Showing posts with label Mucize. Show all posts
Showing posts with label Mucize. Show all posts

Wednesday, May 17, 2017

Allah mucizesiz olur mu?

Amerikalı yazar Philip Roth'un "Yahudilerin Dinden Dönüşü" isminde sevdiğim bir öyküsü var. Ozzie (Oscar) isminde yahudi bir çocuğun Haham Binder'la Hz. İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelişi konusunda yaşadığı bir tartışmayı ve sonrasında yaşananları anlatıyor. Aklımda kaldığı kadarıyla ve kendi cümlelerimle özetleyeyim. Haham diyor ki:

"İsa da herkes gibi bir insandır. Tarihî bir kişiliktir. Babasız doğduğu yalandır. İnsan babasız doğamaz. Böyle söyleyenler yalancıdır." Ozzie ise, Haham'ın bu sözlerine, kendilerine daha önce Tevrat'tan öğrettiği birşey üzerinden itiraz eder: "Evreni altı günde yaratmış bir tanrıdan söz ediyoruz. Babasız bir çocuk dünyaya getiremeyeceğini nasıl söyleriz?" Aralarındaki tartışma uzar. Ozzie bir tokat yer. Burnu kanar. Öfkeyle sınıfı terkederken Haham'a şöyle bağırır: "Tanrı hakkında hiçbirşey bilmiyorsun!" Okulun çatısına çıkan Ozzie'nin, intihar etmesini engellemeye çalışan kalabalıkla yaşadığı diyalog, hem güldürücü hem düşündürücüdür. Birazını kitaptan alayım:

"- Haham Binder tanrıya inanıyor musunuz?

- Evet.

- Tanrının herşeye kadir olduğuna inanıyor musunuz?

- Oscar bence...

- Tanrının herşeye kadir olduğuna inandığınızı söyleyin!

- Tanrı herşeye kadirdir!

- Tanrının, cinsel ilişki olmadan da, çocuk yaratabileceğine inandığınızı söyleyin!

- Yaratabilir.

- Söyleyin!

- Tanrı cinsel ilişki olmadan da çocuk yaratabilir.
"

Bu öykü bana mürşidimin aynı sadedde söylediği şu sözleri hatırlattı:

"Nusûs-u kat'iye ile Hazret-i İsa aleyhisselâm pedersiz olduğu kat'iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün telâkki etmekle, vâhî te'vilât ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki, hârika fertler ile tahsis edilmesin. Zaman-ı Âdem'den beri bir kanundan hiçbir fert şüzûz etmemek ve hâricine çıkmamak olamaz. Evvelâ, bu kanun-u tenâsül, mebde' itibârıyla, iki yüz bin envâ-ı hayvânâtın mebde'leriyle hark edilmiş ve nihâyet verilmiş. Yani, en evvelki pederleri âdetâ Âdem'leri hükmünde, iki yüz bin o evvelki pederler, kanun-u tenâsülü hark etmişler. Peder ve valideden gelmemişler ve o kanun hâricinde vücud verilmiş."

'Alışıldık oluşları' birer tabu olarak kabul ettiğinizde, bu kabuller, sadece bugününüzü veya bir olayı değil, varlığa topyekün bakışınızı etkiler. Sizi aşkın ve farklı 'oluş'lara körleştirir. Hem Roth'un hem de Bediüzzaman'ın Hz. İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelişi meselesinde dikkatimizi çektikleri budur.

Varlık algısı, ister istemez, gidip en nihayet sizin Allah tasavvurunuza dayanır. Varlığı nasıl tarif ediyorsanız Allah'ı da ona göre tarif edersiniz. Veya Allah'ı nasıl tarif ediyorsanız varlığı da ona göre tanımlarsınız. Kainatı salt sebep-sonuç ilişkileriyle açıklayan bir materyalizmin teolojik olarak ateizmi meyve vermesi kaçınılmazdır. Varlıkta, Allah'ın dahil olacağı bir alan bırakmayan bir bakış veya okuma biçimi, inanışta da ona alan bırakmamayı doğurur. Bu aynı zamanda şu demektir: Eğer, bir şekilde Allah'a (veya bir parça manasını karşılar birşeye) inanıyorsanız, mucizelere de inanmak zorundasınız. Çünkü bir ilaha inanmak neden-sonuç zincirinde nedeni ve sonucu (kısmen veya tamamen) yaratış görevinden almaktır. Hadi, her teolojide aynı ölçüde görevden alınmıyor olsun, fakat yine de ilah manasının, ona dair marifet ölçüsünde, yaratışta işgal edeceği bir yer olacaktır. Birşeyleri, tabir-i caizse, uhdesine alacaktır.

Bir tanrı varsa mutlaka onun bir görev tanımı olmalıdır. İslam'ın tevhid anlayışı sebepleri ve sonuçları yaratışta tastamam boşa çıkarır. Yerine mutlak manada Allah'ın yaratışını koyar. Şirke imkan bırakmaz. Başka inanışlarda bu belki daha sınırlıdır. Ancak nihayetinde putperestler bile mucizelere inanırlar. Çoktanrılı Yunan, Mısır veya Sümer'de olduğu gibi, birçok mitolojinin içerdiği harikalar, bize bu konuda bir delil teşkil ederler.

Hem dahası da var: Allah'ın herşeye (ama gerçekten herşeye) kadir olduğu mucizeler olmadıktan sonra nasıl anlaşılır? Yani; yaratışında kainatı kuşatan bir nizamla hareket eden Allah'ın, aslında 'külli şeyin kadir' olduğunu, dilerse o nizamdan aşkın yaratışlara sahip olabileceğini, son mertebede bize ne söyler? Hep içinde yaratageldiği (veya bizim hep öylesine şahit olduğumuz) nizamın haricine çıkabilmesi değil mi? Yaratışta gözettiği nizamın onu esir almadığının, sınırlamadığının, kudretinin bir düzen veya süreç içinde kalmaya/yaratmaya mecbur olmayacak derecede aşkın olduğunun delili başka ne olabilir?

Ben bu açıdan mucizeleri ayrıca önemsiyorum. Allah'ın 'herşeye gücü yeten' olduğuna salt kainattaki yaratışına bakarak iman eden insan, aslında, sınırlı bir iman eder. Çünkü Rabbinin yaratışını da sınırlar ve süreçler içinde müşahade etmiştir. Aşkın şeklini bilemez. Suyun, kaynaması için yüz, donması için sıfır dereceye indirilmesi gerektiğine zaruriyat derecesinde inanan bir insan, aslında, Allah'ın 'herşeye gücü yeten' olduğuna inanmaz. Bir müslümanın inandığı gibi inanmaz en azından. Onun inandığı şey: Allah'ın kanunlardan oluşmuş sınırlar içerisinde kalarak çok şeyler yapabildiğidir.

Peki kalıplarında yarattığı kanunlar onun sınırı mıdır? İşte, bu noktada, imanın kemalini İslam'da ve daha genel olarak da mucizelere imanda buluruz. Mucizelere inanmayı bıraktığınız anda, Allah, tasavvurunuzda sınırlanmaya başlar. Sonsuzluğu yara alır. Kerem ve rahmet sahibi Malikimiz, bize mucizeleri göndererek, imanımıza bir kemal penceresi açmıştır. Mucizelerin yaşattığı farkındalıktır ki 've hüve ala külli şeyin kadir' ifadesini yürek dolusu söyletir bizlere. Sonsuz hamdolsun kendisini öğretmek konusunda da cömert olan o Allah'a! Ki her sahte zenginlik söndükten sonra bize kalacak hazine de odur.

Saturday, February 7, 2015

Ben neden Nihat Hatipoğlu’cu değil de Ebubekir Sifil’ci oldum

“Nitekim içinizden size ayetlerimizi okuyan, kötülüklerden arındıran, Kitab’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara sûresi, 151)

Nakilciliği kötülemek bir ‘ahirzaman hastalığı’ olarak müslümanlara sirayet etti. O hastalıkla malûl görünmek istemem. İslamî ilimlerin başı nakildir. Kur’an nakildir. Hadis nakildir. Diğer ilimler hep bunlardan doğar. Ancak usûl görüşüne sahip olmak, sahiplerinde şahit olduğum kadarıyla, naklî bilgiye ayrı bir zenginlik katıyor. İstikametli tefekkür buradan çıkıyor.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin beni en çok cezbeden yönlerinden birisi de sırf nakil eseri olmaması. Öyle olmak kötü değil elbette. Ama fazlası olmak, yukarıda arzetmeye çalıştığım vechile, daha güzel. Peki Mucizat-ı Ahmediye (müellifin de ahirinde dediği gibi) telifatında pek kullanmadığı ‘kale-kîle’ usûlüne göre gitmesine rağmen ‘sırf bir nakil eseri olmamayı’ nasıl başarıyor? Allahu’l-a’lem, zannımca, buna aralarda verdiği hadis usûlüne dair bilgilerle muvaffak oluyor. Tevatür, manevi tevatür, haber-i vahid vs... gibi pekçok kavramın ele alındığı, hadis nakli ile hadis usûlü arasında bağ da kurmayı öğreten bir eser Mucizat-ı Ahmediye.

Yalnız bu kadar mı? Değil. Kur’anî hakikatlerle hadisler ve Asr-ı Saadet hâdiseleri arasında da ilgiler kuruyor Bediüzzaman eserinde. Hem mucizelere dair itirazları cevaplamaktan da çekinmiyor. Mutezile gibi ekollerin (günümüzde de modernist emsallerinin) saldırılarına karşı Hanîn-i Ciz’ gibi nice mevzuun müdafaasını yapıyor. İşte, Mucizat-ı Ahmediye okuması, tam da bu yönüyle sırf bir kıssa/hadis nakli okuması gibi değil. Hem bakılanı hem de ‘nasıl bakılması gerektiğini’ ders veren bir tedris.

Bu açıdan diyebilirim ki: Nihat Hatipoğlu Hoca gibi isimlerde eksik bulduğum şey naklettikleri mübarek hâdiseler değil. Hâşâ. Asr-ı Saadet sahneleri veya peygamber kıssaları her mü’minin ağzının tadıdır, balıdır, şekeridir. Onlardan rahatsız olanın bu dinde kalmaması lazım. Allah bu emeklerinden ötürü razı olsun dilerim. Fakat bence, yukarıda zikrettiğim, bu kıssalara katık edilmesi gereken ikinci şeyi ihmal ediyorlar. Sırf bir duygu salınımını, birazcık gözyaşını, birkaç dakikalık hüznü-heyecanı yeterli görüyorlar marifet için ve insanlara da yeterli gösteriyorlar. Halbuki ahirzaman fitnesine karşı bu çaba yetmiyor. Biz gençler şahidiyiz.

Nakilleri anlamada lazım olacak ‘bakış açısı eğitimi’ni göremiyoruz bu sohbetlerde pek. Halbuki hakikate dair olanın bir ucunun mutlaka nazara değmesi lazım. İstikametin ‘abc’sini öğretmesi lazım. Mizanının hep yanımızda kalması lazım. Evet. Öyle olmalı. Sohbet hakkında verebildiğimiz tek malumat “Ama ne ağlattı hoca yahu!” tarzında kalmamalı. Görüşünü de yetiştirmeli o ders. Dışarı çıktığında kulağında dolaşmalı. Tefekkürüne tesir etmeli. Mevzuya dair şüphelere cevap vermeli. Bunu ancak usûl eğitimi sağlar ki Ebubekir Sifil Hoca’nın yaptığı okumalarda bir nümunesi sergileniyor. İtiraf ederim: Beni onlara meftun eden en çok bu yanlarıdır. Taş taş üstüne koyarak nazarımı yetiştirmesidir.

Mürşidim, 20. Söz’ünde özellikle kıssa-yı Kur’aniyenin bu yönüne, yani ‘umumî kanunların uçları’ oluşuna (her zaman ve zemindeki mü’minlerin hayatlarına ışık tutabilecek ‘düstur-u küllîler’ saklayan yapısına) dikkatimizi çekiyor. Onlara bakarken bu nazarla bakmamızı, aksi takdirde ‘sıradan bir vaka-yı tarihiye sanmakla’ Kur’an’ın ezelî ve ebedî ders oluşundan istifademizin azalacağına vurgu yapıyor. Yani bir nevi ‘tarihselcilik belasına’ şifa sunuyor. Bence hem Mucizat-ı Ahmediye hem Birinci ve İkinci Lem’alar Bediüzzaman’ın 20. Söz’deki bu dersinin pratiğidir. Evet. Hiçbir hadiseye kuru bir “Vay be!” dedirtmek için baktırmıyor mürşidim. Hissemizi kollayarak tefekkür ediyor. Sadece bizi o zamana götürmekle kalmıyor. O zamanı da alıp bize getiriyor. Mesela:

“İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahv1ına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Nihayet demem o ki arkadaşım: Her mü’minde bir Hanzala radyallahu anh tedirginliği olmalı. Bir mecliste bulandığı rengin niye hayatının geri kalanına taşınmadığını sorgulamalı. “Neyin var Hanzala?” denildiğinde “Hanzala münafık oldu!” diyecek kadar ileri gitmesek bile “Ne yanlış gidiyor?” diye sorabilmeliyiz kendimize. Hakikat hem mekan, hem zaman, hem insan anlamında umumîdir çünkü. Öğrendiğiniz balık yemek değil de tutmaksa artık her deniz sofraya dönüşür. Tarihselciliğin balonu söner. İnşaallah. Öyle. Dünyanın görüp göreceği en büyük muallim Aleyhissalatuvesselamın hayatını dinliyoruz. Aldığımız duygulanmak kadar az olmamalı. Hele ahirzamanın dehşetli fitneleriyle karşı karşıyayken.

Talebenin öğrendiği gözyaşından anlaşılmaz. Öğrettiğinden-yaşadığından-cevapladığından anlaşılır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı tükettiğiniz kağıt mendil sayısıyla ölçülebilen birşey olmamalı asla. Hissiyatın yanına ilim katık edilmeli. Geliştirmeli. Kitab’ı ve hikmeti öğrettiği için o bizim Efendimiz. Yalnızca duygulandırdığı için değil. Hikmetine de talip olmazsak ahirzaman bizi yutar. Ne diyelim: Cenab-ı Hak cümlemizi usûlsüzlüğün vusûlsüzlüğünden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin.

Thursday, January 22, 2015

Bana herşey mucize...

Bu, bana çok olan birşey olduğu için hakkında yazacağım. En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor. (Üretim, çok kapitalist kaçsa da, durum bu.) Ama aksine yoğun zamanlar, o yoğunluğun şiddetinden kafamın karıştığı zamanlar ve onlar arasında bulduğum bir boşluk, bir dinleniş, bir yazarken dinleniş... İki sıkıntının arası bir cennet.

En güzel yazılarımın bana bağışlandığı odacıklar oluyor bu boşluklar. Yazmak işinin insanın iradesiyle ve rahatıyla doğru orantılı olmadığını, en azından iradenin ve rahatın 'iyi yazının' garantisi olmadığını buradan anlıyorum. Yaptığınız iş maddeden manaya yaklaştıkça vesileler de ağır yaralar alıyor. Sanat arttıkça nesnede, Allah'ın uluhiyetinin azameti daha çok çekiyor ellerinizden eseri. Daha yüksek sesle "Bu benim!" diyor.

Nübüvvetlerini tasdik için peygamberlerin ellerinden zuhur eden harikalara 'mucize' denmesi, ümmetin onları bu isimle anması boşuna değil. "Bunu ben yapmadım. Bunu ben yapamam. Ben bunu yapmaktan acizim. Bu bir mucizedir..." dediğiniz şey mucizedir ancak. Farkındalığınızla doğru orantılıdır varlığı. Yapmadığınızın, yapamayacağınızın, yapmaktan aciz olduklarınızın farkına vardıkça sayısı artar.

Abdurreşid Şahin abinin çok dikkat çektiği birşeydir: Allah'a tevhid ile iman etmek, Allah'a kelime-i tevhid ile iman etmek, aslında yaratılan herşeyin mucize olduğunu kabul etmektir.[1]

Tanımlarımızı kontrol edelim. Mümin için yalnız 'sıradışı olan' değildir mucize, mucize herşeydir, herşey mucizedir. Mucizedir, çünkü siz ve benzerleriniz, benzerini yapmaktan acizsiniz. Kelime-i tevhid de zaten bunu görenin/şahid olanın şahitliğinin ilanıdır. "Allah'tan başka ilah yoktur!" aynı zamanda şunun itirafıdır yani: "Ol'uşların en küçüğüne bile gücümüz yetmez. Allah'ım, senin 'ol'ların, benzerlerini yapmakta bizi aciz bırakır. Tek 'ol' sahibi sensin."

Bediüzzaman'ın, mesleğinin dört esası olarak tarif ettiği acz, fakr, şefkat ve tefekkürde; acz'in başa, tefekkürün sona gelmesi bu açıdan bakınca ne kadar anlamlı. Kainata acizliğini görmek kastıyla bakanların yapabileceği şeydir tefekkür. Ve tefekkür, aczini arttırmıyorsa; yani zaten sende varolan acizliği ve zaten kainatta varolan mucizeleri görmeni sağlamıyorsa, ona tefekkür denilmez. Aczle kuşanmamış bir tefekkür ancak gafleti kalınlaştırır, çünkü sıradanlaştırıcıdır.

"Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; 'İşte bu ağaç bundan çıkmış' diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!"

Nereden başladık, nereye geldik? Aslında bana dair birşeyden bahsedecektim size. Ki biraz dokundum. Aynı şeye Virginia Woolf, Deniz Feneri romanında şöyle dokunuyor: "(...) ilhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun için birşey şekilleniyordu. Sonsuza kadar geçip giden ve akıp duran bu bitmeyen akış ve geçiş bir anda sabitleniyordu."

Ben buna benzer birşeye Bediüzzaman'ın da dokunduğunu düşünüyorum. Tam da şurada işte: "(...) ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilave edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür'atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur'âniye olmazsa nedir?"

Evet, Allah'ı inayeti sebepler perdesi imkansızı işaret ettikçe daha da coşkulu bir şekilde tezahür ediyor. Çünkü zahirde nazara çarpan o kaos, o karmaşa, aslında desenin de daha muhteşemleştiğinin/muhteşemleşeceğinin işareti. Bir kilimi düşünün yahut da dokunan başka herhangi birşeyi. Renk sayısı, ip sayısı, ilmek sayısı, malzemedeki ve ayrıntıdaki fark sayısı arttıkça; zahiren herşey karmaşıklaştıkça yani, desenin en girift ve harika yerlerine yaklaştığınızı da hissediyorsunuz.

Şöyle bitmiş haline geriden bakınca da aynelyakin görüyorsunuz: İşlerin en sarpa sardığı yer, kilimin en güzel yeri, en manidar nakışı. Ama siz o nakışı yaparken herşey karmaşık geliyordu, çünkü nazarınız bir manzara-yı âlâ'yı kuşatmıyordu. Allah'ın ezelî bilişinde herşeyin bir anlamı var. Ama sen yaşarken bütüne vakıf olmadığından bazen parçanı anlamlandırmakta zorlanırsın. Depresyon da parçanın bu yaşadıklarıdır belki.

"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz'ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz'üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami', en bedi', en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san'atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür'atle işleyen destgâhı ve menâzır-ı sermediyenin sür'atle değişen taklitgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur."

İnsanın karmaşıklığı, insanın sanatı. Arzın karmaşıklığı, arzın sanatı. Her ne ki karmaşık geliyor sana, aslında orada büyük işler dönüyor. O kadar girift bir hal alıyor ki, onun intizamı; sen onu adem-i intizam şeklinde görüyorsun. Şiddet-i zuhurundan görünmez oluyor.

"Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al."

'İntizamsızlık içinde kemal-i intizam.' Bu ne demek biliyor musun? Kainat da bunun üzerine yaratılmış demek. İnsan da bunun üzerine yaratılmış demek. Şiddet-i zuhurundan çözemediğin bazı intizamsızlıklar var ki, kemal-i intizamın, harikanın ta kendisi! Ve başta da söylediğim gibi: En güzel cümleleri, en rahat zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense rahat zamanlarım, üretim açısından da sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor.

Şimdi şu hadise de birazcık yaklaşabildin mi: "İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer salâbet-i diniyesi varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır." Kim, ne kadar üretecekse; o kadar musibet, o kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar nakış.



[1] Bu içerikte bir dersini dinlemek için: http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-30-bolum-gercekten-mucize-var-mi-339.html

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...