Showing posts with label Fıtrat. Show all posts
Showing posts with label Fıtrat. Show all posts

Monday, September 14, 2015

Çocukların 'gör' dediği

Hamza Enes'in çok güldüren bir huyu var: Kendince olağanüstü birşey yapacağında veya anlatacağında aile bireylerinin tamamının kendisine bakmasını istiyor. Hasbelkader birimizin yüzü ona değil de başka tarafa dönükse, önce ismini bağırarak, dikkatle alınmazsa da gidip eliyle yüzünü kendinden tarafa çevirerek yapacağını yapıyor veya anlatacağı anlatıyor. Birimizin nazarının eksik kalışı, ona göre, yapacağının veya anlatacağının yeterli takdiri görmeyişi anlamına geliyor. Dikkatlerin üzerinde olması lazım. Hepimizin şahit olması lazım. Eğer farklı farklı odalardaysak, o zaman da hepimizin önünde ayrı ayrı anlatıyor. Üşenmeden dolaşıyor bütün evi. 'Çocukluk işte' deyip geçmeyin. Daha evvel bir yazıda[1] üzerinde durduğum gibi; aslında bu tür şeyler onların şımarıklığından falan değil, fıtratlarının saflığından ileri geliyor. Eğer bir insanda 'fıtrat saflığında' (yani ikincil kurgu/niyetlerle bozulmamış) bir ahlak seyretmek isterseniz, çocuklara bakmalısınız. Ben de yeğenimi bu anlamda Allah'la ahdi yeni bir kitap olarak görüyorum. Fikrim yettiğince okumaya çalışıyorum.

Benden on yaş kadar küçük (belki daha fazla) amcaoğlum Salih'in de küçüklüğünde böyle yaptığını hatırlıyorum hayal meyal. Kucağımda birşey anlattığı zamanlarda, ki kendisi şu an beni kucağında gezdirebilecek bir fiziğe erişti, eğer televizyon vs. birşey dikkatimi dağıtırsa veya kendisini dinlemediğimi hissederse, çenemi tutup kendisine çevirmeye çalışırdı. "Amet abi, Amet abi, Amet abi..." Gerçi o kibardı. Fakat Hamza Enes o kadar da kibar değil. Bazen saçımı çekerek aynı şeyi yapmaya çalışıyor. (Amca/dayı adaylarına bir not: Yeğenlerinizle oynamayı seven türdenseniz saçlarınızı kısa kestirmek iyi bir fikirdir.)

Mad Max: Fury Road filmini izleyenler hatırlarlar: Ölümsüz Joe'nun Savaş Çocukları ismi verilen saçları kazınmış, benizleri soluk askerleri arkadaşlarına şöyle bağırıyorlardı: "Şahid olun!" Sonra da arkadaşlarının "Ben şahidim!" bağırışları içinde bir intihar eylemi gerçekleştiriyorlardı. Bu, her ne kadar, Hollywood kurgusallığı içinde fıtratın saflığını ifade etmeye yeterli olmasa da, içimizdeki bir arzuya tevafuk ediyor: Şahid olunma arzusu. Bediüzzaman'ın, İşaratü'l-İ'caz'da, Bakara sûresinin 25. ayetinin tefsiri sadedinde söylediği; "Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." tesbiti, aslında hepimiz adına bir fıtrat okuması. İki şekilde açıklayabiliriz bunu: 1) Varlığımızı arttırmak istiyoruz. 2) Varlığımızı devam ettirmek istiyoruz. Peki, ne demek bu? İzah edeyim:

Varolan herşeyin sahip olduğu en temel iki güdü/kuvve var. Diğer bütün hisler belki de bu iki ana damarın farklı renklerde tereşşuhundan ibaret: Varolan hep varolmak ister. Ve varolan varlığını daha da arttırmak ister. "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." Aslında hepimiz sezgi mesabesinde de olsa vücudumuzun zayıf olduğunu ve sürekli yeniden vücutlandırılmaya muhtaç olduğumuzu biliyoruz. Bu, son mertebede, ism-i Kayyum gölgesinde her an yeniden varedilen ve ayakta tutulan arızî bir varoluşa işaret ediyor. Kuvve-i şeheviyemiz ve gadabiyemiz ise işte bu arızî ve zayıf olan varlığımızın zayıflığından kaçma gayretimizi ifade ediyorlar. Vücudumuzun devam etmesini istiyoruz: Kuvve-i gadabiye. Vücudumuzu arttırmak istiyoruz: Kuvve-i şeheviye. Şehvet burada 'daha fazlasına sahip olmayı' ifade ederken, gadap veya gazap ise o mülkün bizde devamlı olarak kalmasını temsil ediyor.

Şehvetle ilişkilendirilen fiilleri bir düşünün. Bir de gazapla ilişkilendirilen fiilleri. Ben şehvetle ilgili fiilerin insanın varlığını arttırmaya dönük fiiler olduğu kanaatine eriştim. Yüzü tüketime bakan şeyler. Başkasını tükettikçe varolduğumuzu, varlığımızı (onu da varlığımıza katmakla) daha fazlalaştırdığımızı sanıyoruz böylece. "Onda da varolayım. O da benim olsun. Onu da yemiş, şunu da giymiş, bunu da tüketmiş olayım. Şu da benden bahsetsin. Şurada da ben görüneyim. Burada da benden konuşulsun. Şunlar da beni ansınlar. Ben, ben, ben..." Bütün bunları bize söylettiren kuvve-i şeheviye.

Çünkü bu kuvve, daha çok varolmanın (ki varolmak en büyük nimettir) yolunu ötekini tüketmekte veya en azından ötekini kendiyle meşgul etmekte arıyor. Merkezde olmayı daha çok olmakla iltibas ediyor. Zevk dediğimiz herşey aslında bize varlık katıldığını sezdiğimiz an yaşadığımız aşinalık. Allah, varlığımızın devamını bir ölçüde böylesi bir varlık tüketimine (istifade daha doğru bir tabir) bağladığı için onlara bizi koşturacak/çalıştıracak bir lezzet asmış. "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur."

Biz bu lezzetlere dokundukça onun varlığımıza hizmet ettiğini hissediyoruz. Peki, günahlardaki lezzet? Bence şirk haricindeki her günah, çünkü onun bir lezzeti yoktur, aslında helalin israfıdır. Helali için takılmış/asılmış lezzetin, lezzetin asl-ı hedef olmasıyla israfa müncer olmasıdır. Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek kitabında çok dikkatimi çeken bir saptamaydı bu: Eskiden yapmaya mecbur olduğumuz birşeyi yaparken ondan aldığımız lezzetler vardı. Şimdi lezzeti ziyadeleştirmek için mecbur olmadığımız birşeyler yaşıyoruz.

Merkez değişti. Helal ile haram arasındaki nüans da bu. "Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur..." cümlesini böyle de anlayabiliriz. Ve yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulan; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" ayeti de bu bakışaçısıyla daha zengin bir yüzünü bize sunar. Özetle: Günah da, özünde varlıksal olan bir fiilin (şeriat dairesinde kalınmadığı için) israfına düşülmesidir. Ve israf, varlıksal olanı yokluksal kılar. Tıpkı, az yemekle deva olan birşeyi, çok yemekle hasta olmak gibi.

Evvel dediğim gibi: Varlığımızı arttırma isteğinin, hem varolmanın en büyük nimet ve lezzet oluşuyla, hem de her an fenaya doğru kaydığımızı hissetmemizden gelen korkuyla bir ilgisi var. Gazap/gadap zaten korku ehlinin davranış şeklidir. Korkan insan gazaplanır. Çünkü korunma güdüsü tahrik edilmiş, vücudu tehlikeye düşürülmüştür. Varlığının tehlikede olduğunu hisseden canlı önce korkar, sonra saldırganlaşır. Bir keresinde dört köpeğin arasından kurtardığımız bir kedinin, bizimle beraber onu kurtaran bir yabancının suratına saldırdığına şahit olmuştum. Normalde bir kedinin, hele bir sokak kedisinin, insana saldırdığı görülmez. Fakat korku, gazabı beraberinde getiriyor. Varlığımızın tehlikeye düştüğü an, onu korumak için herşeyi yapmayı göze aldığımız an. Aczimiz, cesaretimizin membaı haline geliyor böylece. Kuvve-i gadabiye de varolma arzumuzun bu yüzüne bakıyor biraz. Varolan, beka istiyor, yani hep varolmak istiyor. Varlığını korumak istiyor. Tehlikeye düşürene saldırmak istiyor.

Şimdi baştaki konuya geri dönelim. Şahid olunmak istiyoruz. Bu bizim her iki güdümüzle de/kuvvemizle de ilintili birşey. Birinin size şahid olması, onun dünyasında da varolmaktır. Bu yönüyle bir varlık arttırımıdır. Şöhret, varlıkta böyle bir artış hissi verdiği için insanca arzu edilir. Şehvetle ilintilidir. Ve yine şahid olunmayı istiyoruz. Çünkü aynı zamanda bu bir unutulmama ihtimali taşıyor. Sen ölüyorsun. Ama gözünde varolduğun seni hatırlayacak. Beka, tekrar-ı vücuttur. Onda tekrar varolacaksın. Reenkarnasyona iman etmek, ehl-i dalalet açısından, şaşırtıcı değil. Ahirete imanmamalarından gelen iki kuvve baskısını böylesi bir ihtimal-i tekrar-ı vücut ile bastırmayı başarabilirler(!). Bu noktada Eşkıya filminin o meşhur repliğini de hatırlayalım: "Korkma sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin.. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki... Belki o arı ben olacağım."

Buradan, Bediüzzaman'ın duaya dair şöylediği şu güzel sözlere dönelim: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir." Belki dua edeni de rahatlatan, hatta varolanı rahatlatan, birisinin şahit olduğunu bilme hissidir. Hem sana birşey daha diyeyim mi? Kainat, içerdiği sonsuz delille yok olsa, ben yine de Allah'a inanırdım. Çünkü Allah iyi gelir. Çünkü kimse yokolacağına inanmak istemez. Kimse unutulmamasını istediği anlar yaşarken, o anların kaydedilmediğini tasavvur etmek istemez. Hiç olması fikrine dayanamaz. Güzellik eleme dönüşür öyle. İman, sadece karşıkonulmaz delilleriyle mecbur olduğumuz değil, canımıza da iyi geldiği için seçtiğimiz birşeydir. Onunla ancak en güzel anlarını Allah'a emanet edersin. Hem Kur'an bizi teselli eder gibi demez mi: "Şahid olarak Allah yetmez mi?"



[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/09/cocuklar-adam-olmasn-yalnz-adamlar-da.html

Friday, September 11, 2015

Çocuklar adam olmasın yalnız, adamlar da çocuk olsun

Benim iki yeğenim var. Bir numaranın ismi Hamza Enes. İki numaranın ismi Yusuf Ayaz. Birisi abimin, ötekisi (aynı zamanda sütkardeşim de olan) amcakızımın oğlu. 7 ve 4 yaşlarındalar... Yeğenden yana şanslıyım. Çünkü ikisi de dünya tatlısı şeyler. (Önüme konulan bir çocuk kataloğundan seçmem istense herhalde yine bu ikisini seçerdim. Öyle diyeyim.) Yeğenlerimin benim için, kan bağımız dışında, ayrı bir önemi de var: Onların çocuk yüzünde 'insanı' daha net okuduğumu düşünüyorum. Yani asl-ı insanı. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek dilinden ders aldığımız; "Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar..." hakikati, bana, çocukların sadece 'talebe' değil 'muallim' olarak da aramıza gönderildiklerini söylüyor. Bir nevi 'yaratıldığımız gibi olma/kalma' dersi veriyor bu öğretmenler. Onlara baktığımız zaman bozulmamış bir fıtratın netliğinde insanı ve dolayısıyla Allah'ın insandaki sanatını okuyoruz. Öğrettiğimiz kadar öğreniyoruz.

Bu ders neden önemli? Bu ders, hayatı diğer insanlarla etkileşim içinde yaşamaya mecbur olan, dolayısıyla bir ölçüde 'mış gibi' yapmaya kendini mecbur bilen bizler için, 'mış gibi' yapmadan önceki halimizin hatırlatıcılığını yapıyor. Tabir-i caizse, her yeni nesil dünyaya geldiğinde Allah dünyaya biraz daha fıtrat serpmiş gibi oluyor.

Varlığı, mürşidimin ifadesiyle 'matbaha-i kudretten bir kazan' gibi düşünün. Bir kenarından da içine sürekli kötülük akan bir imtihan kazanı bu. İnsanın da sürekli o kazanda diğer şeylerle karışarak tadını yitiren bir gıda olduğunu hayal edin. Yapmacıklıkla, riyayla, yalanla, inkârla, inatla, kolaycılıkla, tembellikle, hasetle, ihanetle... türlü çeşit kötülükle sürekli bu kazandaki yemek kıvamını kaybediyor. Kötüleşiyor.

İşte her kıvamımızı kaybetmeye durduğumuzda varlık mutfağının sahibi aramıza yeni yeni fıtratlar mesabesinde çocuklar lütfediyor. Onların gelişiyle ölmeye yüz tutan evlerimiz neşelendiği gibi, asılmaya yüz tutan yüzlerimiz de gülümsüyor. Nice evlilikler kurtuluyor bir çocuk sayesinde. Hayata anlam/amaç katılıyor. Nice hayattan kopmuş/bıkmış ihtiyar, torununun yumuşak ellerinden tutarak parklarda genç gibi koşturmaya başlıyor. Bu kesinlikle bir ihsandır. Çocuklar varlık sahasına üflenmiş taze hayatlardır. O hayatlar bizi İsrafil'in (a.s.) sûru gibi kendimize getirirler.

Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz isimli eserinde, Bakara sûresinde geçen 'fasıkların Allah'a verdikleri ahidlerini bozması' meselesini tefsir ederken der ki: "Evet, ifrat ve tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u İlahi'ye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak'la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur."

Ben bu delil ve fıtrat ahdinin bozulması mevzuunu biraz şöyle anlıyorum: İnsan, fıtrî olanın dışına çıktığında, bu çıkışın aslında yanlış birşey olduğunu hissediyor. Belki vücudundaki bir rahatsızlık, belki hayatındaki bir karışıklık, belki ruhundaki bir sıkıntı, belki kalbindeki bir bıkıntı, belki aklında bir kararsızlık, belki hayalinde bir münkabızlık... yani bir şekilde günah bize günah olduğunu (yani yaratılışımızın onu yapmak üzerine olmadığını) delilleriyle fısıldıyor. Vicdan da belki bu zaten. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir 'fıtrat-ı zişuur.' Fıtratın dışına çıkıldığında farkında/şuurunda olan bir fıtrat.

Buna haram olan şeylerin hepsinde varolan zararları örnek olarak gösterebilirim. Sosyolojik, biyolojik, ekonomik yahut da başka sahalarda. Haram olan şeyde kesinlikle bir/birçok zarar var. Aslında haram olan şeylerdeki bu zarar verici hal, bize, fıtrî olan şeriatle, şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam arasında nasıl bir paralellik olduğunu isbat etmesi açısından da kıymetli. Allah'ın yarattığı bütün kitaplar elbette birbiriyle uyum içerisinde. Yaratılış kitabında yazanla Kur'an'da yazan elbette çelişmiyor. İfrat ve tefrit ise zaten istikametli/helal olanda kalmayıp aşırıya gidişlerin, dolayısıyla günahların menşeidir.

Peki çocuk ne yapar? Çocuk, bu noktada bize fıtratından gelen bir şahitlik sunar. Örneğin: Bizim sonradan bir faziletmişçesine benimsediğimiz 'insanların arkasından kem konuşup sonra yüzlerine pekâlâ dostane gülebilme' meziyetimiz(!) çocuğun dünyasında (daha doğrusu fıtratında) bir karşılık bulmadığı için, ahbaplar arasında canımızı çok yakar. En ummadığınız bir anda, en duyulmasını istemediğiniz sözünüzü, en duymasını istemediğiniz kişinin yüzüne haykırır. 'Çocuktan al haberi' tabiri, çocuğun aptallığını değil, bizim riyakârlığımıza henüz sahip olamayışını/bozulmayışını ifade eder. Bu nedenle ebeveyn de çocuğun yanında konuştuklarına daha fazla dikkat eder. Onun yanında böyle gıybet/iftira türünden diyaloglarını asgarîye indirir. Ebeveynler çocuklarının önünde kavga etmemeye çalışır. En küfürbaz akrabalarınız bile çocukları yanındayken dilindekilerden sakınır. Çünkü içten içe farkındadır: Yanında henüz bozulmamış bir fıtrat vardır. Ve bu fıtrat, ona asl-ı insanı hatırlatır. Çocuklar bir nevi vicdanımızdır bizim.

Bu açıdan çocuklar hayatımıza yalnızca neşe değil, takva da katıyorlar. (Hatta hayret de, merak da...) Bizi biraz daha asl-ı insana yaklaştırıyorlar. Bir yazıya elbette pekçok şeyi sığdıramadım. Ama Efendimiz aleyhissalatuvesselamın çocuklar üzerine söylediği her hadisi bir de bu gözle değerlendirmenizi isterim. Onların bize öğreteceği çok şey var. Çünkü onların Allah'la ahidleri yeni. Ahidleri yeni derken neyi kastediyorum? Burada da bir hadisi hatırlatmadan geçemeyeceğim. Efendimizin, her yağmur yağdığında göğsünü açıp dışarı çıktığını anlatıyor sahabe efendilerimiz. Nedenini sorduklarında iki türlü cevap verdiği rivayet ediyorlar: Birisi; "Bu az önce Rabbiyle beraberdi!" İkincisi; "Bunun Rabbiyle ahdi yeni!" Demem o ki kardeşlerim: Evinizdeki yağmurlara karşı göğsünüz açık gezin. Yalnız öğretmeye değil, öğrenmeye de bakın. Çünkü onların Allah'la fıtrî ahidleri yeni.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...