi bilir. Ancak peygamberler haricinde kaç iman sahibi hayatını yalansız sonlandırabilmiştir? Günahın günah olduğuna imanımız tamdır. Ama hayat yolculuğunda o kem konağa uğramadan yaşayabilen kaç kişi vardır? Amel ile iman arasında ehl-i sünnetin gözettiği şu ayrım, mutezilenin yaptığı gibi büyük günah işleyenlerin tekfirle suçlanmamasını da sağlar. Amel ve iman ayrımı da aslında bir yönüyle 'daire-i itikad' ve 'daire-i muamelat' ayrımıdır.

Sadede geleyim: 17/25 Aralık sürecinde oluşturulmaya çalışılan puslu havada "Seyyiesiz hükümet muhal-i adidir" deyip Bediüzzaman'ın siyasetteki muktesit mesleğini hatırlattığımızda "Zulme rıza zulümdür!" cümlesiyle kafamıza vurmaya çalışan çok oldu. Güya biz, 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla AK Parti'yi savunduğumuzda hırsızlığını(!) da savunmuş, hatta onaylamış, hatta bizatihi ortağı oluyorduk.

Halbuki Bediüzzaman o gibi yerlerde der: "Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur." Yani bu ortaklık ancak 'taraftarlık' ve 'hoşgörmek' ile mümkün. Biz, ehl-i iman mü'minler, ne zaman hırsızlığa taraftar olduk veya hoşgördük ki, bundan pay sahibi olalım? Bizim karşı çıktığımız siyasette muktesit mesleğin kaidelerine uygun hareket edilmemesidir. Seyyiesiz hükümet mümkünmüş gibi davranılması ve imkansızın talep edilmesidir. Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır. Mürşidim der: "Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak."

Şimdi de benzer bir durumu 15 Temmuz'un ardından yürütülen soruşturmalarda meydana gelen hatalar bahsinde yaşıyoruz. Kafamıza kaldırılan sopa aynı. "Zulme rıza zulümdür." Fakat bizim ne suçluların suçsuz muamelesi görmesine onayımız var ve ne de suçsuzların suçlu muamelesi görmesine. Ne adalet-i mahzadan sapmışız ne de adalet-i izafiyeye sahip çıkmışız. Ancak şunun farkındayız: Daire-i itikadda adalet-i mahza hükümferma olsa da, ki kalbimiz onun doğruluğuna iman ile doludur, sahada gerçekleşen her daim mutlak adalet değildir. Saha insanlıdır. Kusur ise insanın imzasıdır. Üstelik, sahanın/sorunun şartlarına göre uygulamaların şekli de değişir. Bulaşıcı bir hastalıkta karantina adalet olurken, bulaşıcı olmayan bir hastalıkta zulümdür. İlletin bulaşıcılığı tedavinin de tedbirini değiştirir.

Şimdi, elverilirse, bizim sormak istediğimiz şu: Mutlak bir şekilde adalet gerçekleşmediğinde 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse'yi hataya nefes aldırmayan bir mükemmeliyetçilikte mi anlayacağız, yoksa 'arzuladığı ve tasdik ettiği adalet-i mahza idi, fakat sahada bunu gerçekleştiremedi' deyip 've lem yusaddik' şıkkını mı seçeceğiz? Biz AK Parti'yle ilgili bu işte ve her işte bu mizanı korumaya çalışıyoruz. Asayişi muhafazanın başka yolla mümkün olmadığını düşünüyoruz. Öyle ya! Meslek 'muktesit' olmadıktan sonra, her devrimin, ardından 'onunla tatmin olmamış' bir yenisini doğurmayacağını kim garanti edebilir? Gayrı siz söyleyin: Her denge ve iktisat arayışını 'zulme rıza' sopasıyla kovalamak doğru mu? Başımızdaki kadının 'ismetine' mi, yoksa 'adaletinin zulmüne galebesine' mi bakacağız? İsmetine bakarsanız bu iş yaş...

Thursday, May 19, 2016

Kalp, parçası kılarak bilir. Akıl, öteki kılarak anlar

Birşeyin parçamız haline gelmesi ona olan farkındalığımızı hem arttırıyor hem azaltıyor. Şüphesiz arttırıyor, çünkü o artık bir parçamız. Şüphesiz azaltıyor, çünkü o artık bir parçamız. Ne demek istiyorum? İzah edeyim: İnsanın iki türlü farkındalığı olduğunu düşünüyorum ben. Bu farkındalıklardan birisi 'o farkındalığı.' Yani, birşeyi ötekimiz kılarak, ona karşı meraklı bir 'dışarı farkındalığı' geliştirebiliyoruz. Bu, mesafeli bir farkındalık. Karşısındakinin tastamam farkında olamayacağının da farkında. Hakkındaki marifetinin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu düşünüyor.

Bu yüzden bilişinde ve bu bilişten geliştirdiği hükümlerde temkinli. Söylediğinin bütüne dair genel-geçer birşey olup olmayacağını sınamada daha titiz davranmak zorunda. Hem hep tetikte kalmalı. Çünkü bütün ona her an yeni birşey söyleyebilir. Yeni bir yüz gösterebilir. Yeni bir tepki sergileyebilir. Yeni bir parçasını daha öğretebilir. Bu yepyeni farkındalık sayesinde bütüne dair daha önce belirginleştirdiği hükümlerde değişmeler olabilir. 'O farkındalığı' böyle endişelerle yaşamaya mecburdur. Bu yüzden de yorucudur. Diri tutulması kolay değildir.

İkincisi 'ben farkındalığı.' Ben farkındalığı birşeyin parçamız haline gelmesiyle yaşadığımız farkındalıktır. Nasıl? İnsan, herhangi bir parçasının maruz kaldığı etkiyi, 'kendisinin uğradığı' veya 'kendisine uğramış' bir etki gibi hissetmez mi? Elimizi ateşe soktuğumuzda yalnız elimiz mi ateşe sokulmuş olur? Böylesi her etkileniş aslında bütünün etkilenişidir. Evet, belki etkiye doğrudan maruz kalan organ/parça kadar zarar görmez diğer parçalar. Fakat farkındalık olarak parçanın yaşadığını neredeyse yaşarlar. Ve bütünün bütünleyicisi ve sahibi olan ruh, bu parçaların maruz kaldığı her etkiye (nasıllığını bilemediğimiz bir şekilde) maruz kalır.

Bu iki farkındalık arasındaki en temel ayrım, kalp ve akıl düzleminde değişen etkilenişler üzerinden okunur. 'O farkındalığı' duygusal yönleri büsbütün reddedilmemekle birlikte aklî bir farkındalıktır. Bu farkındalıkta bilgiler akıl kanalıyla gelir. Merak edilen şey akıl ve duyular kanalıyla okunur. O elek kendisinden geçen bilgileri hem sınırlar hem dengeler. Birşeyi salt akılla okumaya çalışan, o şey hakkında daha çok bilgi sahibi gibi görünebilir. Ancak bala parmağını batıracak kalptir. Ve kalp, balı diline değdirebilmek için, aklın getirdiği bal formüllerine değil, o şeyi bir parçası kılmaya muhtaçtır. "Damdan düşenin halini damdan düşen anlar." Çünkü damdan düşmek damdan düşenin bir parçasıdır. Tecrübe, insanın parçası haline gelmiş bir bilme çeşididir.

Peki, bu farkındalığın yanetkileri yok mu? Var elbette. 'O farkındalığı'nın sahip olduğu temkin, yani farkında olduğunun öteki olduğunu biliş, o uyanıklık, 'ben farkındalığı'nda zamanla kaybolur. Birşey hakkında duygu düzeyinde yaşanan farkındalıklar, bir noktadan sonra onun parçamız olmadığı gerçeğini unuttururlar. Ben, buna en açık örneği, nişanlılık-evlilik dönemleri arasındaki ilişki durumu farklılığına dikkat çekerek verebiliyorum. Nişanlılık dönemi boyunca onun 'o' olduğunun farkında olan bireyler; ilgilerini de, meraklarını da bu 'o'ya göre korumayı biliyorlar.

Fakat ne zaman ki evlilik hasıl oluyor, bu 'o' farkındalığı yitiriliyor ve yerine bir 'ben farkındalığı' yerleşiyor. Bu bir açıdan güzel. Çünkü bir bütün oluyorlar. Eşlerden birisi ötekine yapılmış olanı kendisine yapılmış gibi hissedebiliyor. Fakat bir açıdan kötü. Çünkü insanlar karşılarındakinin de bir öteki olduğunu, bu nedenle ötekiye karşı sergilenmesi gereken dikkatin/temkinin ona karşı da sergilenmesi gerektiğini unutuyorlar.

İnsan kendisini daha kolay affeder. İnsan kendi öfkesini/ilgisizliğini daha kolay affeder. Fakat kendisine öfkelenilmesini/kendisine karşı gösterilen ilgisizliği o kadar kolay affetmez. Eşine karşı sergilediği öfkeyi/ilgisizliği 'kendisine kendisinin sergilediği bir öfke/ilgisizlik' gibi gören eş, muhatabında bunun yaptığı yıkımı farkedemiyor. Hatta çoğu zaman kendilerine yansıtılan bu türlü rahatsızlıkları 'rahat batması' olarak isimlendirebiliyorlar. (Çünkü kendilerinin rahatı yerinde.)

Ben bu farkındalıklardan birisini seçmeye sizi yönlendirecek değilim. Ama ikisi arasında bir dengeyi gözetmek gerektiğini düşünüyorum. Hatta ebeveyn-çocuk ilişkisinde de bu böyle. Çocuğun ayrı bir birey olduğunu ve hissedişlerinin sizden başka olduğunu unuttuğunuzda, yani onu bir parçanız saydığınızda, kendinize yapılmasında sakınca görmediğiniz şeyleri ona yapabilirsiniz. Anneniz/babanız size vurmuşsa siz de ona vurabilirsiniz. "Ne olacak canım!" diyebilirsiniz.

Ancak bunun ondaki etkisini, sizin ruhunuz değil, onun ruhu belirler. Kırılganlıklar/alınganlıklar farklı olabilir. Üzerinizdeki esma tecellileri farklı renklerde olabilir. Allah onu sizden yaratmıştır, ama sizden başka birşey olarak yaratmıştır. Toprak öyle şeylere katlanır ki, ondan yaratılan insan katlanamaz. Fatır-ı Hakîm'in onda yarattığı fıtrat sizdekinin taklidi değil orijinaldir. 'O farkındalığı' bu orijinalliğin farkındadır, ama duygusal düzeyde zayıftır. 'Ben farkındalığı' duygusal düzeyde güçlüdür, ama bencilse karşısındakini kendinde yitirebilir. Bir ortayol/istikamet tutturmak gerek.

Monday, April 25, 2016

Kalp ağrısı...

"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum." Birinci Söz'den.

İstemediği lokmayı ağzına koymak zordur çocuğun. Dua etmeyen ihsanın kıymetini bilir mi hiç? Açlığı olmayanı doyurmak, iyi de nasıl? Böyle anlarda çaresiz kalıyoruz. Ya halle, ya fiille, ya dille... Bir şekilde 'talebe' olmalısın. Sana söyleneceklere aç kalmalısın. Yararı da dokunur sana. Ne ki canını yakıyorsa azaptan yana. Ne ki hiç geçmeyen bir sancıysa içinde. Bil ki: İnkâr ettiğin birşeyler var. Üzerini örttüğün. Görmek istemediğin. Bilmezden geldiğin. Başını yastığa koyduğunda seni uyumaz hale getirenler onlar işte. Cehennemin o. Sağa sola dönmelerin, iç çekmelerin, apansız ağlamaların falan hep o.

Yaranı bilsen merhemini sürersin. Geçer gider. Yarasını inkâr edene kim merhem olur? Tedavi dediğin sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar. Kendine dönmelisin. Yaralarına. Bizi 'kardeş' kılan o zemine. Kabul etmediğin yanlarına. Hiç geçmeyen sancılarına. Değiştiremediğin huylarına. Unutamadığın anlarına. Zamana koyduğun ayıraçlarına, pişmanlıklarına. Kalp kırıklıklarına...

Diş ağrısı gibi geçmeyen kalp ağrıları var. Boşver deme, önemsenmeyince de olmuyor. Zaman böylesi bir deva değil. Halîm olan tevbe edesin diye süre verir. "Unutalım gitsin!" demeye değil. Sen kendiliğinden geçer sanıyorsun, olmuyor. Bir şekilde karşısına çıkmak lazım onların. "Bu benimdir yahut bendendir!" demek lazım. Önce itiraf, sonra tedavi. Kabul etmelisin bu yetimleri evlatlığına, yoksa varlıkları daha çok canını yakacak. Çok denedin, biliyorsun: Sözün aşkına da geçmez, şefkatine de, hafızana da, pişmanlığına da.

Mahçup olduğun yerlerde, pişman olduğun yerlerde, sürçüp aksadığın yerlerde hep insansın. İnsan olmak, mükemmel olmak demek değildir. İnsan olmak 'keşke' demek biraz da. Zayıf düşmek zaafların ve güçlüklerin karşısında. Utanmak. Aldanmak. Korkmak bazen. Bazen yılmak. Bazen kalbin kırılması bir kem söz ile. Bazen dilin dolanması en kolay cümlelerde. Bunların hepsi insana dair.

Örtme, inkâr etme sen'e dair olanları. İnsansın sen. Barış ki, cehennem kılmasınlar hayatını. İnsanın canını bilmezden geldikleri kadar ne yakar? Bir dert ki, dert olduğu kabul edilmiş, devası âsân olur. Sen derdine 'dert' demiyorsun. Kim sana deva sunar? Hem demiyor mu: "İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." Azap kılma varlığı böyle kendine. İnkâr etme. Hakikati kabul et. Kendini kabul et. Kaçınılmazları kabul et. Kusurlarını kabul et. İnsan olduğunu kabul et. İnan bana, ancak böyle 'cennetini' bir kenarından yakalayacaksın.

Tuesday, February 23, 2016

Yezit neden bir Hitler kadar olamadı?

“Bediüzzaman Ruslara neden acıdı?” başlıklı bir önceki yazıdan devamla konuşalım. (Yazar burada “Okumayanlar mutlaka okusun!” demek de istiyor) Hatırlayalım: Stanley Milgram'ın veya Solomon Asch'in arayıp pek nadir rastladıkları ‘denek tipi’ kimdi? el-Cevap: Doğruya karar verirken çevresinin kem etkisinden, daha doğrusu baskılamasından, körleştirici lansesinden kurtulabilmiş vicdanlı bireydi. İşte ben, bir önceki yazıda da altını çizmeye çalıştığım gibi, bunun zikri geçen mektupta mürşidimin ortaya koyduğu bir duruş olduğunu düşünüyorum. Hatta bu iddiamı daha ileriye de taşıyorum:

“Hakikatli âlimleri hadisin ifadesiyle ‘peygamber varisi’ yapan sır da burada yatıyor!” diyorum. Neden? Açmaya çalışayım: Kanaatimce ‘peygamber’ aynı zamanda hakikati ifadesinde kavminin baskın küfrî/fasık etkisinden sakınabilmiş ve fıtratının saflığını ismet derecesinde muhafaza edebilmiş insandır. Vahyedileni tebliğde hiçbir tereddüt yaşamamıştır. Bunu elbette Allah'ın inayetiyle/hidayetiyle başarır. Ve her peygamber bu yönüyle aynı zamanda insanlığa bir 'asl-ı insana dönüş çağrısı'dır. Beşeriyete bahşedilmiş bozulmamış fıtratlardır peygamberler. Ve o bozulmamış aynalar üzerinden insanlık kendi günahkârlığının çirkinliğini seyreder. Hakikate uyanır. Aslına ayılır. Güzelleşmeye doğru gayretlenir. Yani, bu perspektiften bakarsak, ‘ismet’ sadece ‘günahsızlığın’ değil 'etkilenmemişliğin' de ifadesidir.

Kur'an'ın ‘Furkan’ olmasının bir sırrı da budur. Doğru ile yanlış evveliyetle nübüvvetin hayat ayracıyla ayrılır. Vahiy de ancak bu ayracın sahibine emanet edilir. Hem peygamberler, hem de onların hakiki mirasçıları olan âlimler, doğruya karar verirken bunu çevrelerinin etkisiyle ve lansesiyle değil, nasların kendilerine verdiği bakışla, imkanla, çerçeveyle ve dengeyle yaparlar. el-Emîn oldukları zaten yaşamlarının tasdikiyle sabittir. Bu tebliğlerinin deliline dönüşür.

Elhamdülillah. Yüzlerinin kalabalığa değil öncelikle naslara dönük oluşu onları çevrelerinin kem etkilerinden korur. İçinde şüphe olmayan bir bilgi kaynağından yapılacak hakikat çıkarımı elbette beşerin aldanmaya ve aldatmaya meyyal temayüllerinden daha istikametlidir. Böylece doğru ‘trendler üstü’ bir anlam kazanır. Kur’an korunmuştur. İstikametli hayat vahyin ilk müfessiri olarak hazırdır. Hadisleri kaynağıdır. Yine Kur'an'ın bağlamına ve onunla en güzel dönüşmüşlerin örnekliğine yakın olanların sözleri de sağa-sola bakmadan önce bakılacak üçüncü, dördüncü 'doğruluk ölçüsü' olarak hazırdırlar.

Milgram'ın veya Asch'in üzerinde çalıştığı etkilenmiş bireylere bedel, İslam âlimi, kendisini zamanının arzîliğinden bir ölçüde soyutlayıp Asr-ı Saadet'in semavî bağlamına güdümlenmiş durumdadır. Bu hakikatin koruyucu hekimliğidir. Asr-ı Saadet’in normlaştırılması günaha/yanlışa elbette daha yatkın başka zamanların normlaştırılmasına karşı kıymetli bir tedbirdir. Yezit bu ümmet için asla bir Hitler etkisi yapamaz. Çünkü Asr-ı Saadet’i aşıp idealleşemez.

İçtihad Risalesi'nde mürşidimin bu konuya dair pekçok izahı olmakla birlikte en özet biçimini 'arzîlik' ve 'semavîlik' kavramlaştırmalarında buluyorum. Ve onları bencileyin şöyle konumlandırıyorum: Selef-i Salihîn hüküm verirken yüzleri semaya dönük insanlardı. Kıstasları semadan gelen kıstaslardı. Sağları-solları değildi. Twitter rt’leri, Facebook like’ları, Youtube’daki izlenme sayıları değildi. Yani ki popüler kültürleri değildi. Bu yüzden içtihadları da arzî değildi. Arza sadece basıyorlardı. Üstlerindeki göğe bakıyorlardı. Herbiri bir yıldız olan sahabeyi tefekkür ediyorlardı. Fakat biz seküleriz. Yüzümüz arzımıza dönük. Meşruiyetimizi kalabalıktan arıyoruz. Karıncalarla meşgul oluyoruz. Kıstaslarımız da arzdaki hâkim söylemden etkileniyor. O yüzden içtihadlarımız arzîlikten kurtulamıyor. Milgram'ın ve Asch'in da tecrübe ettiği şekilde çevre etkisiyle apaçık doğruyu yanlışa tercih edebilen deneklerle doluyuz.

Ben bu deneylerin bir yönüyle İçtihad Risalesi'ne de delil oluşturduğunu düşünürüm. Ve o Rusya’nın masumları için içi yanan o mektubun II. Dünya Savaşı şartlarında yazılmasını daha zengin anlarım. Evet. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi: Almanlar ve Ruslar arasındaki bu kanlı muharebede muhtemelen Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu Almanları tutmaktadır. Ne de olsa bir önceki savaşta müttefikimizdirler. Hem de Rusların Anadolu'da döktükleri kan daha kurumamıştır. Komünizmin baskısı Türkiye'de hissedilmektedir. Bu şartlarda mantıklı olan Almanların Ruslara karşı askeri başarılarına sevinmektir. Konjonktür bu sevinci desteklemektedir. Peki, özbeöz yeğenini Ruslarla harpte kaybeden, yıllarca ellerinde esir kalan Bediüzzaman, Kastamonu'da talebelerine 'ne içerikte' bir mektup yazmıştır?

"Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu..."

İşte bizi modernistlere/reformistlere karşı daha tedirgin hale getirmesi gereken birşey de bu: Modernistler, normalde Kur'an'dan ve sünnetten çıkarılmış hükümlere göre hareket etmeye eğitimli olan müslümanları, konjonktür üzerinden meselelerini referanslandırmaya alıştırarak, seküler zihinli hale getiriyorlar. Etkileri altında kalanları daha arzî beyinlerle donatıyorlar. Bu arzî beyinlerin, özellikle fitne zamanlarında, istikametinden emin olamayız. Konjonktüre göre fetva vermeye alışanların ikilemlerde kaldıklarında nerede duracakları belli olmaz. Çünkü maslahatçılardır. Siyasete bakışları da, fıkha bakışları da, nefsin fayda eksenine kaymıştır. Kıstasları anlıktır. Konjonktüreldir. Menfaatçidir. Ve Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır."

Yani arkadaşım, unutmayalım, biz Ehl-i Sünnet usûlü sayesinde içimizdeki canavardan da kurtuluyoruz. Bir usûl sahibi olmak insten ve de cinden şeytanların cerbezeli söylemleriyle etkilenmekten bizi koruyor. Belki biraz da bu yüzden İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri böyle diyor: “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür.” Zira bu usûlsüzlük illa vusûlsüzlüğe gider.

Wednesday, January 27, 2016

İnsan dertleriyle uzaklaştıkça barışır

Yazmak, üzerinde oyalanmaktır. Bir meraklı tedirginlikle etrafında dolaşmaktır yazılacak şeyin. İnsan, yazdığı şeyi daha sanatlı hale getirmez/getiremez bence. Böyle bir gücü yoktur. Yoku bu kadar vücutsuz/sanal bir düzeyde dahi yaratamaz. Üzerinde oyalanmasıyla onda derinleşir. Oyalanmak dua yerine geçer. Dua eğleşmeyi dikkate dönüştürür. Toprak, kaşıkla bile olsun, kazmaya müsaittir. Üzerinde oyalananı bağrına basar. Gün gelir insanı da bağrına basar. İnsan, zaten ortada olanı ortaya çıkarır. Ortada olan malum olan değildir her zaman.

Malumiyet bir keşiftir. Bir arkada bırakmadır. Farkedilmediği sürece 'zaten ortada olan' pekçok şey bilinmez. Farketmek de aslında bir kuşatmadır. İnsanın ortaya çıkardığı herşey kuşattığıdır. Kalıba dökebildiğine bir isim takar. İsim takabildiğini hafızasında/zihninde bir yere bırakır. Bir yere bıraktığında, istediği zaman ona tekrar ulaşır. İnsan, istediği zaman ulaşabildiğine sahip olduğunu sanır. Sahip olduğunda ise varoluşunu arttırdığını düşündürür. Varoluşunu arttırmak, fenaya gittiğini hisseden var için bir tesellidir. Kuyuya düşerken kenarlardan tutunma çabasıdır.

Hz. Âdem, talim-i esmayı, ezberi iyi olduğundan değil, kuşatması iyi olduğundan kazanmıştır. Çünkü 'ene' ondadır. Emanet ondadır. Daha fazlasını mülk edinebilme/varlığını arttırabilme arzusu ondadır. Bizim halimiz de emanetçinin sarhoşluğudur. Emanetçi, elindekini mülkü sanmaya başlamış ve 'daha fazlasını' istemiştir. Halbuki sahiplik hüneri arzulamakla değil elinde tutabilmekle ortaya çıkar. İnsan sahip olduğunu elinde tutamaz. Emanetçi emanet verileni sonsuza kadar saklayamaz. O halde arzuyu yanlış anlamıştır.

Sonsuzun tanımı yoktur. Sınırlının zıttı olduğundan başka birşey bilmeyiz ona dair. Fakat kuşatabildiğimiz her alanı ondan koparmadan isimlendiririz. Emaneti böyle alırız. Sonsuzun parçalarını isimlendiririz. İsimlendirmek, koyduğumuz yerde bulmak için bize lazımdır. (Emanetçi, emanetleri bulabileceği yerlere yerleştirmeli.) Tarif etmek, aslında aklın/kalbin çekim kuvvetinde eşyayı bir yere oturtmaktır. Nasıl ki, yeryüzünün çekmesi sayesinde birşeyler olduğu yerde kalır. Bilmek de böyledir. Bildikçe emin oluruz nesneden. Korkularımız dağılır. Çünkü dönüp tekrar geldiğimizde onu aynı yerde bulacağımızı biliriz. Aynılık ünsiyettir. Aynılık kolaylıktır. "Din kolaylıktır." Çünkü din, ona iman etmiş tüm mü'minler için, aynı dili konuşmaktır. Allah'ın yarattığı herşeyin kuşdilini/fıtrat dilini konuşmaktır. Hz. Süleyman (a.s.) kadar barışık olmaktır herşeyle. Ve selam yayılır onların arasında...

Sen varlığa sahip olmadığı bir derinlik kazandıramazsın. Bunu deneyebilirsin. Fakat yatsı vakti geldiğinde tüm yalancı derinlikler söner. Zaman müfessirdir. Zaman, tüm yalancı derinliklerin katilidir. Çünkü derinlik bir yönüyle bekadır ve beka da Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tekrar-ı vücud'dur. Zaman onu sürekli sınar: "Şimdi de varolabiliyor musun? Peki, şimdi? Peki, bir kez daha? Peki, bir kere daha? Peki ya şimdi?"

Peki, bunca derinlik nasıl konuşulabilir oluyor? Ki zaten 'hakkında konuşabilmek' derinliğin kendisidir biraz. Allah, Cenab-ı Hak'tır, çünkü varlığın hakkında yaratıldığıdır. Onun marifeti eşyanın en derin yeridir. Gerçek ancak bu en derin yere doğru eğimliyse hakikattir.

Bunu da şöyle anlayabilirsin iman penceresinden: Varlık zaten üzerine yaratıldığı hayrın derinliğine sahiptir. Hayır bir bütünlüktür. Şer bir parçalanmadır. Hayır vücudidir/varlıksaldır ve küllidir/bütüncüldür. Şer ise ademi/yokluksal ve cüzidir/parçacıldır. Her varlık derindir. Her varlık tevhid kadar derindir. Çünkü tevhid kadar bütündür. Derinlik bütünlükten gelir. Aşağıya doğru, içeriye doğru, öze doğru uyandığımız bütünlüğe derinlik deriz biz. Derinlik bizim için kabuğun dışında kalan bütünlüktür. Fakat biz sınırlıyız. Çoğu zaman batacak kadar, dalacak kadar, boğulacak kadar üzerinde eğleşmeyiz.

Hayatta sığ olan hiçbir şey yoktur. Fakat bakıştaki sığlık nesneyi de sığlaştırır. Hatta bir adım daha ileri gideyim mi? Kötülük de bir sığlaşmadır. Sıkıntı bir sığlaşmadır. Monotonluk bir sığlaşmadır. Ama nesnenin veya hadisenin veya fiilin sığlığı değildir o. Nazarın sığlığıdır. Ezelden, o nazar-ı âlâdan bakabilseydik herşeye, hiçbir şeyde hakiki kötülüğün bulunmadığını görecektik. Kader ve hayat kitabı tastamam önümüzde olsaydı, gözümüzü yoran hiçbir satır 'boşuboşuna' veya 'kötü' görünmeyecekti. Hatta kötülük bile iyilik şarkısının es'leri olacaktı bizler için. Belki şarkının en güzel/girift yeri. O kadar girift ki, güzelliği okunamaz olmuş yanındayken. Okunmazlıktan kötülük sanılmış. Uzaktan bakmak gerekiyor. Bilmenin uzaklığından bakmak gerekiyor. Tıpkı okumayı bilmeyen birisi için hiyeroglifin resimlerden ibaret olması gibi.

İnsan, dertleriyle onlardan uzaklaştıkça barışır. Çocukluğunu, ondan uzaklaştıkça sever. Hatıralar, onlardan uzaklaştığımız için tatlıdır. Ve uzaklaşmak bir açıdan kuşatabilmektir artık yaşadıklarını. Kuşatabildiğinle barışırsın, çünkü zaten kuşatamayışındır kavga sebebin. Dikeni kadar yakınken gül güzel gelmeyebilir. Eğer gurbet kadar yakınsan ona en güzel şehirlerde bile daralabilirsin. Sevdiğinin parmağına batacak kadar yakınsa sana kıymık, o kıymığa ve hatta dünyanın bütün kıymıklarına düşman olursun. Çünkü çok yakınsın. Yakınlık cemali celal gösterir. Celal de zaten kuşatılamayan bir cemaldir. Güneşteki patlamaları internetten izlerken hayretten ve keyiften başka ne var gönlünde? Fakat ayağının altı sallandığında dünya sanki kalbinin üzerine abanıyor.

Yani diyebilirim ki: Canını sıkan birşeyler varsa, demek ki yeterince uzaktan bakmıyorsun hala onlara. "Nevide celalidir, fertte cemalidir..." Uzaklaşırsan neviyi fert gibi görürsün. Ve cemal celalin ardından gülümser. Buradan seni Ene Risalesi'nin sonuna da götürmek isterim. Manevi asansörler neden rahatlıktı? Herşeyi yukarıdan gösterdiği için değil mi? Kur'an neden şifa ve rahmettir? Daha kuşatıcı bakışlar öğütlediği için değil mi? O halde mürşidimin dediği gibi: "Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir." Zaten ışık nedir? Bütünü gösteren değil midir?

Friday, July 10, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 3: Nurcular, modernistlerin truva atı mı?

Kur'an müslümanlığı 'sapkınlığı' (evet, artık şu meseleyi açık açık adlandırarak konuşalım, sünneti/hadisi reddeden ve dindeki fonksiyonunu inkâr eden sapkın bir zümre ile karşı karşıyayız) Nurculuğu ve Nurcuları kendisi için bir truva atı olarak kullanıyor mu? Tecrübelerim ve tefekkürlerim eşliğinde vereceğim cevap: Evet. Sadece Kur'an müslümanlığı da değil üstelik. Liberaller, Gülenistler, Modernistler, Milliyetçiler vs. hepsinin Risale-i Nur'da ve Nur talebelerinde gözü var. Hepsi için Risale-i Nur ve Nurculuk kalabalık kitlelere ulaşma aracı.

Bediüzzaman şahsî karizması ve Risale metinlerinin etkisi Türkiye'de toplum mühendisliği yapmak isteyen veya şöhrete çabuk yoldan ulaşmayı arzulayan her isim için 'kullanılır' birşey gibi görünüyor. Bu 'kullanışlılık' aslında biraz da Nur camiası içinde köşebaşlarını tutmuş isimlerin gafletinden ve hatta Risale-i Nur'un mirasından bihaber bir Nurculuk yapmalarından besleniyor. Esaslarının ne olduğu bilmeyen, Nurculuğun tek amacının sevgi pıtırcığı olmak, gülücük dağıtmak, herkesin gönlüne girmek, her çiçekten bal alıp her arıya da bal aldırmak olduğunu sanan bu insanlar, 'sevilelim de sevilelim' çılgınlığıyla teveccüh-ü nasa çizgilerini peşkeş çekiyorlar.

Kendilerine birşey olmuyor tabii. Olacaksa da ahirette. Asıl olan avam-ı müslimine oluyor. Bu insanların dillerine/ellerine ettikleri itimatla onlardan gelene de itimat eden avam-ı nas bilmiyor ki, el temizse de elden gelen zehir olabilir. Zehri ayrı sınamak, eli ayrı sınamak lazımdır. Fakat avamın özelliği budur: "Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhandan ziyade mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale." Seni iyi bir adam biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanıyorsa, kem sözüne de iyi diye itimat eder. Kötü biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanmıyorsa, doğru sözüne bile kötüsün diye itimat etmez. Bardağa bakar, suya bakmaz.

Bizim gafletimiz aslında daha 'tecdid'in ne olduğunu bilmemekle başlıyor. Bediüzzaman'ın müceddidliği hakkında yapılan tanımların iki ekseni var Nur talebeleri mabeyninde. Bunlardan bir kısmı (ehl-i sünnetin çizgisine daha hâkim/sâdık insanlar yapıyor bu tanımı) Bediüzzaman'ın sesini ulema-i İslam'ın sesinin bir devamı, bir yankısı gibi görüyorlar. Onun yaptığı tecdidin bir yeni birşey ihdas etme değil, eskiyi hatırlatma olduğunu söylüyorlar. Ki hakikaten de Bediüzzaman'ın tecdidi budur. Zaten tecdid özünde budur. Üzeri tozlanan İslam mirasını istikamet çizgisi üzerinde yeniden parlatmaktır.

İkinci bir kısım ise tecdidi neredeyse modernizm/ehl-i bid'a düşüncesine yakın anlıyor. "Yeni ne söylemiş?" demekle kastettiği aslında "Bediüzzaman ne ihdas etmiş?" Bu ikinci kısmı oluşturanın bir kısmı ahmak dost. Amacı aslında Bediüzzaman'a ve Risale-i Nur'a olan ilgiyi ve hayreti arttırmak. Bunları 'geçmişin devamı' sönüklüğünde (ona göre sönük bir pozisyon çünkü bu) bulamıyor. İlla Bediüzzaman süper/sıradışı/kendinden önce yapılmamış şeyler başarmalı/söylemeli. Fakat bu ilgi ve hayret talebinde hırslı olduğu için mübalağaya sapıyor. Mübalağa da onu ihtilale götürüyor.

"Mübalağa ihtilalcidir." Hakikatin muvazenesi bu ihtilalcilikle bozdukları için Bediüzzaman'ı da tecdidin asıl fonksiyonundan uzaklaştırıyor bu insanlar. Sanki o, Batı medeniyetinin her saldırısına karşı İslam'ı müdafaa etmek için değil de bu ikisini kaynaştırmaya/buluşturmaya gelmiş gibi anlıyor ve anlatıyorlar. Her başarılı(!) ideolojiyle barıştırmaya, herkese sevdirmeye gayret ediyorlar. Her çalışmalarında Bediüzzaman bir giysiye bürünüyor. Merhum İbrahim Canan gibi Calvinist (Bediüzzaman'dan Çözümler kitabında söyler bunu) yapan da var, Mustafa Akyol gibi Liberal ilan eden de. Ben hatta Aydınlar Konuşuyor'daki söyleşilerden birisinde Bediüzzaman'a 'Türk milliyetçisidir!' diyeni bile okumuştum. (Ne tuhaftır. Mücahid Bilici'ye baksanız da Bediüzzaman neredeyse Kürt milliyetçisi.) Nevzat Tarhan da Çağın Vicdanı'nda Bediüzzaman'ın evrime karşı çıkmadığını söylüyor yine...

Anladım ki; aslında bu insanlar Bediüzzaman'ı anlamak istemiyorlar, Bediüzzaman'ı kullanmak istiyorlar. Kullanılmak istenen evriltmek/çarpıtılmak istenendir. Amaçsa Nurcuların ve Risale-i Nur'un etki alanına ulaşmaktır. Tabii İbrahim Canan Hoca'yla diğerlerini bir yerde anmak şıkları karıştırdı. Ben İbrahim Canan Hoca'nın değil, fakat diğerlerinin o kadar da iyi niyetli olmadığı düşüncesindeyim. Bediüzzaman'ın metinlerini, kendisinin tüm beyanlarının ve vurgularının hilafına olarak, ehl-i medreseden, ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Nur medresesi ifadesini ışık evler, Medresetü'z-Zehra'yı Risale-i Nur Üniversitesi yapanların amacı hiç de iyi birşey değil. Kelimeyi değiştirmek değil orada sadece yapılan, zihniyeti ve çizgiyi de değiştirmek. [Gelenekçilikten(!) kurtarmak.] Seküler eğitimin kalesi olan üniversite ile geleneksel eğitimin kalesi olan medrese arasında dağlar kadar zihniyet farkı var. Fakat kelimelerle oynanarak çok büyük çizgi kaymaları yediriliyor. Sadeleştirmeye karşı büyük bir dirayetle (elhamdülillah) direnen Nurcuların yüreklerindeki haklı endişe buradan besleniyor. Üzerlerine oynandığı, yalnız bir seziş mesabesinde de olsa, farkediyorlar.

Kur'an müslümanlığı meselesine geri dönelim. Mustafa İslamoğlu, Emre Dorman, Caner Taslaman gibi isimler önceleri neden Nurcular arasında bu kadar iyi bilindi ve (biraz da onlar sayesinde) hızlı tanındı? Bunun kesinlikle o köşebaşlarını tutmuş olanlardan sorulması gereken bir hesabı var. Ve onların da kendilerine bir özeleştiri yapmaları lazım. İsterse kalp kırılsın, isim vereceğim: Senai Demirci ağabeyin veya Haluk İmamoğlu ağabeyin bu adamlara karşı beslediği hüsnüzan ve hatta hüsnüzandan öte 'kapılma' nasıl bir körleşmeye yaslanıyordu? O nasıl bir körleşmeydi ki; bir programda Mustafa İslamoğlu, Senai Demirci'nin gözünün içine baka baka Buharî'deki hadisi inkar ediyor, hadis ilmini/imamlarını tezyif ediyor ve Senai Demirci de hayran gözlerle kendisini takdir ettiğini gösteriyordu! Ve kesinlikle aklına 24. Söz'ün 3. Dal'ındaki 12 Asıl gelmiyordu. Hatta oradaki şu birkaç cümlecik bile gelmiyordu: "Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu On Asıl'ı tekzip ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme."

Haluk İmamoğlu ağabeyin rolü belki o kadar büyük değil. Fakat Emre Dorman gibi isimlerin eserlerinin Nurcular içindeki iştiharı adına sarfettiği çabalar herkesin malumudur. O kadar sohbet ettiği, o kadar oturup kalktığı, o kadar içli-dışlı olduğu böylesi isimlere, üstelik Nurculara kitaplarını nümayişle tavsiye ettiği böyle isimlere, hiç mi çizgileri ekseninde bakmadı? Hiç mi beraberken hadis konusu açılmadı? Onların kitaplarını yayınevinde bastırmak, kendilerine Moral FM'de program yaptırmak için uğraşırken hiç mi aklından; "Yahu bu insanlar ne kadar ehl-i sünnet çizgisinde acaba..." sorusu geçmedi? Ben, yıllar önce, bir umumî sohbet esnasında İslamoğlu'nun salavatlar hakkındaki iddialarını dillendirdiğimde ve cevap vermemiz gerektiğini söylediğimde, beni odasına çağırıp 'böyle şeyleri çok karıştırmamamı' tavsiye ederken gün gelip İslamoğlu'nun Bediüzzaman'a da saldıracağını tahmin etmiyor muydu? Niye etmiyordu? Bu refleksi yitirmek iyi birşey mi? Herkesin hoşuna gitmek, kimseyle sorun yaşamamak iyi birşey mi? Sevmek kadar sevilmemek de sünnet değil mi?

Bu konuda Senai Demirci ağabeyin sorumluluğu çok daha fazla. O Mustafa İslamoğlu'nu Nur talebeleri gözünde meşrulaştırmakla kalmadı, bir de yayılmasına ayrıca 'tanıtım sorumlusu' gibi yardım etti. Kitaplarını başucu eseri olarak gezdiği yere götürdü. Bugün bile ondan çok uzaklaştığını düşünmüyorum. Geçenlerde izlediğim Şehr-i Ramazan programında en az üç ayrı tesbitini Mustafa İslamoğlu'nun programlarında dinlediğimi anımsadım. Anladım ki: Yine İslamoğlu onda etkisini sürdürüyor. Ama şimdi temkinli, artık Nurcuları da ürkütmemeye çalışıyor. Hayretler içindeyim. Cidden şaşırıyorum yaşananlara. Yahu ne dolaplar dönüyor? Ne yapmaya çalışıyor bu insanlar? Nurculuğu ehl-i sünnet çizgisinden mi kaydıracaksınız? Risale-i Nur'u, Kur'an müslümanlığı savunucularına peşkeş mi çekeceksiniz? Amaç ne? Nedir bu arkadan arkadan sessizce gelişler! Nedir bu saman altından su yürütmeler! Bir açıktan/kıvırmadan söyleyin. Şu derdi bir görelim. "Bir dert görünürse, devâsı âsândır."

Thursday, February 12, 2015

Sanki cennetinden bir parça dilimize koymuş

"Hepimiz ‘Hayatta kalabildik’ diye kendimizi tebrik ediyorsak, hazin bir gurur duyuyorsak ‘Ayakta kalabildim’ diye, yaşamanın manası nedir?" Nilüfer Kuyaş, Serbest Düşüş'ten...

Ne diyebilirim ki sana? Ben de düştüm o çukurlara. Kelimelerle oynayarak. Bence ahenkli sanrıları yanyana getirerek. Bazı bazı uyaklar düşürerek cümle sonlarına. Kenarlık. Tutamaç. Kaçarak uyumsuzluğundan içimin şiiriyetiyle. Daha güzel olacağımı sandım beyaz sayfalarda. Olmadı. Düşerken kalemine tutunan herkesin yaşadığıdır zannederim. Zaman geçtikçe farkediyor insan: Yatsı, yalnız yalancının mumu için değil, mübalağacının abartısı, üslûbperestin üslûbu, kafiyeperestin kafiyesi, teşbihperestin teşbihi, lafızperestin lafzı, hayalperestin hayali için de tat kaçırıcıdır. Lezzetleri acılaştıran bir ölümdür eskimek. Fenayı bekadan ayırır. Baki'ye bakmayan çok kalamaz üzerinde. Tefsiri amansızdır. Benim de tadımı kaçıran zamandı. Zamanı geçtikçe anlamsızlaşıyordu yazdıklarım. Şöyle gördüm halimi arkadaşım en nihayet: Sûrete yaklaştıkça ömrü azalıyor sanatın. Sirete dokundukça artıyor. Manaya yakınlaşan canından can alıyor. Cesetle halvet olan bir parça geberiyor.

Hem mürşidim de diyor: "Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır." Yani ki sığlaşmakta maraz vardır. Derinlerin balığı yakamozla meşgul olmaz.

Aleyhissalatuvesselam Efendim “Bir kadının ne asaleti, ne zenginliği, ne de güzelliği tartınızın mihengi olsun!” diyor eş seçerken. Ya ne olmalı merkezde peki? Dindarlığı. Fakat yanlış anlama. Bugünün tanımları bizi yanıltır. Zaman-ı Saadet'te dindarlık, fazilet ve ahlak birbirinden kopuk tarif edilen şeyler değildi. Tebessüm namazdan ayrı, sabır oruçtan uzakta, zekat hayattan ötede, kanaat duadan ayrı değildi. Bunlar birbirini kuşanırdı. Birbirlerini getirirdi. Şimdilerde aralarında mesafe varmış gibi anlatılıyor. Dindarlar da dinsizlere kanıyorlar. Ayrı ayrı tartıyorlar. İdeolojiyle imanı karıştırıyorlar. Yazık. Kimse de kolay kolay bütünlük iddiasına giremiyor. "Namazı olmayanın tebessümü sahtedir!" diyemiyor kimse. Veya “Allah’a inanmayanın merhameti tasannudur!”

Bana sorarsan, dindarlıkla evlenmek arasındaki bağ, hakikatçilik ile yazmak arasında da vardır. Cisme dair bir üstünlüğe tav olup izdivaç yaparsan beyaz kağıtla, Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesine uygun hareket etmemiş olursun. Metnin de dindarlığını seçmelisin önce. İçinin ayarlarının düzgünlüğüne bakmalısın. Yazılanın ahlakı zâhirindeki sanatla ölçülmez. Söylediklerinin doğruluğundan/tutarlılığından anlaşılır.

Yine diyor ki mürşidim: "Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir." Demek devamlılık bize bir işaret fişeği çakıyor. Çakmalı. Kalanlara bağlanmalı.

Eleştiri bile yazıyor olsan muhatabını haksız incitmekten korkacak merhametin olmalı. Seni aşırılıktan doğruluk kadar merhamet de alıkoyar. Bu yüzden şefkat tefekkürden önce sayılır nur mesleğinde. Doğruluk, merhamet ve (bir adım ötelerinde) adalet birbiriyle bağlantılı şeylerdir. Evet. Hatta adaletin iki yüzü gibidir bence ‘doğruluk’ ve ‘merhamet.’ Ama burada bir dikkat kesilelim: Doğruyu yapmak merhametli gibi görünmeyebilir her zaman. Merhamet de her zeminde doğru seçimi vermez bize. Bunların hikmet oranında karıştırılmasıyla elde edilecek şifadır adalet. Bütünlüklü bakıştan beslenir. Parçalardan kaçılarak kovalanır. Canavara, merhamet de adalet değildir, cezasından gayrı işkence de.

Affı adaletin parçası saymayanlar yanılıyorlar. Allah'ın ‘Gafur’ oluşu ‘Âdil’ oluşundan ayrılabilir mi? İkisi de hikmetten uzak yorumlanabilir mi? Birbirine bakar şe'nler bunlar. Hepsi yine bir Allah’ta toplanacaklar. Allah'ın affedişi asla adaletsiz olmaz. Aksine adaletini tamamlar. Kemale erdirir. Bir ismin sınırı başka bir isimdir. Bir ismin arkasında binbir ismin tecellisi görünür. Hissedilir. Sezilir. Allah'ın affedişi adaletinin bir parçasıdır. Zirvesidir. Çünkü yaratan bilir: Mahlukat, mahlukat olmasından itibaren, kusurdan uzak kalamaz. Kusur arızîliğin imzasıdır. Yaratılmış olmak sınırlı olmaktır. Bütünü kuşatamamak sınırların/hataların başlangıcıdır. Ezel denilen manzar-ı âlâdan uzakta kalan herşey farketmemeye müsaittir. Melek dahi olsa sormadan edemez: "Kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın?" Sultan-ı Ezel ve Ebed cevap verir: "Ben sizin bilmediğinizi bilirim."

Mürşidim yine hakikati kulağımıza söyler: "Musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir."

Kelimelerle oynamak diyordum. Evet. Hepimiz mağlup olduk o parçalara. Onlarla oynadık, başka dizilimler elde ettik, çok hoş mısralarımız/cümlelerimiz de oldu böylece. Fakat bütüne, mananın bütünlüğüne ve hikmetin tüm kainatı kuşatan bütünlüğüne dokunmadığımız sürece eskimeye, çirkinleşmeye, solmaya, çürümeye, gözden düşmeye mahkumduk. Öyle de oldu. Bütünün ahengine, sen buna tevhid de diyebilirsin, dokunamadıkça yaşlandı metinlerimiz. Yıprandı. Sakatlandı. Esmaü'l-Hüsna'dan ışık almayan tüm renklerimiz kirlendi. Birinciliği hiçbirisi kazanamadan hem de...

Çocuklar okuduklarına güldüler. Zaman onlardan yanaydı. Bütünün bir yüzü daha açılmıştı onlara. Daha fazlasını biliyorlardı. Daha fazlasını görecekleri için parçalarımıza güldüler. Kendi parçaları daha büyüktü. Fakat öyle kelamlar daha vardı ki! Bütüne dair konuşmuş kelamlar. Kelam olmak dışında bizim kelamlarımıza hiç benzemeyen kelamlar. Onların sözleri bir türlü eskimiyordu. Onlara dokunanlar, dokundukları miktarca, eskimekten kurtuluyorlardı. Hatta bir tanesi var, bilirsin, bütünün sahibinin, manzar-ı âlâyı görenin kelamıdır. Onun hakkında mürşidim şöyle söylüyor: "İhtiyarlandıkça zaman Kur'an da gençleşiyor." Ne büyük müjde var bunun içinde. Yaaa. Evet. Eskimeyen cümlelerin varlığı insanların da eskimediği bir yerin/cennetin müjdecisi sayılmazlar mı? Eskimeyen, başka eskimeyeceklere, delil olmaz mı? Bu bir umuttur arkadaşım. Sonsuzluğun sahibince bağışlanmış bir umut. İslam cennetin şöyle bir misalidir işte.

Sunday, November 30, 2014

Güya Allah'ı takdis ederken...5: Biricikleştirme hastalığı

Bu meselede herkes 'bir' yazıyorsa, ben 'beş' yazmaya mecburum. Çünkü bu zatın Kur'an'dan yaptığı tedrisin 'Kur'an'dan oluşuna' hüsnüzan edip Nur talebeleri arasında az reklamını yapmadım. (Hüsnüzan ile aptallık arasında bir ince çizgi var, aşmamak gerek; demek ben beceremedim, aştım.) Ehl-i sünnet ile uyuşmayan görüşlerine şahit olmuyor değildim, ama muhalif fikre hakk-ı hayat vermeden hakikatin hakkının verilebileceğini de sanmıyordum. Kardeş bilip merhametle baktığım için, musavvibe mesleğince 'anlamaya ve tutmaya' veya Bediüzzamanca ifadesiyle 'lütufla ıslahına çalışmaya' taraftardım.

"Nihayetinde ehl-i ilim..." diyordum. Sen delilini gösterirsin, o delilini gösterir; sen yorumunu söylersin, o yorumunu söyler; mesele deliller eşliğinde, değil hisle veya husumetle, ilmî bir surette konuşulur. O, "Ben böyle anlıyorum" der, sen dersin "Bana göre de doğrusu bu" Ya o senin sözüne gelir, ya sen onun sözüne gidersin veya ikiniz de başlarkenki noktalarınızda bitirirsiniz muhabbeti, saygıyla. Bir mümin böyle analizlerden veya tartışmalardan ne kaybeder ki? Çekinmem böyle şeylerden. Fakat bu kadar da hüsnüzanlı olmamak lazımmış. Detaylara ve onların içinde yumurtlananlara dikkat etmek lazımmış. "Şeytan ayrıntıda gizlidir" derler. Hayatta herkesin verdiği bir ders var. İyinin iyiliğinden öğreniyoruz, kötünün kötülüğünden. İslamoğlu'ndan da öyle veya böyle birşeyler öğrenmiş olduk.

Peki, ne değişti? Putuma mı vurdu yani? Bediüzzaman'a laf söyledi diye mi ben böyle karşı cepheye savruldum? Bana şu çok çirkin geliyor aslında: Tamam, ne düşünürsen düşün, ne yorum çıkarmış olursan ol, bunu cerbeze ile karşındakine yutturmaya çalışmayacaksın. Cerbeze nedir? Cerbeze, en özet ifadesiyle; aklın ifratıdır, bütünün içinden bir parçayı kaldırıp şöyle demektir: "Hey, baksana, işte senin bütünün bundan ibaret!" Genellemeler zaten hep böylesi insafsız ve zalimce bir hükmü de içerdiği için hakikat mesleğinde reddedilir.

Bunun "Bütün Kürtler/Türkler şöyle şöyle..."si de insafsızdır, "Kayserililer/Sivaslılar böyle böyle..."si de. Çünkü insan ancak parçalara hâkim olabilir. Aklın ve de nazarın sınırlılığının bir sonucudur bu. Bütün Kürtleri/Türkleri veya bütün Kayserilileri/Sivaslıları tanıman mümkün değildir ki; bir tek insanı veya birkaç insanı tanımakla ve hem onlar hakkında 'onların da bütününü ıskalamış' kanaatler belirtmekle herkese racon kesesin. "Şu şudur, bu budur..." diye insanları sınıflara ayırasın. Bu netlik, bu insanın haddini aşmış 'astığı astık kestiği kestik' hali, bu çok korkutur beni. Bu ümmetin başına her ne bela gelmişse böylesi bir dilden gelmiş diye düşünüyorum. Önce dilde 'astığı astık kestiği kestik' olanlar, sonra bunu dilde bırakmamış; bugün IŞİD'de, geçmişte Haricilikte olduğu gibi hakikaten 'astığı astık, kestiği kestik' bir hal almıştır.

'Anlamaya çalışmak' diye birşey var. İnsanın kalbinden, o kalpteki şefkatten ve muhabbetten haber veren birşey bu. (Bediüzzaman boşuna acz, fakr, şefkat ve tefekkür'de, şefkati tefekkürün önüne koymuyor.) İslamoğlu'nda bu var sanıyordum. Kur'an'dan konuşuyor güya, ama Kur'an'daki şefkatten nasibinin olmadığını anladım ben bu son açıklamalarıyla. Düşünsenize; ne Mevlana Hazretlerinin ne de Bediüzzaman'ın bütün hayatına hâkimsiniz. Ama isimlerinin önündeki şöhret buldukları lakaplara yanlış mana vermekle 'mahviyet ayakları' deyip bütün ahlaklarına bir çamur sürmek niteliği içeren genellemeler yapıyorsunuz. Bunu ancak 'anlamamaya çalışmakla' yapabilirsiniz. Ben bu son beyanıyla bunu anladım işte.

Demek aklında bu çamuru sürmek var. Bu çamuru sürmek aklında olduğu için kelimelerde mecaza müsaade etmediği gibi, farklı yorumlara da kulağını açmıyor. Bu da yetmiyor, attığı çamuru eliyle sıvamak nevinden genellemeler de yapıyor. Düşünün kardeşlerim; bugün İslam tarihinde böylesi lakaplarla anılan kaç manevî önder, kaç âlim, kaç gönül sultanı var? Aziz Mahmud Hüdaî böyle, Mevlana Halid-i Bağdadî böyle, Bediüzzaman-ı Hamedanî böyle, Hacı Bayram-ı Velî böyle. Ya insan azıcık elini kibrinin üzerinden kaldırıp vicdanına koysa der: "Ulan bir tek ben mi müslümanım? Bu kadar insan ve bu kadar müslüman böyle ifadeleri kullanmaktan çekinmemişlerse herhalde bu kelimelerde mecaza müsaade var." Bunu demesi lazım, yoksa aksi düşünce şunu gerektirir: "Bunu söylemek benim/bizim aklımıza geldi. Çünkü bizler de bu ümmetin 'biricikleri'yiz. Hakikati anlamış tek kesimiz, tek müslüman biziz."

Hayır, bir insan en azından kendisiyle çelişkiye düşmemeli. Bir ilim adamının niteliğini bununla anlarsın çünkü. İki cümlesinden birisi diğerini tekzip ediyorsa, ona ilim adamı demezsin. Şimdi ben İslamoğlu'na bakıyorum. Çay TV'deki açıklamalarında sunucunun hatırlattığı "Bediüzzaman'ın 'yazdırıldı' falan gibi ifadeleri var..." beyanına diyor ki: "Onlar tevil edilebilir." İyi de müdakkik hocam, aynı gün matbaadan çıkan kitabında hiç de onları 'tevil edilir' bulmuyorsun? Hatta orada (342. sayfanın dipnotunda) Nurcuların Risale-i Nur'u (hâşâ) 'Kur'an'ın eşiti' gibi gördüğüne karine olarak veriyorsun.

İnsan fikir değiştirir de daha matbaadan yeni çıkmış kitabındaki fikrini kitap eline ulaşmadan değiştirir mi? Madem tevile mecali vardı ve görmedik onu kitabında, demek sen 'anlamaya' değil 'anlamamaya' bakıyorsun. Senin Sünuhat'taki adını söyleyeyim: Sen tam bir tahtiecisin. Tefekküründe şefkat yok. Allah'ı biricikleştirmek davası altında kendini ve kendin gibi olanların yorumunu biricikleştirmeye çalışıyorsun. Mesleğinin şiarı budur, ölene kadar da böyle gezineceksin: "Hak yalnız benim mesleğimdir." Ve bu cümlenin cezası olarak da ümmetin seni yalnız bırakmasına mahkûm olacaksın. Çünkü ümmetin feraset tarihi, kendi parçasını bütün diye dayatanlara ders verme tecrübeleriyle doludur. Dün Gülengiller, bugün sen, aynı savrulmanın iki ucu, aynı hastalığın iki belirtisisiniz aslında: Biricikleştirme hastalığı.



Saturday, July 26, 2014

Caner Taslaman nerede hata yapıyor?

"Siz de Allah'a ve Resulüne iman edin ki; o ümmî peygamber de Allah'a ve Onun sözlerine iman etmiştir. Ve ona uyun, ta ki, doğru yolu bulmuş olasınız." (A'raf sûresi, 158.)

Caner Taslaman'ın da çok sevdiği bir argümandır şu 'kişisel sünnet' meselesi. Bir usûl çerçevesinde sınırlandıramasa da (zaten modernistlerin en temel sorunu budur) o, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'insanî yanıyla' yaptıklarını 'peygamber yanıyla' yaptıklarından ayırabileceğini düşünür. Hatta 'ayrılması gerektiğini' söyler. ("Peygamber yanıyla yaptıkları bizi de bağlar. İnsanî yanıyla yaptıkları ise bağlamaz!" demeye getirir.) Ancak her modernistteki sorun onda da vardır: Bu ayrım için her şekilde uygulanabilir bir belirteci/kıstası yoktur. Usûl bağlamında söylediği herşey verdiğiniz bir örnekte gümler.

Derinleşince farkedersiniz. Zannına göre 'önemli/önemsiz' saydığı şeyleri vardır sadece. Tesbit ve tayinlerinin bütün ilmî(!) mihengi bundan ibarettir. Fakat bu 'keyfe göre' metod elbette birşeyi kaçırır: Ya senin önemsiz gördüklerinin ardında da büyük bir hikmet varsa? Ya insanî gördüğünde de peygamberî bir sır saklanıyorsa? Ya yalnızca sen ona kör olduysan? Öyle ya! Selef-i salihîn onun hayatının hiçbir kesitini 'önemsiz' veya 'insanî' saymamıştır. Siyer kaynakları saymamıştır. Hadis ilmi saymamıştır. Fıkıh saymamıştır. Kelam saymamıştır. Tasavvuf saymamıştır. Zaten Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatından herhangi bir kesite önemli-önemsiz tayini yapabilmek, ancak onun üstü bir konumdan hayatına bakabilmekle mümkündür. O zaman sorulmalıdır: Modernist kendini nerede konumlandırmaktadır? Belki de Farabî gibi filozofu peygamberden üstün görmektedir.

Bence sünnet-i seniyye hakkında modernistlerin/ehl-i bid'anın en çok düştüğü hata bu: Onu sadece 'bizim gibi bir insan olduğu' tarafıyla görüyorlar. Aynaya camı için bakıyorlar. Tavus kuşunun meziyetlerini kabuğunda arıyorlar. Ondan yansıyanın/çıkanın muhteşemliğini kaçırıyorlar. 'Dolayısıyla gelen güzelliğini' yitiriyorlar. Çevrelerine de sünneti bu yanlış/eksik vurguyla okutmaya çalışıyorlar. Halbuki ehl-i sünnet mirasıyla bize gelen hak nazar bu değildir. Biz ona 'ondan ötesini görmek için' bakarız. Ötesinin varlığını bilerek bakarız. Onun yaptıklarını da, yine bu nedenle, sadece 'insanî yanıyla yaptıkları' olarak görmeyiz. Aynayı kirli bulmayız. Gözümüz hep arkasını, hep anlatmak için yaşatıldığı hakikati, hep şahs-ı manevîsini arar.

Ben, mürşidimin, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'gül' değil de 'bülbül' değişinde de böyle bir sır okuyorum. Evet, dikkatimi çekti, bunu külliyat içinde taradım. Tam dört yerde Efendimizin andelib/bülbül unvanına atıf var. Tabii sağlamasını da yaptım. Yani "Gül ile var mı?" diye de baktım. Bulamadım. "Eğer gözden kaçırmadıysam ve Bediüzzaman, zannım gibi, Efendimiz aleyhissalatuvesselama gül değil de bülbül unvanını yakıştırmayı seçiyorsa, bunda bir hikmet olsa gerek!" diye düşündüm. Şimdi bu arayışımın hikayesini dinleyeceksiniz.

Öncelikle Mesnevî-i Nuriye'ye gidelim. Orada, bakış açısının, 'bilginin aranışı, okunuşu ve işlenişiyle' ne denli alakadar olduğunun izah edildiği yere bir dokunalım: "Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksat; mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar'dır." Metnin devamında ise bu kavramların karşılıkları izah ediliyor. Fakat ben, oradaki izahı değil, 16. Lem'a'daki izahı sizlere nakledeceğim:

"Sen ayineye baksan, eğer ayineye şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Refet tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için ayineye baksan; sevimli Refet'i kasten görürsün. "Fetebarek Allahu ahsenu'l-halıkîn" dersin. Ayna şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette ayna şişesi mânâ-yı ismîdir; Refet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette ayna şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki, akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."

Yani mana-yı ismî ve mana-yı harfî kavramları, neye-niçin (neyi görmek için) baktığınızla yakından ilgili. Neyi arıyorsanız, o, kendisinden gayrısını mana-yı harfî kılar. Ondan sonra herşey tebeî/dolayısla'dır. Bu bakış açısı eğitimi yahut da 'ötesine/gaybına bakma eğitimi' aslında külliyatın tamamına sinmiştir. Sünuhat'ta rastladığınızda mesela şöyle konuşur sizinle:

"Meselâ, bir adam İbni Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."

Daha başka örnekler de var. Alıntılarla vaktinizi almayı terkederek sadede geleyim. Bana öyle geliyor ki: Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama bakışında da, tüm ehl-i sünnet ulemasında olduğu gibi, bu incelik var. Yani ona bile 'ders verdiği hakikati görmek kastıyla' bakıyor ve ancak böyle bakılması gerektiğini öğütlüyor:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."

Yani o mübarek bülbül, bizzat da güzel olup, güzel güzel şakımakla birlikte; aslında birşeye dikkat çekmek için şakıyor. Bir mananın harfi veya mana-i harfî olmak için şakıyor. Ümmet de ona insanî/şahsî yanından daha başka birşeyi, insanî/şahsî olandan daha büyük bir resmi, görmek için bakıyor. Bu bakış onun ifade ettiği şahs-ı manevînin ne denli kıymetli-önemli-büyük olduğunu da anlatıyor ve gösteriyor:

"Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir."

O ayna, öyle bir aynadır ki, bizzat ona bakmak zaten hakikate bakmak gibidir. Şakıdığı şeyi yansıtmaya adamıştır her anını. Bu nedenle reşha-katre-zühre bahsindeki reşhalık en çok ona yakışır. Fakat yine de aklınıza bu merakımı düşürmek istiyorum:

'Gül' mü mana-yı ismî'ye yakın duruyor? Yoksa 'bülbül' mü? Bir de şuna dair düşünmenizi isteyeceğim ardından: Allah Resulü aleyhissalatuvesselama 'bülbül' nazarıyla bakanlar mı daha çok hakikat devşiriyor sünnet-i seniyyeden, yoksa 'gül' mü? Neye, ne için baktığınız, ne bulduğunuzla çok ilintili.[1] Şahs-ı manevîyi biliş ve bakış şahsa bakışı da aşkınlaştırıyor. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da ötesinin varlığına iman eden ve kendi hayatında da bunun izdüşümlerini arayanlar için kıymetli. Hem yine mürşidim şahs-ı manevîyi aramayan bakışın tehlikelerine şöyle dikkat çekmez mi:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı."





[1] Bitirirken, A&M Üniversitesinden Walter Bradley'in, Mystery of Life's Orgin isimli eserinden Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü? isimli kitabına yaptığı bir alıntıya dikkat çekelim. Bakış açısının bilgiyi ne denli etkilediğine dair: "Sanırım hayatın natüralist bir biçimde ortaya çıktığına inananlar, mantıken bir akıllı tasarımcı olduğunu çıkarsayanlara nazaran, çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar."

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...