Showing posts with label Modernizm. Show all posts
Showing posts with label Modernizm. Show all posts

Monday, August 1, 2016

15 Temmuz'u mehdi mi organize etti?

Dikkatinizi çekti mi? 15 Temmuz'dan beridir bir kavga harlandırılmaya çalışılıyor: 'Mehdiyet' meselesi... Aslında buna alışığız. Modernist/reformist taifenin tarihteki her yanlışı veya kendilerince yanlış olanı 'geleneğe/ehl-i sünnete' maledip, her meziyeti veya hüneri sanki haklarıymış gibi üzerlerine alışları yeni birşey değil. Şimdilerde de yapılan bu. İddia ne peki? Güya FETÖ ehl-i sünnet içerisindeki itikadî hatalardan(!) beslenerek bugünlere geldi. Özellikle 'mehdiyet' meselesi FETÖ'yü semizleştirdi. Bu tip arızaların bir daha karşımıza çıkmaması için geleneğe/ehl-i sünnete karşı topyekûn bir savaş başlatmalıyız.

Tezgahtaki oyun az-çok buna benziyor. Küçümsemeyin. 15 Temmuz'un haklı rüzgarına haksız bir şekilde bindirilerek itikadî alanda gerçekleştirilmeye çalışılan bu "Cambaza bak cambaza..." hamlesi pek fena! Tutarsa, 15 Temmuz'da kazandığımızdan daha fazlasını kaybettirecek. Neden kaybettirecek? Çünkü şu darbe dünyamıza kastetmişti. Bunlarınki ise ahiretimize kastediyor.

İslam akıl dinidir, evet, ama nakille istikamet/hidayet bulmuş bir aklın dinidir. Şunu unutmayalım: İslam'ın akaidini yalnızca akıl belirlemez. Nakil ve akıl belirler. Daha doğrusu: Nakil haber verir. Kalp iman eder. Akıl da onu anlamaya çalışır. Anlamakla tutmaya/tutunmaya çalışır. Onu semavî kılan budur. Aklın netleştiriciliği 'naklin istikametli anlaşılması için' önemlidir. Semavî olanın arzlıya inişinde akıl lazımdır. Akıl anlaşılması gerekendeki çok katmanlılığı görmemizi sağlar. Yoksa aklın anlamadığı her hususta nakil reddedilmez. Ayetle örneklendirirsek: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye mühtehziyane soran bir akıl için nakil ahiret iddiasından vazgeçmez. "İlk önce kim yaratmışsa yine o diriltecek..." diye cevap verir. Nakil akla anlaması için (böyle bir arayışı/açlığı varsa eğer) kapı açar. "Din kolaylıktır..." buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam belki bize bu dersi de verir.

İmanımızın ayrılmaz birer parçası olan öyle meseleler vardır ki; ne gözle görülür, ne kulakla işitilir, ne de kalbe hutur eder. Ancak Cenab-ı Hakkın yüce vahyinde ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetinde haber vermesiyle öyle olduğunu bilir ve iman ederiz. Aklı akaidin tek belirleyicisi olarak kabul ettiğimizde 'hangi akıl' sorusunu sormamız kaçınılmaz olur. Zira herkes kabul eder ki; akıl, kıstasları/normları açısından zamanının çocuğudur ve geçmişte 'imkansız' olan öyle şeyler vardır ki, gelecekte 'mümkün' olmuştur. Akaidi aklın tek belirleyici olduğu bir zemine terketmek onu zamanın esaretine terketmektir.

Böylesi bir terkediş, dinin, kadim olan Allah'ın değişmez emirleriyle değil, değişken insanın oynak algısına göre belirlenmesiyle neticelenir. Din, Allah için değil, insan için olmaya başlar. Hedef rıza-i İlahî olmaktan çıkar, insanın bulunduğu her hal ve şartta saadeti/menfaati ile hedeflenir. 'Razı olunmak' için değil, 'kendince/kendine göre mutlu edilmek' için yaşanır. Semavî olanın arzîleşmesi böyle vuku bulur. Bu arzîleşme dinin amacı olan 'kalplerin tevhidini' de engeller. Herkesin 'kendi göresinin efendiliğinde' yaşadığı bir İslam ve kendince tesbit ettiği rıza-i İlahî, Allah'ın mü'minlerin kalplerini doğruda birleştirmek için ihsan ettiği dinin amacı olamaz. Eğer bir 'değişmez doğrunun' ve 'bu doğrunun zaman içindeki izlerinin yekûnü olan geleneğin' belirleyiciliğinde toplanılmayacaksa, dinin nüzulünün de ehemmiyeti yoktur. İnsanlar vahiy yokken de 'kendi görelerine' göre bir şekilde yaşamaktadır.

Tam da bu noktada sorulması gereken şey şudur: FETÖ'yü yetiştiren ehl-i sünnetin/geleneğin 'değişmezleri' midir, yoksa modernizmin duruma göre 'değişkenliği' midir? Bu soruya verilecek cevap kritiktir. Zira cevaba göre suçlanması gerekenin kim olduğu da ortaya çıkacaktır. Herkes bilmektedir ki; Gülen'in tesettür de dahil pekçok konuya bakışı gelenekçi değil modernisttir. Ehl-i sünnet itikadının umdelerinden taviz verdiği veya saptığı pekçok konu bulunmaktadır. Ve Gülen'e şimdiye kadar geliştirilen en sert eleştiriler gelenekçi/ehl-i sünnet kodları sağlam olan insanlardandır.

Modernist/reformist/ehl-i bid'a taifenin Gülen'i çoğu zaman takdir ettiği; ancak 'küstürüldüğünde' veya 'güç el değiştirdiğinde' karşısında durduğu hepimizin malumdur. Mustafa İslamoğlu'nun, Yaşar Nuri Öztürk'ün, Mustafa Akyol'un veya daha nicelerinin Gülen'e ettiği iltifatlar boy boy iken; Gülen'in ehl-i sünnet kodları sağlam kesimlerce 'bedel ödemek pahasına' eleştiriler aldığını bilmeyen yoktur. Hal böyleyken ve sokaklarda 15 Temmuz direnişine can veren bu ülkenin ehl-i sünnet müslümanlarıyken modernistlerin "Cambaza bak cambaza..." yaparak geleneğe saldırmaları haksızlıktır. Hatta ahlaksızlıktır.

FETÖ'yü yetiştiren bataklık, ehl-i sünnetin 'değişmezlerle' ve 'tecrübelerle' sınanmış tertemiz mirası değil, modernizmin/ehl-i bid'anın bu asırda iyice zıvanadan çıkan oynak/konjonktürel fayda algısıdır. Bu noktada eleştirilmesi gereken mehdiye sahih hadislerle mecbur/makbul olarak ettiğimiz iman değil, mehdiyetin modernizme/bid'aya elverişli tasavvur edilmesidir.

Şunu da unutmayalım: Günümüzün ehl-i bid'ası, konjonktürün veya modern aklın kendisini mecbur ettiğini sandığı algılayışlarla dinde öyle oynamalar yapmaktadır ki, buna değil mehdi, peygamberler bile cesaret edemez. Öyleyse denmelidir ki: Modernistlerin/reformistlerin eleştirdikleri aslında 'mehdi' değildir. Mehdi, ehl-i sünnete vurmak için kullandıkları bir zemindir. Yoksa mehdinin modernist(!) konumuyla kavgaları yoktur. Hatta mehdi böyle anlaşılırsa her birisi zaten birer mehdi sayılabilir. İslam'ın gelişinden 1400 yıl sonra Hz. Âdem'e baba bulanlar veya namazı üç vakte indirenler az iş başarmış sayılmazlar. Onların mehdi eleştirileri her birisi 'hevasınca birer mehdi' olanların hakikat-i mehdiyeye yaptığı saldırıdır.

Mehdiye doğru bir tanım yapıldığında mehdiyete iman etmenin itikadî/amelî ne sakıncası olabilir? Mehdinin ehl-i sünnet ve'l-cemaat ilkelerinden taviz vermeyecek bir 'gelenekçi' olacağını bilmek, insanlardan bir insan olduğunu anımsamak ve 'değiştirmek' için değil 'hatırlatmak' için varolacağını unutmamak istikametin ta kendisidir. Bediüzzaman, konuya dair analizlerinde hadisleri sadece kişi değil kanun penceresinden de okumayı öğütler. Mehdi ahirzamanda gelecek 'yaptığı sınanmaz' bir âdem değil, şeriatla sınandığında ve sınandıkça sınavı geçen Allah dostudur.

Mehdi bir umuttur. Her zamanda 'mehdiyet kanunundan' hissedar mehdi-misal fertler vardır. Müstakim kahramanlar da tıpkı hava gibi, su gibi, ekmek gibi Allah'ın bir ihsanıdır. Mehdi, her devirde yaşanan fitnelere karşı, ümmetin istikametli kahramanlardan mahrum kalmayacağına dair Allah'ın bir vaadidir. Bu vaadden rahatsız olan dönsün kalbini yoklasın. Hele hele Erdoğan'ın liderliğinin önemi hakkında çarşaf çarşaf yazdığı halde hâlâ mehdiyetle uğraşan varsa, o da aklını yoklasın. Bakalım yerinde duruyor muymuş?

Tekrar altını çiziyorum: Mesele, mehdiye sahih hadisler gereğince ve ehl-i sünnet çizgileri çerçevesinde 1400 yıldır duyulan iman değildir. Mesele, mehdiye dinin temel esaslarını değiştirebilecek bir modernistmiş gibi iman edilmesidir. Sorunu doğru tayin etmek lazım. Çeşitli fayda mülahazalarıyla akaidden parçaları inkara giden, yarın menfaatine gelmediğinde daha büyük parçaları da inkar etmekten çekinmez. Bu zeminden beslenen bir inkârcılığın benzerî kem meyveler vermesi kaçınılmazdır. Ki FETÖ'nün kendisi de böylesi bir konjonktürel faydacılığın sonucu olarak İslam tarihinde görmediğimiz bir fitneyi netice vermiştir. Faydacılığı ortadan kaldırmadıktan sonra değil mehdiyeti, tüm ehl-i sünnet akidesini ortadan kaldırsanız, yarın Amerika'nın maymunu olmak daha hoş geldiğinde başka bir fırkanın böyle bir kalkışma yapmasına engel olamazsınız. İzzet ve dik duruş kendi/milli/yerli/İslamî tanımlarımızın ve değişmezlerimizin üzerinde yükselmemize bağlı. Onları inkâr etmemizde değil.

Saturday, March 26, 2016

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor (3): Kimdir asıl gömlek yırtan?

"Onlar sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilene de..."
(Bakara sûresi, 2)

Senai Demirci'yi ve yazdıklarını önemsemek lazım. Ben önemsiyorum. Dikkatimi çeken detaylara nur talebesi kardeşlerimin de dikkatini çekmeye çalışıyorum. Her ne kadar bu yaptığımdan dolayı eleştirilsem de vazgeçmeyeceğim. Çünkü Senai Demirci'nin kaleminden dökülenler kesinlikle onda başlayıp onda biten birşeyi değil, bir kayışı veya 'kaydırma planını' deşifre ediyor. Bu noktadaki endişelerimi daha evvel birkaç yazıda dile getirmiştim. Risale-i Nur ve Bediüzzaman, niyetini çözemediğimiz bazı eller tarafından, ehl-i sünnet ve'l-cemaat kodlarından uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bu koparış, yani Bediüzzaman'ı bir dağ silsilesinin bu zamandaki ucu gibi değil de bir ada gibi gösterme çabası, metinlerinin spesifikleşmesine neden oluyor.

Bediüzzaman'ın Kur'an'la tevhid-i kıblesini 'hadis inkarcılığına' karine yapabileceğini sanıyor kimileri. Bediüzzaman'ın âlem-i İslam'ın bin senedir barındırdığı sorunlara yaptığı atıfları ehl-i sünnetin 'uydurulmuş din' oluşuna tevil ediyor yine başkaları. Öyle şeyler okuyorum ki, işitseniz, şaşarsınız. Evet, bunların hepsi oluyor. Peki, neden oluyor? Çünkü biz nur talebeleri Bediüzzaman'ı bir dağ silsilesinin bu zamandaki zirvesi gibi tarif edemedik. Zirveyi ardındaki dağdan ayırdık.

Muhabbetimiz ifrat etti. Mübalağayı caiz zannettik. İhtilalci mübalağa 'hakikati incitici' oldu, ama zevkinden farkına varamadık. Hakkında yapılan her övgüyü de, ifrat/tefrit tartmadan, öpüp başımıza koyduk. Teenninin hakkını veremedik. Kendimizi İslamî gelenekle yeterince referanslandıramayışımız ve Bediüzzaman'ı yetiştiren kaynaklara hâkim olamayışımız, kullandığı kavram ve kelimeleri 'onda başlayan onda biten tarifler'le ele almamıza neden oldu. Sonra bu yol dahi terkedilmeye başlandı. Zamanın ilcaatı ve konjonktür efendinin buyruğu ile Bediüzzaman'ın kavramları doldurulmaya başlandı.

Göremedik ki, Bediüzzaman'ı ehl-i sünnet ve'l-cemaatin mensubiyeti üzerinden okumazsak, nerede/ne söylediğini yeterince anlayamayız. Müellifin ifadesiyle: Risale-i Nur medresenin malıdır. O kökle bağı koparsa bu çınar yaşayamaz. Müceddidlik veya asfiyalık veya evliyalık... Bunların her birisi Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Everest'inden nefes alan sıradağlardır. Her birisinin dediğini bir diğerinin söylediği besler veya bağlar. Bediüzzaman'ı daha şiddetli ve çok göstermek gayretinden sıradağı ada ettik. Ada olunca belki haşmeti daha şiddetli göründü, ama arkasındaki silsile görünmez oldu. Üstelik o dağ silsilesini sevenler de bize kısmen küstüler.

Daha açık nasıl söylenir bilemiyorum: İslam geleneğini bilmeye Bediüzzaman'ın ilk dönem talebelerinden daha fazla muhtacız. Onlar, Osmanlı'dan miras kalan bilgileriyle ve itikaddaki salabetleriyle bizim Risale metinleri üzerinde düşebileceğimiz hatalardan daha korunaklı bir haldeydiler. Biz öyle değiliz. Bilmiyoruz ki, Eş'arî geleneğini, Bediüzzaman'ı onun içinde konumlandıralım ve sözlerini o çizgiden okuyalım. Bilmiyoruz ki; İmam Gazalî Hazretlerinin, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin, Abdulkadir-i Geylanî Hazretlerinin çizgisini, Bediüzzaman'ı onların sözleriyle birlikte hıfzımıza alalım. Bu bizim ayaklarımızı kayganlaştırıyor. Sonra modernistin/reformistin/ehl-i bid'anın birisi ortaya çıkıyor. Bediüzzaman'ın sözlerini istediği gibi eğip büküyor. Birisi Bediüzzaman'ı Calvinist ediyor, öteki Liberal, diğeri Hümanist, beriki Sosyalist, ileriki Modernist... Senai Demirci bu kırılmanın çatlaklarından birisi sadece.

Onun da büktüğü kavram 'müceddid.' "Özür dilerim Üstadım" yazısını okuyun Allah aşkına, orada Bediüzzaman'a çizilen alanın reformistten/ehl-i bid'adan ne farkı var? Geleneği böyle kırdıktan, yırttıktan, kötüledikten sonra Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu ne olabilir? Yeni bir itikadî ekol mü kurdu? Yeni bir mezhep mi inşa etti? Yeni bir fırka-i dâllenin mi başına geçti Üstad, hâşâ!

"Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref' ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler."

Bu ifadeleri Şualar'ına koyduran müellif, acaba Senai Demirci'nin bahsettiği kişi midir? İçtihad Risalesi'nin yazarı, yani "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir..." sözlerinin sahibi güzel Üstad mıdır bu 'gömlek yırtan?'

"Sonra imanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talip, enbiya aleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat'î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (aleyhimüsselâm) dâvâlarını ispat eden ve asfiya ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhi ve yüz binlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesâil-i imaniyeyi ispat ediyorlar..." diyen güzel Üstad mıdır geleneğe kullanılmış mendil muamelesi yapan?

Bu Üstad mıydı Senai Demirci'nin şöyle tarif ettiği:

"(...) Bu cümle, İslam düşüncesinin tüm kazanımlarını yenileyerek önümüze koyan, geleneğin tekrarlarından bizi sıyırmak için zindanlara razı olan, ülfetle olağanlaştırdığımız ayetlerin anlamını taze bir heyecanla kanatlandıran, zahir ulemasının tarihe hapsettiği vahyin her hecesiyle şu anımızı inşa eden, sarf-nahiv’in çetrefilli konusu ola ola hayattan uzaklaşmış Kur’ân dilini ağzımızda tazeleyen, her an yeniden yaratılışın heyecanını çiçek çiçek bize duyurarak, yine yeni yeniden iman etmeye çağıran, bir tomurcuğun açılışında, bir baharın dirilişinde esma-i hüsnanın anlamlarını saf bir canlılıkla okuyan sen sevgili Üstadımın adına kurulmuş bir cümle…
Bu cümle, benim de talebesi olduğum ‘müceddid’in yanında kalarak yazılmış bir cümleydi. (...) Sen 'yenileyici' iken, sen tortulaşmış kalıpları kıra kıra konuşurken, sen zihnimizi şablonların zincirlerinden özgürleştirirken, bizi kalıplara çağıran, şablonlara zincirleyen bir cümleydi. (...)
"Bu cümleyi, bu cümlenin mümasillerini, bunun misali cümleler üzerinden bizi Kur’ân’a muhatap etmeye çalışan akademik ilahiyat dilini, soğuk kelam üslubunu, kalbimize emanet ettiğin sahabe mesleği adına reddediyorum. Sen bizi geleneğe yaslanmamayı öğrettin. Sen bize 'böyle gelmiş böyle gider' diye diye nakilcilikle bulanmış o nehirden kıyıya çekmek için ter döktün. Sen bize 'şaz' yorumlara gözü pek bakmayı telkin ettin. Seni ‘şaz’ görmeyen taleben, seni nasıl ‘müceddid’ kabul eder ki? Tecdid ‘şaz’ değil midir? Yenilemek, geleneğin gömleğini yırtmak değil midir?"

Değildir de, sana nasıl anlatacağız abi? Kemali 'yırtmakta' arayanlara İslam'ın üzerine inşa edildiği şeylerden birisinin de bu ilmî/amelî silsileye hürmet olduğunu nasıl öğreteceğiz? Eline geçen toz zerresi kadar yorum gücüyle baştan çıkarak mestolduğunda; dilinden, bağlamından ve sosyolojisinden ışıkyılları kadar uzaklaştığın Kur'an'ı anlamada selef-i salihinin senin için 'olmazsa olmaz' olduğunu, sen, nasıl anlarsın? Bediüzzaman'ın, küçümsediğin sarf ve nahiv ilmiyle İşaratü'l-İ'caz'da neler başardığını nasıl idrak edersin?

'Yırtmayanda' kemal aramıyorsun ki sen? Asıl kemalin 'uyumda' olduğunu görmüyorsun ki. Metnin içinde Üstad'ı övmek için kullandığın her ifade aslında bir sonraki cümlende yapacağın yönlendirme için kapı yağlama. Nurcu kalplerin kapıları gıcırdamasın diye yağlıyorsun. Ki senden önce de çokları böyle böyle nur talebeleri arasına sızdılar. Sonra da birer canlı bomba gibi kendilerini patlattılar. Fethullah Gülen öyle, Mustafa İslamoğlu öyle, Emre Dorman öyle, Caner Taslaman öyle... Sahi, övmek anlamaktan sayılır mı?

Şimdi ben sana desem ki: Tecdid 'yeni birşey ihdas etme' değil, 'tazeleme'dir. Tazeleyicinin birşeyleri 'yırtması' gerekmez. Geleneğe sövmesi, kızması, bağırması gerekmez. Bağlamı, selefinin de kendi zamanlarında yaptığı gibi, zamanına hatırlatması ve yaşatması onun müceddid olması için yeterlidir. Sen bunu anlayamazsın. Modern zaman çocuğusun. Göğü delen göktelenler, Hâmân'a Musa aleyhisselamın Rabbine ulaşmak için yaptırılan kuleler, 'yırtıcı dikkat çekicilik'ler zamanının çocuğusun. Sıradışılığın rağbetli olduğu zamanlar yetiştirdi seni. Senin zamanında itibar 'incitmemekte' değil 'yırtmakta' aranır. 'Parçası olmakta' değil, 'önüne geçmekte' aranır. 'Uyum'da değil 'bozmakta' görülür.

Bediüzzaman, salt bir 'hatırlatıcı' iken hoşuna gitmez/gidemez senin. Çünkü sana yapmak istediklerinin yolunu açamaz o haliyle. Bediüzzaman bir reformist olmalıdır ki, geleneğe kızmalıdır ki, sen de yırtmak istediklerinin gömleklerini yırtasın. Sonra da gömleği yırtılanın üzerine atasın suçu. Züleyha'nın Yusuf aleyhisselama yaptığı gibi... Bunca geleneğe kızmanın bundan başka sebebi ne ola ki? Arzusu gerçekleşmemiş nefsin iffete öfkesi bu. Züleyha'nın günahına cevaz vermeyen Yusuf'a öfkesi... “Bin dört yüz yıldır hiçbir müfessirin aklına gelmemiş yorumları ben Risale-i Nur’da okudum, okuyorum, okuyacağım...” demeye devam et. Biz 1400 yıllık balı Bediüzzaman kaşığından tekrar be tekrar tadacağız.

Friday, March 4, 2016

Din sünnetsiz olur mu?

Kur'an-ı Hakîm kitabımızdır. Sünnet ise pratiğimizdir. Mürşidimin Mirkatu's-Sünne ve Tiryak-u Marazı'l-Bid'a ismini verdiği 11. Lem'a'da sünnet-bid'a arasında kurduğu zıtlık, aslında ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bu meseleye bakışının da bir özetini oluşturur. Evet. Küfür doğrudan Kur'an'la mücadeleye tutuşmasından tanınabilecek birşeyken bid'a daha çok sünnetle girdiği kavgadan tanınır. Bu noktada Bediüzzaman'ın aynı bahiste yaptığı şu tanımını aktarmış olalım: "Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid'attır."

İlginçtir: Mürşidim o bahiste farzları da sünnetlerden ayırmaz. Ya? Sünnetin içerisine dahil eder. Muhalefetlerini bid'a olarak görür. Çünkü bunlar sünnetin 'tek doğru' olduğu bölgeyi temsil eder. Nafilelerin bir kısmıysa sünnetin 'tek doğru' değil fakat 'en doğru' olduğu yerlerdir. Onları seçmek ahsendir. "Bugün dininizi kemale erdirdim..." ayetini de sünnet ve Kur'an birlikteliği içinde ele alan Bediüzzaman; "(...) kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir!" der. Yani ‘kemale eren’in içine sünneti de katar. Çok önemli bir uyarıştır bu bizler için. 'Âdâb' tabir ettiği kısım içinse daha yumuşak bir dil kullanır:

"Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, 'âdâb' tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid'a denilmez; fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir."

Görülüyor ki: Bid’a ehli bedbahtların arızası miras-ı nebevîyi 'beğenmemek' veya 'nakıs görmek'le başlar. Bir müslüman Aleyhissalatuvesselamın her sünnetine tastamam ittiba edemeyebilir. (Ki Bediüzzaman da aynı eserde bunun ancak ehass-ı havassa nasip olacak birşey olduğunu ifade eder.) Fakat onların 'en doğru seçim' veya 'olması gereken' olduğundan şüphesi yoktur. Olmamalıdır. Din ‘sünnetle’ tamamlanmıştır. Modernistlerin/ehl-i bid'anın bu ayet üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini iddia etmelerinin altı boştur. Eğer böyle anlaşılırsa, hâşâ, bizzat Kur'an bu ayetten sonra nüzulüne devam ederek abes işlemiş olacaktır.

7. Nükte'ye "Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın..." diyerek başlayan Bediüzzaman; 9. Nükte'de ise "Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkast, taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak..." diye tarif ettiği hissedişle/inanışla mü'minin itikad ve muamelat dairelerindeki istikametli duruşlarını tayin eder. Tamam. Muamelatta tastamam sünnete ittiba edemeyebilirsin. Ama itikadda onlara taraftar olmak, onların doğruluğuna iman etmek, 'olması gerekenin o olduğunu düşünmek' İslam akaidinin bir parçasıdır. Bundan asla taviz vermemelisin. Gerilememelisin. Taraftarlığını yitirmemelisin.

Kanaatimce 'tarihselci okuma'nın hatası da tam bu noktada başlıyor. Bunlar öncelikle sünnet için 'en doğruluğu' tartışmaya açıyorlar. Sonra ‘tek doğru’ alanını da bu tartışmaya katıyorlar. ‘En doğru' dediğimiz kısmı 'kişisel sünnet' diye işaretleyip, Aleyhissalatuvesselamın şahsına hapsetme gayretindeki bu zümreler, mezkûr alanla ‘evrensel sünnet’ dedikleri diğer bölgenin nasıl ayrılacağını ise söylemiyorlar. Onlar söyleyemese de biz ‘heva’larını seziyoruz.

Sözgelimi: Haccedişi, kişisel sünneti midir, yoksa evrensel sünneti mi? Yarın birisi de çıkıp 'tavafın aslında Aleyhissalatuvesselamın kişisel bir seçimi olduğunu' söylese, onlara ('bana öyle geliyor/gelmiyor' dışında) hangi ilmî kaidelerle cevap verilecektir? Veremezler. Çünkü açtıkları kategoriler sakattır. Doğrusu ise şudur: Sünnetin farz/vacip olmayan bir kısmından bahsedilebilir ama ümmeti için de 'en doğru' olmayan (yani rehberlik fonksiyonu bulunmayan) bir sünnetten bahsedilemez. 11. Lem’a daha bunun gibi nice inci dersler içerir.

Thursday, July 16, 2015

Emre Dorman nereye koşuyor 8: Gitti Hatemü'l-Enbiya (a.s.m.), geldi son postacı...

Bir önceki yazıdan hareketle konuşmaya devam edelim. Okuyanlar anımsayacaklar: Bediüzzaman'ın, 5. Şua gibi, ahirzaman hadislerini analiz ettiği metinlerinde fitne-i ahirzamanı iki anabaşlık altında topladığını söylemiştim. Bu başlıklardan birisi Deccal'di. Diğeri ise İslam deccali olan Süfyan'dı. İki fitnenin karakterlerine dair, yine mezkûr metinlerden hareketle, şunları zikretmiştik: Deccal fitnesi, müslümanlar içinde değil, kafirler içinde çıkacak. İnkâr-ı uluhiyet fikrini aşılayacak. Hz. İsa aleyhisselamın onunla mücadelesi sıklıkla zikredildiğine göre, muhtemelen Hristiyan âlemini sarsan bir fırtına olacak vs...

Fakat bundan farklı olarak Süfyan fitnesinin müslümanlar içinde çıkacağını; inkâr-ı uluhiyetten ziyade inkar-ı nübüvvet peşinde/imasında olacağını, bunu da sünnet-i seniyyeyi tağyir etmeye çalışarak ve İslam'a bid'alar sokarak (zaten genelde ikisi aynı anlama gelir) yapmaya gayret edeceğini anlatmıştım. Deccal'in hasım bir kimlik olarak müslümanlar tarafından teşhis edilebileceğini, ama gücünden dolayı zorbalıklarına/zulümlerine karşı konulamayacağını; ancak zıttına olarak Süfyan'ın aldatmakla işgörüp teşhis edilmekte zorlanılan, belki müslümanların en ummadıkları yerlerden karşılarına çıkan bir sûrete sahip olacağını belirtmiştim. (Onun fitnesinin bu tabiatı, nübüvvetin inkârını da alenen yapmayacağını, muhtemelen 'fonksiyonları azaltılmış/yontulmuş' bir peygamberlik tanımıyla bu tağyiri yapacağını gösteriyor.)

Bugün modernizm de denilen, ama İslam literatüründe daha çok ehl-i bid'a diye tabir edilen akımların, Süfyan fitnesi hakkındaki sorularımıza yanıt verici bir yanı var. Çünkü bu tarz reformist temayüllerin tamamının ortaya çıkışı 'dindar kimlikli' insanlar üzerinden. Üstelik bu toprakların çocukları olmaları hasebiyle ve kavram/karakter dünyamıza aşina olmaları nedeniyle aldatıcı olmaları daha kolay... Teşhis edilebilir tek yanları; yine hadis-i şeriflerde dikkatimizin çekildiği üzere, sünnet-i seniyye ve onun bir parçası (veya aynısı) olması hasebiyle hadisler konusundaki şüpheci/sapkın/inkârcı duruşları.

Bu adam/adamlar, İslam dinini doğrudan karşılarına almadıkları için de tehlikeliler. Kelimelere değil, tanımlarına karşı çıkıyorlar. Deccal'in doğrudan inkar-ı uluhiyet yoluna sapıp müslümanlar için kabil-i tevil olmayan bir dalalete saplanmasına bedel; bu adam/adamlar 'tevil edilebilir' dolayısıyla 'demagojik' bir söylemle ortaya çıkmış bulunuyorlar. Mesela son günlerde Türkiye'de iyice konuşulur hale gelen Kur'an müslümanlığı bu sınıftan bir fitneyi temsil ediyor.

Dikkat kesildiğinizde görüyorsunuz: Amaçları (zâhirde) İslam dinine zarar vermek değil. Tam tersini yapmaya çalıştıklarını söylüyorlar dillerine bakarsanız. Emre Dorman'ın twitlerinde de gördüğümüz gibi aslında başarılmak istenen (güya) Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı iftiralardan kurtarmak. Yahut da Mustafa İslamoğlu'nun dediği gibi, ümmeti, 'uydurulmuş dinden indirilmiş dine' çağırmak. Çok masumane, çok hamiyetli, çok faziletli bir duruş gibi görünüyor böyle bakınca. Dillerinden de hiç hakikat dökülmüyor değil. Dedim ya: Biliyorlar bizim dünyamızı. Aforizma tarzı, gücünü hakikatten ziyade belagat-ı edâdan alan bir etkileyicilikleri var. Cenneti cehennem, cehennemi cennet gösterebiliyorlar. Fakat tam da hadis-i şeriflerin onları teşhisimiz için bize salık verdiği şekilde, sünnet-i seniyye ile ilgili ciddi sorunları var. En çok da ehl-i sünnet cemaati (kendi tabirlerince gelenekçiler) ile takıklar. Ateistlerle bile onlardan daha iyi araları.

Tek yüz ile de karşımıza çıkmıyor bu fitne. İslam'ın 1400 yıllık uygulamalarını tartışmaya açan herkesin bu meselede dahli var. Hatta karşı karşıya gelmiş isimler olsalar bile böyle... Mesela Mustafa İslamoğlu ile Fethullah Gülen'in yakın zamanda çatışmaları sizi kandırmasın. Aslında başörtüsüne füruat deyip tesettürsüzlüğe cevaz veren Gülengillerin de, çarşafın bir İsrailiyat olup Hristiyanlardan dinimize geçtiğini söyleyen İslamoğlucu taifenin de derdi aynı: Nasıl etsek de şu dini biraz değiştirip modernleştirsek, hem Batı'yla gül gibi geçinip gitsek. (Siz isterseniz Adnan Oktar'ı, Yaşar Nuri Öztürk'ü, Zekeriya Beyaz'ı da katın bu listeye...)

Bu noktada Deccal ve Süfyan ile ilgili rivayetlerin neden birbiriyle alakadâr, hatta birbiriyle karıştırılacak kadar benzer şekillerde bize naklolduğuna dair şöyle bir analizim var: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iki fitneyi birbirine benzer/yakın veya karıştırılacak şekilde anmasıyla aslında aralarındaki ilgiye de dikkat çekiyor. Ebubekir Sifil Hoca'nın modernizmi analiz ettiği bir yazısında okumuştum şuna benzer bir cümleyi: "İslam coğrafyasında modernizm, oryantalistlerin sorularına, onları sorgulamadan cevap aranmasıyla başlamıştır..." diyordu. Niyet, bu toprakların insanlarını Avrupa'ya cevap verebilir bir konuma getirmek. Fakat şöyle bir sorunu var bu niyetin: Bir ezilmişlik duygusundan besleniyor. Deccalî düzenin İslam coğrafyası üzerindeki tahakkümünden dolayı aşağılık kompleksine kapılan müslüman düşünürler elinde ortaya çıkıyor Süfyanizm. Deccalizm'de aradığı hatadan çok İslamî mirasta kusur/hata arıyor. Çünkü onlara cevap yetiştirirken aslında dayandıkları zemini de 'sorgulanmaz' kabul etmiş oluyor. Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da (ki yakın bir metin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde Zühre Risalesi olarak geçer) zikrettiği;

"Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur..."

ifadeleri Deccalizmin, bu asır müminlerinin ona karşı farkındalıkları ve düşmanlıkları içinde, yine de ondan bir etkilenmişlik yaşadıklarının delilidir. Ve özellikle 17. Lem'a, Batı'dan gelen soruları sorgulayarak, bize bu etkiden sıyrılmanın yollarını göstermektedir:

"Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur."

Başka bir yerde Bediüzzaman, şeytanın inkarı meselesinde de ehl-i imanın üzerinde böyle bir etkinin bulunduğu söyler: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar bu bedihî meselede tereddüt gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir iki söz söyleyeceğiz."

Bu etkilenişin detaylarına girmeyeceğim. Yazımın asıl konusu bu değil çünkü. Yalnız Süfyanizmin bu fikrî ilizyonu nasıl başardığına 'nübüvvet' kavramı üzerinden dikkat çekeceğim: İslamoğlu, Dorman, Taslaman, Öztürk veya diğerleri... Bunlara hadisler konusunda takındıkları tavır nedeniyle her eleştiri yapışınızda size onlar (veya taraftarları) şöyle cevaplarla dönüyorlar: "İftira ediyorsun. Biz Allah Resulünün peygamberliğini inkâr etmiyoruz. Ama sizin ehl-i kitap gibi onu ilahlaştırmanıza engel olmaya çalışıyoruz."

Peki, onların 'güya bir yanlışı düzeltirken' biçtiği ideal(!) forma göre nasıldır Allah Resulü? En fazla bir postacı. Bir getir-götür elemanı Allah'la insanlık arasında. Onun dışında? Onun dışında hiçbir fonksiyon biçmiyorlar. Ondan sonrasının insan aklına ait bir mesele olduğu kanısındalar. Kur'an'ı ilkeler kitabı olarak düşlüyorlar, uygulamalar kitabı olarak değil. Dorman gibiler bunu daha açıkça yapıyorlar. İslamoğlu gibiler daha kurnaz. Daha fazla saklanarak, yakalandığında da "Ben de seviyorum sünneti..." diyerek yapıyorlar. Fakat arkanızı döndüğünüz her anda yine bir sünneti tezyif edip, bir hadisi veya imamını aşağılayıp surları dövmeye devam ediyorlar. Ehl-i sünneti karşısına almamaya, kuyruklarına basmamaya özen göstererek; daha sinsi bir yayılmacılığı var bu taifenin.

Allah Resulünü ilah yerine koyduğumuzu düşünenlerin bizi suçladıkları tanımımıza gelelim şimdi. Ehl-i sünnetin nübüvvet tarifi nasıldır? Bakınız, aynı kelimeyi anmaktan/kullanmaktan bahsetmiyorum. Aynı kelimeyi aynı şekilde 'anlamamaktan' bahsediyorum. Biz nübüvveti nasıl tarif ederiz? Ve ona nasıl bir fonksiyonlar yükleriz? Bunun da en güzel cevaplarından birisi 19. Söz'ün başında var:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o Lâ ilâhe illâllah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen Sadakte ve bilhakkı natakte derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?"

Hatta biraz daha iddialı bir şekilde diyebilirim ki; 19. Söz'ün tamamı bir nübüvvet tanımıdır, bir şahs-ı manevî-i Resulullah izahıdır. Yani ehl-i sünnet nazarında Allah Resulü asla ve asla yalnızca bir postacı değildir. İmamdır/uygulayıcıdır. Müfessirdir/açıklayıcıdır. Her meselede yüzümüzü dönüp "Acaba o nasıl yapmış?" diye bakmamız gerekendir. Kur'an'ın 'uyulmasını' emrettiğidir. Bu nedenle ehl-i sünnet geleneğinde hadisin kıymeti büyüktür. Sünnet-i seniyye önemlidir. Eğer tanımı doğru yapmazsanız, aynı kelimeyi kullansanız bile, artık hadisler sizin için kıymetli olmazlar. İşte Emre Dorman ve benzerlerinin yaşadığı sıkıntı bu. Onların nübüvvet inanışı bizim nübüvvet inanışımız gibi değil ki, ondan gelen bilgiye de bizim gibi ilgi/saygı göstersinler. Kullandığımız kelimeler aynı sadece...

"Ya ne olur ki tanımlardan?" demeyin. Bakınız, Bediüzzaman ehl-i küfr hakkında ne söylüyor bir yerde: "Kâfirler Allahı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar..." Yani herkes bu kainatta yaşananların, yaratılanların, olanların bir büyük güçle olabileceğinin farkında; ama kimisi buda diyor, kimisi uzza diyor, kimisi zeus diyor, kimisi daha başka bir nam söylüyor. Bu farklı namların sebebi sıfatlarda yapılan hata. Gücün varlığını onaylamanın yanında gücün nasıllığını yanlış anlama... Hatta Kur'an'ın indiği dönemde bile müşriklerin bir işe başlarken 'bismik allahümme' dedikleri aktarılır kaynaklarda. Fakat onlar Allah'ın bir tanrılar hiyerarşisi içinde en üstte olduğunu, altta ise 'erbaben min dünillah' dedikleri diğer tanrıların bulunduğunu düşünüyorlardı. Bugünün ehl-i küfrü de onlardan pek farklı değil. Metin Karabaşoğlu abinin dediği gibi: Aslında ateizm diye birşey yok. Ateizm denilen şey aslında bir politeizm. Yani herşeyi ilah haline getirme... Bediüzzaman da öyle demez mi? "Demek, Cenâb-ı Haktan nisbet kesilse, toprağın zerrâtı adedince ilâhlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise, bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir."

O yüzden ayık olalım arkadaşlar. Bu adamların dilinden hakikatli söz, güzel kelam, iyi tesbit dökülmüyor demiyorum. Ancak yollarının yanlış ve bilgilerinin de çoğunlukla saptırılmış olduğuna vurgu yapıyorum. Arkasındaki niyete dikkat çekiyorum. Dikkatli olmalısınız. Müseylemetü'l-Kezzab'tan beri bu fitne var.

Dini kolaylaştırma/reform yapma adı altında dinin aslına zarar veriliyor. Herkes kendi uydurduğu dine bizi 'indirilmiş din' diye çağırıyor. Müseyleme zekatı kaldırmıştı. Şimdikilerde her yeni gün yeni birşeyleri kaldırıyorlar. Eskiyi de 'gelenekçilik' deyip kötülüyorlar. Bunların tabiatı kezzabdır. İslamoğlu'nun kitaplarında başkalarından yaptığı alıntılara ne denli yalanlar kattığını/çarpıttığını delilleriyle (ben de dahil) birçok kişi ortaya koydu. Müseyleme'de bir belagat olduğunu Bediüzzaman da söylüyor. Zaten bu belagat değil midir, onları daha tehlikeli yapan? "Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir." (Bir dahaki yazımda bu konuyu irdelemeye devam edeceğim.)

Thursday, November 27, 2014

Son hakikat bükücü...

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı hakikati hiçbir zaman 'vahiy gibi/kadar' kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, elbette, varlığın tamamını (tüm detaylarıyla) kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Fakat akıl sınırlarından dolayı bu kuşatıcılıktan yoksundur. O 'parçalardan hareketle' ve bu parçalar vesilesiyle 'bütüne dair sezebildiğince' kelam edebilir.

Nazarı bu kadardır. Gelişimi de tedricidir. Zamanla seviyesi yükselir. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında istikametli aklın tavrı, en azından o an için, hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah'a sığınmaktır. Kendi sanışından Hak olan Allah'ın bütün varlığı kuşatan ilmine kaçmaktır bu aslında. Bu sığınmanın birçok çeşidi vardır. Tefekküre sığınılır. Tevekküle sığınılır. Takvaya sığınılır. Temkine sığınılır. Tezkire sığınılır. Bunlar bir nevi 'euzü'nün altbaşlıklarıdır. Mürşidim Hikmetü'l-İstiaze isimli eserinde bazılarına dokunur:

"O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (...) zırhınız, Kur'ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (...) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve 'euzübillah' demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir..." vs. İşte, kanaatimce, buradaki kullanımların herbirisi bu sığınışlardan bir çeşidini ifade eder.

Birşeyin 'hakkında' konuşmak 'ona dair' ve 'merkezinde' konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise 'aslında neyin hakkında konuşulduğundan' haber verir bize. O şeyin 'merkezinde' ve 'aslında' ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da kainatın hakkında konuştuğu, hatta, tüm varlığın hakkında varolduğudur. İşaret ettiğidir. Anlattığıdır. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıkarıldığında eşyada konuşulan tek şey Allah'tır. Yani, mü'minlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: "Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur."

Hikmetü'l-İstiaze'ye geri dönelim. Akıllarını 'hak' kılanlara bakacağız şimdi: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."

İnsan tehlikeli bir bükücüdür. Vahiy karşısındaki ikincil konumunu unutmuş akıl, kendisinin parçalar hakkında yaptığı yorumları merkeze alarak, vahyi bükmeye başlar. Allah'ın şirke karşı yaptığı tahşidatı görmezden gelerek şerrin yaratılmasını (âdeta kendisi ikinci bir ilahmış gibi) beşerin eline verir. Çünkü 'kısa aklında/nazarında' halk-ı şer şerdir. 'Bazen kötü gelenin' yaratılması da kötülüktür. Elini yakan ateşin faydalarına körleşmiştir onun aklı. Acısında yitmiştir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki tekrar dönüp hatasını düzeltebilsin.

Halbuki istikamet dairesindeki akıl, haydi 'halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu' derk edememiş olsun, en azından bilir ki: Kur'an'ın bütünlüğündeki vurgu şirke yer bırakmaz. O nedenle Allah'tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Akıl yürütmelerin adımlayamayacağı bir yasak alan vardır burada. İşte o zaman tefekkürüyle Rabb-i Rahimine sığınır ve Ondan bu hakikati 'anlaşılır' kılmasını diler. Bu duruş da bir istiazedir. Hakkı aramak bâtıldan bir istiazedir.

Bu nedenle ben Bediüzzaman'ın temkinine bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu avam için tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi 'ulum-u hafiye' tabir ettiği şeyleri 'şarlatanların istimal edebileceklerini' söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Ve yine mesela: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; "Cû' ism-i azamdır" ifadesi kendisine sorulduğunda; "'Cû' ism-i azamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır..." dedikten sonra beyanını böylece bırakmaz. Hemen peşisıra ekler: "Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû' ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' ism-i azamdır, yani 'Bir ism-i azama bir vesiledir' denilebilir." Yani bir Allah dostunun kendisine nakledilen sözünü, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddetmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum en özünde arkadaşım: Bediüzzaman'da 'hakikati kuşatamamış olma ihtimaline' açık bir kapı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur. Fakat ne hazindir. Bugün ona dudak büken kimi isimler, sırf şirk olmasın diye(!) hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri 'spesifik' başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: 'Rüya ile amel edilmez'i izah ederken sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları kendi akıllarının sanrıları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. "Bence doğrusu budur!" demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, sanırsınız ki: Din-i Muhammedî geçtiğimiz pazartesi gelmiştir. Salıya kadar da doğru şekilde yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmıştır.

Akılları herşeyin merkezindedir. Akıllarına sığmayan din uydurulmuş dindir. Uymayan hadis uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim çakma âlimdir. Bakış açısını manzaranın bütünü sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman'ın 'hakikati inhisar altına almayan' duruşu ne anlamlı bir duruştur. Arkadaşım, ben diyorum ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden sapanların hamakatlerini hakikat sanmaları en çok içlerinde bir yerde yaşadıkları kaymadan dolayıdır. Onlar, akıllarına vahiy gibi, vahye de akılları gibi iman ederler. Bu akide bozukluğundan dolayı da kimseleri beğenmezler.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...