Showing posts with label Kalp. Show all posts
Showing posts with label Kalp. Show all posts

Thursday, June 2, 2016

Kalp utanılacak birşey değildir

“Laik üniversiteye bağlı fakülteler, din alimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hatip mektepleri İslâmiyet'in yalnız elemanter bilgilerini öğretmekle kalır. İslâmiyet'in yüksek ilimleri, kelâmiyyat ve bedîiyatı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur.” Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik kitabından.

‘Bilginin İslamîleştirilmesi’ üzerine çokça yazılan-konuşulan bir tema. Fakat hapsolmuş bir alanda. Âlimi tartışmadan ilmi tartışır durumda. Bana sorarsan arkadaşım: Kendimce İslamî bilgiyi 'gayb'la ayırabiliyorum. Evet. Bakara sûresinin hemen başında haber verdiğidir. İslamî bilgi ‘gaybı hesaba katan bilgi’dir. “Onlar ki gayba iman ederler.” Ama dikkat: Bu 'hesaba katış' sadece anmakla olmaz. 'Taraftar olmakla' kendini gösterir. Eğer bir metin, gayba taraftarmış gibi durmuyorsa, mutlu-razı konuşmuyorsa, her ihtimale eşit muamele ediyorsa, yani ki iman etmemişse, İslamî olduğunu söyleyemeyiz. Yazarının müslüman olması da durumu değiştirmez.

İslamî metinde aradığımız her satırında 'aynı yolda olduğumuzu' hissettirmesidir. Bu hissin 'objektiflik övgüsüyle’ tarumarına taraftar olamayız. Evet. Bitarafane muhakeme, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'muvakkat bir dinsizlik'tir. Şeytanî tuzaktır. Tevhid bayrağının altındakiler olarak bilginin iman-küfür arasında nötr-tarafsız olduğuna inanamayız. Bilgi müslümandır. Allah’ın mahlukatı Onun öğrettiğinden başkasını haber vermez. Dolayısıyla ayetliği ona sonradan katılan birşey değildir. Varlığın bizdeki hakkıdır. Eğer İslamca konuşturmazsak mahşerde davacımız olur.

“Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin hem insandaki senin şakirtlerin dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir. Muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.”

İslamî metinlere bakın. Sapkınlığın şüpheleri nasıl da 'hâşâ'lı, ‘estağfirullah’lı, ‘subhanallah’lı, ‘hiç mümkün müdür ki’li katılmama vurgularıyla söylenmektedir. Bu durum, dalaletin zeminini izah ederken bile, istikametine iştiyakından vazgeçmediğini gösterir müellifin. Karşı tarafın iddiası ancak 'çürütülmek için' anılır onlarda. İslamî bilginin bu bağlamda 'objektifliğe konsantre olduğunu’ söylemek zordur. (Konsantre olunan daha çok hakperestliktir.) Elhamdülillah ki zordur. Nurunu oradan alır çünkü. Hakka taraf olan ancak Allah'ın ayetlerini görebilir. Taraftarlığını yitirense hidayet denizini damlayan musluk sanır. Yani ki objektifliğin zokasını yutmak aldanmaktır.

Biyolojide yaratılışı ‘bir teori olarak’ okuduğumuzu hatırlıyorum. Hocamız, bilimselliğe uygun davranabilmemiz için, bütün şıkların mümkünlüğünü konuşmamız gerektiğini söylemişti. Sınıfsa buna razı olmuyordu. Yaratılışı tam bir taraftarlıkla savunuyorduk. Zira imanımızın başka türlü yapmaya müsaade etmediğini düşünüyorduk. Bir mü’min ilk canlıyı nasıl tesadüfe verebilirdi ki? Şakası bile olmazdı şunun. Kalbindeki imanla çelişirdi. İzleyenler anımsayacaklar: Benzeri bir diyalog yaşanmış bir hikayeden sinemaya aktarılan ‘Concussion’da da geçiyordu. Will Smith’in Dr. Bennet Omalu'yu temsil ettiği filmde, Omalu "Tanrı insanları futbol için yaratmamış!" şeklinde bir cümle kurunca, sunumunu yayınlayacak olan uzman onu şöyle düzeltiyordu: "Tanrı'yı bu işe karıştırmayalım." Halbuki Dr. Omalu, birçok misal verdiği sunumunda, canlıların 'yaptıkları şeye uygun yaratılmış fıtratlarına' dikkat çekiyordu. İnsansa Amerikan futboluna uygun değildi.

Bu muvakkat dinsizlik bilimsellik adına dayatılıyor. Okullarımızda öğretiliyor. Hakikati bulmanın tek geçer akçesi olarak aşılanıyor. Uyanık olmalıyız. Karşı koymalıyız. İtikadımızın olmazsa olmaz umdelerinin birer teoricik kadar ancak kıymet bulduğu bu alan İslamî bilginin üretim alanı olamaz. Dinî bilginin üretimi dine taraftarlık yitirilerek başlayamaz. Buradan çıkan bilgi de aklı geveze eder belki amma kalpte hareket yaratamaz. Ancak tenkitçi kılar. Ancak tenkitçi çıkarır. Çünkü bidayetini mesafe kılmıştır. Objektiflik adına uzaklaşmıştır. Din sosyolojisine dair metinlerde apaçık görürsünüz bunu.

Mesela Bakara sûresinin başındaki ayete geri dönelim. Müslümanlar neden günahtan sakınmaktadır? Yahut daha da somutlaştıralım: Neden domuz etini haram bilir bir müslüman? Din sosyolojisi buna şöyle cevap verir: “Müslüman bireylerin sahip oldukları teolojiden dolayı. Filanca dinde de sığır eti haramdır...” Getirilip dayandırıldığı en son nokta budur: Teoloji. Ötesi? Ötesi yoktur. Halbuki bir mü'min için itikadî konular “Müslümanlar da böyle inanıyor canım!” işi midir? Hâşâ. Asla. Müslüman için bunlar kesinliktir. Yani takvanın üzerine bina edileceği gayb hakikaten vardır. “Öyle de güzel böyle de güzel!” havası yoktur. Aksi mümkün değildir. İman aksinin imkansızlığıyla birlikte varolur. 'La ilahe illallah'tan aldığımız derstir bu.

Galiba biraz da bu hikmetle Anglo-Sakson kokulu akademi dünyamızdan gelen metinlerde dinin şeker-şerbet tadını bulamıyoruz. Evet. Onlar anlattıklarına taraftarmış gibi durmuyorlar. Halbuki tadından yenmez bulduğumuz İslam klasiklerinin tamamı 'tarafgir.' Gayba “Bazıları da öyle inanıyor...” tereddüdüyle değil “Zaten öyle!” kesinliğiyle bakıyorlar. Mürşidimin ifadesiyle “Tasavvur değil tasdiktir!” sırrına mazhar oluyorlar. Aktardıkları bilgi de bize daha fazla tesir ediyor. Çünkü müellifin yazdığı şeye aşkını seziyoruz. Ona kalbimizle eşlik ediyoruz. Elhamdülillah. Arkadaşım, evet, ‘Bilginin İslamileştirilmesi’nden bahsedeceksek, önce üretenlerin İslam'a taraftar olmalarından bahsetmeliyiz. Bu taraftarlığı ürettiklerinde görmeliyiz. İnsan ancak taraf olduğu şeye kalbinden katar. Ancak öylesinin metni kalbe alınır. Kalp utanılacak birşey değildir. Bizi aksine inandırmalarına karşı direnelim. Yoksa geleceğimizi tenkitçilere devrederiz. Bugün İlahiyat fakültelerimizde başımızı en çok ağrıtan durum da budur.

Thursday, May 19, 2016

Kalp, parçası kılarak bilir. Akıl, öteki kılarak anlar

Birşeyin parçamız haline gelmesi ona olan farkındalığımızı hem arttırıyor hem azaltıyor. Şüphesiz arttırıyor, çünkü o artık bir parçamız. Şüphesiz azaltıyor, çünkü o artık bir parçamız. Ne demek istiyorum? İzah edeyim: İnsanın iki türlü farkındalığı olduğunu düşünüyorum ben. Bu farkındalıklardan birisi 'o farkındalığı.' Yani, birşeyi ötekimiz kılarak, ona karşı meraklı bir 'dışarı farkındalığı' geliştirebiliyoruz. Bu, mesafeli bir farkındalık. Karşısındakinin tastamam farkında olamayacağının da farkında. Hakkındaki marifetinin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu düşünüyor.

Bu yüzden bilişinde ve bu bilişten geliştirdiği hükümlerde temkinli. Söylediğinin bütüne dair genel-geçer birşey olup olmayacağını sınamada daha titiz davranmak zorunda. Hem hep tetikte kalmalı. Çünkü bütün ona her an yeni birşey söyleyebilir. Yeni bir yüz gösterebilir. Yeni bir tepki sergileyebilir. Yeni bir parçasını daha öğretebilir. Bu yepyeni farkındalık sayesinde bütüne dair daha önce belirginleştirdiği hükümlerde değişmeler olabilir. 'O farkındalığı' böyle endişelerle yaşamaya mecburdur. Bu yüzden de yorucudur. Diri tutulması kolay değildir.

İkincisi 'ben farkındalığı.' Ben farkındalığı birşeyin parçamız haline gelmesiyle yaşadığımız farkındalıktır. Nasıl? İnsan, herhangi bir parçasının maruz kaldığı etkiyi, 'kendisinin uğradığı' veya 'kendisine uğramış' bir etki gibi hissetmez mi? Elimizi ateşe soktuğumuzda yalnız elimiz mi ateşe sokulmuş olur? Böylesi her etkileniş aslında bütünün etkilenişidir. Evet, belki etkiye doğrudan maruz kalan organ/parça kadar zarar görmez diğer parçalar. Fakat farkındalık olarak parçanın yaşadığını neredeyse yaşarlar. Ve bütünün bütünleyicisi ve sahibi olan ruh, bu parçaların maruz kaldığı her etkiye (nasıllığını bilemediğimiz bir şekilde) maruz kalır.

Bu iki farkındalık arasındaki en temel ayrım, kalp ve akıl düzleminde değişen etkilenişler üzerinden okunur. 'O farkındalığı' duygusal yönleri büsbütün reddedilmemekle birlikte aklî bir farkındalıktır. Bu farkındalıkta bilgiler akıl kanalıyla gelir. Merak edilen şey akıl ve duyular kanalıyla okunur. O elek kendisinden geçen bilgileri hem sınırlar hem dengeler. Birşeyi salt akılla okumaya çalışan, o şey hakkında daha çok bilgi sahibi gibi görünebilir. Ancak bala parmağını batıracak kalptir. Ve kalp, balı diline değdirebilmek için, aklın getirdiği bal formüllerine değil, o şeyi bir parçası kılmaya muhtaçtır. "Damdan düşenin halini damdan düşen anlar." Çünkü damdan düşmek damdan düşenin bir parçasıdır. Tecrübe, insanın parçası haline gelmiş bir bilme çeşididir.

Peki, bu farkındalığın yanetkileri yok mu? Var elbette. 'O farkındalığı'nın sahip olduğu temkin, yani farkında olduğunun öteki olduğunu biliş, o uyanıklık, 'ben farkındalığı'nda zamanla kaybolur. Birşey hakkında duygu düzeyinde yaşanan farkındalıklar, bir noktadan sonra onun parçamız olmadığı gerçeğini unuttururlar. Ben, buna en açık örneği, nişanlılık-evlilik dönemleri arasındaki ilişki durumu farklılığına dikkat çekerek verebiliyorum. Nişanlılık dönemi boyunca onun 'o' olduğunun farkında olan bireyler; ilgilerini de, meraklarını da bu 'o'ya göre korumayı biliyorlar.

Fakat ne zaman ki evlilik hasıl oluyor, bu 'o' farkındalığı yitiriliyor ve yerine bir 'ben farkındalığı' yerleşiyor. Bu bir açıdan güzel. Çünkü bir bütün oluyorlar. Eşlerden birisi ötekine yapılmış olanı kendisine yapılmış gibi hissedebiliyor. Fakat bir açıdan kötü. Çünkü insanlar karşılarındakinin de bir öteki olduğunu, bu nedenle ötekiye karşı sergilenmesi gereken dikkatin/temkinin ona karşı da sergilenmesi gerektiğini unutuyorlar.

İnsan kendisini daha kolay affeder. İnsan kendi öfkesini/ilgisizliğini daha kolay affeder. Fakat kendisine öfkelenilmesini/kendisine karşı gösterilen ilgisizliği o kadar kolay affetmez. Eşine karşı sergilediği öfkeyi/ilgisizliği 'kendisine kendisinin sergilediği bir öfke/ilgisizlik' gibi gören eş, muhatabında bunun yaptığı yıkımı farkedemiyor. Hatta çoğu zaman kendilerine yansıtılan bu türlü rahatsızlıkları 'rahat batması' olarak isimlendirebiliyorlar. (Çünkü kendilerinin rahatı yerinde.)

Ben bu farkındalıklardan birisini seçmeye sizi yönlendirecek değilim. Ama ikisi arasında bir dengeyi gözetmek gerektiğini düşünüyorum. Hatta ebeveyn-çocuk ilişkisinde de bu böyle. Çocuğun ayrı bir birey olduğunu ve hissedişlerinin sizden başka olduğunu unuttuğunuzda, yani onu bir parçanız saydığınızda, kendinize yapılmasında sakınca görmediğiniz şeyleri ona yapabilirsiniz. Anneniz/babanız size vurmuşsa siz de ona vurabilirsiniz. "Ne olacak canım!" diyebilirsiniz.

Ancak bunun ondaki etkisini, sizin ruhunuz değil, onun ruhu belirler. Kırılganlıklar/alınganlıklar farklı olabilir. Üzerinizdeki esma tecellileri farklı renklerde olabilir. Allah onu sizden yaratmıştır, ama sizden başka birşey olarak yaratmıştır. Toprak öyle şeylere katlanır ki, ondan yaratılan insan katlanamaz. Fatır-ı Hakîm'in onda yarattığı fıtrat sizdekinin taklidi değil orijinaldir. 'O farkındalığı' bu orijinalliğin farkındadır, ama duygusal düzeyde zayıftır. 'Ben farkındalığı' duygusal düzeyde güçlüdür, ama bencilse karşısındakini kendinde yitirebilir. Bir ortayol/istikamet tutturmak gerek.

Monday, May 16, 2016

Yeterince uzaktan bakınca her yüz güzeldir

Dışarıdan bakınca şöyle görünüyor: Eskiden daha güçlüydüm. Şimdi daha zayıfım. Dünyayı avuçlarımda tutma isteğim azaldı. Üzerine kavga etmek arzumu kaybettim. Eskiden üstüne düştüğüm şeylerin şimdi ancak yanından geçiyorum. Bu, dışarıdan bakılınca, hakikaten zayıflıktır. Ve muhtemelen beni hayatta başarısız kılacak. Ama, diğer anlamda, güçlendim. Dünyaya karşı duyulan bir ilgisizliğin, üzerine boğuşmakla elde edilecek her kuvvetten güçlü olduğunu gördüm. Önemsememek karizmatiktir. Birşeyi önemsememek, sizi önemseyen herkesten daha avantajlı hale getirir. Çünkü kaybetmezsiniz. Yarışmadığınız için yenilmezsiniz. Rakibi olan endişe eder. Geçilmekten korkan koşar. Siz etmezsiniz. Siz koşmazsınız. Eğer bu ilgisizlik bir tasannu değilse.

Züht, bu anlamda ehl-i zühtün omzunda bir yük değil, rahatlığıdır. Dünyanın kendisine en çok kollarını açtığı dönemlerde bile zahit, onunla hemhal olmaktan çekinir. Çünkü hemhal olmanın bir bedel ile mümkün olduğunu bilir. Bu bedel, üzerine/üzerinde didindiğinin omzunda ağırlaşmasıdır. Kalp tanıştığını arkasında bırakamaz. Hakkında uğraştığını 'an'da bitiremez. Sevdiğini terkedemez. Sevmek, bir açıdan ruha çizik atmaktır. Ruh, zamanın eskitemediğidir. Allah, insana bir hafıza bağışlamakla farkındalığını zamana da yaymıştır. Bu yayılıştan akıl doğmuştur. Akıl her duygunun sonsuzlukla çarpımıdır. Çünkü zamana yayılmış bir farkındalığın kıyaslayacağı/kıyaslanacağı şeylerin sayısı da an'lar kadar fazladır. Hafızamız sayesinde ve de yüzünden biz hiçbir şeyi arkamızda bırakamayız. Eğer bıraktıysak, o bizim için 'şey' bile olmamıştır. Peki, birşey insan için nasıl şey olur?

İşte ben bunun da duygularla ilgili birşey olduğunu düşünüyorum. Duygular, dışarından gelen bilginin/etkinin bizi değiştirirken çıkardığı sesler gibidir. Ben, yola başladığım Ahmed'den daha başka bir Ahmed olarak bitireceksem hayatı, işte bu 'başka bir Ahmed oluş' duygularla oluyor. Ahmed denilen şeyin değiştiğini, dünyanın testeresinin üzerimde işlediğini, çıkan duygu sesleriyle anlıyorum. Ya iyileşiyorum yahut da kötüleşiyorum. Meselenin hormonal düzeyi ancak bedenin bu değişime ettiği eşliktir. Asıl mesele maddî mesajın manevî dünyamda yaptığı etkiye şahitliğimdir. Ki bu şahitlik hissederek oluyor.

Kalbim kırılıyor, kalbim ısınıyor. Gülüyorum veya küsüyorum. Kızıyorum veya seviniyorum. Bütün bu etkiler Ahmed'in cisimden ibaret olmayan dünyasının değiştiğini haber veriyor bana. Üzüldüğümde Ahmed'i yanlış bir yere sürüklediğimi farkediyorum. Sevindiğimde Ahmed'in doğru yolda olduğunu anlıyorum. Tıpkı elimi ateşe uzatmanın yıkıcı birşey olduğunu yakıcılığın acısıyla hissetmem gibi. Bundan kaçınmam için bunu hissetmem gerekir. Burada hissetmezsem cehennemde bu hissetmeyişi kaza ederler.

Nihayetinde cennete layık bir olgunluğa erişmek için yetişmeye gelmişim Rabb-i Rahim'in medresesine... Ben dünyanın omuzlarına basıyorum. Adımlarımı sabitlemeye çalıştıkça dünya da benim omuzlarıma basıyor. İki türlü de etkileyebilir beni. Nasıl etkileneceğim imtihan gereği bana bırakılmış. Ya güzel görüp güzel düşüneceğim yahut da çirkin görüp çirkin düşüneceğim. Dünya için boğuşmak beni an'larda görünene mahkûm ediyor. Ondan kaçınmak dışarıdan seyretmemi sağlıyor. Yeterince uzaktan bakınca her yüz güzeldir. Yeterince yakından bakınca her yüzde bir pürüz var. Demek ki, zahit, pürüzlerin riskini almaktan kaçandır.

Monday, April 25, 2016

Kalp ağrısı...

"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum." Birinci Söz'den.

İstemediği lokmayı ağzına koymak zordur çocuğun. Dua etmeyen ihsanın kıymetini bilir mi hiç? Açlığı olmayanı doyurmak, iyi de nasıl? Böyle anlarda çaresiz kalıyoruz. Ya halle, ya fiille, ya dille... Bir şekilde 'talebe' olmalısın. Sana söyleneceklere aç kalmalısın. Yararı da dokunur sana. Ne ki canını yakıyorsa azaptan yana. Ne ki hiç geçmeyen bir sancıysa içinde. Bil ki: İnkâr ettiğin birşeyler var. Üzerini örttüğün. Görmek istemediğin. Bilmezden geldiğin. Başını yastığa koyduğunda seni uyumaz hale getirenler onlar işte. Cehennemin o. Sağa sola dönmelerin, iç çekmelerin, apansız ağlamaların falan hep o.

Yaranı bilsen merhemini sürersin. Geçer gider. Yarasını inkâr edene kim merhem olur? Tedavi dediğin sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar. Kendine dönmelisin. Yaralarına. Bizi 'kardeş' kılan o zemine. Kabul etmediğin yanlarına. Hiç geçmeyen sancılarına. Değiştiremediğin huylarına. Unutamadığın anlarına. Zamana koyduğun ayıraçlarına, pişmanlıklarına. Kalp kırıklıklarına...

Diş ağrısı gibi geçmeyen kalp ağrıları var. Boşver deme, önemsenmeyince de olmuyor. Zaman böylesi bir deva değil. Halîm olan tevbe edesin diye süre verir. "Unutalım gitsin!" demeye değil. Sen kendiliğinden geçer sanıyorsun, olmuyor. Bir şekilde karşısına çıkmak lazım onların. "Bu benimdir yahut bendendir!" demek lazım. Önce itiraf, sonra tedavi. Kabul etmelisin bu yetimleri evlatlığına, yoksa varlıkları daha çok canını yakacak. Çok denedin, biliyorsun: Sözün aşkına da geçmez, şefkatine de, hafızana da, pişmanlığına da.

Mahçup olduğun yerlerde, pişman olduğun yerlerde, sürçüp aksadığın yerlerde hep insansın. İnsan olmak, mükemmel olmak demek değildir. İnsan olmak 'keşke' demek biraz da. Zayıf düşmek zaafların ve güçlüklerin karşısında. Utanmak. Aldanmak. Korkmak bazen. Bazen yılmak. Bazen kalbin kırılması bir kem söz ile. Bazen dilin dolanması en kolay cümlelerde. Bunların hepsi insana dair.

Örtme, inkâr etme sen'e dair olanları. İnsansın sen. Barış ki, cehennem kılmasınlar hayatını. İnsanın canını bilmezden geldikleri kadar ne yakar? Bir dert ki, dert olduğu kabul edilmiş, devası âsân olur. Sen derdine 'dert' demiyorsun. Kim sana deva sunar? Hem demiyor mu: "İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır." Azap kılma varlığı böyle kendine. İnkâr etme. Hakikati kabul et. Kendini kabul et. Kaçınılmazları kabul et. Kusurlarını kabul et. İnsan olduğunu kabul et. İnan bana, ancak böyle 'cennetini' bir kenarından yakalayacaksın.

Saturday, April 23, 2016

Kaçması varmaktan tatlıdır

"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.

Cemil Meriç bir yerde diyor ki: "İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım." Kalbimi avuçlayan cümlelerinden birisiydi. Neden öyle oldu? Kendi yaralarına dokunan bizim yaralarımıza da dokunur. İnsanlar insaniyetin yaralarında kardeştir çünkü. Demiştim ki kendime: "Demek her insanda bu biraz böyle." Kitaplara kaçmak her insanda ihtiyaç. Okumak benim için de bir kaçıştı. Başkalarının, başka çocukların yaptıkları gibi evden sokağa kaçmak yerine, evden kitaplara kaçmayı tercih ettim. Özellikle romanlara. Neden romanlara? Romanlar, o güne kadar hayal edemediğim bir dünyadan haber veriyorlardı sanki. Bir cennetten. Sayfalarda taşınabilir/değiştirilebilir bir dünyadan.

Yaşadığım tepelerin arasına kurulmuştu. Tepelerden birisine tırmandığımda evleri parmağımla sayabilirmişim gibi gelirdi. Herşey çok belirgin ve tekdüzeydi. Olacakları kestirebilmek sıkar insanı. Bilmemek de bir nimettir. Hayatı daha yaşanılır kılar. Harikası olmayan dünya çekilmez. Kaderimi bilmediğimden bu yüzden mutluyum. Fakat hayatımın büsbütün gelişigüzelliklere bağlı olduğunu düşünmek de istemem. Korkarım. Kaderimin bilindiğini bilmekten de bu yüzden memnunum. Bir editörün kontrolünden/takdirinden geçmek kendini bilen her yazarı rahatlatır. Kaderin varlığına iman etmek bana hayatımın, çok şükür, büsbütün sebeplerin ellerinde olmadığını gösteriyor. Rahatlıyorum.

Yürüyerek dışına çıkamıyordum. Tepenin ardında başka bir dünya var sanıyordum. Başka renkte, dilde konuşan çocuklar; farklı hayvanlar, hatta harikalar vesaire. (O zamanlar He-Man'in kılıcını Topkapı Sarayı'nda sandığım yıllardı.) Hayal ediyordum. Gidemiyordum. Ama okurken sanki bu oluyordu.

Kalın romanlar okumayı seviyordum. Kütüphanelerde kalın kitaplar çocuklara verilmezdi. Kardeşlerime aldıkları kitapları hemen götürmemeleri için dil döküyordum. Hiç bitmesinler istiyordum. Hiç beni gerçek dünyaya döndürmesinler. Kitaplar içinde dolaşayım. Bir onun, bir bunun kahramanı olayım. Olayları değiştireyim. Kötüler kazanmasın. İyiler akıllansın. Birbirini anlayamayan ve açılamayan âşıkların arasını ben bulayım. Orada keder, kavga, endişe olmasın. Orada ben bir işe yarayayım.

Bir gün birisinin içinde yaşayayım. Diğer gün diğerinin. Bir gün beni akıncı beyi olarak bilsinler, diğer gün dedektif. Yaşamadığım hiçbir alternatif kalmasın dünyada. İhtimallerin tamamını fethedeyim. Bir çocuk olarak dünyaya gelebileceğim her yer, her şekil, her ırk; yapabileceğim her meslek, yaşayabileceğim her hayat yaşanmış olsun o romanların içinde. Bir hayatım bin olsun. Okumak 'bereket' olsun. Romanlar 'hayatımın birini bin yapma yöntemi' gibi geliyordu bana o zamanlar.

Bugün dahi diğer türlerden daha çok okurum romanları. Demek kaçmak ihtiyacı bitmiyor. Allah Resulü (a.s.m.) boşuna buyurmamış elbet; "Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir" diye. İnsan zindandan kaçmak ister. Kaçmak, müminane bir eylemdir bu yönüyle. Gayba iman biraz da bu kaçışın eseridir. İstemeyenden korkmalı asıl. Kavminden ayrılıp Tûr'a çıkmayandan, Hira'sı olmayandan korkmalı. "Oku!" emri gelinceye kadar yalnızlık sevdirilmeyenden birşey olmuyor. Bir yanı eksik kalıp hep, o eksiği arayanı takdir etmeli hayatı boyunca. Eksiklik, açlıktır. Tüm nimetler açlığa bağışlanmıştır.

Okumak bir açlıktır. Ama doyması olmayan bir açlıktır. Bir hastalıktır. İyileşmesi istenmeyen bir hastalıktır. Bir kaçış yoludur. Fakat kaçması, varmaktan tatlıdır. Bizi Kur'an'a da âşık eden yine bir gayb âlemine açılma arzusu değil miydi? Hayatımızın yaşadığımızdan ibaret olmadığımızı gösteren bir dünyaya... Aşkın bir dünyaya... 

Friday, March 18, 2016

Bediüzzaman bizi defansa çağırıyor

Hiçbirimiz hiçbirşeyin tamamı değiliz. Tevhide iman etmek bir açıdan da insanın ‘bütünü değil parçayı ifade ettiğini’ kabul etmesi demektir. Müstakilliğinden soyunması demektir. Buzunu havuza atması demektir. Daha has dairede ümmet bütünlüğüdür bu. Mana-i harfi ile bakılabilir yalnız bize artık. 'İsim' olmayacağımızı/olamayacağımızı yola çıkarken kabul etmişizdir. O vakit kendimizle başlayıp bitmek için kasılmaya da gerek yoktur. ‘Bize özel’ saydığımıza kapılmaya gerek yoktur. Muteber olan kardeşliktir.

Vaktiyle Mevlana'ya (k.s.) atfedilen şöyle bir ifade duymuştum: "Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir." Hakikaten öyledir. 'Duyuş'la lisanın ilgisi 'ses'le ilgisinden yoğundur. Lakin burada bir de parantez açmam gerek arkadaşım: Ben ‘duygu’ ile ‘duyu’ arasındaki mesafenin beden-kalp-ruh arasındaki mesafeyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Bedenin farkındalığı duyuştur. Duyuları vasıtasıyla olur bu. Bu bedenî farkındalıklar kalp denilen beden-ruh arası berzahta duyguya dönüşür. Yani maddi olan manevi olana kalpte dönüşür. Burada kastettiğimiz elbette et parçası kalp değil. Kalp daha aşkın birşey. Bedensel olanla ruhla ilgili olanın birbirleriyle irtibat kurdukları bir ayna/alan. Hem bir yansıtıcı hem bir dönüştürücü.

İşte, duyularla gelen bilgiler eğer kalbe kadar tesir edebilirlerse, o zaman o duyuşumuz duyguya dönüşür. Düşünün bir kere. Onca yüz içinde sevdiğinizin yüzünü farklı kılan nedir? Nedir o detay ki başka hiçbir yüz onunki gibi dalgalanma yapmaz yüreğinizde? Buna benzer dostluk/kardeşlik bağları hemen hemen bütün mahlukatla aramızda vardır. En temel düzeyde tevhiddir sizi varlıkla ilişkili kılan. Aynı Ustanın eseri olduğunuzu hissedersiniz herşeyle. Bu ülfetimizin başıdır. Ve dahi kardeşliğinizin. Belki aynı Esma’ya ayna olmak dahi böylesine aşinalıklar madenidir.

İşin fıtrata bakan yanı böyle. Ama bir de irademize bırakılmış tarafı var. Nasıl? Dünyayı anlamlandırışımızı etkileyen en önemli şey imanımız. Aynı âlemde yaşıyor olabiliriz. Fakat aynı imanı paylaşmadığımız insanlarla farklı varlık telakkilerine sahip olduğumuzu kabul etmemiz gerek. Bu zeminde olay biraz karışıyor. İradeyle çağırdığımız nur o kadar tesirli bir surette kalbimize işliyor ki varlık algımızın da farklılaşması kaçınılmaz oluyor. Fıtrattaki benzerlikler artık kardeşliğe yetmiyor.

Bediüzzaman "Zaman, tarikat zamanı değil, iman kurtarmak zamanıdır..." derken ne demek istedi? Ben bunun yukarıda bir miktar konuştuğum ‘duyu, duygu ve iman’ meselesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Açayım: Bir müslümanın İslamî lafızlarına dönük kalbî uyanıklığı bir kafirde bulunmaz. Çünkü onlara karşı bir duygulanımı yoktur. Çağrıştırdığı bir duygu hafızası yoktur. Duygu hafızası nasıl oluşur peki? Daha evvel Ahmed isminde birisi size büyük bir iyilik mi yaptı? O zaman tanıştığınız her yeni Ahmed'e karşı iyimser olmanız normaldir. Sivaslı birisinin sizde kötü bir anısı mı var? O zaman tanıştığınız bütün Sivaslılarda bu temkininizin izleri kalacaktır.

Evet. İmanımız neyi/nasıl tarif ettiğimiz kadar neyden/ne kadar duygulanacağımızı da belirliyor. Bunu son zamanlarda yaşanan olaylarla daha yakından gördük. Bazılarımız, aynı dili konuştuğumuz bazılarımız, en bariz acılarımızda bile bizim gibi acılanmıyorlar. Çünkü onun 'kötü' veya 'olmaması gereken' olduğuna inançları zayıf. Veya hatta 'olmaması gereken' olduğuna dair bir düşünceleri de yok. Böylesi hisler ister istemez insanın imanı ile ilgilidir. İman farklılaştığında hisler de farklılaşır.

Hayatımızdaki her kelimeye/nesneye tesir eden birşeydir kastettiğim. Aynı dili konuşmaya, aynı tepkileri vermeye devam etmek istiyorsak, aynı imanı duymaya da devam etmeliyiz ve bu da siyaset/ekonomi konuşarak olmaz. Kendi has dairemizi konuşarak da olmaz. Ya? Ortak yanlarımızı/yaralarımızı konuşarak olur. İmanın üzerinde daha fazla durmakla olur. Çünkü müslümanların anadili de, anayolu da, anayasası da odur. Ehl-i Sünnet dairesi bizim cadde-i kübramızdır. Bu yönüyle “Zaman tarikat zamanı değildir!” ifadesi mü’minler için bir tür “Defansa gelin!” çağrısıdır.

İran hükümeti acaba neden Suriye'de şehid olan sünni masumlara mesafeli? Batılılar neden müslümanların başına gelen büyük katliamlar karşısında sessiz? Peki neden içimizden birileri ‘zahiren bizden olmalarına rağmen’ onlarla hisdaş? Çünkü varlık algımızda imanımızdan kaynaklı farklar var. İman farklılaştıkça varlık algımız da farklılaşıyor. Varlık algımız farklılaştıkça duygularımız da farklılaşıyor. Kardeşlik zeminimiz imanımızla beraber kayboluyor. Yani kuyrukları birbirine bağlı şeyler bunlar.

Bu eşikten artık diyebilirim ki: Mürşidim bizi ‘imanı kurtarmaya’ çağırırken aynı zamanda ittihadın dayanağı olacak dili de kurtarmaya çalışıyor. Çünkü bu zemin ayağımızdan kaydıktan sonra aynı kelimeleri konuşuyor olsak da aynı duygulara kapılmayacağız. Aynı şeylere aynı tepkileri vermeyeceğiz. Kavramların altı boşalacak. Manalar ölecek. Bakışlar değişecek. Türevlerini çoğaltabiliriz. Ancak sonuç değişmez. Bizim aynı dili konuşmaktan daha çok aynı şeylere, aynı şekilde inanmaya ve aynı hislerle duygulanmaya ihtiyacımız var. İttihad ancak böylesi bir tevhid-i kulub ile mümkün. Çünkü tevhid-i kulub biraz da ‘ortak duygu hafızasına sahip olmak’tır.

Tuesday, January 19, 2016

Kalp neden arş gibidir?

"Beni bir çocuk bile vurur..." Ahmet Kaya, Dokunma Bana şarkısından.

Bu yazıyı, Ahmet'in sezgisine dair bir notu olarak görürseniz sevinirim. Çünkü söyleyeceğim şeylerin altlarının ne kadar dolu olduğuna dair ben de endişeliyim. Bu notta üzerine konuşacağımız şey, arş. Arş, varlığını bildiğimiz, ama niteliğini veya nerede olduğunu bilmediğimiz bir yer. Kur'an'da ve hadislerde çoklukla bahsi geçiyor ve bu çoklukla zikrediliş varlığına iman etmeyi bir mü'min için kaçınılmaz kılıyor. Bu meselenin zaten malumunuz olan tarafı. Belki katılacağınız/katılmayacağınız yorumum ise, mürşidimin arş ve kalp arasında kurduğu benzerliğe dair olacak. Hatta mürşidimin ifadelerinden anladığım kadarıyla bu benzerliği kuran ilk kişi kendisi de değil. Tasavvuf mabeyninde zaten yapılıyor olagelen bir kıyaslamaya dair analiz bu:

"Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre 'Güneşin bir aksi bende vardır' der. Fakat 'Ben de deniz gibi bir âyineyim' diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat 'Ben de Arş gibiyim' diyemez."

Fakat sanmayın ki, Bediüzzaman'ın konuya dair tesbitleri sadece bu metinden ibarettir. Başka bir yerde de 'hususiyet' ve 'umumiyet' ekseninde ilham ve vahiy kıyaslaması yaptıktan sonra 'kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der...' diyerek şunları söyler: "'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." Evet, veli aldığı ilhamı vahiyle karıştıramaz; çünkü kendisiyle 'kendisine özel/hususi' konuşulmaktadır. Bir nebiyle yapılan konuşma ise geneldir/umumidir. Herkes için söylenmiştir ve herkes için bağlayıcıdır ve herkese göredir.

İşte tam da bu noktadan hareketle, arşa dair yorumum şu: Birşeyin arşı, onun en çok etkilendiği veya etkilenmeye başladığı yerdir. Biraz daha açarsam: İnsanda kalp ve varlık âleminde arş, her iki varlık için de, Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en 'yoğunluklu' veya 'ilk' hissedildiği yere tekabül ederler. Arş için Kenan Demirtaş Hoca'nın bir keresinde 'kainatın yönetim merkezi' ifadesini kullandığına şahit olmuştum. Kabul etmekle birlikte 'yönetim' ifadesinin içine, irade sahibi insan için, bir de 'etkileniş' anlamını katmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

İnsan, dış etkilerden önce ve en yoğunluklu olarak kalbiyle etkilenir. Sevdiğiniz birisi size yüzünü astığında veya kaşlarını çattığında veya küstüğünde bunun tesir ettiği ilk yer kalbinizdir. Hatta türkülerde/şiirlerde kaşların yaya, kirpiklerin oka benzetildiği ve o okun saplandığı yer olarak da kalbin tasvir edildiği pekçok ifade vardır. Çünkü hakikaten o gözün veya kaşın sanki ilk görüldüğü (tesirinin ilk görüldüğü) yer kafadaki göz/kulak veya baştaki akıl değil, kalptir. Etkilenmeye oradan başlandığını, tesirini ilk orada hissettiğinizden, metinlerinizde öyle dile getirirsiniz.

İşittiğiniz sözler içinde en çok etkilendiklerinizi hatırlayın. Onların nerenizle konuştuğunu düşünmüştünüz? Hatta daha söylenirken bile, onların nereden çıktığını tahmin etmiştiniz? "Adam kalpten konuşuyor!" dediğinizde veya "Kalbimden geçenleri söyledi!" diye ifade ettiğinizde kastettiğiniz yine bu etkinin başlangıç noktası ve yoğunlukla yaşandığı yerdir. Yani bana göre insan önce kalbinden etkilenmeye başlar. Sair duyular bu etkinin sadece taşıyıcılarıdır. Göz, görür, ama böyle bir etkiyi yaratamaz. Kulak işitir, ama etkiyi hissedemez. Ancak kalptir ki, verisel bilginin etkiye ve etkileyici bilgiye dönüştüğü makamdır. Maddesel olan 'duyu'nun, manevi olan 'duygu'ya dönüştüğü yerdir.

İşte bilginin etkiye dönüştüğü makam, yani arş, kalp olduğundan dolayıdır ki, kalp mühürlendiğinde iş biter. "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." Ve Kur'an bu hali şöyle tasvir eder: "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler."

Buraya kadar söylediklerimden hareketle diyebilirim ki: Mahlukat âlemindeki arş da insandaki kalp gibidir. Kainatta Cenab-ı Hakkın her an işlemekte olan tasarrufatının en yoğun ve ilk hissedildiği yer orası olabilir. Tasavvufta çok kullanılan ve bir büyük manevi uyanışı ifade eden 'kalp gözü açılma' halinin de 'kalp mühürlenmesi'nin zıttına olarak, etkinin daha farkında olmakla veya daha çok etkilenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii bunlar sadece düşüncelerim.

Yine Kur'an'da zikri geçen Allah'ın 'kişinin kalbine ondan daha yakın olması' da bu etkiyle açıklanabilir birşey. Etkileyen, üzerinden etkilediği şeye, elbette etkilenenden daha yakındır. Çünkü burada kıstas, mekansal yakınlık değil, etkileşimdir. Allah, insanı kalbi üzerinden etkilemeye herkesten ve herşeyden daha yakındır. Hatta insanın kendisinden bile. Çünkü etkilenen olarak pasif konumda yeralan insan kalbindeki duyguları istediği gibi değiştirmekten dahi yoksundur.

Allah; bazen bir gülüşle, bazen bir yağmurla, bazen iyi bir haberle ve bazen de hüzünlü bir şarkıyla kalbinizi, kainatı evirip çevirdiği gibi evirir çevirir. Siz, sadece şahit olursunuz. Şuur/farkındalık penceresinden seyredersiniz. Ve o etkileyişe göre şahitliğinizin selametini/dengesini korumaya çalışırsınız. İmtihan da budur. Tam da bu noktada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur kasemi olan 'nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki...'yi anımsayalım. Mürşidimin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: Bu salt bir yemin değil, ümmete bir derstir. Daha kendi nefsine/kalbine gücü yetmeyen insanın kibirlenmesi kadar boş birşey var mıdır? Demem o ki: Hüzünlü bir şarkıya, gamlı bir yüze, kederli bir hatıraya veya bir 'keşke'ye bile gücü yetmeyen insanlarız. Etkilenmemek gibi bir gücümüz yok. Bu havamız kime gerçekten?

Tuesday, December 16, 2014

Kalp dediğin içerden kırılır

Sahibi, kalplerimizin haritası Furkan’ında, bizi 'ahsen-i takvimde yarattığını’ buyuruyor. Yani? Yani ‘kıvamların en güzeli’nde. Kemalinde. Elhamdülillah. O Güzeller Güzelinin yarattığı güzeller sayısınca elhamdülillah. O Güzeli güzel bilen güzeller sayısınca elhamdülillah. Güzel olmak bir nimet mi peki? Evet, elbette, öyle. Çünkü güzellik uyumdur. Fakat imtihanı da çetin olur güzel olanın. Kıvamının ölçüsü benzersizleştikçe nesnesi nadirleşir, eşsizleşir, doğru. Lakin tadını kaçırmak da başkalarından kolaylaşır. Çünkü güzelin güzelliği, sadece güzelliği değil, çirkinliği de gösterir teninde. Beyazın beyazlığında şiddetlendikçe lekesine karanlık katması gibi. Onu ziyade göstermesi gibi.

Güzelsin arkadaşım. Yalnız cismen değil manen de güzelsin. Bedeninden çok kalbinde güzelsin. Ama basitlikte bir güzellik değil seninkisi. Karışıksın. Karmaşıksın. Karıştırırsın. Onlarla kıvamın güzel. Hassas ölçülerle yapılmışsın. İnce mizanlarla tartılmışsın. Zarif nakışlarla dokunmuş herbir yerin. Yine dokanır olmuş herşey sana işte bu yüzden. Sanırsın bin gurmenin dilinde, damağında, kaşığında, bakışında denkleştirmişler lezzetini. Şimdi, azıcık biber atsalar veya keder katsalar, ağlayan bir yüze denk gelsen yahut yarım bir tebessüme nazar etsen, için acır. Kıvamın bozulur. Yalnız sevdiklerin için değil arkadaşım. Sevdiklerinin sevdikleri için bile canın yanar. Hasmına bile garip gönül dertlenir. Gam yaprağın havadan bile nem kapar. Sen ki kalbiyle herşeye dokunansın. Fakat dikkat et: Aynı zamanda dokunulansın. Gece yastığına ağlayan başka mahluk var mı?

Bak mürşidim senin hakkında ne diyor: "İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir."

Herkese kalbini açıyorsun. Herkese ışığından saçıyorsun. Herkese neşenden kesmişsin koca bir dilim. O kadar çok var ki orada. ‘Tüm dünyaya yeter’ gibi geliyor. ‘Herkes sen gibi sever’ geliyor. Yanılıyorsun. Öyle değil. Şefkatin hem gücünü hem güçsüzlüğünü arttırıyor. İnsana Allah'ı en çok şefkati arattırıyor. Çünkü şefkat ettiğin kadar üzülüyorsun. Acıdığın kadar acıya da talipsin. Yaraların büyüyor sevmekle. Yâr çiçekleri sayısınca solgunluğun artıyor. İşte aynı nedenden: Ancak sevdiğin kadar üzüyorlar seni. Zamanla sen de sevmekten yoruluyorsun. Kapanıyorsun. Kapanıyorsun. Ve katılaşıyorsun.

"Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler. Sanemleri içine idhal eder. Allah darılır. Maksudunun aksiyle mücazat eder."

Kalp kırıklığı biraz da Sahibinin dargınlığı. Öyle ya. Kalp dediğin içerden kırılır. Sokmasaydın kalbine hiçbirisi seni kırmaya güç yetiremezdi. Sahibi izin vermezdi. Kale Sultanıyla muhkemdi. Sen Sultanı bıraktın. Avluya daldın. Yetmedi. Kapıdan geçen serserilere altın tahtlar yaptın. Dünyaya çok fazla hüsnüzan ettin arkadaşım. Zannettin. Halbuki Kur'an "Zannın fazlasından kaçın!" emretmişti. Zan yanıltıcıydı çünkü. O kadar pembe düşler gördün ki onun hakkında. Sonun hakkında. Sonlular hakkında. Senin hakkında. Gülümsedikçe dünya da sana tebessüm edecek sanıyordun. Umuyordun. Bekliyordun. Fakat âlem aynandan ibaret değildi. Hayallerini âlemin sandın. Kendine fena aldandın. Keşke işitseydin: "Kalb ve mahiyet-i insaniye zişuur bir aynadır. Onda temessül edeni şuur ile hisseder. Aşk-ı bekâ ile sever." 

Herbirimiz birer aynayız. Herbirimizin kalbi bu dünyayı bir renge büründürüyor. Keşke rengin galip olsaydı ama imtihan dünyası: Renkler kapışıyor. Kıvamlar karışıyor. Zıtlar yarışıyor. Şeytanın alevi Âdem'in toprağına sataşır. Gecenin karası gündüzün beyzasına sataşır. Sen gülümsersin de başkası kaşlarını çatar. Seni kıran da bilmiyor ki kalbini. Bencile kendinden başka âlem var mı? Halbuki her namazda Fatiha şunu tekrar öğretiyor: "Âlemlerin Rabbine hamdolsun!" Yani şunu hatırlatıyor: "Bu dünyada sen biricik değilsin, senden başkaları da var, onları da Allah yarattı. Kırmadan kalplerini yürü bu yolu. Bencilleşme, âlemleri ‘ben'inden ibaret görme, haddini bil!" Her namazda tekrar tekrar okuruz bunu. Çünkü insan en çok unutur bunu. Yoksa kalp kırmaya nasıl cüret edebilirdik?

Monday, April 28, 2014

Çürümüş kalpleri kim diriltecek?

Bazen karamsarlığın eline düşüyor insan. Ne kadar ‘düşmemek lazım’ dese de, düşüyor. Nasihatler havada kalıyor. Umutsuzluk, iki umut arasında gidilen yol gibi. Kalıcı olmasın, yeter. Meleke halini almasın. Yoksa arada bir hüznün girdabına düşmek de yanlış değil. Allah, insana hayatı zıtlar arasında koşturarak öğretiyor. Bazen mutlusun, bazen hüzünlü; bazen iyimsersin, bazen kötümser; bazen neşe saçarsın; bazen öfke. Bunlar normal. Hepsiyle barışman lazım. Ama birşeye dikkat: Birisinde ‘mantıksız bir kalıcılık’ yakalamaktan korkmalısın.

İnsanın bu dünya hayatını bir misafir gibi yaşamasını öğütleyen hadisi ele alalım. Acaba o misafirlik, nasıl bir misafirlik? Dünyaya madden bağlanmamak anlamında mı? Yoksa yaşadığın hiçbir halette kalıcılık aramamak anlamında mı? Öyle ya; zenginlik, fakirlik, mutluluk, keder, neşe... Hepsi Allah’ın elinde ve hikmet gereği bazen yerlerini değiştiriyor. Sen yerini değiştirmeye hazır mısın, onu söyle? Böylesi bir misafirliğe hazır mısın? Allah korusun, yakınında bir yere ölüm isabet ettiğinde mesela? Hazır mısın olanca neşeni bohçana sarıp yerini kedere terk etmeye?

Şimdi bana diyeceksin ki: “Bu da çok dengesiz bir hal. İnsan böyle sahiplenmeden yaşayamaz.” Neden olmasın? Eğer bütün bu kederleri, neşeleri birbirinden farklı ama kaynağı aynı görürse ve en nihayet her birisinin aynı Zat’ın (c.c.) tecellisi olduğunu anlarsa, neden olmasın? Sen, sana yüz kez bal ikram etmiş birisinin; ara sıra tuz yedirmesini yadırgar mısın? Halbuki aşinasın onun ikramlarına. Tanıyorsun onu. Biliyorsun: Sana aslında ne kadar şefkatlidir. Seni aslında ne kadar çok sever, biliyorsun. O böyle şefkatliyken sana, neden birden kötü davranmaya başlasın?

Bazen "Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?" diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; “Evet, haksızlık” şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: “Çürümüş kalpleri kim diriltecek?” Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: “De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.”

O zaman üzerimden bir ton yük kalkıyor sanki. Umutsuzluğum gidiyor. Aslında bu umutsuzluk, taşıyamayacağın yükü omzuna almaktan demek ki. İşte ben de kendi kalbimin ıslahını kendi omuzlarıma alıyorum, umutsuz oluyorum. Ayet-i kerime aslında o yükü kime bırakmam gerektiğini söylüyor bana: İlk başta yaratana. O yaratmanın her türlüsünü bilir. O yüzden karamsarlığa kapılsan da ümidini kesme. Kesmek başkadır, karamsar olmak başka. Ayrım için bir de ayıraç öğreteyim sana: Dua etmeyi bıraktığında, ümit etmeyi de bırakırsın.

Sunday, February 17, 2013

İyi de neden Allah'ın zikriyle?

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” demeyeyim de “Bir kitap okudum, yeni bir bakış açısı kazandım!” diyeyim. Böylesi daha uygun. Zira kanaatimce hiçbir kitabın hayatı değiştirecek gücü yoktur. Kitapların yapabildiği tek şey nazarları değiştirmektir. Her kitap da yapamaz bunu. Yeni bir bakış açısı veremez. Böylesi kitapları bu yüzden daha bir kıymetli bulurum. Zaten dünyamda kitapları ikiye ayırırım: Bilgi kazandıranlar ve bakış açısı kazandıranlar. İkinci kısmı daha çok önemsediğimi yaptığım girizgâhtan anladınız.

Hakikatin Dengesi kitabı hakkında da konuşurken bu sınıflandırmanın bana faydası olacak. Zira bence Metin Karabaşoğlu eserleri, bilgi vermeye değil, onun da ötesinde bakış açısı kazandırmaya konsantre olmuş eserlerdir. Okuduğum kadarıyla (en aşağı on kitaptır) itiraf edeyim: Her vakit aynı fikirde olmasam da Metin abinin her kitabını okuduktan sonra kafamda soru işareti sayısı artar.

Bu çok iyi birşey. Hatta sırf bu yüzden bir oturuşta yüz sayfayı aşmasıyla meşhur benim gibi birisi için o kitapların yirmi sayfasını geçmek büyük başarıdır. Kitap boyunca aklıma o kadar şey hücum eder ki; durup düşünürüm. Oradan oraya... Oradan oraya... Sonra bir bakmışım, okuduğum metinden kopmuşum. Bu yüzden hep söylüyorum: Metin Karabaşoğlu okuması yaparken çok sayfa sayısına, zamana kastırmamak gerek. Yapamazsınız da zaten. Bir hakkını verememişlik hissi huzursuz eder.

Neyse, konuyu dağıtmayayım. Her kitabı bir yana da Hakikatin Dengesi her nedense biraz daha fazla etkiledi. (Yakın zamanda konuştuğum Said Nohut kardeşim de aynı tesirden bahsediyordu, tevafuk.) Tam neden, ifade edemem. Ama tahmin ettiğim şey; kitabın, başlığından itibaren hedeflediği şeyi, hedeflediği şekilde yapması bunda etkili oldu. Ve enteresandır, bana, her ne okusam veya kendimce keşfetsem onda bir istiğrak yaşama diyebileceğim bir haleti yasakladı. Eskiden vardı çünkü. Severdim birşeye fazlaca kapılmayı. Şimdi neye kapılacak olsam bir de öteki tarafa başımı çevirmeye çalışıyorum. Denge—haklı bulununca—bir saplantı oluyor. Öteki tarafın ağırlığına bakmazsam ayağım kayar diye korkuyorum. Garip, ama hoş bir durum.

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” diyemem. Başta da söyledim. Ama bazı kitaplar hayata açılan yeni pencereler verebilir size. Hakikatin Dengesi de öyle birşey. Mesela geçen dönüp dönüp aklıma gelen bir ayeti tekrar tefekkür ederken bu denge beni kovaladı ve en nihayet kafamda yerini arayan parçayı keşfetmemi sağladı. O ayet şudur: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” (Râd sûresi, 28) Nasıl birşey açtığını şimdi anlatayım:

Efendim, azıcık Risale-i Nur aşinalığı olanlar bilirler. Bediüzzaman’ın bize öğrettiği en büyük tefekkür sırlarından birisi, isimden isme geçme yeteneğidir. “Birbirine bakar şe’n ve namlar...” (24. Söz) temsili içinde ders verdiği bu yetenek, aynı zamanda Allah’ı daha derinden tanımayı sağlar. Yani bir insan mesela çiçeğin güzelliğine bakarak Allah’ın sanatını ve sanatkârlığını keşfetmekle birlikte, biraz daha akıl gözünü kıstığında, onun arkasında hikmetinin parıltılarını da görür. Yerli yerindelik sarar kainatın her yanını. Bu yerli yerindelik bir düzen işidir aynı zamanda. İksadı seven birisinin işidir. Her neyse...

Ben bu denge müptelalığına uğrayana kadar bu isimden isme geçiş meselesini sadece Allah’a iman vesilesi olarak görürdüm. Hatta işte bu nesneler üzerinden tefekkür etme olayında da pek ileri gitmezdim. İşte ezber ettiğim birkaç şey vardı, onları böyle kafamdan yapar geçerdim. İmanım vardı zaten. Zorum neydi? Fakat şimdi denge meselesi devreye girince mezkur ayet farklı görünmeye başladı gözüme.

Mesela ayetle ilgili sormaya başladım: Orada Allah neden başka bir ismini söylemiyor da “Allah” diyor? Mesela neden “Rahman’ı zikretmekle...” veya “Hakîm’i zikretmekle...” veyahut “Kadîr’i zikretmekle...” demiyor? Bunları sormaya başladım. Ha, bu soruları nereden çıkardın derseniz, İşaratü’l-İ’caz’dan bilirsiniz; Üstad, orada bazı kelimelerde aynen buna benzer sorgulamalar yapar. Ama daha çok çekimlerden hareketle bunu yapar. Referansım oradan... O başka bir yazının konusu olsun. Sadede gelirsem:

Ben şimdi anlıyorum ki; kalp denilen şeyin tatmin olması için bir isim veya birkaç isim yetmiyor. Allah’ı sadece birkaç yönüyle, ismiyle tanımak kalbi tatmin etmiyor. Allah lafzının esma terminolojisinde en önemli özelliği, bütün isimleri kapsayan bir isim oluşu. Ve Allah’tan başkasına isim olarak verilemeyişi. Yani Cenab-ı Hak, hissettiğim kadarıyla, orada muhteşem bir denge dersi veriyor ve diyor ki: “Allah’ı yalnız Rahman olarak zikretmekle, Allah’ı yalnız Hakîm olarak zikretmekle, Allah’ı yalnızca Kadîr olarak zikretmekle kalbiniz tatmin olmaz. Kalpler ancak bütün isimlerin birden kuşatılmasıyla, yani Allah lafzının kastettiği bütün isimler ve özellikleri bilinerek tatmin olur. Yoksa eksik kalırsınız. Tatmin olmazsınız.”

Zaten yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle bütün dalaletler de Cenab-ı Hakkı doğru tanımamaktan kaynaklanmıyor mu? Bütün sapkın fırkaların hareket kaynağı bir ismin tecellisine garkolma ve onunla kalbini tatmin etmeye çalışmadan ortaya çıkmıyor mu? Al sana 24. Söz’den Râd 28’e uzanan bir merdiven!

Hakikat, ama dengeli bir hakikat... İman, ama dengeli bir iman... Allah bilgisi ama tüm isimlerini kuşatan bir tefekkürle edinilmiş bir Allah bilgisi... Sanıyorum bizim ihtiyacımız biraz bu. Durun, durun! Buradan “Allah’ın 99 ismi var. Kim bu isimleri bilirse cennete girer” hadisinin bir manası da gözkırpıyor birden bana. Hakikaten, Allah’ı böylesi bir dengeyle tanıyan için; uzakta bir cennete kadar düşlemeye gerek yok; daha bu dünyada o cennete girer. Çünkü kalbi o dengeli tefekkürün kazandırdıklarıyla herşeye doğru anlamları yükler. Herşeyde bir kalp tatmini, bir ferah bulur. Bana sorarsanız; huriler, gılmanlar, ırmaklar değil; asıl cennet budur: Kalpte Allah...

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...