Showing posts with label Mustafa İslamoğlu. Show all posts
Showing posts with label Mustafa İslamoğlu. Show all posts

Tuesday, December 9, 2014

İslamoğlu'na Allah yazdırmıyor mu?

"Bir kimsede bid'at gördüğünüz zaman ondan sakının. Çünkü gizlediği açığa vurduğundan fazladır." Abdullah b. Mübarek (r.a.), el-Akide Risalesi'nden.

Seri uzadı ama bitiremiyorum. Çünkü yazacak çok şey var. 'Yazmayayım, yazmayayım' desem de hazret yazdırıyor. Ah ben ne dedim? "Yazdırıyor!" dedim. Eyvah! Şimdi atanmamış müçtehid, müceddid, hatta dittiriditdit İslamoğlu beni de 'şirk koşmakla' falan suçlamasın? Yahut şu yazdıklarımı Kur'an yerine koymakla falan? el-Aman! el-Aman! Hata ettim. Kendisinin kulağı pek hassas tekfir radarına yakalanmamak için "Yazdım!" demeliydim.

Fakat bir saniye, durun, doğrusu gerçekten bu mu? Yazdığım şeyleri gerçekten ben mi yazıyorum? Sebepler dairesinde bakarsan, evet, sorumlusu benim. Fakat hakikat dairesinde bakarsan, hayır, yaratıcısı ben değilim. "Ne demek hayır?" dediğini duyar gibiyim. O halde mevzuu biraz daha açalım arkadaşım: Benim ve bizim bütün fiilerimizin sahibi aslında Allah'tır. Kullar ancak iradeleriyle kesbederler onları. Kazanırlar. Talepleriyle yaratılmasına vesile olurlar. Ama yaratamazlar. İslamoğlu'nun yüreğine insin istemem ama aslında 'yazdıran' da 'konuşturan' da (ve dahi her fiili yaratan da) Allah'tır. Herhalde bunu kendisi de az-çok bilir. Bilmelidir. Çünkü, malumun, müslüman olabilmek için asgarî bu şartı arıyoruz. Adına da tevhid diyoruz.

Peki "Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!" buyuran Kur'an bize ne anlatmak istiyor? Eğer İslamoğlu kafasıyla düşünecek olursak burada (haşa) bir ikircik var. Hem 'attın' diyor Kur'an hem de 'Sen atmadın ancak Allah attı!' diyor. Eğer mecaz nedir bilmeyenlerdenseniz, Uluhiyet ve Rububiyet dairelerini ayıramayanlardansanız, daire-i itikad ile daire-i muamelat farkını sezemeyenlerdenseniz bu ayetin içinden çıkamamanız normaldir. Fakat, standart bir müslüman olarak ben, bu ayete bakmakla Cenab-ı Hakkın bize ne büyük bir ders verdiğini görebiliyorum. "Bu dünyada, bu hayatta, bu şehadet âleminde neyi 'yaptın' sanıyorsan, aslında yapanı sen değilsin, yapan-yaratan ancak Allah'tır!" sadasını işitebiliyorum. Çünkü mahluk olarak gücümüz, değil bir file, bir fiile bile yetmez. Herbir fiil ardında 'yoku vara çıkarabilecek' bir sonsuz kudret sahibi gerektirir. Bu nedenle fiilleri yaratan ancak Allah'tır. Lakin sebepler dairesindeyiz. Mecazlarımız, 'mış gibi'lerimiz, kurgularımız olmadan Allah'ı bilemeyiz.

Evet. Sadede gelelim. Birinci 'atmak' sendeki mecazı kasteder. Yani zahiren atan sen görünüyorsun. Varoluşa böyle şahit oluyorsun. Tamam. İkinci 'atmak'sa o fiili yaratmaya gereken kudrete-hikmete dikkat çekmer. Ve seni bu farkındalıkla 'yaratıcı' olmaktan azleder. Aslında atan sen değildin. Çünkü atmanın tüm detaylarına erişir bir ilim, irade, kuvvet sende yok.

Mürşidim bu sadedde der ki: "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur. Hem vücut, herhalde mevcut bir illet ister, muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir; ademî birşey, mâdum bir şeye illet olur."

İşte her fiil böyle bir vücuda bakar. Her yapmak, bizim yapmayı arzu etmemiz dışında, büyük bir organizasyon işidir. İnsan yapmayı her arzu ettiğinde, eğer kainat hepbir olup ona eşlik etmezse, hiçbir şeyi başaramaz. Yalnız insan mı böyledir? Hayır. Aslında bütün varlık 'ismiyle' hareket edip kuvvetine dayanacağı bir ilaha muhtaçtır.

"Nasıl ki, görsen; bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi nâmiyle, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet nâmına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de, herşey Cenab-ı Hakkın nâmına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar."

Şimdi hakikaten bana komik gelen birşeyi anlatacağım: 'Bedii' gibi, 'Mevlana' gibi kelimelerde mecaza müsaade etmeyen, edenleri hatta tekfire yeltenen Mustafa İslamoğlu, her nedense iş 'yazmak' gibi bir fiile geldiğinde bu sefer mecaz yapılmamasını bir kusur gibi görmeye başlıyor. Mesela diyor ki Kur'an'ı Anlama Yöntemi kitabında: "Bu iddiaların en acayibi de, Risaleler için kullanılan 'yazdırıldı', 'izin olmadığı için yazılmadı', 'manen icbar ediliyorum' yollu beyanlardır. Risalelerin Kur'an'la kıyaslanması ise bir başka fecaattir. Buna göre nasıl ki, Kur'an Allah Resulü'nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî'nin eseri değilmiş. O, sadece Nur Risaleleri'nin tercümanı, tebliğcisi imiş..."

Öncelikle: O senin kem dilin tutulsun ki böyle iftirayı atıyorsun. 'Nasıl ki, Kur'an Allah Resulü'nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî'nin eseri değilmiş...' diyorsun. Bu ifadeyi/iddiayı Risale-i Nur'da gösteremiyorsan, geçtiği cümleyi paylaşıp bizi ilzam edemiyorsan müfterisin, yalancısın! Zira, biliyoruz, Risalelerin hiçbir yerinde böyle bir kıyaslama geçmiyor. Ama senin zanaatin böylesi demagojiler, uydurmalar, ebele-hübeleler olduğu için şaşırmamak da gerekiyor. Aynı kitapta bunun gibi neler neler yapıyorsun. Ne haltlar yiyorsun. Bu meselede bana asıl komik gelen: Normalde kelimelerde mecaza müsaade etmeyen sen bu sefer de Bediüzzaman'ı mecaz kullanmadığı için suçluyorsun. Demek, "Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!" sırrınca bir âlim 'yazdım' değil 'yazdırıldı' dese, 'canım istemedi' değil 'izin olmadığı için yazılmadı' dese, 'kendimi yazmaya mecbur biliyorum' değil 'manen icbar ediliyorum' dese hemen kelamını Allah kelamı yerin koymuş oluyor, öyle mi?

A şaşkın! Uluhiyet dairesinden bakınca hangi fiili aslında sen yapıyorsun? Sen ki, güya mecaz beğenmezsin, asıl Bediüzzaman 'yazdım' dese "Haşa, ne yazması? Yazdırıldı. Hepimize Allah yazdırıyor. O yazdırmasa biz yazamaz, o konuşturmasa biz konuşamaz, o atmasa biz atamazdık!" demen gerekmez mi? O evvelki hassasiyetin sahiciyse burada bu temkini iktiza etmez mi?

Hey şaşkın! Kur'an okuyorsun ama nasıl okuyorsun? Nasıl bir kafayla, nasıl bir gözle, nasıl bir kem niyetle hatmediyorsun? Tahlilin nasıl bir keyfî kaideye bağlı ki, işine gelince mecaz kullanmak suç oluyor, işine gelince de kullanmamak? Bedii'de, Mevlana'da mecaza müsaade etmeyen sen, aynı sen, 'yazdırıldı'yı görünce de 'İlla mecaz kullanacaktı, üzerine alacaktı, yoksa kelamını Allah kelamı yerine koyuyor' deme cüretini gösterebiliyorsun? Yazık senden, senin bu ikircikli dilinden, cerbezenden Kur'an dersi alanlara. Kendi aklının yoluna getirmek için kimbilir daha neleri eğip bükeceksin! Ve yine de sana âlim mi diyecekler ha? En nihayet gazeteci-yazar Mustafa Özcan abinin sözüne geliyorum ben de: "Tutarsızlıklar bir meşrep veya mezhep olursa bu 'İslamoğlu mezhebi veya meşrebi' olabilir.

Monday, December 8, 2014

Güya Allah'ı takdis ederken...11: Yalnız sana mı caiz spesifik?

Tamam, elbette müctehid-i izamı, muhaddisin-i kiramı bir nefesiyle yerle yeksan edecek bir Mustafa İslamoğlu, bir Abdülaziz Bayındır, bir Yaşar Nuri Öztürk değiliz; ama az buçuk eğitim almış insanlarız. Mürekkebi, kalemi, defteri, ders kitaplarını, fiziki, kimyayı, biyolojiyi vs. görünce tanıyabiliyoruz. Bilim dünyasında işler nasıl yürüyor biliyoruz. Örneğin, şöyle birşey olmadığını biliyoruz en azından: "Hey, ben Graham! Dostum bugün birşey oldu, anlatsam aklın durur. Dinle: Elimde birkaç elektronik şey vardı, 'Canım sıkılıyor, biraz oyalanayım!' dedim, onları birleştirdim, bil bakalım ne oldu? Telefon! Evet, bir telefonum var artık! Muhtemelen birinde daha telefon olsa, ben konuşunca o da duyacak; ama şimdilik birtek bende var. O yüzden test edemiyorum."

Bilim dünyasında işler böyle yürümüyor. Birşey önce teori düzeyinde varoluyor, sonra iş sahada olurluğu/olmazlığı seviyesinde tartışılıyor. Ardından da deney aşaması geliyor. Deneylerde de öyle olursa ne âlâ. Bediüzzaman'ın Lemaat'ta belirttiği şekilde maddelendirirsek, daha sahaya inmeden, dimağdaki meratip şöyle: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikad.

"Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."

Yani diyelim bilimsel birşey ortaya çıkıyor. Mesela ne olsun? Televizyon olsun. Olsun dediğiniz anda Telefunken evinize bir dev ekran televizyon bırakmıyor. Ya? Şöyle: Önce görüntünün nakledilebileceğini hayal ediyorsunuz. Sonra bu hayalin detaylarını biraz daha derinleştirip tasavvura dönüştürüyorsunuz. Sonra aklın kalıplarından geçiyor. Sonra aklınız da bunu onaylıyor. Sonra kalbiniz de buna inanıyor, iz'an ediyor. Sonra bu sizde muhkemleşiyor, artık bunun olabileceğine kesinkes inanıyorsunuz, iltizam ve itikad dairelerine geçiliyor. Beynin işleyişi birazcık böyle.

Doğal olarak bilimsel olan ne varsa, böylesi eşiklerden geçmek zorunda. Kanun olarak keşfedilen veya teknoloji olarak kullanılan birçok şey (herşey demeyeyim, genelleştirmeler hep hatalıdır) bir zamanlar birilerinin hayaliydi desek yanlış olmaz. Yani sahada bunlar gerçekleşmeden ve sonuçları kullanılır hale gelmeden önce birileri böyle birşeyler olabileceğini umut etti, sonra zannetti, sonra hayal etti ve gereğince akletti. Ta, ta, ta, taaaa: Ve artık ben bir 'bilgisayar' kullanarak size yazılarımı 'internet' vasıtasıyla ulaştırabiliyorum.

Bütün bu gevezeliği niye yapıyorum? Oraya geleceğim. Biliyorsunuz, Jules Verne (1828-1905) bilimkurgunun babası olarak bilinir. Neden böyle söylenir? Çünkü hayal edip olabileceğini düşündüğü çoğu şey hakikaten onun ölümünün ardından icad edilmiştir. Denizaltı, hava taşıtları, vs. Bunlar Jules Verne'nin hayalleriydi/romanlarıydı bir zamanlar ve sahada yoktu. Ama onun bu hayallerini bugün somut birer gerçek olarak görüyor ve yaşıyoruz. Demek onun hayalleri bizim için itikad oldu. Belki de bizim hayallerimiz de birilerinin itikadı olacak.

Buradan 'spesifik' kelimesine gelelim. Aslında 'kendine özgü, özellikli, özel, kendine has' gibi anlamları barındıran spesifik kelimesi bizde biraz daha subjektifliğe yakın kullanılır. Bizim terminolojide tam karşılığı olamaz belki ama 'keşf' gibi birşeydir aslında. Yani umuma gösterilemeyen ve belki umuma kabul ettirebilinecek kadar somut ifade edilemeyen şeydir spesifik. Belki 'kaziye-yi makbule' dahi bir yönüyle spesifik diyerek adlandırılabilir. Yani bir meslekte uzman olan kişinin, size deney sonuçları sunmadan "Bence bu iş şöyledir" demesi ve sizin de kabulünüz, bir nevi makbul söze ve spesifik bilgiye girer. Çünkü ona olan itimadınızdır söylediğinin delili. Onun dışında somut başka bir delil henüz gösterememiştir size.

Peki, spesifik bilgi sırf böylesi bir sınırlı isbatı içerdiği için aşağılanmayı hakeder mi? Kesinlikle hayır. Elbette ve mümkünse bir burhan-ı yakîni ile meselenin vuzuha kavuşturulması ve herkes görecek derecede gösterilmesi makbuldur. Herkes görebilecek derecede gösterilebilen hakikate daha yakındır. Ancak yine de sırf herkese gösterilemediği için bir bilginin yanlışlığına hükmedilmez. Ancak teori düzeyinde kaldığına hükmedilir. Ve teoriler yalan değillerdir, isbat edilememiş görüşlerdir daha çok. Bazı teoriler vardır ki, isbatı ile ortaya atılışı arasında yıllar vardır. Her teori İslamoğlu'nun spesifik çöplüğüne atılsaydı, şu an bilim denilen şey olmazdı. Çünkü her bilimsel olan başta spesifiktir. Kişinin kendi hayali, zannı, umudu ile ortaya çıkar; sonra herkese gösterebildikçe, isbat edebildikçe hakikate yaklaşır. Verne'nin hayali o gün için gerçek bulunmasa da mutlak bir şekilde gerçeklikten azledilemez. Onun subjektifi, bir nevi bizim objektifimizdir artık.

Umuma gösterememek meselesi mühim. Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girmezden önce, bazı işaretler hissettiğini ancak bunu umuma gösteremediğini ifade eder. 28. Mektup'ta geçen bu ifadeler, yanlış anımsamıyorsam, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de yer alan ebced/cifir hesaplarından önce telif edilmiştir. Burada hassas olan nokta, Bediüzzaman'ın umuma gösterememekten dolayı beyanından çekindiğini ifade etmesidir:

"İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'ân'da arkadaşlarım! Bir kal'ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganîmeti vermek, nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de, şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hâsıl olan fütuhâttaki inâyâtı, benim gibi bir bîçareye veremezsiniz! Elbette, böyle mübârek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum."

Ve yine Bediüzzaman'ın bir mektubunda, meslekçe, burhan-ı yakîni yolunu, kazıye-yi makbuleye tercih ettiğini de okuyoruz:

"Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."

Peki, ne olmuştur da Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girip böylesi spesifik ve kendisinin de 'şarlatanların suistimal ettiklerini' beyan ettiği bir dalda bilgi üretmiştir? Bunun cevabını da verdiğini görüyoruz:

"Bilirsiniz ki; Ankara ehl-i vukufu, Risale-i Nur'a ait kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri inkar edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde hissedar zannedip, itiraz ederek, 'Böyle şeyler kitaba yazılmamalı idi; keramet ihzar edilmez' diye hafif bir tenkide mukabil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki: Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki, Kur'an'ın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem'alarıdır ki, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur'da kerametler şeklini alarak, şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için ikramat-ı İlahiye nevindedir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür."

Bu metinden ve devamından da anlıyoruz ki; bu alanda çalışmasındaki maksad, bu işaretlerin veya hesapların bütün müslümanlarca kabul edilir olması değil. Ya ne? Etrafındaki müminlerin kendisine saldırı olan bir dönemde onların kuvve-i maneviyelerini takviye etmek, ağızlarına bir parmak bal sürmek. Hatta devamında daha da detaylandırıyor izahını:

"Risale-i Nur'un, hizmet-i imaniyede bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçı lazım gelirken, hem benimle laakal yüzer katip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zaruri iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bakiyeye baktığı için, hayat-ı faniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vacip iken—kendimi misal alarak derim ki—beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan menetmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz, biçareye binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde—maddi bir hastalık nevinde—insanlarla temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle ihtiyarım haricinde ve bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur, kendi kendine, tek başıyla başkalarına muhtaç olmayarak bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle, bu çeşit şeyler bana yazdırılmış."

Ve hemen akabinde bir uyarı daha ekliyor Bediüzzaman. Bunu yazmaktaki amacı kendisine veya talebelerine bir elitizm, bir seçilmişlik, bir farklı konumlandırma veya bunlarla insanları kendine çekip talebelerinin sayısını arttırmak falan değil.

"Yoksa, haşa, kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise, Risale-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşaallah, Risale-i Nur, kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır."

En başa dönelim. Neden bu yazıyı yazdım? İslamoğlu ve benzerleri 'spesifik' şeyleri pek sevmiyorlar. Hatta ne ki ulemanın veya evliyanın keşfine (veya onun süper aklının kabul etmediği bir deliline) bakar, üzerine 'spesifik' kaşesini vurup çöpe atmayı pek beğeniyorlar. Bu yönleriyle engizisyona çok benzetiyorum onları. Onlar da bu ümmetin engizisyon mahkemesi gibiler. Galileo gelse ve "Dünya güneşin etrafında dönüyor!" dese isbatına nefes aldırmadan boynunu vuracak gibiler. Neden? Çünkü bu bilgi onlarca spesifik. Galileo veya Graham Bell veya Edison veya bir başkası... Her bilim veya bilimsel bilgi, deney aşamasına gelmeden önce birilerinin hayali, zannı, teorisi, taakkulu, yani spesifik bilgisiydi. Nasıl yapılacağı bilinmiyordu ama olabileceği biliniyordu. Sahada sınanmamıştı henüz. Sadece o öyle düşünüyor veya o öyle olduğunu tahmin ediyordu. Herkese ve umuma gösteremiyordu o an için.

O aşamanın ve o tarz bilginin sorumluluğu bu değildi çünkü. Mertebesinin hakkı "Bana öyle geliyor" demekti, kanaat etmekti. Ona öyle gelmeden, öyle olabileceğinin adımları atılamazdı. Kainatta ve insanda bilgi böyle ilerliyordu. Peki, şimdi İslamoğlu'nun spesifik lanetlemesini bu bilimsel ve bir o kadar fıtrî halin içinde nereye koyacağız? İnsanlara 'ona öyle gelmesini' yasaklayacak mıyız? Başımıza geçerse, Allah korusun, yeni bir 1984 mü yazdıracak bize İslamoğlu? Halbuki bu modern zaman engizisyon yargıcı kendi derslerinde de gırla şöyle ifadeler kullanıyor: "Fakire öyle geliyor ki... Muhtemelen... Fakire göre..." Hatta kitabında da bunları söylüyor:

"Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır'da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır."

Peki, benim müdakkik hocam, senin 'kanaatin' ve 'muhtemelen'in ile ilim oluyor da Bediüzzaman'ınkiyle niye olmuyor? O da kanaati gelip; değil herkesin tasdik etmesini, yalnız saygı göstermesini bekleyerek kanaatini belirtse, bu kanaat belirtme işinin tapusu sizde mi ki, müsaade etmiyorsunuz?

"(...) Mucizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü'l-Kübrâ gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emâreler ve vakıalar bana kat'î bir kanaat vermiş."

"Bu rüya-yı sadıkadan herbiri, gerçi rüyadır, delil ve hüccet olamaz; fakat herbirinin aynı mealde ittifakları bir müjde veriyor ve Risale-i Nur'un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor."

"Birden, otuz üç ayetin mana-i sarihinin teferruatı nevindeki tabakatından ınana-i işari tabakasından ve o mana-i işari külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim ve bir kısmını bir derece izahlı, bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i imanın imanını Risale-i Nurla takviye etmek niyetiyle, o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim."

"(...) ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resâili'n-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mânâ-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat'iye verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrâhimînden rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum."

Fakat ey İslamoğlu, sen bunlardan anlamadıysan, ki anlayacağın da yoktur, senin muhatabın şu mektuptur:

"(...) Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla, beyan ettiğim ve o içtihadımda 'en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım' dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselamın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak!"

Saturday, December 6, 2014

Aptallık hüsnüzan değildir

Bence bizi kandıran, hüsnüzannımızın aptallığa yaklaşmasının yanında, İslamoğlu'nun kurnazlığıdır. Kendisi dilinden çıkanların çok daha fazlasını kalbinde tutuyor kanaatimce. Sonraları iyiden iyiye boyası dökülen bir takiyyeyle, ehl-i sünneti de çok fazla ürkütmeden, adım adım kafasındaki taşları döşüyor. Öyle ki: Yakın zamanda devirdiği çamlara rağmen hâlâ onu savunanlar var. Sanıyorlar ki, hoca gafil, aydınlatılsa hemen ikna olacak.

Hep mübarekler hey! Ne iknası? Hatırlatsanız, en iyi ihtimalle, yine takiyyesini giyecek üstüne hemence. Bediüzzaman'ı yıllardır iltifatlarla anmasının ardından şimdi nasırına basılmış küheylan gibi kişnemesinin içyüzü de bu değil mi? "Hazır Gülengiller devletle kötü olmuşken, onlar da Nurcu bilinirken, belki de fırsat doğmuştur? Bırakayım takiyyeyi de bir çakayım şu Bediüzzaman'a ve Nurculara. Ya nasip!" diye düşünmesidir.

Yok bilmem 'şimdiye kadar hiç Risaleleri Kur'an'a arz etmemiş' de, yok 'bu gözle hiç okumamış' da, yok bilmem neymiş de. Yerseniz. Madrabaz numaralarıdır bunlar. Güvercin taklasıdır. Yerseniz. Üstelik "Kur'an'a arzettim" dediği kitaptan yaptığı alıntılardan da kimisi uydurma, kimisi çarpıtma, kimisi de tahrif. Yani olmayan kelimeler/metinler eklenerek uydurulmuş bir Risale-i Nur arzetmiş İslamoğlu Kur'an'a. Hatta, gerisini de bırakmış, yalnız uydurduğu kısımları arzetmiş. Başkasının makalesinden öyle bir çakma bölüm hazırlamış ki kurgu metinleri de hiç sorgulamadan kitabına katmış. Ah ben ne dedim? Hazretin ifadesini hazretin kendisi için kullandım. Alınmaz inşaallah. 'Uydurulmuş din' tabirini çok sever çünkü.

Eğer İslamoğlu, kendi kitabını başka bir İslamoğlu olarak inceleseydi, oradaki uydurma metinlerden dolayı kendisini 'güvenilmez âlim müsveddesi' sayardı. Düşünsenize, birkaç tane hadisi aklına uygun bulmamakla Buharî'yi, Müslim'i, hatta Ebu Hureyre gibi sahabe-i güzini (Allah onlardan razı olsun) bitiren(!) adam, böylesi uydurma metinleri görürse kendisine neler yapmaz? İntihar bile edebilir. Öyle ya, hayatını 'doğru din' üzerine adamış(!) Bir tane delilsiz şey söylemiyor(!) Dayanamaz böyle birşeye. Şeeeyy, tabii, yine yerseniz.

Yemezseniz size diyeceklerim var. Bence İslamoğlu ülkemizdeki 'Kur'an müslümanlığı' ekolünün en kurnaz öğreticisi. Diliyle bir kere söylese ehl-i sünnetin hemen alnına kaşeyi basabileceği meseleleri anmaktan uzak kalarak benzerlerinden içtenpazarlıkta ayrılıyor. (Bu konuda eline su dökebilecek tek isim Caner Taslaman.) Mesela: Yaşar Nuri Öztürk'ü hatırlayalım. Onun, namaz vakitlerine, haccın zamanına, deizme vs. dair açık taarruzlarından ne olduğunu anladı ümmet. İtibar etmedi sözlerine. Bayındır da yine çoğu tartışmada böyle. İhsan Eliaçık da. Açıktan diyeceklerini diyorlar bir nebze.

Ama İslamoğlu öyle değil(di). Ben çok iyi biliyorum böyle düşünmekte yalnız olmadığımı. Ehl-i tasavvuf olduğu halde onun dersine giden veya nur talebesi olduğu halde sohbetlerini takip eden birçok insan vardı. İslamoğlu benzerlerinin rağmına bu ilgiyi üzerinde tutmayı nasıl başardı? Seleflerinin hatasını tekrarlamayarak. Hemen tanınmasını sağlayacak mevzuları anmayarak. Mümkün mertebe arkaya dolanarak. Hep bu yolu izledi İslamoğlu. Yavaş yavaş kanına girdi dinleyicilerinin. Mehteran gibi yürüdü hep. İki adımda bir durarak. Ceylanı bile ürkütmeden.

Kanaatimce: Bediüzzaman'ın tüm müminlerin dikkatini çektiği bir tuzağı İslamoğlu tam uyguluyor. Peki nedir o tuzak? 'Şahısları çürütmekle eserleri çürütmek' kardeşlerim. "(...) ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." derken altını çizdiği şey bu.

İslamoğlu'nun kimi derslerine bakıyorum mesela kardeşlerim. Tıpkı müçtehidin-i izamın magazin programı gibi. Yok kimi muhaddis bin tane kadınla evlenmiş, yok kimisi bilmem ne yapmış, yok kimisi bilmem ne demiş, yok kimisi bir eserinde ne yazmış, yok kimisi kimisinin ardından nasıl suçlamış... Böyle o insanların ilmî yetkinliğiyle hiçbir alakası olmayan bin tane martavalı anlatıp duruyor derslerinde.

Ne için? Çünkü eserlerini çürütmeye malzeme lazım. Güvensizlik inşa etmesi gerekiyor. Doğrudan eserlerine vuramıyor. Eserler muhkem. Hem de ümmet uyanıyor. Ya ne yapacak? Arkalarına dolaşacak. Kimisinin karısına getirecek lafı, ötekinin söylentisine, berikinin bir tartışma sırasında sarfettiği söze, bir diğerinin kötü lanse edebileceği bir satırına. Oradan da diyecek ki size: "Bakın bakın, adam sandığınız bu insanlar aslında böyle böyle, aslında beş para etmez, sözüne de itibar edilmez kişiler bunlar. Artık onlarla naklolan hiçbir şeye güvenmeyin. Ben size dinin aslını öğreteceğim."

İşte bunun adı cerbeze kardeşlerim. Bir adamın bir ömür boyunca tükürdüğü balgamı bir anda ağzından çıkmış gibi gösterme. Yahut sinek kanadı kadar seyyiesi ile dağ gibi hasenesini örtme. Bediüzzaman bu zihniyete dair bir tesbitini de sahabeye dair yazdığı bahsin ahirinde söyler.

"Dördüncü sual: (...) Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar..."

Daha biz hüsnüzan ededuralım. Dün hafif imalarla başlayan İslamoğlu, bugün açıktan Bediüzzaman'a, Mevlana'ya (k.s.), daha kimlere kimlere 'mahviyet ayakları' diyecek bir noktaya geldi. Dün okunmasını tavsiye ettiği Risale-i Nur'u, bugün, 'insanları Kur'an yolundan saptıracak bir eser dizisi' gibi göstermeye kalkıştı. Bugün bunu yersek ve gereken ilmî cevapları vermezsek yarın kimbilir kimlere sataşacak? Kimleri gözden düşürmeye gayret edip hangi eserleri çürütmeye gayret edecek?

Bugün buna sessiz kalanlar, susanlar, bizi de susturmaya çalışanlar, yarın bizzat kendi çocukları, ebeveynlerini 'uydurulmuş din mensubu' gibi görüp 'imansızlıkla' itham ederlerse şaşırmasınlar. bu meyve o suskunluk ağacının çünkü. Allah elbette dininin sahibi ve koruyucusudur ama müminleri de gayrette görmek ister. İslam'ı bu adamın güya 'Kur'an müslümanlığına' karşı ilminizle, kalbinizle ve gayretinizle müdafaa edin. Ahirzamanda vaadolulan 'yüz şehit sevabı' bu noktada dik duranları bekliyor.

Güya Allah'ı takdis ederken... 9: Spesifik sana söylüyorum, gayb sen işit!

Ehl-i sünnet nazarı ile İslamoğlu tayfasının arasındaki en mühim nüanslardan birisinin; 'kuşatılamayanın reddi' ile 'kuşatılamayanın da gerçek olabileceği' ayrımı üzerine olduğunu düşünüyorum. (Bunu, serinin evvelki bir yazısında daha belirtmiştim. Ancak tekrar üzerinde durmakta fayda var.) İslamoğlu tayfasının, Kur'an'da hakkında sarih beyan bulunmasına rağmen, gaybın yalnız Allah'ın bilgisinde olduğu noktasında şüpheleri var. Hatta şüphe de değil, Abdülaziz Bayındır gibilerin "Allah herşeyi bilmez!" diyerek açıkça beyan edebilecekleri kadar itikat haline getirdikleri bir yanlış bu. Bu yanlış, aklı, Allah'ı ve bildiklerini dahi sınırlayabilir bir muhtar telakki etmelerinden kaynaklanıyor. Aklın asla bütünü kuşatabilen olmayışı, fakat ilm-i İlahî'nin bütünün tamamını biliyor oluşu (bize göre gayb kalan yerleriyle beraber) bunların kanına dokunuyor.

Neden dokunuyor? Çünkü böylesi bir ihtimal 'spesifik' deyip sürekli çamur attıkları bir bilgi alanının hakikat olabilme ihtimaline kapı açıyor. Bunların mensubu oldukları tahtieci ekol, aynı zamanda reddiyeci olduğu için; bir gaybın varlığına iman, reddedeceği şeyleri o kadar kolay İslam'ın dışına atamayacaklarını ima ediyor onlara. Öyle ya, eğer varlığın sizin asla kuşatamayacağız köşeleri, yani bir gaybı olduğuna iman ederseniz; spesifik deyip çamur attığınız birçok şeyin de yarın hakikat olarak karşınıza çıkabileceğine ihtimal vermişsiniz demektir.

En azından şunu itiraf etmişsiniz demektir: "Ben şimdiye kadar bunun hakikatini anlayamadım. Ama benim bunun hakikatini kavrayamamış olmam, olmamasına delil olmaz. Çünkü gayb yalnız Allah'ın bilgisindedir. Ve iman sahibi olmak, aynı zamanda bir gaybının olduğuna ve hep olacağına da iman etmektir. Allah'ın ilmi karşısında beşerin ilminin/bilişinin mecbur olduğu hal budur. Açık kapı bırakmadır henüz bilinmeyenin hakikat olabileceğine. Beş duyu organımla kuşatamadığım ve ayrıca aklımla henüz ulaşamadığım nice şeyler de vardır ki, gayb olmuştur bana, belki şimdilik. Fakat yarın bunların hakikati ortaya çıkabilir."

Bu yüzden Kur'an'ın "Bugün dininizi tamamladım" hükmünü İslam'ın temel esaslarının tamamlanması çerçevesinde değil; bütününü alçıya alan, kıpırdamaz hale getiren bir şekilde anlarlar. Hatta oradan içtihadî meselelerin ve tüm içtihadların reddiyesine kadar gidenleri olmuştur. Öyle olursa inkâr etmede elleri rahatlar çünkü. Hz. Ali'nin Haricilerle yaşadıkları, onlara karşı dik duruşu, böylesi bir 'alçıya alışa' karşı Kur'an'ın tevili ve özelinde 'tevil edilebilirliği' üzerine verdiği bir mücadeledir. Zira müteşabih meselelerde "Yalnız benim anladığım doğrudur!" demek de bir tür şirk-i hafidir. Allah'ı, kuş kadar aklınla sınırlandırmaktır.

Bediüzzaman, birçok Risalesinde bu nazarı sigaya çeker. 20. Lem'a'da (İhlas Risalesi) "Hak yalnız benim mesleğimdir!" diyene karşı yaparken bunu, 26. Söz'de (Kader Risalesi) cüz-i ihtiyarinin reddine teşebbüs edenlere karşı yapar aynısını: "Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey malumatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez." Bir adım sonrasında benzeri bir ikazın 'hadis müdafaası' çerçevesinde 24. Söz'de yapıldığını görürüz:

"Ey insafsız ve dikkatsiz ve imânı zayıf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu 'On Asıl'ı nazara al. Sonra sen, hilâf-ı hakikat ve katî muhâlif-i vâki' gördüğün bir rivâyeti bahane ederek, ehadis-i şerifeye ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma! Zira, evvela o 'On Asıl'ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. 'Hakiki bir kusur varsa, bize âittir' derler, hadise râcî olamaz. 'Eğer hakiki değilse senin sû-i fehmine âittir' derler. Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu 'On Asıl'ı tekzib ve iptal etmek lazım gelir. Şimdi insafın varsa, bu on usûlü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır!' de, ilişme."

Haydi, yazıyı uzatmayı göze alarak, bir örneğini daha söyleyeyim. Yine 24. Söz'de; ancak 12 Asıl'da değil, daha evvelki bir kısımda; esma dairesinde de böylesi bir dikkati tavsiye eder Bediüzzaman, müminlere:

"Mâdem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var; ve isimler birbiri içinde görünüyor; ve şuûnât birbirine bakar; ve temessülât birbiri içine girer; ve ünvanlar birbirini ihsâs eder; ve zuhurât birbirine benzer; ve tasarrufât birbirine yardım edip itmâm eder; ve Rubûbiyetin mütenevvi' terbiyeleri birbirine imdat edip muâvenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile, bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir."

Buna, İbn-i Arabî ve İmam-ı Rabbani gibi mübarek insanların keşfiyatlarına dair sorulan bir soruya yönelik 18. Mektup'ta verdiği cevabı da ekleyebilirim. Ama uzatmayayım. Yani bütün bu alıntılar eşliğinde söylemek istiyorum ki; İslamoğlu olsun Bayındır olsun, bu ekolün mensuplarının temel zaafiyeti, ilmin sonuna geldiklerini sanmaları. Veyahut en azından aklın, yani şu anlık doğruya karar verenin, aynı zamanda bütün zamanları kuşatan hakikatin de tek doğrulayıcısı olduğunu düşünmeleri. Halbuki zaman da bir müfessirdir. Bugün senin anlayamadığın bir hakikat, belki senden sonra birilerinin keşfiyle açıklığa kavuşabilir. Peki, sen bugün ona karşı nasıl bir tavır takınacaksın? Aklına uymayan herşeyi inkâr ile geçmişe sadece bir yıkıntı mı bırakacaksın? Yoksa "Belki benim de kuşatamamış olma ihtimalim var!" deyip gelecekte oradan hakikati bulabileceklere açık bir kapı mı bırakacaksın?

İşte İslamoğlu ve benzerlerinin takıldıkları taş bu. Spesifik dedikleri herşeye de bunu yapıyorlar. Geleceğin veya başkalarının hakkı olan meseleleri "Ben bulamadıysam, yoktur bunun hakikati!" diyerek çöpe atıyorlar. İnkâr ediyorlar. İnternette Senai Demirci ile videosu da bulunan, hemen aratılsa bulunabilecek, tek örnek vereceğim: "İsrailoğulları olmasaydı et kokmazdı" hadisini sünnetullaha (hadi 'bilimsellik' diyeyim ben) aykırı bulduğu için, Buhari'de olmasına rağmen, reddediyor İslamoğlu. Hatta Buhari'nin hadis rivayetini ne denli sağlıklı yaptığına dair bir suizanna da malzeme yapıyor.

Ben bu çok akıllı hocama bir farklı bakış açısı öneriyorum şimdi: Sen "Balık baştan kokar!" dediğinde, yani bu atasözünü kullandığında, biliminsanlarıyla bir laboratuvara kapanıp elde ettiğin biyolojik bir kaideyi mi açıklıyorsun? Yoksa bir mecaz ile toplumun liderlerinden itibaren bozulduğunu mu belirtmeye gayret ediyorsun? Aklın yetmiyor diye, Allah Resulünün orada "İsrailoğulları olmasaydı, bu derece toplumsal bozulmalar meydana gelmezdi" gibi anlaşılabilecek bir mecazını (belki daha farklı çıkarımlar yapanlar da olabilir) senin kuş kadar aklın kestirmiyor diye neden inkâra sapıyorsun? Ehl-i sünnet olaydın, Bediüzzaman'ın önerdiği gibi derdin ki: "Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır!" Ama sende o feraset nerede? Sen kendi aklını Allah'ın icraatına sınır koyucu sanıyorsun. Elbet icraatın sahibi, sana o sınırının ne anlama geldiğini gösterecek. Ya bu dünyada ya öteki dünyada.

Thursday, December 4, 2014

Güya Allah'ı takdis ederken... 8: İsrailiyata vururken İslamoğluiyat'ı dikmek

Şahin Doğan abi, Risalehaber'deki yazısında Mustafa İslamoğlu'nun Kur'an'ı Anlama Yöntemi isimli kitabında yaptığı bir tahrifi gözler önüne serdi. İslamoğlu, 25. Söz'den alıntıladığı bir metni, aslında Risale-i Nur kelimesi geçmediği halde, içine Risale-i Nur kelimesini de katarak, Bediüzzaman'ın kendi eserlerini Kur'an'ın eşiti gibi gördüğü iddiasına karine olarak sunuyor. Tabii delili safsata olanın iddiasının neresini düzelteceksin? Arşimed bile dünyayı kaldırmak için dayanacak bir nokta istemiş.

Ben de yazıyı okuyunca hayretler içinde kaldım. İddiası iftira olduğu gibi, dayandırdığı metin de iftira. Kat kat iftiranın lahana yaprağı gibi tortop önünüze konduğu bir kitapla karşı karşıyasınız. İsmi de Kur'an'ı Anlama Yöntemi. Dua edin mümin kardeşlerim: Allah bu yöntemle Kur'an'ı anlamaktan bizleri korusun. Fakat durun! İslamoğlu bu kitapta bir 'tersten eğitim' mi düşünüyor acaba? Yani "Ben kötüsünü yapayım, onlar da bana bakarak nasıl olmaması gerektiğini öğrensinler..." türünden bir çalışma. Çok mu hüsnüzan ediyorum? Evet, haklısınız.

Ben de daha önceki günlerde twitter'da kitaptan bir bölümü paylaşmış ve Mustafa İslamoğlu'nun twitter hesabını da ekleyerek sormuştum: "Bunca yıllık Nurcuyuz, yıllardır da iyi kötü Risale okuyoruz, bu cümleyi Bediüzzaman nerede söylemiş, hiç okumadık, mümkünse İslamoğlu bize açıklasın." Cümle ise şu idi: "Said Nursi bir yerde ebcedi nasıl keyfî kullandığını şöyle itiraf eder: 'Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyi ki atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu.'" Doğrusu tahkik mesleğinin bir özelliği olarak ben hafızama değil, metne güvenirim. O yüzden Risale metinlerinde bu cümleleri içindeki kelimeleri tek tek aratarak bulmaya çalıştım. Yok, yok, yine yok. Yani hakikaten Bediüzzaman'a ait değil bu ifadeler. Ya bizim ehl-i aklımız, müdakkiklikte alemdarımız, tetkikte mangalda kül bırakmayanımız İslamoğlu nasıl alıntılıyor itiraf diye? Muhtemelen Üstad bizzat kendisine itiraf etti. Fakat nasıl olur? Üstad vefat edeli çok oldu. İslamoğlu yakazayı falan da sallamaz. Başka şekilde aldı haberi herhalde.

Üstelik İslamoğlu'nu yalanlayacak şekilde Risalelerde birçok ifade de var. Örneğin Birinci Şua'da geçen şu kısım:

"İşte bu risalede mezkûr otuz üç âyet-i meşhurenin bil'ittifak, tekellüfsüz, mânâca ve cifirce Resâili'n-Nur'un başına parmak basmaları ve başta âyetü'n-Nur on parmakla ona işaret etmesi, eskiden beri ulema ortasında ve edipler mâbeyninde meşhur bir düstur ve hakikatli bir medâr-ı istihracat ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal ettikleri mâruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir."

Dikkatinizi çekti mi son cümle: Ebced/cifirin geçerliliği için tasannu/yapmacık olmaması şartını koşuyor Bediüzzaman kendi metninde. (Başka yerlerde tevafuk için de kullanıyor bunu.) Ve bu cümleyi Risale-i Nur'da aratınca bulabiliyoruz. Şimdi tabii İslamoğlu'na sormamız gereken birçok soru ortaya çıkıyor: Bütün kitap boyunca, dikkatte ve doğrulukta hep bu seviyede mi idiniz? Eğer öyleyse, vay halinize!

Hani bir söz vardır: "Şeytanın en büyük hilesi olmadığına inandırmasıdır" diye. Baudalaire atfedilir. Al Pacino ve Keanu Reeves'in başrollerini oynadığı Şeytanın Avukatı filminden akıllara kazınmıştır en çok. Aslında 13. Lem'a'da Bediüzzaman'ın da altını çizdiği birşeydir bu: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir." İşte bence Mustafa İslamoğlu da tam buna benzer birşey yapıyor metinlerinde. Bazı kavramlara öyle bir yaslanıyor ve o yaslandığı kavramların haklılığından öyle bir güç alıyor ki; bir kere onu diline dolayınca artık müminlere her cerbezeyi (hatta karşısında savaştığı şeyi bile) yuttururum sanıyor. Haricilerin "Hüküm Allah'ındır!" sözüne Hz. Ali'nin dediği gibi: "Bu söz, kendinden bâtıl murad edilen hak bir söz." Evet, nasıl o gün Hariciler dillerinde zâhiren hak sözlerle bâtıl murad edip Hz. Ali'ye karşı savaştılar; bugün İslamoğlu gibiler de buna benzer hak sözlerle bâtıl murad edip ehl-i sünnetle savaşıyorlar. Bunlardan bir tanesi de İsrailiyat meselesi.

İslamoğlu'nun derslerini takip edenler bilirler: İslamoğlu bu İsrailiyat kelimesiyle çok takıktır. Aklına uymayan, hoşuna gitmeyen, zekasının kesmediği, gözünün görmek istemediği her ne rivayet, tevil, icma, kıyas varsa hepsini İsrailiyat ilan edip kapıdışarı eder. Yani demek ister ki: "Bunlar dinin aslında yoktur ve sonradan dine katılmıştır. Eğer dinin aslından olsa, böyle mantıksız olmaz. İşte Yahudilerden gelmiştir, Hristiyanlar yapmıştır, Farslılar katmıştır..." vs. Rengi boldur, ama tadı aynıdır bu argümanın.

Naklolunan bilgilerde İsrailiyat nevinden şeyler karışık bulunabildiği riski, çok cüz'i olarak, ehl-i sünnetin ortak endişesi olduğu için; İslamoğlu da dayar sırtını bu genel kabul görmüş endişeye! Ondan sonra sallar kılıcını düşman üstüne. Önüne Buhari mi gelmiş, Müslim mi çıkmış, İbn-i Hacer'e mi çarpmış, İmam-ı Malikî mi rastlamış hiç umursamaz artık. Dane-i hakikatini bulmuştur ya, gayrı dünyada ona dur durak yoktur. "Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakikat mevcud, mündericdir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir." O da bu bâtılın hakkını verir. Tâmim eder de eder. Kimse kaçamaz keskin çeliğinden.

Fakat efendim, bu ehl-i sünnet ulemasına kılıcından aman çıkmayan, nefes aldırmayan âlimimiz, konu Batı kaynakları olursa, hiç de böylesi "Acaba?"lara sahip olmaz. Mesela kitabından bir alıntıyla gösterelim:

"Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür. Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır'da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır. Kapadokyalı Apollonius, rakam değerli harfleri kullanarak tılsımlar ve büyü formülleri icat eden bir pagandı. Onun tılsım ve büyü formülleri Müslüman çevrelerde de revaç buldu."

Görüyor musunuz aslan parçasını, hiç Batı kaynaklarından şüphe ediyor mu? Gerçi hangi kaynaktan bunları aldığı da belli değil, ama yeterli görmüş ki, hem 'Kanaatimiz odur ki...' dedirtmiş, hem de 'Muhtemelen...' gibi ehl-i ilme pek yaraşır ifadeler kullanmış. Şimdi, bu noktada durup sormak istiyorum: Buhari'yi, Müslim'i vs. Kur'an'a arz eden (aslında ne Kur'an'ı düpedüz kendi aklına arz eden) İslamoğlu acaba bu bilgileri kime arz ediyor? Kapadokyalı Apollonius'u Kur'an'da mı gördü de bize sorgulanmaz bilgi gibi dayatıyor İslamoğlu? Yoksa Pisagor sûresi diye bir sûreye mi denk geldi bizim okumadığımız bir yerde? Hiç öyle değil. Daha evvel de dedim, onun yaptığı birşeyleri Kur'an'a arz etmek değil. Doğruluğuna karar verdiği hususlarda Kur'an'ı ve sünneti kendine arz ediyor; bakalım Kur'an tevil edilebilir mi, sünnet de doğruyu tutturabilmiş mi diye.

Ve tabii bunun sonucu olarak "İsrailiyat, İsrailiyat!" diye bağıran İslamoğlu yavaş yavaş kendi İsrailiyatını kurguluyor İslam içine. Kur'an'da olmayan, sünnette yeri bulunmayan ama kendisinin pek kıymetli ve sorgulanmaz gördüğü kaynaklardan alınmış bu bilgilerle vahyi ve ehl-i sünnet ulemasını hizaya sokan muhterem hocamız, bunlar da yetmiyor, bir de uydurduğu metinleri başka âlimlerin ağzına koyup bize yedirmeye çalışıyor. Bazı rivayetlerini mantıksız bulduğu için Buhari'yi, Müslim'i itham eden aslan parçası; kendi kitabında Bediüzzaman'a demediğini dedirtiyor, dediğine de kaçak kat çıkıp tahrif ediyor. Kimbilir daha ne şekillerde ıslah edecek bizi. Hepimiz muntazır bekliyoruz. 1400 yıldır yaşayamadığımız İslam'ı, İslamoğlu gelsin de bize öğretsin diye. Fakat durun bir saniye! 1400 yıldır yaşanmıyorsa, o zaman alınan mirasın sağlığı da sorgulanmış olmuyor mu? Arada geçen bütün İslam geleneği sapkınlıkla suçlanmış falan? Amaaan, boşverin! İslamoğlu'nun aklı yeter size. Yerseniz.

Tuesday, December 2, 2014

Güya Allah'ı takdis ederken...7: Allah'ın hikmetine sınır çizmek

Mustafa İslamoğlu'nun Kur'an'daki sayısal mesajlarla ilgili ikircikli bir dili var. Şöyle anlatayım: Kendisinin hem tefsir derslerini hem esma derslerini kısmen izlemiş birisi olarak biliyorum ki; İslamoğlu, aslında Kur'an'daki sayısallığı işine geldiğinde seviyor, reddetmiyor. Mesela anlatacağı bir ayette geçen kıymetli bulduğu bir kelimeyi veya aktaracağı esmayı, Kur'an'ın her yerinde sayıp o sayılardan bir tesbit çıkarmayı seviyor. el-Ehad ismini anlattığı esma dersini hatırlıyorum mesela. Yanlış anımsamıyorsam 43 kere farklı bağlamda, bir kere de Allah'a nisbetle 'Ehad' kelimesinin kullanıldığını, bunu da Ehad'ın manası bağlamında çok manidar bulduğunu o dersinde anlatıyordu. Bunun dışında, neredeyse her dersinde Kur'an'da geçen bir kelimenin nerelerde, kaç kere geçtiği üzerinden yapılan çıkarımlar var. Yani ebced/cifiri hurafe olarak gören İslamoğlu, Kur'an'daki elfaz-ı mübarekenin tekrar sayısını ise, aksine, gayet hikmetli buluyor diyebiliriz. Kendi beyanları da bu sözümüzü doğrular.

Bunu yanlış bulmuyorum. Yanlış anlaşılmasın. Kamer sûresinde geçtiği şekilde, Cenab-ı Hakkın 'herşeyi bir ölçü ile yarattığını/indirdiğini' biliyorum ve buna iman ediyorum. Bu yüzden, elbette Kur'an'daki kelimelerin tekrar sayısını da önemsiyorum. Hatta mushaftaki sûresi sayısının, o sûredeki ayet sayısının, o ayetteki kelime sayısının, o kelimelerdeki harf sayısının da hikmetli olduğunu düşünüyorum. Kainatına bakıyorum çünkü, orada hikmetsiz hiçbirşey yok. Zerrelerden tut yıldızlara kadar her yarattığında bir hikmet var Allah'ın. Hepsini saran bir ölçülülük hakikati var. Elbette böylesine kuşatıcı bir hikmet ve o hikmet sahibi, bana şunu düşündürüyor ve yazdırıyor:

Kainat böyle lebaleb hikmet ile doluysa, Allah'ın vahyindeki hiçbirşey de hikmetsiz olamaz. Yaptığı herşeyi hikmetle yapmak Allah'ın şanındandır. Bu, kainat kitabında da böyledir, Kur'an kitabında da. Kainatta zerrelere varıncaya kadar böyledir, Kur'an'da harflere varıncaya kadar.

Mesela Niyazi Beki Hocanın bir çalışması var Kur'an'daki bazı hikmetli tekrarlara dair: Şeytan ve melek kelimelerini 88'er kez geçiyor Kur'an'da. Ahiret ve dünya kelimesi de yine eşit miktarda 115'er kez. Soğuk ve sıcak kelimeleri de 6'ar kez geçiyor. İyiler kelimesi, kötüler kelimesinin tam iki misli sayıda; iyiler 6, kötüler 3 kez geçiyor. Kur'an'da cennet kelimesi 78, cehennem kelimesi ise 77 kez geçmekte. Resul kelimesi ise 513 kez geçiyor; fakat ne tevafuktur, Kur'an'da ismi geçen Resullerin isimlerinin tekrar sayısının toplamı da 513. İçki ve sarhoşluk kelimeleri de yine eşit sayıda 6'şar kez geçiyor Kur'an'da. Zekat ve bereket kelimelerinin geçiş sayısı da yine eşit, 32'kez... Daha neler neler. İlgili çalışmasında Niyazi Beki Hoca ayet ayet bu kelimelerin geçtiği yerleri de belirtmiş, Allah razı olsun. Yani görüyorsunuz ya, bu açıdan bakınca reddedilmeyecek bir ölçülülük/matematiksel uyum var Kur'an'da.

Şimdi ilginç birşey; kelimeler bazında bu matematikselliği kullanan, derslerinde anlatan ve mutlulukla oradan çıkarımlar yapan İslamoğlu, oradan harflere geçildiğinde bu tür çıkarımları topyekun reddediyor. Ve diyor ki: "Başta ebced/cifir olmak üzere harf ve rakamlar üzerinden Kur'an'ı konuşturmak, kitaba uymak değil, kitabına uydurmakla neticelenen bir hurafe ve tahrif yöntemidir." Tabii insan sormadan edemiyor: Allah'ın hikmet musluğunun vanası senin elinde mi İslamoğlu? Nasıl kelimelere kadar indiğini kabul ettiğin ve kullandığın halde iş harflere geldi mi vanayı kapatıp "Burada böyle birşey yok!" diyebiliyorsun? Allah'ın kudreti sûrelere, ayetlere, kelimelere o kadar sır yükledikten sonra; senin eşsiz aklınca, sıra harflere gelince gücü biter mi? Oradan ileriye hikmet gitmez mi?

Ben bu yüzden bu insanların yaptıklarına 'Allah'ı takdis sûretinde sınırlandırmak' diyorum işte. Bakınız, Kamer sûresi beyanınca ölçülülüğü reddemeyecek, reddetse zaten bu dinde kalamayacak olan İslamoğlu; nasıl da keyfine göre ve aklına sığmayınca harflerden ve onlarla yapılacak rakamsal bir çıkarımdan sapkınlık suçlaması üretiyor. Ne güzel meslek bu böyle! Allah'ın esmasının ve onların tecelliyatının sınır çizgileri de zat-ı mübarekin elinde demek. Sen hem öyle, hem böyle yaparsın da sana kolundan tutup; "Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?" demezler mi be hoca? Gerçi ne diyeceksin? "Allah herşeyi bilmez!" diyen Bayındır'ı "Abdülaziz Hocayı çakalların önüne atmayın, o değerli bir ilim adamıdır" diye koruyan sen değil miydin? Al bir sınırlamacıyı vur ötekine. O ilmine sınır koyar, sen hikmetine. Geçinir gidersiniz böyle.

Monday, December 1, 2014

Güya Allah'ı takdis ederken...6: 'Levlake levlak' takıntısının kökenleri

'Güya Allah'ı takdis ederken...' ifadesi, bu serinin ilk yazısında alıntıladığım, Bediüzzaman'ın, Mutezile'nin zihin kodlarına yönelik bir tesbitinden mülhem. Ama anlatmak istediklerimin özü, özeti o. Hakikaten de böylelerinin ifrata gittikleri mesele bu. Allah'ı, Kur'an'daki ve şeriattaki dengeyi bozacak kadar bir ifratla takdis ediyorlar. Bu takdis sûreten takdis, aslında sınırlama. Zira öyle bir noktaya varıyorlar ki bu 'takdis görünümlü sınırlama'da, Allah (haşa, sümme haşa) bu beyzadelerin aklı müsaade etmiyorsa, irade bile edememiş ve edemez oluyor. Öyle hassas terazileri var ki, haşa, kendisine zarar vermesine bile izin vermiyorlar Allah'ın. Nasıl tarif etsem? Eğer birşey bunların akıllarına sığışmıyorsa, onun Allah için olabilme ihtimali yok. Çünkü neden? Allah'ı takdis eden onların akılları. Bir açıdan süzgecin süzdüğü şeye efendilik tasladığı bir zemine geçiyoruz. Kendi gizli şirkini tevhidin en yüksek mertebesi gibi size sunan bir zihniyet. Şirk-i hafînin, gördüklerim açısından, en sinsi olanı. Düşünsenize, öyle bir şirkin içindesiniz ki, dilinize baksalar amacınız şirki yok etmek.

Bu 'güya takdis'in daha net bir ifadeyle 'sözde takdis'in en çok takıntılı olduğu şeylerden birisi de Allah'ın Ehadiyeti. Varlığın, Allah dışında hiçbir şeyin biricikliğini kabul etmedikleri için, varlıkla biriciklermiş gibi özel bir ilişkiyi temsil eden Ehadiyetin manasıyla bir takıntıları var. (Ebced/cifir ve Kur'an'daki işarî manalarla takıntısı da buradan besleniyor aslında. Yani Allah, vahyinde size özel birşeyler söylemiş olamaz.) Örneğin: İslamoğlu'nun, kendi esma derslerinde sıkça söylediği gibi; Mustafa İslamoğlu'ndan bile iki tane olmalı şu dünyada. Bir tane olamaz. Bir tane olursa eğer Allah'ın birliği zarar görür gibi geliyor onlara.

Niye böyle düşünüyorlar? Kur'an'da, Zariyat sûresi 49. ayette öyle buyrulduğu için. İyi de orada bahsedilen çift oluşun canlıların devamını sağlayan 'eşli düzeni' kastettiği de söylenebilir. Fakat bu şıkkı tercih etmiyorlar, ettirmiyorlar. Çünkü eşler birbirinden farklı. Bu da onların yine biricik olabilirliği ihtimalini veriyor. O yüzden ayetin manasını mutlaklaştırıyorlar. Geriye kalan bütün yorumları da kapıdışarı ediyorlar. O zaman tabii insan; "Hadi bakalım..." demek istiyor. "Gayretli hocam, madem herşey iki tane, göstersene peygamberlerin ikincilerini? Kur'an'da senin bu ikilik iddianı doğrulayan, şu ayette yaptığın mutlaklaştırmadan başka, delil var mı? Neyin ikisinden bahsediyor Kur'an? Mesela Kur'an diyor mu hiç: Hz. Nuh'tan iki tane vardı. Hz. Musa'dan iki tane vs..."

Bunları hiç sorgulamak yok. Niye sorgulayacaksınız? Hocanızın aklı hepinizi esir alıyor ya. Ona sorsanız, kendi takipçilerinden daha ehl-i tahkik kimse yok. Fakat ne hazindir, hocasının 14 asırlık İslam geleneğini ayaklar altına alışını izlerken "Yahu sakın bizde bir yanlışlık olmasın?" diye soran da yok. Orada iki tane Arapça kökten birbirine bağlantı kuruyor, üç tane klasik metinden alıntı yapıyor, işlem tamam. Modern zaman büyücülüğü etimoloji üzerinden yürüyor zaten.

'Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!' hadisine de takıntı derecesinde saldırması; bu hadisin manasının Allah'a ve Resulüne hakaret olduğunu söylemesi de bundan. O hadisi kabul ederseniz, bir varlığın Allah'la biriciklik düzeyinde ilişki kurduğunu da kabul etmek zorundasınız. Yani Ehadiyet düzleminde... Halbuki, tam da Ahmet Yıldız abinin bir keresinde twitter'da yazdığı gibi, İslamoğlu'nun Rububiyet ve Uluhiyet dairelerini birbirine karıştırdığının en zâhir delili bu. Allah'ın birşeyi 'bir manaya yönelik' yaratması ile 'bir şarta bağlı olarak' yaratması arasındaki farkı göremiyor. Allah, elbette Samediyet penceresinden bakıldığında hiçbirşeye muhtaç olmayan ve herşeyin Ona muhtaç olduğu; fakat birşeyi bir mana için yaratmak, Ona muhtaç olmak anlamına gelmez ki. Bediüzzaman da zaten bu hadisin zat-ı Muhammediye'den ziyade hakikat-i Muhammediye'ye baktığını söyler 14. Şua ve diğer yerlerde. İslamoğlu daha bu zat ile hakikat arasındaki nüansı anlamıyor.

"(...) külli hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın hayatı, hem İsm-i Azamın tecelli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kainatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder."

Bunu kusurlu bir örnekle de olsa anlatmak istiyorum. Bir ressam olduğunuzu düşünelim. Ve öğretmen olan dostunuz, ders verdiği okula gelip bütün okulun resmini yapmanızı istiyor. Gidip yapıyorsunuz. Ve bitirdikten sonra dostunuza diyorsunuz ki: "Sen olmasaydın, ben bu resmi yapmazdım." Bakınız, detaya dikkat çekiyorum: 'Yapamazdım' demiyorsunuz, 'yapmazdım' diyorsunuz. Çünkü yapma noktasında 'şart' bağlamında ona muhtaç değilsiniz. Kendiniz de kendi iradenizle gidip o resmi yapabilirsiniz. Ancak hakikat ve mana anlamında o dostun temsil ettiği şeyin kıymetini ifade etmek için altını çiziyorsunuz. "Sen olmasan, ben bu resmi yapmazdım."

Biz bu tarz ifadeleri o kadar çok kullanıyoruz ki. 'Sen olmasan, senin hatırın olmasa, arada sen varsın diye, sen araya girmeseydin...' hiçbirinde kastettiğimiz 'sana muhtaçtım, sen olmasan ben bunu yapamazdım' demek değil. Kastettiğimiz "Bunu yapışımın hakikati/manası senle ve senin benim dünyamda temsil ettiğin şeyle ilgili..." Bu dostluk olabilir, sevgi olabilir, sadakat olabilir, vefa olabilir, hikmet olabilir. Yani İslamoğlu'na baksanız bunların hiçbirisi yok. Sanki Allah Resulü "Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım" hadis-i kudsîsini nakletmekle şöyle demek istemiş: "Ben olmasam, (haşa) Allah bütün bunları yaratamazdı." Bunu da Hz. Gazalî'den günümüze kimse anlamamış, Mustafa İslamoğlu farketmiş. Hey mübarek! İyi de sonra yaratılan, önce yaratılana nasıl şart olarak zorunluluk olabilir? İmam Gazalî'nin bu kadar da mı aklı yoktu sana göre? İşte bu tür sorular yok onların dünyalarında. Çobanı çoban eden, kavalına razı koyunlardır.

Sunday, November 30, 2014

Güya Allah'ı takdis ederken...5: Biricikleştirme hastalığı

Bu meselede herkes 'bir' yazıyorsa, ben 'beş' yazmaya mecburum. Çünkü bu zatın Kur'an'dan yaptığı tedrisin 'Kur'an'dan oluşuna' hüsnüzan edip Nur talebeleri arasında az reklamını yapmadım. (Hüsnüzan ile aptallık arasında bir ince çizgi var, aşmamak gerek; demek ben beceremedim, aştım.) Ehl-i sünnet ile uyuşmayan görüşlerine şahit olmuyor değildim, ama muhalif fikre hakk-ı hayat vermeden hakikatin hakkının verilebileceğini de sanmıyordum. Kardeş bilip merhametle baktığım için, musavvibe mesleğince 'anlamaya ve tutmaya' veya Bediüzzamanca ifadesiyle 'lütufla ıslahına çalışmaya' taraftardım.

"Nihayetinde ehl-i ilim..." diyordum. Sen delilini gösterirsin, o delilini gösterir; sen yorumunu söylersin, o yorumunu söyler; mesele deliller eşliğinde, değil hisle veya husumetle, ilmî bir surette konuşulur. O, "Ben böyle anlıyorum" der, sen dersin "Bana göre de doğrusu bu" Ya o senin sözüne gelir, ya sen onun sözüne gidersin veya ikiniz de başlarkenki noktalarınızda bitirirsiniz muhabbeti, saygıyla. Bir mümin böyle analizlerden veya tartışmalardan ne kaybeder ki? Çekinmem böyle şeylerden. Fakat bu kadar da hüsnüzanlı olmamak lazımmış. Detaylara ve onların içinde yumurtlananlara dikkat etmek lazımmış. "Şeytan ayrıntıda gizlidir" derler. Hayatta herkesin verdiği bir ders var. İyinin iyiliğinden öğreniyoruz, kötünün kötülüğünden. İslamoğlu'ndan da öyle veya böyle birşeyler öğrenmiş olduk.

Peki, ne değişti? Putuma mı vurdu yani? Bediüzzaman'a laf söyledi diye mi ben böyle karşı cepheye savruldum? Bana şu çok çirkin geliyor aslında: Tamam, ne düşünürsen düşün, ne yorum çıkarmış olursan ol, bunu cerbeze ile karşındakine yutturmaya çalışmayacaksın. Cerbeze nedir? Cerbeze, en özet ifadesiyle; aklın ifratıdır, bütünün içinden bir parçayı kaldırıp şöyle demektir: "Hey, baksana, işte senin bütünün bundan ibaret!" Genellemeler zaten hep böylesi insafsız ve zalimce bir hükmü de içerdiği için hakikat mesleğinde reddedilir.

Bunun "Bütün Kürtler/Türkler şöyle şöyle..."si de insafsızdır, "Kayserililer/Sivaslılar böyle böyle..."si de. Çünkü insan ancak parçalara hâkim olabilir. Aklın ve de nazarın sınırlılığının bir sonucudur bu. Bütün Kürtleri/Türkleri veya bütün Kayserilileri/Sivaslıları tanıman mümkün değildir ki; bir tek insanı veya birkaç insanı tanımakla ve hem onlar hakkında 'onların da bütününü ıskalamış' kanaatler belirtmekle herkese racon kesesin. "Şu şudur, bu budur..." diye insanları sınıflara ayırasın. Bu netlik, bu insanın haddini aşmış 'astığı astık kestiği kestik' hali, bu çok korkutur beni. Bu ümmetin başına her ne bela gelmişse böylesi bir dilden gelmiş diye düşünüyorum. Önce dilde 'astığı astık kestiği kestik' olanlar, sonra bunu dilde bırakmamış; bugün IŞİD'de, geçmişte Haricilikte olduğu gibi hakikaten 'astığı astık, kestiği kestik' bir hal almıştır.

'Anlamaya çalışmak' diye birşey var. İnsanın kalbinden, o kalpteki şefkatten ve muhabbetten haber veren birşey bu. (Bediüzzaman boşuna acz, fakr, şefkat ve tefekkür'de, şefkati tefekkürün önüne koymuyor.) İslamoğlu'nda bu var sanıyordum. Kur'an'dan konuşuyor güya, ama Kur'an'daki şefkatten nasibinin olmadığını anladım ben bu son açıklamalarıyla. Düşünsenize; ne Mevlana Hazretlerinin ne de Bediüzzaman'ın bütün hayatına hâkimsiniz. Ama isimlerinin önündeki şöhret buldukları lakaplara yanlış mana vermekle 'mahviyet ayakları' deyip bütün ahlaklarına bir çamur sürmek niteliği içeren genellemeler yapıyorsunuz. Bunu ancak 'anlamamaya çalışmakla' yapabilirsiniz. Ben bu son beyanıyla bunu anladım işte.

Demek aklında bu çamuru sürmek var. Bu çamuru sürmek aklında olduğu için kelimelerde mecaza müsaade etmediği gibi, farklı yorumlara da kulağını açmıyor. Bu da yetmiyor, attığı çamuru eliyle sıvamak nevinden genellemeler de yapıyor. Düşünün kardeşlerim; bugün İslam tarihinde böylesi lakaplarla anılan kaç manevî önder, kaç âlim, kaç gönül sultanı var? Aziz Mahmud Hüdaî böyle, Mevlana Halid-i Bağdadî böyle, Bediüzzaman-ı Hamedanî böyle, Hacı Bayram-ı Velî böyle. Ya insan azıcık elini kibrinin üzerinden kaldırıp vicdanına koysa der: "Ulan bir tek ben mi müslümanım? Bu kadar insan ve bu kadar müslüman böyle ifadeleri kullanmaktan çekinmemişlerse herhalde bu kelimelerde mecaza müsaade var." Bunu demesi lazım, yoksa aksi düşünce şunu gerektirir: "Bunu söylemek benim/bizim aklımıza geldi. Çünkü bizler de bu ümmetin 'biricikleri'yiz. Hakikati anlamış tek kesimiz, tek müslüman biziz."

Hayır, bir insan en azından kendisiyle çelişkiye düşmemeli. Bir ilim adamının niteliğini bununla anlarsın çünkü. İki cümlesinden birisi diğerini tekzip ediyorsa, ona ilim adamı demezsin. Şimdi ben İslamoğlu'na bakıyorum. Çay TV'deki açıklamalarında sunucunun hatırlattığı "Bediüzzaman'ın 'yazdırıldı' falan gibi ifadeleri var..." beyanına diyor ki: "Onlar tevil edilebilir." İyi de müdakkik hocam, aynı gün matbaadan çıkan kitabında hiç de onları 'tevil edilir' bulmuyorsun? Hatta orada (342. sayfanın dipnotunda) Nurcuların Risale-i Nur'u (hâşâ) 'Kur'an'ın eşiti' gibi gördüğüne karine olarak veriyorsun.

İnsan fikir değiştirir de daha matbaadan yeni çıkmış kitabındaki fikrini kitap eline ulaşmadan değiştirir mi? Madem tevile mecali vardı ve görmedik onu kitabında, demek sen 'anlamaya' değil 'anlamamaya' bakıyorsun. Senin Sünuhat'taki adını söyleyeyim: Sen tam bir tahtiecisin. Tefekküründe şefkat yok. Allah'ı biricikleştirmek davası altında kendini ve kendin gibi olanların yorumunu biricikleştirmeye çalışıyorsun. Mesleğinin şiarı budur, ölene kadar da böyle gezineceksin: "Hak yalnız benim mesleğimdir." Ve bu cümlenin cezası olarak da ümmetin seni yalnız bırakmasına mahkûm olacaksın. Çünkü ümmetin feraset tarihi, kendi parçasını bütün diye dayatanlara ders verme tecrübeleriyle doludur. Dün Gülengiller, bugün sen, aynı savrulmanın iki ucu, aynı hastalığın iki belirtisisiniz aslında: Biricikleştirme hastalığı.



Saturday, November 29, 2014

Güya Allah'ı takdis ederken... 4: Kuşatılamayanın reddi

Önceki yazılarımda da değindim; aklı merkeze alıp yaşayanların gücü parçalara yeter. Parçalardan yaparlar yorumlarını ve hakikati asla kuşatamayacaklarından dolayı vahiy gibi/kadar emin olamazlar. Vahiy ise nazar-ı âlâdan âleme baktığı için bütüne göre konuşur. Bütüne göre konuşmak demek, Hak olan Allah'ın herşeyin hakkını tam vererek konuşmasıdır. Herşeyin hakkının tam verilmesi ise bir yönüyle adalete, bir yönüyle nizama/dengeye bakar. Bu nedenle haddini bilen aklın âdeti; Kur'an'daki sarih bir beyanla kanaati çelişirse, kanaatinin/gördüğünün üzerine soru işareti koyup vahyin dediğini anlamaya çalışmaktır. Çünkü aklı hata edebilir, ama vahiy hata etmez.

Bütünü elde ettiğinizde parçalar hakkında sağlıklı hüküm verebilirsiniz, ama yalnız bir veya birkaç parçaya sahip olmakla bütün hakkında kendinden emin yorumlarda bulunamazsınız. Mevlana'nın körlerin fili tarifi örneği veya Bediüzzaman'ın gavvas/dalgıç ve hazine misallendirmesi bu hakikati tarif etmek içindir bize. Ne körün tuttuğu yer filin tamamıdır ne de gavvasın bulduğu mücevher hazinenin hepsi. Vahyi merkeze almak işte bunu itiraf etmektir: Benim aklım parçalara dokunur. Bütünü ise yalnız Allah bilir. "De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur!" buyuran Neml sûresi 65, bir yanıyla da bunu söyler bize. "Bildim!" sandığınız dışında ne kalıyorsa, o sizin gaybınızdır. Gıyabınızdadır. Ve siz, insan sınırlılığı içinde yaşadığınız için, hep bir gaybınız olacaktır. Parçaları bilmekle bütüne hâkim olduğunuzu zannetmeyin, haddinizi aşmayın. Gaybı bilen, bütüne hâkim olan, yalnız Allah'tır.

Bu yüzden 'akıl merkezli olanlar' bütünden korkar. Bütünün kuşattıklarının dışında kalmasından ve asla kuşatamayacak olmalarından endişe ederler. Sonsuzluğa dair reddiyeleri veya cennetin/cehennemin sonsuz olmayacağına dair görüşleri hep bundandır. Öyle söyleseler de, amaçları Allah'ı ebedîlikte biricikleştirmek, bu biricikleşme adına insanı ebedîlikten diskalifiye etmek değildir. Asıl amaçları; aklın kuşatacağı alanı sınırlamak, onu sonsuzluktan kurtarmaktır. Sonsuzun varlığının kabulü, aklın acziyetinin kabulüdür çünkü. Mustafa İslamoğlu vb. zihniyettekiler önce cennet ve cehennem bahsinden söylemeye başlarlar bunu. Ahiretin sonsuzluğuna dair Kur'an'daki ifadeleri, icma-ı ümmetin rağmına 'çok uzun bir zaman' olarak tevil ederek ve ahiretin ebedîliğine dair bütün rivayetleri bir kalemde çöpe atarak mesaiye başlarlar. Sonra Kur'an ayetlerindeki farklı anlam tabakalarını inkâra saparlar. Sonra kendi yorumlarından başkasını 'uydurulmuş' sayarak reddederler. Sonra 'spesifik' gördükleri, aslında ise kuşatamayacaklarını bildikleri, tüm bilgi kaynaklarını güya Kur'an adına tekfir ederler.

"Ebced/cifre dayalı Kur'an yorumu, harflerle yapılan hokkabazlıktır. (...) Fakat ebced üzerinden tezini isbat etmek isteyenler, hokkabazlar kadar dürüst değildirler. Tüm güçleriyle muhatabı ebcedle varılan sonucun hakikat olduğuna ikna etmeye çalışılar. Bunun harflerle ve rakamlarla oynanan bir oyun olduğunu saklamak için hakikate işkence ederler." (Mustafa İslamoğlu, Kur'an'ı Anlama Yöntemi, 339. sayfa)

"Bunun, bu yanlışında beş vecihle hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselere, hatta nefsin cüz'î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsî fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder."

Sonra öyle bir iner inerler ki; kelimelerden mecazi bile kaldırırlar. Yani bir kelime birkaç anlama gelemez onların gözünde. Birkaç anlamda kullanılamaz. Günlük hayatın içinde olan, hemen hepimizin yaptığı mecazları bile yasaklamaya başlarlar. Kelimelerden bile tekfire yeltenirler.

"Allah'ın bir ismi de 'Bedi’dir. Kur'an'da geçer. Bedi olan Allah'ın ismi bir insana verilemez. Verilmemeli. Mevla da Allah'ın ismidir. Ayet okuyacaksın gideceksin Allah'ın yarattığı bir kula Mevlana diyeceksin. Yani 'edep yahu' demek lazım. Bu ne tevazu derler adama. Bir de bu ismi kendine koyana dönmek lazım. Bu ne tevazu, hani tevazu? Hani mahviyet ayakları falan nereye gitti?" (Mustafa İslamoğlu, Çay TV)

İki ucunu birden söyledim size. İslamoğlu da geçmişte cehennem ve cennetin sonsuz olmadığına ve olamayacağına dair yorumlarıyla başladı yolculuğuna. En nihayet kelimelere kadar indi ve Bediüzzaman, Mevlana gibi daha nice ümmetin medar-ı iftiharı ismi, verdiği manaya mahkûm bildiği kelimelerle itham etti. Sonsuzluk dedim ya başta, sonsuzlukla problemleri var bunların. Kuşatamadıkları herşeyle problemleri var. Spesifik saydıklarına düşmanlıkları da bundan. Akıllarına sığmıyor çünkü. Güya Allah'ı takdis ederken aslında Allah'ı sınırlandırıyorlar. Bildiklerine, kendi 'göre'lerine mahkûm ediyorlar Allah'ı. Vahyini kendi verdikleri manaya sınırladıkları gibi kelimeleri de mecaza müsaade etmeyecek bir kafese kapatıyorlar. Şimdiden diyeyim: Bu yolculukların biraz daha ilerisi ümmeti tekfir ile yalnız kendilerini müslüman bilmektir. "Neden?" derseniz, Allah'ı böyle 'vahyindeki sarahatin hilafına' takdis sûretinde sınırlandırmaya yeltenenler, elbet gün gelip kendilerini de ümmeti içinde takdis edecekler. Belki de ediyorlar.

Friday, November 28, 2014

Kur'an'a arz ediyormuşum gibi çek kanka!

Nazarlarını makûl (akıl yoluyla bilinen ve akla dayanan) üzerinde yoğunlaştırdılar. Menkûle (nakil yoluyla gelen ve nakle dayanana) ise pek itina göstermediler. Akıllarıyla uyuşan bir şer’î emir gördüklerinde bunu kabul ettiler. Aksi takdirde reddettiler ve ‘Peygamberler bunları avam için tasvir etmişlerdir’ dediler. Akla çok fazla bel bağladılar ve en sonunda küfre düştüler. Kâfir oldular.” İmam Gazalî (r.a.), Kânûnu’t-Te’vîl’den.

Herkese böyle gelir mi bilmem ama bana tuhaf geliyor arkadaşlar. Nur talebelerini ‘kendilerini Kur’an’a arz etmeye’ çağıran atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu’nun “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” isimli kitabında (Bediüzzaman’a dolu dolu iftira ettiği ebced/cifir ile ilgili bölümde) ‘ebced veya cifirin Kur’an’da karşılığının bulunmadığına’ dair bir tane bile ayet alıntıladığı yok. İlginç değil mi?

Nasıl söylesem? O bölüm yeterince Kur’an’a arz edilmemiş gibi geldi bana. Öyle ya, bu olmayış bilgisi, hem de Mustafa İslamoğlu’nun dimağındaki haliyle (muhalif fikre hakk-ı hayat tanımayacak katiyette) bu kadar kesin bir bilgi, herhalde Kur’anîdir diye düşünmüştüm ben. “Mutlaka bir ayetten almıştır yahut Kur’anî bir ibareden çıkarmıştır bu nehyi!” diye hüsnüzanda bulunmuştum.

Yanılmışım. İslamoğlu’nun Kur’an’daki harflerin veya lafızların ardında matematiksel işaretlerin bulunmayacağı yönündeki kesin hükmü Kur’an’dan gelmiyor demek ki. Ya nereden? Muhtemelen onu da Pisagor’u okuduğu yerden okumuş. Zaten bu ülkede İslam geleneğine çatan ne kadar adam varsa mürekkebini yaladığı kitaplar Avrupa matbaalarında basılmış oluyor.

Her neyse… Asıl bu vesileyle İslamoğlu gibilerin kafalarının çalışma şekline yönelik bir tesbitimi aktaracağım ben size. Bediüzzaman’ın “Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor…” dediği bölümün devamında geçen birşeyle ilgilidir bu mesele aslında. Hemen alıntılayalım:

Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icaba, icada medar değildir. İllet ise vücuduna medardır. Mesela, seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.

İşte, bence, Mustafa İslamoğlu’nun gerek ebced ve cifir meselesinde, gerek ehl-i sünnete sataştığı diğer meselelerde böylesi bir durum var. ‘Hikmet’ ile ‘illeti’ birbirine karıştırıyor atanmamış müçtehidimiz. Nasıl? Mesela: Ebced ve cifir meselesinde, öncelikle başka başka yerlerden/kişilerden öğrendiği bilgiler ve kanaatlerle, ebcedin ve cifirin kötü veya yanlış olduğuna tastamam karar veriyor. Sonra sağdan-soldan indirip emin olduğu bu yanlışla beraber Kur’an’a uğruyor. Eğer kendisini terse yatıracak ifadeler varsa başlıyor onları tevil etmeye. Kur’an’da (mesela ebced/cifir meselesinde) kendisini doğrulayacak sarih bir nehye, bir yasaklamaya, bir kötülemeye rastladığından yapmıyor bunu. Hayır. Yolu bu değil. Bir nevi akıl ile vahyi büküyor. Kafasındaki doğruyla Kur’an’ın karşısına oturuyor ve onun dersinin kafasındaki doğruya göre/uygun olması gerektiğini dayatıyor.

Kur’an’la bu şekilde işini bitirdi diyelim. Peki bitti mi iş? Asla! Daha hadisler var. Bu sefer çeviriyor yüzünü hadislere. Onların içinden zayıf da olsa bir tevil ile fikrini destekleyebilir bulduklarına tutkal gibi yapışıyor. Fakat kendisini yalanlayan veyahut tevile müsait olmayan hadisleri de, isterse en sağlam hadis kaynaklarında geçsin, hemen bir kulp takarak ‘uydurma’ sınıfına sokuyor.

Bu da yetmiyor, bıçak yeniden bileyleniyor, yeni bir kıyıma geçiliyor. Eğer kendisinin zayıf gördüğünü güçlü gören âlimler varsa onlara geliyor sıra. Bir açıklarını bulup, bulamazsa uydurup, olmadı magazine yatıp, alaya alıp, makaraya sarıp bir bıçak da onlara çalıyor… Gördünüz mü ne güzel arz ediyor kendisini Kur’an’a İslamoğlu? Yani dostlarım, İslamoğlu’nunki kendisini Kur’an’a arz etmek falan değil, cerbezesi o işin, asıl Kur’an’ı ve hadisi kendisine arz ediyor. Uygun bulursa alıyor. Bulmazsa bırakıyor.

Burada öyle, kader meselesinde öyle, âdemler ve havvalar meselesinde öyle. Yeter ki birşeyin kötü olduğuna kendisi karar versin. Allah’ın (hâşâ) onu kötü bulmamak gibi bir şansı yok. Bitti o iş. Mümkün değil öyle bir emir vermiş veya yapmış olması. Tıpkı yukarıdaki illet meselesinde olduğu gibi… Burada, Bediüzzaman’ın, Tûr sûresi 37’nin “Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” tefsirinde söylediği ifadeyi alıntılayacağım kaçınılmaz olarak: “Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar?” İşte yaptıkları tam da bu bence: Kendilerini Halıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül etmek. Cenab-ı Hakka, yüzbin kere hâşâ, ‘Öyle olmaz böyle olur’ demek.

Twitter’da bir İslamoğlusever ile aramızda geçen diyalog da ilginçti. Benim, ebced/cifirin de ötesinde, vahyin arkasında matematiksel hiçbir mesajın olamayacağını topyekûn reddeden bu anlayışı eleştirmek için söylediğim; “Allah kainatı bile içinden matematik çıkarılacak bir şekilde yaratmış. Her neye baksanız ancak rakamlarla anlayabileceğiniz ve anlatabileceğiniz bir ölçü, düzen, sanat, ihsan var. Allah’ın bütün eserlerinin ardında, onu keşfetmemizi ve okumamızı sağlayan böyle matematiksel bir dil olsun da bir tek vahyi bundan hariç kalsın, bu mümkün olabilir mi? Veyahut en azından Kur’an’da sarih bir ‘yoktur’ beyanı yokken, böylesine kesin bir dille yokluğuna hükmedilir mi? Arayanların tamamı tefrik gözetmeksizin sapkın ilan edilir mi?” ifadelerime bu arkadaş şöyle cevap verdi: “Allah herşeyi yaratabilir. Yaratabilir olması yarattığı anlamına gelmez.”

Doğru, fakat ‘yaratmadığı’ anlamına da gelmez, tahdite de karine olmaz. Ki ben burada bir esma ve şuunat okuması yapıyorum. Diyorum ki: Kainatın her köşesini, Kamer sûresinde buyurduğu gibi, ölçülerle yaratan Allah’ın şanındandır ve kudreti yeterdir ki, Kur’an’da böylesi işaretler de bırakabilir. Ve beklenir. Huruf-u mukatta başta şifreli ifadelerdir zaten. Fakat yok, sen bu kadar ‘yapabilmeye kapı açan’ kainat okumasına ve yaptığını doğrulayan hadis rivayetine rağmen, olmadığını özgüvenle söylüyorsan, sorarlar adama: Aga senin dayandığın ayet nedir? O nasıl bir ayettir ki sizden başka kimse görmemiştir?

Bir de tuhaf olan, birşeyin yokluğunu isbatlamak, varlığını isbatlamaktan zordur. Hatta kayıtsız, mutlak bir yokluk isbatı, imkansızdır.

"Evet, bir fende ve bir san’atta mütehassıs bir iki zatın o fen ve o san’ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hatta başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes’elede, mesela, Ramazan hilâlini yevm-i şekte ispat etmek ve ‘Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî bahçesi rû-yi zeminde var’ diye dava etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefiy ve inkâr eden bütün rû-yi zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini sinemada gibi keşfen, bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefiy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini ispat ile dâvâyı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki; ‘Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar— zâtında muhâl olmamak şartıyla— ispat edilmez!’ diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler."
Şimdi İslamoğlu ve benzerleri, yatmışlar-kalkmışlar, “Ya bu ebced/cifir meselesi bizim kafamıza yatmadı. Çok da suistimal eden var. Bu kötü birşeye benziyor. Bunun Kur’an’da bulunmaması lazım…” demişler, sonra Kur’an’da açık yasak bulamamışlar, belki birşeyleri eğip bükmüşler (ama, dedim ya, kitapta öyle birşey de yok), o konuda kendilerine uymayan ne kadar rivayet varsa ‘uydurma’ demişler, konu hakkında çalışma yapan ne kadar âlim varsa, bulduğu şeyin isabetine bakmadan ‘bu sapkındır’ diye hükmetmişler vs. Rezillik de rezillik. Ne kadar mesafe alsan bir o kadar rezillik. İşte, arkadaşlar, ahirzamanın geldiğinin bir tane delili de burada saklanıyor, cehalet eşeğini boyayıp ilim diye satıyor.

Thursday, November 27, 2014

İslamoğlu Allah'ı aciz bırakabilir mi?

Muhakkak ki, Biz, herşeyi bir ölçüye göre yarattık.” Kamer sûresi, 49. ayet

Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür. Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır’da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır.

Atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi isimli ilmî(!) eserindeki ebced/cifir eleştirisine yukarıdaki cümlelerle başlıyor. ‘Kanaatimiz odur ki, Muhtemelen’ gibi ‘bulmadan önce bulacağına zaten iman etmiş’ bilimsel(!) ifadelerini irdelemeyi şimdilik bir kenara bırakırsak, İslamoğlu’nun eleştirisinin daha bu girizgâhtan itibaren ‘hakikati ıskalamış’ olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü İslamoğlu mevzuya başlarken bir dolu dogmasını kabullenmemizi istiyor. Bir sürü ezberini ‘sorgulanmazlık’ olarak dayatıyor. Diyor ki mesela: “Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür.” Siz de bunu böyle kabul edin! Yaaaa… Acaba? Acaba hakikaten öyle midir? Acaba tenkide açık kapı bırakılmayan bu muhteşem tesbit nereye yaslanmaktır?

Daha İslamoğlu bu sorulara cevap vermeyi aklından geçirmeden altını çiziyorum: Bu söylenilenler dogmadır. Zira sayıların ‘gizli hakikatlerin sembolleri olduğunu’ bize ilk öğreten Pisagor değil Allah’tır. Kainatta bilim namına ne varsa, bu matematiksel/ölçülü dengenin üzerine kurulmuştur ve zaten bunların keşfiyle/keşfedildiğince oluşturulmuştur. Bugün fizik olsun, kimya olsun, biyoloji olsun, astronomi olsun (veyahut daha alt kolları/üst dalları olsun) hepsinin bize gösterdiği şey: Allah’ın varlığı sayı sayı, rakam rakam, düzen düzen ifade edebildiğimiz orantılarla, formüllerle, ölçülülükle yarattığıdır.

Kainatı ‘bilinmek’ üzere yaratan Alîm-i Hakîm, elbette, yarattığını da rakam rakam okunabilir kılmıştır. Ve evet, farkettiğiniz gibi, Mustafa İslamoğlu’nu, ‘rakamları gizli hakikatlerin sembolü olarak kullanma yöntemini’ Allah’tan alıp Pisagor’a vermekle itham ediyorum. Çok biliyor olmakla iftihar ettiği Kur’an-ı Hakîm’i daha doğru düzgün anlayamadığını, kavrayamadığını, kuşatamadığını ‘içinde ölçüden bahsedilen her ayeti şahidim tutarak’ yüzüne çarpıyorum. Hatta, mürşidimin diliyle, kainat kitabını da kendisine dipnot gibi hatırlatıyorum:

Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.

Peki kainatı kaplayan ‘ölçülülük hakikati’ bize nasıl bir ders vermektedir? Ben şunu alıyorum mesela kendi payıma: Allah, kainatta, bizim rakamlarla ifade ettiğimiz manaların üstüne esma/sıfat bilgisini yüklemiştir. Çiçeğin yaratılışındaki düzen, önce, ilmi gösteren bir ölçülülük içinde tebessüm eder bize. Ve biz bu nizamı rakamla ifade ettiğimiz gibi, formülünü de yine rakamlarla keşfederiz. Yahut da not ederiz. Bu ölçüler altında yüzümüze sanat tebessüm etmeye başlar sonra. Parlar. Ölçülülük öyle bir düzeye varır ki, aklın farkettiği hakikatin dışında, göze de hoş görünen bir hüsne/güzelliğe bürünür. Ziyadeleşir. Sonra o sanat da, yine ister-istemez rakamlarla süslü, daha derin bir dünyaya çağırır sizi. Ta parmak izlerinize, retina kalınlığınıza, genlerinize kadar işlemiş ve sayı sayı okunan, size özel ihsan manaları da içeren, bir zinet/süs ile karşınıza çıkar.

Yani, arkadaşlar, bunların edebiyatını yapmadan önce hep rakam rakam okursunuz hakikatlerini. Ve bilim, rakamlarla (rakamlar bilimin küreğidir) derinleştikçe, yani rakamla ifade ettiğimiz ölçücüklerle yaratılmış bir varlığı önümüze serdikçe, biz de esmaya/sıfatlara uzanan yollar buluruz oradan. Allah’ın marifetine yollar ediniriz. O rakamlar bir şekilde karşımıza çıkar mesela ‘rahmet’ deriz. Başka bir şekilde tebessüm eder ‘cemal’ görürüz. Korkutacak kadar büyüdüklerinde celalle sallanırız, vs…

Sayılardan korkmayalım. Matematik esbaptaki ölçülülüğü ifade ettiğimiz dildir özünde. İnsan kendiliğinden bir matematik icad etmemiştir. Onun yaptığı sadece kainatta olanı keşfetmektir. İnsanı, kendisini tanısın diye yaratan Allah, kainatı da kendisini tanıtacak bir labratuvar olarak yaratmıştır. John Green, Aynı Yıldızın Altında romanında buna ne hoş değinir:

Neye inanıyorum biliyor musun? Üniversitede bir matematik dersi vardı, hocamız ufak tefek ve yaşlı bir kadındı. Hızlı Fourier dönüşümlerinden bahsediyordu ve bir cümlenin ortasında durup; ‘Bazen evren fark edilmek istiyormuş gibi görünüyor’ dedi. Ben de buna inanıyorum. Bence evren beklenmedik bir şekilde bilince eğilimli ve kısmen de zekayı mükafatlandırıyor. Çünkü zarafetinin gözlemlenmesinden keyif alıyor.

Aynı şeye, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında Robin Collins de şöyle dokunur: “Biz, fizikte esrarengiz denecek derecede uyum, simetri ve orantı görürüz. Ayrıca benim ‘keşfedilebilirlik’ adını verdiğim birşey ile karşılaşıyoruz. ‘Keşfedilebilirlik’ ile kastettiğim şu: Doğa kanunları adeta bizim akıl/zihin düzeyimizde birileri tarafından keşfedilsin diye dikkatle düzenlenmiş gibidirler.” Yine aynı kitapta Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ise şunları ekler bu hakikate:

Dünya’da akıllı bir yaşamın var olmasına izin veren aynı şartların, ayrıca evrenin gözlemlenmesi ve analiz edilmesine de tuhaf bir şekilde uygun olduğunu gördük. Ve bunun bir rastlantı olmadığına inanıyoruz. Aslında evrenin keşfedilmek üzere tasarlanıp tasarlanmadığı konusunu gündeme getiriyoruz. (…) Burada vurgulamak istediğim esas nokta, bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özelliklerin aynı zamanda etrafımızda olup bitenler hakkında keşifler yapmak için de en iyi ortamı sağladığıdır. Aslında Dünya’da bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki, bunları tamamen şansa atfetmek için kendimizi epeyce zorlamamız lazım."

Ben işte bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nu ‘Allah’ı keyfine göre sınırlamakla’ itham ediyorum. Kendi aklını vahyin rağmına merkeze almakla, vahyin sarahaten “Bende öyle birşey yok!” demediği bir meselede, varolan hadisleri de görmezden gelerek, kainatı matematiksel mesajlarla donatmış bir Allah’ın bunu vahyinde yapmadığını, arayanların da dalalette olduğunu söylemekle, asıl ‘sapan’ın kendisi olduğunu haykırıyorum. Suistimalleri mi gösterecek bana? Birşeyin yokluğuna suistimali ile hükmedilir mi?” diye sorarım ben de o zaman. Hem her ilmin suistimali olabilir. Bediüzzaman da şarlatanların bu ilmi çok suistimal ettiğini söylüyor. Fakat, bir ilmi suistimal, o ilmin reddine karine olur mu?

Piyasada bir sürü yalancı doktorun varolması tıp ilmini revaçtan düşürmüyor. Ebcedin/cifrin suistimalini Hurufîler yapıyorsa biyolojinin suistimalini de Evrimciler yapıyor. Fakat nasıl ki, ikincisinin dalaleti biyoloji bilimini bilim olmaktan tardetmiyor, kovmuyor; birincisinin sapkınlığı da Kur’an’da matematiksel bir mesajının da olmadığı anlamına gelmiyor.

Bir kere sen, hey atanmamış müçtehid, baştan; ‘Allah vahyinde matematik kullanmaz’ önkabulün ile konuşmaya başlıyorsun. Bunu da Kur’an’dan değil Pisagor’u okuduğun yerden çıkarıyorsun. Pekâlâ. Soralım o zaman: Allah senin dogmalarına uymak zorunda mı? Aciz insanlar bile mezartaşlarına böyle sözler/şiirler yazdırırken veyahut çocuklarına doğum tarihlerine denk gelebilen isimler koyabilirken, yani kelamlarına matematiksel arka anlamlar koyabilirken, Allah neden vahyinde bunu yapmaktan aciz kalsın? Sen öyle sanrılıyorsun diye Allah öyle yaratmaktan aciz olabilir mi?

Son hakikat bükücü...

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı hakikati hiçbir zaman 'vahiy gibi/kadar' kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, elbette, varlığın tamamını (tüm detaylarıyla) kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Fakat akıl sınırlarından dolayı bu kuşatıcılıktan yoksundur. O 'parçalardan hareketle' ve bu parçalar vesilesiyle 'bütüne dair sezebildiğince' kelam edebilir.

Nazarı bu kadardır. Gelişimi de tedricidir. Zamanla seviyesi yükselir. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında istikametli aklın tavrı, en azından o an için, hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah'a sığınmaktır. Kendi sanışından Hak olan Allah'ın bütün varlığı kuşatan ilmine kaçmaktır bu aslında. Bu sığınmanın birçok çeşidi vardır. Tefekküre sığınılır. Tevekküle sığınılır. Takvaya sığınılır. Temkine sığınılır. Tezkire sığınılır. Bunlar bir nevi 'euzü'nün altbaşlıklarıdır. Mürşidim Hikmetü'l-İstiaze isimli eserinde bazılarına dokunur:

"O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (...) zırhınız, Kur'ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (...) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve 'euzübillah' demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir..." vs. İşte, kanaatimce, buradaki kullanımların herbirisi bu sığınışlardan bir çeşidini ifade eder.

Birşeyin 'hakkında' konuşmak 'ona dair' ve 'merkezinde' konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise 'aslında neyin hakkında konuşulduğundan' haber verir bize. O şeyin 'merkezinde' ve 'aslında' ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da kainatın hakkında konuştuğu, hatta, tüm varlığın hakkında varolduğudur. İşaret ettiğidir. Anlattığıdır. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıkarıldığında eşyada konuşulan tek şey Allah'tır. Yani, mü'minlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: "Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur."

Hikmetü'l-İstiaze'ye geri dönelim. Akıllarını 'hak' kılanlara bakacağız şimdi: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."

İnsan tehlikeli bir bükücüdür. Vahiy karşısındaki ikincil konumunu unutmuş akıl, kendisinin parçalar hakkında yaptığı yorumları merkeze alarak, vahyi bükmeye başlar. Allah'ın şirke karşı yaptığı tahşidatı görmezden gelerek şerrin yaratılmasını (âdeta kendisi ikinci bir ilahmış gibi) beşerin eline verir. Çünkü 'kısa aklında/nazarında' halk-ı şer şerdir. 'Bazen kötü gelenin' yaratılması da kötülüktür. Elini yakan ateşin faydalarına körleşmiştir onun aklı. Acısında yitmiştir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki tekrar dönüp hatasını düzeltebilsin.

Halbuki istikamet dairesindeki akıl, haydi 'halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu' derk edememiş olsun, en azından bilir ki: Kur'an'ın bütünlüğündeki vurgu şirke yer bırakmaz. O nedenle Allah'tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Akıl yürütmelerin adımlayamayacağı bir yasak alan vardır burada. İşte o zaman tefekkürüyle Rabb-i Rahimine sığınır ve Ondan bu hakikati 'anlaşılır' kılmasını diler. Bu duruş da bir istiazedir. Hakkı aramak bâtıldan bir istiazedir.

Bu nedenle ben Bediüzzaman'ın temkinine bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu avam için tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi 'ulum-u hafiye' tabir ettiği şeyleri 'şarlatanların istimal edebileceklerini' söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Ve yine mesela: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; "Cû' ism-i azamdır" ifadesi kendisine sorulduğunda; "'Cû' ism-i azamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır..." dedikten sonra beyanını böylece bırakmaz. Hemen peşisıra ekler: "Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû' ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' ism-i azamdır, yani 'Bir ism-i azama bir vesiledir' denilebilir." Yani bir Allah dostunun kendisine nakledilen sözünü, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddetmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum en özünde arkadaşım: Bediüzzaman'da 'hakikati kuşatamamış olma ihtimaline' açık bir kapı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur. Fakat ne hazindir. Bugün ona dudak büken kimi isimler, sırf şirk olmasın diye(!) hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri 'spesifik' başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: 'Rüya ile amel edilmez'i izah ederken sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları kendi akıllarının sanrıları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. "Bence doğrusu budur!" demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, sanırsınız ki: Din-i Muhammedî geçtiğimiz pazartesi gelmiştir. Salıya kadar da doğru şekilde yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmıştır.

Akılları herşeyin merkezindedir. Akıllarına sığmayan din uydurulmuş dindir. Uymayan hadis uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim çakma âlimdir. Bakış açısını manzaranın bütünü sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman'ın 'hakikati inhisar altına almayan' duruşu ne anlamlı bir duruştur. Arkadaşım, ben diyorum ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden sapanların hamakatlerini hakikat sanmaları en çok içlerinde bir yerde yaşadıkları kaymadan dolayıdır. Onlar, akıllarına vahiy gibi, vahye de akılları gibi iman ederler. Bu akide bozukluğundan dolayı da kimseleri beğenmezler.

Saturday, November 22, 2014

Ben de Mustafa İslamoğlu olsam Bediüzzaman'ı sevmezdim


Olanlara şaşırmamak gerek aslında. Eğer uçların insanıysanız, çılgınlık peşindeyseniz, Bediüzzaman'ı sevmemeniz normal. Nihayetinde, zikrettiğiniz kişi bu topraklarda bir gemi direği gibi denge unsuru olmuş, yaşadığı coğrafyayı aşırılıklardan korumaya çalışmış ve metinleriyle/talebeleriyle hâlâ çabalayan birisi. O nedenle yoldan çıkmaya/çıkarmaya yönelik her ne yapsanız ona çarpıyor. Sözgelimi: Anarşiyi de ardından getirecek bir toplumsal stratejiniz var diyelim. Hoppala! 'Müsbet Hareket' kaya gibi önünüzde! Masumların canını, hak namına bile olsa, tehlikeye atmanıza izin vermiyor. Sevmezsiniz elbette. 


Yahut da milliyetçisisiniz. Yine Bediüzzaman sizi mutlu edemez. Çünkü Risale metinlerinde Türk milliyetçilerini rahatsız edecek kadar Kürtlerden, Kürt milliyetçilerini rahatsız edecek kadar da Türklerden sitayişle bahis var. İslam kardeşliğine vurgu var. Yahut Arap düşmanısınız diyelim. Gözünüze soka soka kırk yerde 'Muhammed-i Arabî aleyhissalatuvesselam' diyor, onun Arabî olduğunu size hatırlatıyor. Kardeşlik aşılıyor. Yahut, biraz daha detay, İbn-i Arabî (k.s.) düşmanısınız. Tam kılıcınızı kaldırıp vuracakken, hop, Bediüzzaman giriyor araya. Diyor ki: Kendisi mübarektir ama öğretisi herkesin anlayabileceği/taşıyabileceği bir öğreti değil. Tezyif etmeyin. Hevesiniz kursağınızda kalıyor.

Yahut da geriniyor geriniyorsunuz, tam tarikatların alnının ortasına nişan alıyorsunuz kendinizce, atacaksını oku. Hop! Yine Bediüzzaman. Kendisi yolunu onlardan ayırıyor ama onların İslam'a hizmetlerinin de haklarını yemiyor. Faziletleriyle iftihar ediyor. Okunuz, ayağınızın önüne, kollarınızsa çaresizce iki yanınıza düşüyor.

Avrupa'ya saldıracaksınız. "Avrupa ikidir" diyor. Alevilere vuracaksınız. Alevilerin hakikilerine din namına sahip çıkıyor. Bir/birkaç kusurunu nümayişle şişirip din namına hükümeti devireceksiniz, darbe niyetindesiniz, "Seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir" diyor.

II. Abdülhamid'i 'kızıl sultan' yapanlar da memnun değil ondan, 'ulu hakan' yapanlar da. Çünkü hem veli diyor hem de istibdadını eleştiriyor. İmam-ı Rabbanî'ye (k.s.), bir meselede muhalif bir görüş beyan etse, aynı satırda birkaç iltifatla anıp şahsına olan hürmetini (ve duyulması gereken hürmetin de) altını çiziyor. Hz. Ali (r.a.) ve dönemi ihtilafları hakkında bile şöyle rahat rahat söz söyleyemiyorsunuz. Çünkü metinlerini okuduğunuz insan istikametli, temkinli, adaletli. Her adımını insaf ile basıyor.

Sünuhat'ında mesleğini 'musavvibe' olarak tarif etmiş. Ehl-i Sünnetin hassasiyetleri gençliğinden beri hayatına sinmiş. Tahtieciler gibi değil. İnsanı bir açığını yakalamakla yerin dibine batırmaya çalışmıyor. "Mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır..." diyor.

"Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neşet eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."

Parçanın bütüne galip kılınmasını engelliyor her adımında. Parçaya ancak bütünün hakkını yemeyecek bir şekilde yorum yapabilme şansı veriyor. Mevlana'nın (k.s.) körlerin fil tarifi örneğinden gidersem: Filin dişine dokunmakla şunu söylemenize izin vermiyor Bediüzzaman; "Bu parça taş gibi olduğuna göre, fil dediğimiz şey, kocaman bir taştan ibarettir." Onun bizden Kur'an'ın muvazenesi ve istikameti namına en az beklediği şu: "Ben şu an taş gibi birşeye dokunuyorum ve kanaatimce bu taştır. Ama filin tamamına dokunamadım. Başka bir parçasının daha farklı bir özelliğe sahip olma ihtimali var." Yani özünde "Hak yalnız benim mesleğimdir..." demeye izni yok. Eh, kanınızda, meşrebinizde hırs, öfke, aşırıya gitme varsa böyle bir fren sistemiyle fazla uzağa gitmeniz mümkün değil. O yüzden dedim işte: Çılgınlık arzulayanların Bediüzzaman'ı sevmemesi normal.

"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın?"

Karşınızda kafiri bile parçalara ayıran ve onun içinde bile iyi yönler/huylar olabileceğini söyleyen birisi var. Ve diyelim siz de Mustafa İslamoğlu'sunuz. Her dersinizde, değil bir kafiri veya münafıkı, meşhur bir İslam âlimini yerin dibine batırıyorsunuz. İmam-ı Rabbanî'yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Mevlana'yı (k.s.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Arabî'yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Ebu Hureyre (r.a.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Hacer (r.a.) denk geliyor bir bahiste, onu öyle; İmam-ı Gazalî'den bir nakil söylüyorlar, onu öyle; İmam-ı Âzam'dan bahsediyorlar, onu öyle... Böyle, önünüze kim gelirse biçe biçe(!), terbiyesizce, onları sözde alçaltmayı kendinizi yükseltmek sanarak yolunuza devam ediyorsunuz.

Derken Bediüzzaman diye birinden, ona duyulan sevgiden ve duruşundan bahsediyorlar. Bu duruş elbette içinize oturur. Doğruyu yapan birilerinin varlığı yapmayana sancıdır. Doğrunun adı bile şeairidir. Hep doğruyu çağrıştırdığından sevilmez. Münkir bu yüzden minareyi, camiyi, tesettürü, namazı, türlü şeair-i İslamiyeyi beğenmez; çünkü içindeki vicdanın düğmesine basar bu karşılaşma. Bediüzzaman'la karşılaşmak da bu insanların yapageldikleri veya yapmayı planladıklarına dokunuyor.

O yüzden tekrar tekrar altını çiziyorum: 'Parçalarda boğulup' aşırıya gitmeye müsaadesi olmayan bir âlimi, bütün hayatının ve metinlerinin şahidi olduğu bir tevazudan, yalnız bir lakabını kaldırıp göstermekle azletmeye kalkmak, onu 'parçada boğmaya' çalışmaktır. Biz de İslamoğlu'nun iddiasını bu nedenle kendisine iade ediyoruz. O 'mahviyet ayağı' kendisine aittir. Her cümlesine 'bu fakir' diye başlayıp sonra hangi âlimi ansa 'bu benden de fakir' diyene (ima edene) sorarlar: "Böyle yapınca doğal olarak sen yine en zenginim demiş olmuyor musun? Öyle ya, herkes daha fakirse, en az fakirimiz aslında en zengimizdir."

Yazıyı, Bediüzzaman'ın sahabeler dair bir Risalesinin son kısmıyla bitirmek istiyorum. Bence bu 'küçültme girişimlerinin' arkasındaki zihniyet kodlarına da ışık tutan bir yer:

"Dördüncü suâl: Sahabilere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?

Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar...
"

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...