Showing posts with label Nurculuk. Show all posts
Showing posts with label Nurculuk. Show all posts

Saturday, May 9, 2015

Siyasete giriyor, girmiyor, giriyor, girmiyor...

Şununla yüzleşerek başlamalıyız: Nur talebeleri olarak siyasetle ilişkimiz çok oynak bir zeminde duruyor. Türkiye'nin iktidar mücadeleleri ve o mücadelelerin gerektirdiği konjonktür çerçevesinde 'mutlak bir ilgisizlik' ile 'her seçimden önce desteklediğimiz partiyi beyan etme' arasında savrulup duruyoruz. Takdir edersiniz ki; bu pozisyonlardan her birisi, diğerini tevil etmekte zorlanmamıza neden oluyor. Hatta bazen bir dönem içinde iki farklı Nurcu grubun birisi bir pozisyonu, diğeri ötekini seçebiliyor. İkisi de duruşlarının dayanağı olarak Risale metinlerini ve Bediüzzaman'ın hayatını şahit gösterebiliyorlar. Birbirlerini de 'duruşu bozmakla' itham etmekten çekinmiyorlar.

Sorsanız, onlar bir kısmını gösteriyorlar, ötekiler diğer bir kısmını. Neredeyse izafî ve günün bakışaçısıyla beslenmiş/yönlendirilmiş bu teviller öyle bir noktaya geliyor ki; Risale-i Nur'dan bir anlam/duruş çıkarılmaya çalışılmıyor artık. O gün için 'kazandıran' anlayış/yorum Risale-i Nur'a dayatılıyor. Tevil memurlarına dönüşüyoruz. Bütünden habersiz, parça efendileri... Dün körkütük yanlış olan, bugün körkütük doğru haline gelebiliyor. Bir bakıyorsunuz, dün sizi 'siyasete fazla karışmakla' uyaran insanlar, bugün sizin uyarınıza 'Konjonktür gerektiriyor!' cevabını verebiliyorlar. Siyasi gazetesi olan, siyasi twitinize 'siyasileştiğiniz için' kızıyor.

Farklılıklar Allah'ın kanunudur. Elbette hiçbir zaman ulus-devletlerin (belki Kur'anî tabiriyle Firavunların denmeli) arzu ettiği şekilde tektip olmayacağız. Bazımıza o doğru gelecek, bazımıza şu. Fakat yine bazı 'bazılarımızın' bütünü temsil eden yanları da var. Mesela; içimizde öyle 'bazıları' var ki, onların yaptıkları veya söyledikleri geçmişten bugüne 'bütünün rengini verdiğini düşünüldüğünden' yani 'cüz değil cüzî olduklarına iman edildiğinden' daha fazla dikkat edilesi. Ağabeylerin konumunun Nurcular içindeki önemi bu.

Yani bir ağabey açıklama yaptığında, her ne kadar bu onun kendi beyanından/reyinden ibaretse de, genelde öyle anlaşılmaz. Onun duruşunun bir sembolik anlamı vardır çünkü. Kendisi bu sembolik anlamı reddetmediği, aksine hayatı boyunca sahiplendiği için bir nevi gayrıresmi sözcümüzdür. Bir ölçüde bizim adımıza konuşma yeteneğine sahiptir. Ve biz de, onların yaptığı kimi açıklamaları (genelde işimize gelenleri) sahiplenmeyi severiz. Bazı savunuruz, bazı eleştiririz, bazı onlar üzerinden münakaşa ederiz, bazı kendi ağabeyimizi ötekinin ağabeyine galip getirmeye çalışırız vs... Bunlar hep olan şeyler. Şaşılacak kelamlar etmediğim kanaatindeyim.

Teviller konusunda da çok kapalı devre düşünmüyorum. Evet; mezhepler, meslekler ve meşrepler arasındaki farklılıklar ehl-i sünnet çizgisi korunduğu sürece şeriat içre olduğu gibi; şeriatın ruhsat tanıdığı farklılıkların tamamı da Nurculuk içre olabilir. Nihayetinde Bediüzzaman da tektipçi zihniyette olmadığını beyanlarıyla ve yaşayışıyla göstermiştir. Kastamonu Lahikası'nda "Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir..." derken 'çok sıkı tutmayınız' dediği nedir? Belki de bu meşveretin bağlayıcılığıdır. Herkesin bir meşrepte olmayışı ile bağlayıcılık/sıkmak üzerinde ters orantıyı gören Bediüzzaman, bu farklılıkları da kardeşlik içinde saymıştır. Buradaki kantarın iki topuzu vardır: 1) Meşveretin uzlaşma imkanı. 2) İki meşrebin uyuşmazlığı.

O yüzden ben bu farklılıkların gözetilmediği her 'bütün' açıklamasından rahatsız oluyorum. Bediüzzaman DP'ye açıktan oy vererek destek çıkmış mıdır? Evet. Şimdi ağabeylerin açıktan AK Parti'ye destek vermesi bununla tevil edilebilir mi? Zeminleri ve şartları tartışılabilir, ama evet. Fakat bu tevil hakkı, o tevili yapanlara bütünün ayağını/iradesini bağlama hakkını verebilir mi? Hayır.

Neden? Çünkü 'herkes bir meşrepte olmaz.' Ve Nurcuların bütüne dair yaptıkları açıklamalarda bile altını çizmeleri gereken ilk husus budur: Nurculuk bütünün bir renkte olduğu, oyların veya akılların ağabeylerin cebinde/iradesinde olduğu bir sistem değildir. ('Zaman tarikat zamanı değil' demeden çok önce, Münazarat'ta manaca söylediği birşeydir Bediüzzaman'ın: 'Zaman aşiret zamanı da değildir.') Akıllar ağaların ceplerinde ilelebed kalamaz. Bir açıklama yapacaklarında ağabeyler, özellikle de böyle birey iradesiyle ilgili meselelerde ve şeriatın farklı hareket etmeye cevaz verdiği hususlarda, yaptıkları açıklamanın bütünü bağlamadığını ve bağlayamayacağını, kişisel düşünceleri olduğunu belirtmelidirler.

Abdullah b. Ömer'e (Allah ondan razı olsun) aktarılan şöyle bir olay okumuştum yıllar önce: Abdullah b. Ömer'in tavır ve davranışları o kadar çok sünnet-i seniyyeyi yansıtırmış ki, insanlar onun yaptığı her davranışı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakının bir parçası görerek/okuyarak taklit ederlermiş. Bir gün saçlarını kestirdiğinde halkın arasında şöyle nida etmiş: "Ey insanlar, bu yaptığım sünnetten değildir, fakat saçlarım çok rahatsızlık veriyordu."

Şimdi bizim ağabeylerden de öncelikle beklediğimiz bu. Bir makamda, bir ünvanla ve birşeyleri temsil ederek konuşuyorsunuz. Cüz değil, cüzîsiniz. Sizden çıkan ses bütünün sesinden haber veriyor sanılıyor. Hem içeride, hem dışarıda. Üstelik sesinizin taklitçisi de çok. Sizdeki bir davranış sizden sonrakilerin delili oluyor. Nurculuğa montajlanıyor. Kanunlarınızın tazkiyatı altında kalan fertlerin zarar görmemesi için onların varlığını gözetmek, hatırlatmak, korumak öncelikle sizin göreviniz. Ve eğer duruşunuz bütünün sahip olduğu tek duruşu, mecbur olduğu duruşu ifade etmiyorsa, bunun da altını çizerek caddenin kübra kalmasına çalışmalısınız. Yoksa her açıklamanızda o cadde daralır. İçine sığamayanlar sizin yorumuzu kübranın sınırı sanıp caddeye küser.

İkincisi; pekçok farklı yorum ve tevil yapabilmekle birlikte, şunu hiçbir Nurcu reddetmez kabul ediyorum: Nurcuların olmasa bile Nurculuğun siyasetle teması asgarî tutulmalıdır. "Hiç olmamalıdır!" demiyorum bakın. Bunu hiçbir zaman başaramadık. Hep bir temasımız oldu ve belki olmalı da. Çünkü mesleğimiz ve meşrebimiz toplumsal hayatı dışlamayı gerektirmiyor. Toplumsal olan da bir şekilde siyasete temas etmek zorunda. Nihayetinde mağaralarda yaşamıyor Nurcular. Hal böyle olunca siyasete temas etmeleri, haberdar olmaları ve bir tavır takınmaları kaçınılmaz. Sabahtan akşama kadar birbirimizi 'Siyasete karışma!' şeklinde uyarsak da en tepeten ayak ucuna kadar karışıyoruz ve karışacağız, bu değişmiyor. Öyleyse asgarî müştereklerde buluşalım.

Nurcuların olmasa bile (bu çok nadir fertlerde bir meziyet) Nurculuğun siyasetle teması asgarî olmalı. Yani zaruret gerektirmedikçe "Nurcular şu siyasi partiyi destekliyor!" tarzı birşeye uzanmamalı bu iş. 17 Aralık süreci, taraflardan birisi de Nurculukla ilintili olduğu için, belki böyle bir ayrım noktasında bizi mecbur kıldı. Hem meşru idare tehlikedeydi ve korumak dinin/dinin gereği olan hürriyetin yararınaydı. Onlar gibi düşünmediğimizi ve öyle olmadığımızı açıkça beyan ettik. Bizi temsil eder konumda olanlar da beyan ettiler. Amenna! Fakat şu önümüzdeki seçimler için böyle bir zaruret var mı? Nurculuğun kendisini ifade etmesine mecbur ederek bir güçlük görünüyor mu? Ben öyle birşey göremiyorum. Hatta ağabeyler böyle bir beyanatta bulunmasalar kimse dönüp onlara ne düşündüklerini sormayacaktı bile. Çünkü herkesin durduğu yer belli. Oyunu vereceği yeri seçmiş. Hele Nurcular düzeyinde zaten iradeler yeterince net. İsteyen istediğine 'iradesine perdeleyen bir sis olmadan' verecek. Nurculuğun da ağabeyler diliyle bir irade beyan etmesine gerek var mıydı?

Kaldı ki; bu irade beyanında hiçbir çerçeve de çizilmemiş. Yani "Bu siyasi kuruma desteğimiz şu şu şu çerçevede hareket ettiği için ve böyle hareket ettiği sürece devam edecektir. Ve önümüzdeki dönemde de yine şunları şunları yapmasını talep ediyoruz..." tarzı hiçbir sınırlamaya sahip değil. Mutlak, körkütük bir destek gibi duruyor. Amaçsız, nedensiz, gereksiz. İnce hesaplara çok kafam basmıyor ama; Demirelcilikten yeterince çekmedik mi ki, yoğurdu üfleyerek yiyemiyoruz hâlâ? Bu noktada Lahikalar'a dikkat edelim. Bediüzzaman'ın DP'ye verdiği desteklere hep talepler/çerçeve tayinleri eşlik etmiyor mu? Hep tavsiyeler, hayra ve İslam'a yönlendirmeler bulunmuyor mu? En azından desteğin 'şartlara bağlı olduğunu' daha çok hissettirmek gerekmez mi?

Üçüncüsü; bu konu hakkında daha evvel de yazdım, Nurcuların siyaseti etkilemek için siyasete böyle kenardan müdahil olmasına gerek yok. Ehl-i Beyt'in siyaset dışı fakat kemalde duruşunun Emevileri şeriatın sınırlarında kalmaya zorlaması gibi bir duruşa sahip olmamız lazım bizim. Ehl-i Beyt mesleği dediği Üstadın biraz da bu. Siyasete karışmadan ama siyasetin kendini ona göre düzeltmeye mecbur olduğu bir kıyas ölçüsü. Ümmet için bir doğru referansı. Biz bu olmaya çalışmalıyız. Zira dinî ve toplumsal sorunların 'ancak siyaset kurumuyla ve topuzuyla' çözülebileceği ehl-i sünnet âlimlerinin ve dolayısıyla Bediüzzaman'ın kanaati değildir. Ne İmam-ı Azam'ın kadılığa ihtiyacı olmuştur ne de Bediüzzaman'ın şark umumî vaizliğine. Devletler, hükümetler ancak 'gölge etmezler' ve hayrı gözetirler.

"Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Benim endişelerim buralardan besleniyor ve siyasete ayar verecek güvenli bir mesafenin her zaman korunması gerektiğini düşünüyorum. Bütünleşmek, karışmak, karıştırılmak tehlikelidir. Gülencilerin hali ortadadır. Hangi partiye oy verirse versin, onu uyarabilecek ve vazifesinin siyasilere gaz vermek değil ayar vermek; onların o sorunlu ('ekserce müttaki olmaz'lı), yani günaha müsait alanda yoldan çıkmalarını merhametle engellemeye çalışmak olduğunu bilmeli Nurcular. Nurcular başaramasa bile Nurculuk... Nurculuk bizim ferdî hatalarımızdan mahfuz kalmalı. Bu korunmanın en büyük sorumluluğu da benim gibi cemaatsizliği evvelden beyan etmişlere değil, sözleri Nurculuğun sözü sayılanlara düşüyor. Allah, bizi istikametten ve merhametten ayırmasın. Amin.

Saturday, December 6, 2014

Aptallık hüsnüzan değildir

Bence bizi kandıran, hüsnüzannımızın aptallığa yaklaşmasının yanında, İslamoğlu'nun kurnazlığıdır. Kendisi dilinden çıkanların çok daha fazlasını kalbinde tutuyor kanaatimce. Sonraları iyiden iyiye boyası dökülen bir takiyyeyle, ehl-i sünneti de çok fazla ürkütmeden, adım adım kafasındaki taşları döşüyor. Öyle ki: Yakın zamanda devirdiği çamlara rağmen hâlâ onu savunanlar var. Sanıyorlar ki, hoca gafil, aydınlatılsa hemen ikna olacak.

Hep mübarekler hey! Ne iknası? Hatırlatsanız, en iyi ihtimalle, yine takiyyesini giyecek üstüne hemence. Bediüzzaman'ı yıllardır iltifatlarla anmasının ardından şimdi nasırına basılmış küheylan gibi kişnemesinin içyüzü de bu değil mi? "Hazır Gülengiller devletle kötü olmuşken, onlar da Nurcu bilinirken, belki de fırsat doğmuştur? Bırakayım takiyyeyi de bir çakayım şu Bediüzzaman'a ve Nurculara. Ya nasip!" diye düşünmesidir.

Yok bilmem 'şimdiye kadar hiç Risaleleri Kur'an'a arz etmemiş' de, yok 'bu gözle hiç okumamış' da, yok bilmem neymiş de. Yerseniz. Madrabaz numaralarıdır bunlar. Güvercin taklasıdır. Yerseniz. Üstelik "Kur'an'a arzettim" dediği kitaptan yaptığı alıntılardan da kimisi uydurma, kimisi çarpıtma, kimisi de tahrif. Yani olmayan kelimeler/metinler eklenerek uydurulmuş bir Risale-i Nur arzetmiş İslamoğlu Kur'an'a. Hatta, gerisini de bırakmış, yalnız uydurduğu kısımları arzetmiş. Başkasının makalesinden öyle bir çakma bölüm hazırlamış ki kurgu metinleri de hiç sorgulamadan kitabına katmış. Ah ben ne dedim? Hazretin ifadesini hazretin kendisi için kullandım. Alınmaz inşaallah. 'Uydurulmuş din' tabirini çok sever çünkü.

Eğer İslamoğlu, kendi kitabını başka bir İslamoğlu olarak inceleseydi, oradaki uydurma metinlerden dolayı kendisini 'güvenilmez âlim müsveddesi' sayardı. Düşünsenize, birkaç tane hadisi aklına uygun bulmamakla Buharî'yi, Müslim'i, hatta Ebu Hureyre gibi sahabe-i güzini (Allah onlardan razı olsun) bitiren(!) adam, böylesi uydurma metinleri görürse kendisine neler yapmaz? İntihar bile edebilir. Öyle ya, hayatını 'doğru din' üzerine adamış(!) Bir tane delilsiz şey söylemiyor(!) Dayanamaz böyle birşeye. Şeeeyy, tabii, yine yerseniz.

Yemezseniz size diyeceklerim var. Bence İslamoğlu ülkemizdeki 'Kur'an müslümanlığı' ekolünün en kurnaz öğreticisi. Diliyle bir kere söylese ehl-i sünnetin hemen alnına kaşeyi basabileceği meseleleri anmaktan uzak kalarak benzerlerinden içtenpazarlıkta ayrılıyor. (Bu konuda eline su dökebilecek tek isim Caner Taslaman.) Mesela: Yaşar Nuri Öztürk'ü hatırlayalım. Onun, namaz vakitlerine, haccın zamanına, deizme vs. dair açık taarruzlarından ne olduğunu anladı ümmet. İtibar etmedi sözlerine. Bayındır da yine çoğu tartışmada böyle. İhsan Eliaçık da. Açıktan diyeceklerini diyorlar bir nebze.

Ama İslamoğlu öyle değil(di). Ben çok iyi biliyorum böyle düşünmekte yalnız olmadığımı. Ehl-i tasavvuf olduğu halde onun dersine giden veya nur talebesi olduğu halde sohbetlerini takip eden birçok insan vardı. İslamoğlu benzerlerinin rağmına bu ilgiyi üzerinde tutmayı nasıl başardı? Seleflerinin hatasını tekrarlamayarak. Hemen tanınmasını sağlayacak mevzuları anmayarak. Mümkün mertebe arkaya dolanarak. Hep bu yolu izledi İslamoğlu. Yavaş yavaş kanına girdi dinleyicilerinin. Mehteran gibi yürüdü hep. İki adımda bir durarak. Ceylanı bile ürkütmeden.

Kanaatimce: Bediüzzaman'ın tüm müminlerin dikkatini çektiği bir tuzağı İslamoğlu tam uyguluyor. Peki nedir o tuzak? 'Şahısları çürütmekle eserleri çürütmek' kardeşlerim. "(...) ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir..." derken altını çizdiği şey bu.

İslamoğlu'nun kimi derslerine bakıyorum mesela kardeşlerim. Tıpkı müçtehidin-i izamın magazin programı gibi. Yok kimi muhaddis bin tane kadınla evlenmiş, yok kimisi bilmem ne yapmış, yok kimisi bilmem ne demiş, yok kimisi bir eserinde ne yazmış, yok kimisi kimisinin ardından nasıl suçlamış... Böyle o insanların ilmî yetkinliğiyle hiçbir alakası olmayan bin tane martavalı anlatıp duruyor derslerinde.

Ne için? Çünkü eserlerini çürütmeye malzeme lazım. Güvensizlik inşa etmesi gerekiyor. Doğrudan eserlerine vuramıyor. Eserler muhkem. Hem de ümmet uyanıyor. Ya ne yapacak? Arkalarına dolaşacak. Kimisinin karısına getirecek lafı, ötekinin söylentisine, berikinin bir tartışma sırasında sarfettiği söze, bir diğerinin kötü lanse edebileceği bir satırına. Oradan da diyecek ki size: "Bakın bakın, adam sandığınız bu insanlar aslında böyle böyle, aslında beş para etmez, sözüne de itibar edilmez kişiler bunlar. Artık onlarla naklolan hiçbir şeye güvenmeyin. Ben size dinin aslını öğreteceğim."

İşte bunun adı cerbeze kardeşlerim. Bir adamın bir ömür boyunca tükürdüğü balgamı bir anda ağzından çıkmış gibi gösterme. Yahut sinek kanadı kadar seyyiesi ile dağ gibi hasenesini örtme. Bediüzzaman bu zihniyete dair bir tesbitini de sahabeye dair yazdığı bahsin ahirinde söyler.

"Dördüncü sual: (...) Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor? Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar..."

Daha biz hüsnüzan ededuralım. Dün hafif imalarla başlayan İslamoğlu, bugün açıktan Bediüzzaman'a, Mevlana'ya (k.s.), daha kimlere kimlere 'mahviyet ayakları' diyecek bir noktaya geldi. Dün okunmasını tavsiye ettiği Risale-i Nur'u, bugün, 'insanları Kur'an yolundan saptıracak bir eser dizisi' gibi göstermeye kalkıştı. Bugün bunu yersek ve gereken ilmî cevapları vermezsek yarın kimbilir kimlere sataşacak? Kimleri gözden düşürmeye gayret edip hangi eserleri çürütmeye gayret edecek?

Bugün buna sessiz kalanlar, susanlar, bizi de susturmaya çalışanlar, yarın bizzat kendi çocukları, ebeveynlerini 'uydurulmuş din mensubu' gibi görüp 'imansızlıkla' itham ederlerse şaşırmasınlar. bu meyve o suskunluk ağacının çünkü. Allah elbette dininin sahibi ve koruyucusudur ama müminleri de gayrette görmek ister. İslam'ı bu adamın güya 'Kur'an müslümanlığına' karşı ilminizle, kalbinizle ve gayretinizle müdafaa edin. Ahirzamanda vaadolulan 'yüz şehit sevabı' bu noktada dik duranları bekliyor.

Friday, November 28, 2014

Kur'an'a arz ediyormuşum gibi çek kanka!

Nazarlarını makûl (akıl yoluyla bilinen ve akla dayanan) üzerinde yoğunlaştırdılar. Menkûle (nakil yoluyla gelen ve nakle dayanana) ise pek itina göstermediler. Akıllarıyla uyuşan bir şer’î emir gördüklerinde bunu kabul ettiler. Aksi takdirde reddettiler ve ‘Peygamberler bunları avam için tasvir etmişlerdir’ dediler. Akla çok fazla bel bağladılar ve en sonunda küfre düştüler. Kâfir oldular.” İmam Gazalî (r.a.), Kânûnu’t-Te’vîl’den.

Herkese böyle gelir mi bilmem ama bana tuhaf geliyor arkadaşlar. Nur talebelerini ‘kendilerini Kur’an’a arz etmeye’ çağıran atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu’nun “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” isimli kitabında (Bediüzzaman’a dolu dolu iftira ettiği ebced/cifir ile ilgili bölümde) ‘ebced veya cifirin Kur’an’da karşılığının bulunmadığına’ dair bir tane bile ayet alıntıladığı yok. İlginç değil mi?

Nasıl söylesem? O bölüm yeterince Kur’an’a arz edilmemiş gibi geldi bana. Öyle ya, bu olmayış bilgisi, hem de Mustafa İslamoğlu’nun dimağındaki haliyle (muhalif fikre hakk-ı hayat tanımayacak katiyette) bu kadar kesin bir bilgi, herhalde Kur’anîdir diye düşünmüştüm ben. “Mutlaka bir ayetten almıştır yahut Kur’anî bir ibareden çıkarmıştır bu nehyi!” diye hüsnüzanda bulunmuştum.

Yanılmışım. İslamoğlu’nun Kur’an’daki harflerin veya lafızların ardında matematiksel işaretlerin bulunmayacağı yönündeki kesin hükmü Kur’an’dan gelmiyor demek ki. Ya nereden? Muhtemelen onu da Pisagor’u okuduğu yerden okumuş. Zaten bu ülkede İslam geleneğine çatan ne kadar adam varsa mürekkebini yaladığı kitaplar Avrupa matbaalarında basılmış oluyor.

Her neyse… Asıl bu vesileyle İslamoğlu gibilerin kafalarının çalışma şekline yönelik bir tesbitimi aktaracağım ben size. Bediüzzaman’ın “Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor…” dediği bölümün devamında geçen birşeyle ilgilidir bu mesele aslında. Hemen alıntılayalım:

Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icaba, icada medar değildir. İllet ise vücuduna medardır. Mesela, seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.

İşte, bence, Mustafa İslamoğlu’nun gerek ebced ve cifir meselesinde, gerek ehl-i sünnete sataştığı diğer meselelerde böylesi bir durum var. ‘Hikmet’ ile ‘illeti’ birbirine karıştırıyor atanmamış müçtehidimiz. Nasıl? Mesela: Ebced ve cifir meselesinde, öncelikle başka başka yerlerden/kişilerden öğrendiği bilgiler ve kanaatlerle, ebcedin ve cifirin kötü veya yanlış olduğuna tastamam karar veriyor. Sonra sağdan-soldan indirip emin olduğu bu yanlışla beraber Kur’an’a uğruyor. Eğer kendisini terse yatıracak ifadeler varsa başlıyor onları tevil etmeye. Kur’an’da (mesela ebced/cifir meselesinde) kendisini doğrulayacak sarih bir nehye, bir yasaklamaya, bir kötülemeye rastladığından yapmıyor bunu. Hayır. Yolu bu değil. Bir nevi akıl ile vahyi büküyor. Kafasındaki doğruyla Kur’an’ın karşısına oturuyor ve onun dersinin kafasındaki doğruya göre/uygun olması gerektiğini dayatıyor.

Kur’an’la bu şekilde işini bitirdi diyelim. Peki bitti mi iş? Asla! Daha hadisler var. Bu sefer çeviriyor yüzünü hadislere. Onların içinden zayıf da olsa bir tevil ile fikrini destekleyebilir bulduklarına tutkal gibi yapışıyor. Fakat kendisini yalanlayan veyahut tevile müsait olmayan hadisleri de, isterse en sağlam hadis kaynaklarında geçsin, hemen bir kulp takarak ‘uydurma’ sınıfına sokuyor.

Bu da yetmiyor, bıçak yeniden bileyleniyor, yeni bir kıyıma geçiliyor. Eğer kendisinin zayıf gördüğünü güçlü gören âlimler varsa onlara geliyor sıra. Bir açıklarını bulup, bulamazsa uydurup, olmadı magazine yatıp, alaya alıp, makaraya sarıp bir bıçak da onlara çalıyor… Gördünüz mü ne güzel arz ediyor kendisini Kur’an’a İslamoğlu? Yani dostlarım, İslamoğlu’nunki kendisini Kur’an’a arz etmek falan değil, cerbezesi o işin, asıl Kur’an’ı ve hadisi kendisine arz ediyor. Uygun bulursa alıyor. Bulmazsa bırakıyor.

Burada öyle, kader meselesinde öyle, âdemler ve havvalar meselesinde öyle. Yeter ki birşeyin kötü olduğuna kendisi karar versin. Allah’ın (hâşâ) onu kötü bulmamak gibi bir şansı yok. Bitti o iş. Mümkün değil öyle bir emir vermiş veya yapmış olması. Tıpkı yukarıdaki illet meselesinde olduğu gibi… Burada, Bediüzzaman’ın, Tûr sûresi 37’nin “Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” tefsirinde söylediği ifadeyi alıntılayacağım kaçınılmaz olarak: “Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar?” İşte yaptıkları tam da bu bence: Kendilerini Halıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül etmek. Cenab-ı Hakka, yüzbin kere hâşâ, ‘Öyle olmaz böyle olur’ demek.

Twitter’da bir İslamoğlusever ile aramızda geçen diyalog da ilginçti. Benim, ebced/cifirin de ötesinde, vahyin arkasında matematiksel hiçbir mesajın olamayacağını topyekûn reddeden bu anlayışı eleştirmek için söylediğim; “Allah kainatı bile içinden matematik çıkarılacak bir şekilde yaratmış. Her neye baksanız ancak rakamlarla anlayabileceğiniz ve anlatabileceğiniz bir ölçü, düzen, sanat, ihsan var. Allah’ın bütün eserlerinin ardında, onu keşfetmemizi ve okumamızı sağlayan böyle matematiksel bir dil olsun da bir tek vahyi bundan hariç kalsın, bu mümkün olabilir mi? Veyahut en azından Kur’an’da sarih bir ‘yoktur’ beyanı yokken, böylesine kesin bir dille yokluğuna hükmedilir mi? Arayanların tamamı tefrik gözetmeksizin sapkın ilan edilir mi?” ifadelerime bu arkadaş şöyle cevap verdi: “Allah herşeyi yaratabilir. Yaratabilir olması yarattığı anlamına gelmez.”

Doğru, fakat ‘yaratmadığı’ anlamına da gelmez, tahdite de karine olmaz. Ki ben burada bir esma ve şuunat okuması yapıyorum. Diyorum ki: Kainatın her köşesini, Kamer sûresinde buyurduğu gibi, ölçülerle yaratan Allah’ın şanındandır ve kudreti yeterdir ki, Kur’an’da böylesi işaretler de bırakabilir. Ve beklenir. Huruf-u mukatta başta şifreli ifadelerdir zaten. Fakat yok, sen bu kadar ‘yapabilmeye kapı açan’ kainat okumasına ve yaptığını doğrulayan hadis rivayetine rağmen, olmadığını özgüvenle söylüyorsan, sorarlar adama: Aga senin dayandığın ayet nedir? O nasıl bir ayettir ki sizden başka kimse görmemiştir?

Bir de tuhaf olan, birşeyin yokluğunu isbatlamak, varlığını isbatlamaktan zordur. Hatta kayıtsız, mutlak bir yokluk isbatı, imkansızdır.

"Evet, bir fende ve bir san’atta mütehassıs bir iki zatın o fen ve o san’ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hatta başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes’elede, mesela, Ramazan hilâlini yevm-i şekte ispat etmek ve ‘Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî bahçesi rû-yi zeminde var’ diye dava etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefiy ve inkâr eden bütün rû-yi zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini sinemada gibi keşfen, bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefiy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini ispat ile dâvâyı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki; ‘Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar— zâtında muhâl olmamak şartıyla— ispat edilmez!’ diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler."
Şimdi İslamoğlu ve benzerleri, yatmışlar-kalkmışlar, “Ya bu ebced/cifir meselesi bizim kafamıza yatmadı. Çok da suistimal eden var. Bu kötü birşeye benziyor. Bunun Kur’an’da bulunmaması lazım…” demişler, sonra Kur’an’da açık yasak bulamamışlar, belki birşeyleri eğip bükmüşler (ama, dedim ya, kitapta öyle birşey de yok), o konuda kendilerine uymayan ne kadar rivayet varsa ‘uydurma’ demişler, konu hakkında çalışma yapan ne kadar âlim varsa, bulduğu şeyin isabetine bakmadan ‘bu sapkındır’ diye hükmetmişler vs. Rezillik de rezillik. Ne kadar mesafe alsan bir o kadar rezillik. İşte, arkadaşlar, ahirzamanın geldiğinin bir tane delili de burada saklanıyor, cehalet eşeğini boyayıp ilim diye satıyor.

Friday, November 21, 2014

'Bir tek ben müslümanım'a doğru giderken...

Bediüzzaman'a aittir. Fakat 'atanmamış müçtehid' Mustafa İslamoğlu da bazı derslerinde kullanmıştır bu ifadeyi: "Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfâta kapı açar." Bir keresinde, hukukçu Ömer Faruk Uysal abi, bu söz bağlamında (biraz da Harici kafasının psiko-sosyolojik altyapısını irdeleyen) tesbitlerde bulunmuştu. (Alternatif Bakış programındaydı sanırım.) Demişti ki: Bir toplumun medeniyet seviyesinin değişmesiyle mecaza yatkınlığı da değişir. Başkalaşır. Medeniyet geliştikçe düşünce ve dil, düşünce ve dil geliştikçe mecaz kullanımı artar. Daha nim-bedevî topluluklarda, mesela Necid sekenesinde, düşünce de dil de mecaza yatkın değildir. Bu nedenle o topluluklarda Kur'an'daki mecaz kullanımlarını reddeden ekoller ortaya çıkmıştır.

Kur'an'da ehlince malum pekçok mecaz kullanımı vardır. Mesela biyedihi'l-hayr, mesela ahsenu'l-halıkîn vs. Eğer bunları mecaz saymazsanız, birincisinde Allah'ın insan gibi bir eli olduğunu (hâşâ) düşünebilir, ikincisinde ise Allah'la beraber başka yaratıcılar olduğunu (hâşâ) hayal edebilirsiniz.

Peki bu benzetmeler ne için? Elbette insanların daha kolay anlayabilmesi için. Çünkü Kur'an bir tenezzülat-ı İlahîdir. Allah Teala'nın insanlarla fehimlerine göre konuşmasıdır. Evet. Eğer Rabbimiz kendi azametinin şanı ile bizimle konuşsaydı, biz o tarz bir kelamı değil anlamak, tesirine bile dayanamazdık.

Peki bu durum bizde nasıl? Esma açısından meseleyi ele alırsak, evet, biz de Cenab-ı Hakkı bir çeşit mecazla biliyoruz. Örneğin: Bizdeki ilimden ve onunla eylediğimizden anlıyoruz ki kainatta da bir bilen ve yapan var. Elbette Onun ne bilmesi ne yapması bizim bilmemiz ve yapmamız cinsinden değil. Ve hakikatte bütün bilişlerin ve yapışların kaynağı Onda. Herşeyin yaratıcısı o. Bizdekiler tecelli. Bizdeki birer ölçü. Bir anlama kapısı. Birer 'aslı bildirir' gölge.

Ama Onun güzel isimlerini de ancak bu gölgeler sayesinde anlayabiliyoruz. Mesela: "Şuradan şuraya kadarı bizim!" diyoruz, "Buraları biz idare ediyoruz. Öyleyse bu kainatın da bir sahibi var ve o da kendi mülkünü idare ediyor!" kanaat getiriyoruz. Kendimize yüklediğimiz mecazî eyleyiciliklerle asıl eyleyeni buluyoruz.

Tamam. Benim malikiyetim son minvalde bir gölge malikiyet, gerçek değil, bir mecaz. Ama Onunki hakiki. O Malik-i Hakiki. Kendimizdeki mecazlarla şu hakikate varıyoruz. Biz de intikam alıyoruz ama hakiki Müntakim olan Allah. Biz de adaletli olmaya çalışıyoruz ama hakiki Âdil olan Allah. Biz de sabırlı olmaya gayret ediyoruz ama es-Sabûr olan Allah.

Yani: Şu dünyada bizim için de 'bilmenin' kapısını açan 'mecazi kullanımlar' var. Ki Aleyhissalatuvesselam bile yemin ederken diyor: "Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim." Yoksa, Nebiler Serveri, elbette 'mahlukatına benzemekten münezzeh olan Allah'ın gerçek bir eli olduğunu (hâşâ) düşünmüyor.

İşte, atanmamış müçtehid İslamoğlu, bizim bilmemizin kapısı olan böylesi mecazlar yokmuş gibi, bunlar hiç kullanılmıyormuş gibi sağda-solda diyor ki: "Bedi ismi Kur'an'da Allah için kullanılıyor. Bediüzzaman'a o ismi vermek tehlikelidir."

İyi de, Tevbe sûresi 128'de, Cenab-ı Hak buyurmuyor mu kendi Resulü aleyhissalatuvesselam için: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da 'çok şefkatli' ve 'merhametli'dir." Bu ayet-i kerime içinde 'Rauf' ve 'Rahim' isimlerini kullanmıyor mu? Haydi, sen, bunu da icma-ı ümmetin hilafına başka bir şekilde tevil edersin. "Orada kastedilen Allah'tır. Siz yanlış anlatıyorsunuz!" dersin. Çünkü ehl-i bid'anın sanatı zorlu tevillerdir.

Peki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Mekke'nin fethinden sonra müşrik önderlerine sorduğunda onlardan kendisi hakkında şöyle bir tarif almıyor mu? "Sen kerîmsin ve kerîm bir kardeşin oğlusun." O zaman onlara "Susun, ey melun, pis kafirler!" mi diyor? Yoksa kerîm olmanın müminin bir hasleti olmasını kabul mu ediyor? Yoksa biz onu da mı yanlış biliyoruz? Kerîm de Allah'ın isimlerinden birisi değil mi? Belki sana göre değildir. Kimbilir?

Bütün bunları geçtim. Bir de Bediüzzaman'a 'Bediüzzaman' denmesini 'kibir alameti' gibi şeylere bağlıyorsun. Yazıklar olsun. Onun tevazuuna bütün hayatı şahittir. Senin bir parçayı kaldırıp, onu da kendince çarpıtıp, cerbeze ile 'Bütün bundan ibarettir!" demenle hiçbir şey değişmez. Ancak yine de sormak istiyorum:

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın da ismi Muhammed. Benim Arapçam yok ama Muhammed'in 'övülmüş' veya 'övülen' anlamlarına geldiğini biliyorum. Acaba sana göre Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da mı bu ismi bir kibir vesilesi olarak (hâşâ) kullanıyor? Kaldı ki, Bediüzzaman o ismi kendisi de seçmiş değil, hocasının taktığı bir isim ve öyle şöhret buluyor. İlk o isimle şöhret bulan da o değil, Bediüzzaman-ı Hamedanî veya Bediüzzaman-ı Cezerî gibi başka şahsiyetler de var böyle bu isimle iştihar etmiş.

Yani şimdi, a kuzum, sırf sana 'kibir' kokusu geldi diye herkes ismini veya lakabını mı değiştirmeli? Aziz Mahmud Hüdayi de sırf Mahmud mu kalmalı? Hacı Bayram-ı Veli de "Benim adım yalnız Bayram!" diye mi gezmeli? Söyle: Ne etmeli de sana 'senden gayrı' İslam ulemasını bir şekilde sevdirmeli?

Ne tuhaf zanaat böyle tahtie kılıncıyla insanların başını kesmek! Ne konforlu, eserinin ve hayatının anlattığı bütünden kopuk, 'tek kelimeden' ahlaklar devşirmek! Ne komik "Herkes yanlışta, herkes sapkınlıkta, bir ben doğrudayım!" havalarında dolaşmak.

Bize Nurcular içinde denk geldiğin yanlışlardan mı bahsedeceksin? Bizim de rastladığımız yanlışlar var. Fakat en azından şunu ayırabiliyoruz: Bu metinlerin suçu değil. Naehiller hangi mesleğe girse o mesleğe zarar verirler. Bugün Kur'an'ı okuyup da müslüman kanı dökmeyi marifet sayan ekoller yok mu?

Bu ekollerin suçlusu Kur'an olmadığı gibi, kendisinden iman dersini almış birisi olarak söylüyorum ki, Nurculuğun içindeki yanlış anlamaların suçlusu da Bediüzzaman değildir. Kur'an'ın arşına çıkan merdivenimizdir o bizim, manevi elif-ba'mızdır, mürşidimizdir. "Ne diyor?" diye değil, "Kur'an'dan bize ne söylüyor?" diye okuduğumuzdur. Şimdi ister hak ver, ister eleştir, hakikat zaten 'kendisi bizzat hakikat olduğundan ötürü' kazanır. Biz durduğumuz yerden ve Kur'an'ın sancağı altında olduğumuzdan eminiz. Acaba sen bunca yanar-dönerlikle nerede durduğundan emin misin?

Friday, November 14, 2014

Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara!

Aslında bu mesele, hiç de üzerime vazife olmayan, ama çenemi de tutamadığım bir mesele. Şu an Nurcu altgrupların tamamına yakını birbirini yiyor. Hatta o altgruplar bile daha altgruplara ayrılıyor. Her yer kaynıyor. Her yerde bir dönüşüm var. Taşlar havada, kendilerine konacak yeni yerler arıyorlar. Bu dönüşümü iki şekilde açıklayabiliyor yahut da gelecek adına senaryo olarak öngörebiliyorsunuz. Birincisi: Nurculuk daha alt ve küçük gruplar halinde yoluna devam edecek, gelecek yirmi yıl da bu gruplarla sürecek. (Ki mevcut durum da bütünleşme anlamında bundan daha olumlu bir yorum yapabilmeyi mümkün kılmıyor.) İkincisi ise: Bütün bu gruplaşmalar, kamplaşmalar yok olacak. Geriye sadece fert fert, belki bütünden bağımsızlık anlamında birey birey, Nurcular kalacak. Şu an bir geçiş evresindeyiz. Yaşanan sancılar da bunun sancıları. Ben, biraz iddialı olsa da, gelecek adına şu ikinci senaryonun daha kuvvetli bir ihtimalle vuku bulacağını düşünüyorum.

Bunu ne sağladı? Bunu 'en büyük taşın' yerinden oynatılması sağladı. Statüko, genelde küçük taşların oynamasıyla kendinden ödün vermez. Fakat en büyük taş yerinden oynadığında, herkes hiyerarşideki konumunu bu büyük taş ile irtibatlı bir şekilde sürdürdüğünden (hiyerarşi zaten budur) yer yerinden oynar. Gülengillerin bir yanının Risale-i Nur'la ilgisi, fiiliyatta tüm sorunlarına rağmen gelenek olarak Risalelerden beslendiğini söylemesi ve büyüklüğü, bugünkü durumda onun yıkılmasıyla bütün düzenin restorasyonunu kaçınılmaz hale getirdi. Zira bütün Nurcu gruplar Gülengillerle bir şekilde etkileşim içindeydi. Bazıları gelir noktasında da onlarla irtibatlıydı, muhtaçtı. Bazıları ise içdizaynını bile onlara bakarak, bir noktada 'onlar gibi olmaya çalışarak' oluşturuyordu. Bunun dışında çoğusunun içinde fiiliyatta Gülenci, ama nedense o gruplar içinde 'o grupçu' gibi duran insanlar vardı. Hükümet-Gülengiller gerilimiyle birlikte onların da çoğusu kendilerini açık ettiler. Bu sefer bu kararsız moleküller diğerlerini de daha kararsız bir hale getirdi. Kararsızlık kimyada bir halden başka hale geçmeye/dönüşmeye yatkınlık anlamında kullanılır.

Hükümet-Gülengiller gerilimi sürerken, iş, Risale-i Nurların, bandrol konusunda girilen çıkmazdan dolayı 'basılmaması' noktasında tıkanınca, bu sefer saflar daha da keskinleşmeye başladı. Kimileri bunu "Risale-i Nur yasaklanıyor!" lansesiyle pazarlarken, diğer bir kısmı "Risale-i Nur'a devlet tekeli!" demeyi tercih etti. (Daha komik olan: Bu iki argümanı beraber kullanan insanlardır.)

Endişeyi körükleyen veyahut 'vehme vücud verdiren'se süreçteki belirsizlikler. Yani Risaleler tekrar ne zaman basılmaya başlayacak? Bu sorun tam anlamıyla ne zaman çözülecek? Bu hâlâ üzerinde sis perdesi duran bir mesele. Özellikle bu işin sorumluluğunu üzerine alan insanlar bu noktada net bir takvim sunamıyorlar. "Şu tarihten itibaren artık gönül huzuruyla basılmaya başlayacak!" diyemiyorlar. Bu da işleri iyice sarpa sardırıyor. Şu an herkesin evinde külliyat var, internetten de ulaşabilmek mümkün, ceptelefonu uygulamaları da serbest satılıyor. Ancak yine de kitap baskılarının daha uzun bir süre yapılamaması, şu an sesi çıkmayan insanların "Yeter, ne zaman çözülecek bu iş?" demesine sebep olabilir. Gözardı etmemek gerek bu ihtimali. Bekletilmiş sabır, sabır değil öfkedir.

Ancak bütün bunların ötesinde; bu mesele üzerinden hükümete çakma çabaları bana komik geliyor. Hele Risalelerin yasaklandığını söyleyenlerin, bu sözlerinde kastettikleri, eğer Yeniasya ve Gülengiller gibi; "İnönü bile bu kadar ileriye gitmemişti!" gibi insanın neresiyle güleceğini şaşırdığı iddialar ise, iki laf diyeceğim var. Bu laflardan birincisi, onların ikiyüzlü oldukları. Evet, ikiyüzlüler çünkü Risalelerin yasaklı olduğu döneme dair derslerde, yazılarda, sunumlarda anlattıkları şeylerin bindebiri bile şu an oluyor değil. Ne insanların evleri basılıp Risaleler toplanıyor. Ne yanlarında Risale bulunanlar hapse atılıyor. Ne de Risale okuyanlar taciz ediliyor. Bilakis, böylesi bir durum olsa, Nurcuların en özgüvenli bir şekilde haklarını alabilecekleri dönem bu dönem. Hal böyleyken, sanki o dönemin hatıralarını daha önce bizim gibi yaşı küçük Nurculara anlatmamışlar gibi; "Bunlar İnönü'den daha beter!" türünden şeyler söylemeleri, hakikaten neremizle güleceğimizi şaşırdığımız hallerden.

Bir de Bediüzzaman'ın Risalelerin yasaklanması ve belalar arasında kurduğu ilgiyi biraz tuhaf anlıyor bu insanlar. O zamanlar sadece Risaleler yasaklı değildi, herkes yasaklıydı. Ve Bediüzzaman, o dönemde Risale hareketini tüm iman hareketlerinin öncülü olarak görüyordu. Dolayısıyla Risalelerin yasaklanması doğrudan iman hareketinin önüne çekilen bir setti. Risaleler, Risale oldukları için değil; sabık düzenin kurgu müslümanına karşı direnen ilk kuvvet oldukları için yasaklanıyordu. Nerede bu tarz bir yasaklanma ve bu yasaklanmanın ardındaki zihniyete yönelik musibet tehditi, nerede bugün yine Nurcuların kendilerini soktukları yasal bir çıkmazdan ötürü Risalelerin matbaada basılamaması? Şu an ben üç ayrı siteden Risale okuyabiliyor, evimdeki külliyata da parkta, bahçede, okulda, kütüphanede, her yerde rahatça açıp bakabiliyorum. Bu mu yani sizin gözünüzde İnönü'den beter olan Erdoğan'ın bize uygulayabildiği yasaklama? Bu mu sizin yasaklanma anlayışınız? Yuh olsun klanının menfaati için iftira atanlara! Yuh olsun!



Wednesday, October 22, 2014

Mutlak vekilliğe serzenişler 2: Faziletlerinin mi esiriyiz?

Güzel bir söz, bir affediş, ardından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Sizin bağışlarınıza Allah’ın ihtiyacı yoktur; O kullarına yumuşaklık ve müsamaha ile davranır." Bakara sûresi, 263

Bence ıskalanan birşey: Bediüzzaman sadece bir istibdatla mücadele etmemiştir. İki istibdatı birden karşısına almıştır. Bunlardan birisi, bildiğimiz siyasal istibdattır ve genellikle elinde maddi topuz olanın baskısını ifade eder. Maddi güç/otorite suistimalidir. Fakat ikinci istibdat, gücünü daha manevî kaynaklardan alan, genellikle de dinî referanslarla beslenmiş görünen bir baskılama içerir. İkisinin ortak özelliği; bireyi meşru dairede irade beyan edemez hale getirmesidir. Birisi kolluk kuvvetlerinin korkusuyla yapar bunu, diğeri mistik kuvvetlerinin. Birincisinin örneği çok olduğundan ben doğrudan ikincisine örnek vereceğim. Mesela Münazarat'ta geçen; "Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz..." sualine verdiği cevap, Bediüzzaman'ın bu ikinci istibdata vurduğu bir tokattır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."

Bu noktada, Bediüzzaman'ın mesleğini tasavvuf ekolüne değil de sahabe ekolüne daha yakın görmesi, yine sahabiler arasındaki eşitler arası dengeye/kardeşliğe duyduğu bir hayranlık ve aynı zamanda tasavvufun hiyerarşik yapısına yaptığı bir eleştiri olarak görülebilir:

"Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid'a rüzgârlarına karşı dayanamıyor."

Peki, neden kudsî kuvvetleri bid'a rüzgarlarına karşı dayanamıyor? Ben bu noktada manevî istibdadın 'susturuculuğunu' ana etken olarak görüyorum. Yani toplulukların kaymasını engelleyen şey; içlerinden birilerinin diğerinin yanlışını eleştirebilme ve uyarabilme yeteneğidir. Bir grup aidiyetine sahip olan insanların, eğer bu grup içindeki fertleri iradesizleştiriyorsa, o zaman yalnızca en yukarıdaki aklın yoldan çıkmasıyla hep beraber yoldan çıkmaları mümkün olabilir. Hiyerarşide en yukarıda olan ismin, pederane mürşid tavrıyla; "Ben böyle olmasına hükmettim!" demesi ve evladane takipçilerin; "Efendi böyle buyurdu!" deyip Kur'an ve sünnet mizanlarına vurmadan emirleri içselleştirmesiyle bu kırılma çabuk meydana gelebilir. Halbuki mürşidin 'eşitler arasında birinci' olarak görüldüğü ve doğruluğunun ondan evvel Allah'ın ihsan ettiği diğer mürşidlerle (Kur'an, sünnet, kainat, fıtrat ve vicdan) sınandığı bir düzlemde, mürşid de asıl dengesini bulur.

"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."

Bediüzzaman'ın bir mürşid olarak dinleyenlerine karşı tavrı böyledir. Onlarda uyandırmak istediği şey; koşulsuz itaat değil, akıllarını ağalarının ceplerine koymamalarıdır. Bu noktada, Metin Karabaşoğlu abinin Yenişafak gazetesine verdiği 30 Ocak 2014 tarihli röportajda şunları söylemesine şaşırılmamalıdır:

"Kemalist vesayetle Gülenci vesayet arasında tercih yapmak zorunda kalsam, Kemalist vesayeti tercih ederim. Çünkü Kemalist vesayet bana dindar olduğum için baskı uyguluyor. Oysa Gülenci vesayet, kendisinden farklı bir duruş sergilemem dolayısıyla, benim dindarlığımı da sorgulamaya açar, imanımı, itikadımı sorgular."

Bazıları bu beyanı suizanlarıyla suistimal etmeye çalışsa da burada dikkat çekilmeye çalışılan şey açıktır: Kemalist vesayet dindarlar açısından sadece maddi istibdat tehlikesini içerirken; Gülenist vesayet, eğer iktidarı ele geçirirse, iki topuzu birden kullanabilir. Hem maddi istibdat hem manevi istibdadı bir arada uygulayabilir. Bu ise Bediüzzaman'ın toplumdan gidermek için mücadele verdiği öcüleri geri çağırmak olur. İkisinin birden dirilmesi, sadece birinin gelmesinden daha tehlikeli olur elbette. Her eleştirinizde, sanki kendi güvenlik şirketleriymiş gibi, başınızın üstüne 'gayretullahı' kaldıran bu oluşumun eline bir de kolluk kuvvetlerini geçirdiğini düşünün. Korkutuyor olmalı.

Burada bir nefes alalım ve biraz başa dönelim: "Vesayetler nereden besleniyor?" sorusuna bir cevap arayalım. Bence vesayetlerin en çok beslendiği şey Allah'tan gayrısına karşı duyulan korkudur. Bu korku da iki çeşittir. 1) Vereceği zarardan korkma. 2) Faydasını kaybetmekten korkma. Birincisi götürüsüne, ikincisi getirisine bakar. Birincisi kuvve-i gadabiyenin suistimalidir, ikincisi kuvve-i şeheviyenin. Bu noktada maddi vesayet veya istibdat daha çok bu dünyada verebileceği zararlarla korkutur ve kaybettireceği menfaatlerle ürkütür sizi. Ancak manevi istibdat, bu dünyayı da bir tokatlama alanı olarak görmekle birlikte, daha çok ahiretiniz ile korkutur sizi. İradesine boyun eğmezseniz ahirette başınıza gelecek zararlar veya kaçıracağınız faydalar ile büker iradenizi. Maddi vesayet kalbin içini çok sınamazken manevi vesayet sürekli psikolojik bir baskı uygular. Kolluk kuvvetlerinin olmayışını, mistik kuvvetleriyle doldurur. Cennetin yolunu zorlaştırmak, imanı şeyhin/efendinin eteklerine tutunmadan kalpte tutulamayacak birşey gibi göstermek, bireyi üste ihtiyacını daha ziyade hissetmesini sonuç verir. Maddi vesayet aynısını 'muasır medeniyetler seviyesine ulaşmada önderin yolunu takip etmenin zorunluluğu' ile yapmaya çalışır.

Maddi vesayet de kalbin peşini bırakmaz, ama kolluk gücü yetmez olduğunda yapar bunu. Mesela "Atatürk vatanı kurtardı" veya "Atatürk olmasaydı baban kim bilmezdin!" tarzı bir söylem, dolayısıyla Atatürk'e muhtaç olduğunu(!) ihtar etmektir sana. Gülenist vesayet bunu "Hizmetin ekmeğini yediniz. Bu ülkede herkesin kursağında hizmetin ekmeği vardır. Hizmet bu ülkenin dünya çapındaki tek başarısıdır. Gülen bu ülkeye şu kadar hizmet yapmıştır. Hizmet olmasaydı şöyle olurdu, böyle olurdu" tarzı bir borçlandırmayla başarmaya çalışır.

Birinci örnekte borçlanılan Atatürk yerine şimdi Gülen Örgütü (bazen de Gülen'in kendisi) geçmiştir. Ve siz, başta Bediüzzaman'a sorulan soruda olduğu gibi, artık onların faziletlerinin esirisinizdir. Madem şu kadar okulları vardır, madem bu kadar başarılı olmuşlardır, o halde onlar kadar başarılı olmayanlar onlara boyun eğmek zorundadır. Halbuki Bediüzzaman'ın bu gibi manevi istibdatlara yönelik cevabı açıktır: "Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız."

Tam bu noktada biraz daha geriye gidiyorum: Geçtiğimiz ay; "Mutlak Vekillik Eleştirileri 1: Müminler Seçse Daha İyi Olmaz mı?" başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda Bediüzzaman'ın vekalet anlayışının ardından bir oligarşi bırakmak olamayacağını, zira bu anlayışı kendi metinleriyle bağdaştıramayacağımızı söylemiştim. Vekaleti postnişinlik gibi algılamanın, Nur ekolünü, tasavvuf ekolüne döndürmek tehlikesi içerdiğini belirtmiştim. O yazıma gelen tepkilerden birisi (bir twit) şöyleydi: (@abdullahbarla): "Yazıyı kaleme alan nurlar ıcın çile çekmiş mı bilemiyorum. Ancak biraz cerbezeli ve cüretkar bir yazı yazmış."

Aslında ben bu tepkileri daha evvel Gülenistleri eleştirirken de almıştım. Eleştirebilme hakkının ancak onlar kadar çile çekmeye, hizmet etmeye, okul açmaya, holding sahibi olmaya vs. bağlı olduğunun altını çizen bir yaklaşımdı bu. Bir nevi fazilet esirliği istiyordu benden. Mutlak vekillik eleştirim sonrasında benzer tepkilerin Nurcular içinden de bolca geldiğini görünce şaşırmadım. Zaten bu canavarı besleyen, bizdeki yanlışlar değil miydi? Biz 'mutlak vekilliği' zorlama tevillerle külliyata dayandırıyorduk, Gülen kendi vekilliğini daha mistik öğelere yaslıyordu. Ama sonuçta herkes hiyerarşinin üstünü ve astın suskunluğunu istiyordu, hem de hiyerarşinin olmadığı bir meslekte. Cevabım ise şu: Ardından eziyet gelen sadakalarınız sizin olsun.

Monday, February 3, 2014

Çok kimlikli olmanın kökenleri 10: Tasdikten tasavvura dönüş

‘Çok kimlikli olmanın kökenleri’ yazıları, benim nicedir açlığını duyduğum, ‘birisi yazar’ diye beklediğim bir alana tekabül ediyor aslında. Gülen Hareketinin, Risale-i Nur mesleğinden ayrıldığı noktalar ve bunların sonuçları üzerine bir basit yazı dizisi. Ne kadar başarılı olduğu tartışılır, fakat nihayetinde birşeylerin altını çizmeye çalıştığı için değerli. Altını çizdiği şeylerle, daha sonra kendisinden sanılmakla Nurlara sürülecek bir çamuru, onun pâk teninden silmeye çalışıyor. Ve Metin Karabaşoğlu, Yusuf Kaplan, Senai Demirci gibi birkaç isim hariç, kalem oynatmaya/söz söylenmeye korkulan bir alanda, daha sonraki kuşaktan birisinin de bu yönlü itirazları olduğunu göstermeye çabalıyor. Hem de ortaokul-lise yıllarını camianın içinde geçirmiş ve hâlâ iş/aile bağları dolayısıyla onlarla organik teması kesilmemiş birisi tarafından yapılıyor bu eleştiriler. Uzaktan bakan birisinin sözleri değil.

Bu farkları göstermek neden ehemmiyetli? Bu sorunun cevabıyla başlayalım. Öncelikle; Gülen Hareketi, kendisini, Bediüzzaman’ın Risale mesleğinin devamı ve hatta emanetinin bu zamandaki sahibi olarak görüyor. Hatta bu noktada cemaatin sahip olduğu kurum/kişi sayısı üzerinden Bediüzzaman’ın bizzat hizmetinde bulunmuş talebelerin dahi onu anlayamadığı tarzı bir argüman üretiliyor. İçten içe “Allah bizi galip/çok kıldı. Çünkü Bediüzzaman’ın emaneti aslında Hocaefendi’de!” tarzı, şer’i anlamda dayanaksız, belki ancak rüyalara ve bazı mistizm yüklenmiş şeylere zorla dayandırılabilen savlara sahipler. (Örneğin; Bediüzzaman’ın babasının ismi Mirza, Hocaefendi’ninki Ramiz. İkisi de aynı harflerle yazıldığından... gibi.) Hatta bazı uydurulmuş menkıbelerle/hatıralarla da besleniyor bu anlayış. Bazı örneklerini daha evvelki yazılarımda vermiştim. Tekrar etmeyeceğim.

Bu aslında Gülen’in kurnazlığı bence. Bediüzzaman’ın bu topraklarda sahip olduğu temiz miras üzerinden kendi mesleğini inşa etmenin bir yolu. Hocaefendi, bu miras üzerinden nüfuzunu arttırmaya çalışmasa, böyle geniş kitlelere ulaşabilir miydi? Mümkün değil. Çünkü çoğu yerde ona yol verenler, oralarda Nur hizmetini yürütenler oldu. İzmir’de başlattığı hareketi ele alalım mesela. Mustafa Birlik abi gibi, o bölgede zaten etkin hizmetler yürüten birilerinden destek almasa, Gülen bu noktaya gelebilir miydi?

Yargılanırken Nurculuğunu inkâr etmesi ve ardından kendi yolunu çizmek için yaşadığı ayrılık. Bundan sonrası aslında Gülen ve takipçilerinin kimliklerindeki büyük kırılmanın başlangıç noktasıdır. Gülen, o andan sonra, her zaman iki kimliklidir. Bir yönüyle Bediüzzaman’ın hizmetinin bu zamandaki söz sahibidir(!); diğer yanda ise, kendisinin Bediüzzaman’la irtibatını anlatan bir yazıda (ki kendi sitelerinde de yer almaktadır bu yazı) söylendiği gibi; Risale-i Nur, onun okuduğu kitaplardan bir kitaptır ve sırf onu okuduğu için Nurcu sayılmamalıdır. Çünkü o çok başka isimleri de okumuştur.

Buradan başlayan kırılma, daha sonra Gülen’in ele aldığı her kavram veya ideoloji karşısında iki dilli konuşmasına neden olmuştur. Gayrı neyi elinize alsanız, en aşağı iki Gülen bulursunuz karşınızda. Batı’yı eskiden beğenmez, çok sert eleştirir; ama sonra beğenir, hatta orada yaşar. Okumak için başını açmaya önceleri şiddetle karşı çıkar, ama sonra fürûat deyip fetva verir. Doğum tarihini 11 Kasım 1938 olarak lanse edip Kemalizmi bitirecek adam gibi alttan alta tanıtmasına rağmen kendisini, sonradan Mustafa Kemal’e hoşgörüyle bakılmasını ister. Hatta din dostu görmeye başlar. Daha bunun gibi her neye el atsanız, Gülen’in iki hatta daha fazla yüzüyle, kimliğiyle ve söylemiyle karşılaşırsınız. Mavi Marmara’da büyük puntolu beyanatlar verip “Otoriteye itaat etmeleri lazımdı” diyen adam, Gezi olayları başladığında otoritenin adını bile anmaz. Hatta eylemcilere cesaret verecek argümanlar kullanır.

İşte ben de bu çift dilli yerleri, hassaten Bediüzzaman’ın takip ettiği omurgalı yoldan ayrıldığını noktalarda teşhis etmeye çalıştım bu yazılarla. Bir yandan Bediüzzaman’ın mirasçılığı savunulurken aslında onun mirasına nasıl ihanet edildiğini göstermeye gayret ettim. 10.’sunu yazıyorum bugün bu yazıların. Başlarken 5 tane yazmayı planlamıştım. Sonra 7 oldu. Sonra 10. Daha da yazılabilir. İnşaallah ileride daha sağlam yazılarla ve daha ince araştırmalarla yapanlar da çıkacaktır. Benimkisi onların girizgâhı kabilinden birşey belki. Ön adımlardan birisi.

Kurumların kutsallaşması, istiğna mesleğinden uzaklaşma, kemiyetin (niceliğin) yükselişi, şebperestlik, Kemalizmin içselleştirilmesi, kişi merkezlilik, seçilmişlik algısı, abilerin ağalaşması ve dindarların memurlaştırılması... Bunun yanısıra yazılmasını arzu ettiğim, ama kendim yapmaktan vazgeçtiğim birkaç şey daha var. Mesela; ‘tedbir’i nasıl izzetsizliğe, dönekliğe ve bazen de casusluğa varır bir tarzda yorumladıkları ve uyguladıkları; ama Bediüzzaman’ın nasıl bunun tersi izzetli bir tedbir anlayışına sahip olduğu üzerinde durmak isterdim. Yine ‘istişareyi’ nasıl asıl manasından uzaklaştırıp avamın iradesini ellerinden alma/yönlendirme aracı olarak kullandıklarını da yazmak istiyordum. Ve yine Bediüzzaman’ın metinleri tefekkür ve marifet odaklıyken, Gülen’in metinlerinin hareket ve aksiyon odaklı olduğu üzerine birşeyler karalayacaktım. Fakat inadım bitti. Son bir tanesini daha ele alıp bu seriyi burada bitirmek istiyorum. Altın Nesil meselesi...

Altın Nesil ilginçtir bence. Çünkü ortaya çıkışı aynı zamanda Fethullah Gülen’in Nur hareketinden ayrılıp kendi yolunu çizdiği döneme rastlar. Gülen, 1975’te, İzmir’de Altın Nesil konferansında onu şöyle anlatır: “....Yunanlı bir şey bekler: O dünyayı kirden, pastan kurtaracak bir Heraklit bekler. Hristiyan insanlığı kurtaracak Mesih intizar etmektedir. Alevî de bir gayb imam, ‘muntazır imam’ beklemektedir. Biz de bir şey bekliyoruz. Eğer onu beklememizde Allah nezdinde bir mahsur yoksa; hem içini, hem dışını fetheden ‘altın nesil’ bekliyoruz...”

Daha başka metinlerde, Altın Nesil, Mehmet Akif’in Âsım’ı, Tevfik Fikret’in Haluk’u gibi şeylere de bağlanır. Fakat burada asıl ilginç olan; Gülen’in bu Altın Nesil’inin Kur’an’da ve sünnette bir dayanağı olmayışıdır. Yani ışığını onlardan almaz. (Yukarıdaki örneklendirmelerde de misaller Yunanlılar, Hristiyanlar ve Alevîler üzerinden yapılır.) Belki yukarıdaki örneklere yakın, ahirzamanda gelecek bir kişiden, bir Mehdi’den sünnet içre bahsedebilebilir. Fakat yine de topyekûn bir Altın Nesil idealinin içinin sünnetten beslendiği söylenemez. Çünkü İslam’da, müslümanlık, şu an yaşanamayacak, ancak ileride bir Altın Nesil’in hakikatine erebileceği birşey değildir. İslam’ın işi bugünledir. Bugünün hakkını vermek iledir. Yarın ise takdir-i Hüda’ya bırakılmıştır. Yarın gelecek bir nesil uğruna bugünden vazgeçilemez. Hatta eğer bir Altın Nesil’den bahsedilecekse, buna layık ancak Asr-ı Saadet dönemi olabilir. Çünkü onlar zamanlarının hakkını en çok verenlerdir.

Burada bir nefes alalım. Sizi Orwell’ın Bir Peri Masalı: Hayvan Çiftliği kitabına götürmek istiyorum. Okuyanlar bilirler, ama azıcık anlatayım: Aslında eser, fantastik bir öykü içeriyor. Çiftlik şartlarından rahatsız olan hayvanlar, en zekileri domuzların başkanlığında direnişe geçiyorlar ve çiftliği ele geçiriyorlar. Daha sonraları ise çiftlik içinde, kendi aralarında yaşadıkları olaylar, tüm hayvanlarını etkileyen yönleriyle aktarılıyor. Acı, kandırılma, ihanet, fedakârlık, hayaller, hayaller. Daha iyi bir gelecek için bugün çektirilen çileler, sonuç için süreçte yapılan fedakârlıklar. Daha güzel günler görmek hayaliyle yola çıkan devrim, en nihayet daha kötü bir düzene ulaşmış olarak sonlanıyor.

Ben de işte Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni okuduğumdan beri düşünüyorum: Hayaller, bugünün mahvedicisi olabilir mi? Hedef ne kadar güzel olursa olsun, en nihayetinde seni bugünden vazgeçmeye yönlendiriyorsa, oradan bir ütopya doğuyor. Bugün olmayacak, gelecekte seni ve sen gibileri kuşatacak (o da belki) bir ütopya. Ütopyaların öyle tatlı, öyle şehvetli bir yanı var ki; insanlar onlar için seve seve bugünlerinden vazgeçiyorlar. Fedai haline gelebiliyorlar. Belki Orwell’ın Bir Peri Masalı olarak isimlendirdiği bu karaütopyanın özünde de aynı hayalperestlik yatıyor. Düpedüz masal bu çünkü. Gelecekte daha güzel günler görmek için bugününden vazgeçen hayvanlar, en nihayet ne geleceğe ulaşabiliyorlar ne de bugünden nimetlenebiliyorlar. Bir baskı rejiminin yerini bir başka baskı rejimi alıyor. Vesayetin yerine vesayet geçiyor. Emek, sürünmeye devam ediyor.

Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni yalnızca bir komünizm, bir Sovyet Rusya eleştirisi olarak okumak çok yanlış. O aslında Bir Peri Masalı ile kandırılan tüm ideoloji mağdurlarını anlatıyor bu romanında. Yalnızca Batının sorunu değil kandırılmışlık. Mesela âlem-i İslam içinde bile çokları, gelecekte kurulacağı ümit edilen, tasavvur edilen, belki taakkulda bile yeri olmayan şeyler için gençlerini, senelerini feda ediyorlar. Bakıyorsunuz; her sapkın ideoloji önce kapınızı kendi ütopyasıyla çalıyor. En nihayet bir tasavvur sarıyor hayatınızın her yerini. Bugünü görmezden getiren bir ütopya. Davanızın her yeri aslında ütopyalardan oluşuyor. Zaten dava da özünde sanki bir ütopya. İnsanlar dava adamı dediklerinde iyi bir mümini kastetmiyorlar. Bir ütopyası olan ve bu ütopya için bugününden vazgeçen adamı kastediyorlar.

İşte o zaman ben Bediüzzaman’ın “Mahrem bir suale cevaptır...” kısmında söylediği ‘tasavvur değil tasdiktir’ sözünü anımsıyorum. Bu yolun, bu yolun yolcusunun tasavvurlarla meşgul olmadığını, tasdik dairesine kadar çıkabilmiş, elle tutulur ve akılla kestirilir bir yolda koştuğunu anlıyorum. Bu yüzden belki Bediüzzaman’ın ayakları hep yere sağlam basıyor gibi geliyor bana. Onun böyle ütopyaları yok çünkü. Bir bahardan bahsediyor, evet. Ama asla bunu başkalarının yaptığı gibi tasavvura dökmüyor. Başkalarının hayal ettiği gibi imparatorluklar, altın nesiller, devletler kurup dağıtmıyor. Bir bahar gelecek diyor sadece. Bir bahar, ama nasıl belli değil. Ve en önemlisi; o bahara erişmek için bugünden vazgeçmek gerekli değil.

Sahabe mesleği nedir? Bu meslekte olduğunu söyleyenlerin bile tüm köşelerini bildiği birşey değil sahabe mesleği. Sahabe, ütopyası olan insan mıdır? Yoksa onların yaptığı, bugünü, Asr-ı Saadet kıvamında yaşama telaşı mıdır? Bugünlerde böyle sorular sorasım çok var. Kur’an’ın bir ütopyası var mı? Yoksa onun derdi, müminin bugününün rıza dairesi içinde yaşanması mı? Yarınları ise tevekkülle Onun takdirine bırakması mı? Kur’an’ı okuyunca müslüman olmak ne kadar kolaylaşıyor. Başkalardan İslam’ı işitince ne kadar ağırlaşıyor. Herşey ne kadar karışıyor vahiyden insana gidince. Sorularım çok bugün. Peki ya cevaplar? Hepimiz birilerinin faziletinin esiriyiz. Birileri her zaman bizden ütopyaları için bugünden vazgeçmemizi istiyor.

Bence Gülen’in ‘sapmaları’nın en büyük nedenlerinden birisi de bu: Tasdik yerine tasavvuru yerleştirmesi. Bir hayal uğruna hakikatten tavizler vermesi. Halbuki bu yol, husulumeşkuk bir sonuç için, süreç içinde kırılmalara neden oluyor. Olup olmayacağı Allahın takdirinde birşey için bugünden vazgeçebiliyorsunuz böylece. Ve tâbilerinizi de böylece köleleştirebiliyorsunuz. Çünkü ütopya köleleştirir. Yarın için bugününüzü ister sizden. Afyondur, zincirdir. Her ütopya bir yalancı cennettir. Önden giden atlı olmanızı ister. Fedai olmanızı ister. Fakat sonra yola çıktığınız yerden ne kadar sapmış olduğunuzu farkettirmez. Çünkü ‘hareket’ odaklıdır. Düşünmeden deli gibi hareket. Hareket odaklıdır Gülen’in düşünce dünyası. Bediüzzaman gibi sürecin her an tefekkürle sorgulandığı bir alana karşılık gelmez. Sürekli aksiyon ister ki, düşünmeye fırsat kalmasın. Yapılsın, yapılsın, yapılsın. Sonu düşünülmeden ve sorgulanmadan yapılsın.

Bu da bir çok kimliklilik yaratır işte. Yarın için bugünden vazgeçenler, bugün girdikleri her şekli de yine aynı yarın adına savunur hale gelebilirler. Artık her omurgasızlık ve kıvrılma, “Bir hikmeti vardır!” uyarısıyla içselleştirilebilir. Metin Karabaşoğlu’nun ‘Yuşa Makamı: Yeniden’ yazısında çok güzel yakaladığı ve örneklendirdiği gibi; onlar süreci sorgulayan Hz. Musa olmak niyetinde değillerdir çünkü. Sonuç odaklı Hz. Hızır mesleğindedirler kendilerince. Fakat ulu’l-azm olan Hz. Hızır değil, Hz. Musa’dır. Yolu daha makbul olan Hz. Musa’dır. Hatırlarsınız, hatırlatırsınız, ama hatırlamazlar. Ütopyaların peşinde koşmak çok şehvetlidir çünkü.



Wednesday, January 29, 2014

Çok kimlikli olmanın kökenleri 9: Dindarların memurlaştırılması...

“İnsanlığın uzun ve iç karartıcı tarihine baktığınızda, korkunç suçların isyandan çok ‘itaat adına’ işlendiğini görürsünüz.” C. P. Snow

Ne haklı söylüyor Esayan, İyi Şeyler’de; “(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı” derken. Evet, hepimiz, çoğu zaman, bilimselliğin ardına sığınarak kaçıyoruz hakikatlerden. “Biribirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilir...” buyuran Nur sûresi 63 de, biraz buna işaret ediyor sanki. Her kaçış, önce yolunu yapar. Ve bu yol, ‘benzer diğerlerinin’ bahanelerinden örülür. El değiştiren bahane, bu ellerin sayısı arttıkça, sınanmamış bilgiye dönüşür. Fısıldanma sıklığı ve şiddeti ‘söylentiyi’ gafillerin nazarında ‘doğruya’ benzetir. Başkasının hurafesi, eğer sınamazsak, bizim hoşa giden hakikatimiz olur. Tıpkı Ene Risalesi’nde dendiği gibi:

“Sonra, nevin enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.”

Haksızın güç aldığı tek kaynak kalır geriye o vakit: Haksızlığın niceliği. Ve dikkat edin, haksızlar, sık sık sayılarıyla övünür; haklılar ise, tek kalsalar dahi, bozmadıkları duruşlarıyla.

Serdar Kaya’nın, itaatin mantığını sorgulatan o harika eserinde rastlamıştım ilk kez bu ‘acaba’lara. Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği kitabında. Kaya, daha başlarında, Milgram deneyini değerlendirirken şöyle başlıyordu sözlerine:

“İnsanın otoriteye karşı ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme adına ne kadar ileri gidebileceği ve otoritenin insanları kontrol edebilme adına ne kadar belirleyici olabileceği gibi konularda en çarpıcı deneylerden biri, 1961 yılında Stanley Milgram (1933-1984) tarafından yapıldı. Milgram’ı, otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmeye amaçlayan bir deney yapmaya yönelten olay, (deney başladığında üç aydır Kudüs’te yargılanmakta olan) Nazi Almanyası savaş suçlusu Adolf Eichmann hakkındaki düşünceleri olmuştu. Milgram’a göre Eichmann’ın, sadist bir canavar değil, sadece kendisine verilen emirleri yerine getiren bir asker olması pekala mümkündü. Bir başka deyişle, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen korkunç olaylar, canavar ruhlu insanların eseri olmaktan ziyade, masasında oturup kendisine verilen görevleri yerine getiren sıradan insanların (etiği sorgulamadan) yaptıkları işlerin bir sonucu olabilirdi.”

Kitabın devamında Milgram deneyinin detaylarını okuduğunuzda ‘âdemoğlunun dönüştüğü şeye’ şahit olmakla hakikaten şaşırıyordunuz. İnsanlar, deney süreci içerisinde psikiyatrların öngörülerini boşa çıkararak (40 denekten 26’sı oranında), 450 voltluk üst sınıra kadar denek öğrenciye elektrik vermekten çekinmemişlerdi. Ki 120 volttan sonraki her aşamada deneğin acı çekeceği kendilerine bildirilmiş, hatta acılı haykırışlarını içeren ses kayıtları da dinletilmişti. Ama işlerini ‘ücret karşılığında düğmeye basmak’ olarak gören insanlar, etik yanını görmezden gelerek, görevlerini yapmaktan kaçınmadılar. Onlar sadece ‘düğmeye basan memurlardı’ çünkü.

Kitapta, Milgram deneyinden başka, filmi de yapılan Stanford Hapishane deneyi, Asch deneyi gibi daha pek çok deney ve vakıa incelenerek, bunların karşılaştırmalı tahlili yapılıyordu. Fakat benim en çok dikkatimi çeken şey; Milgram deneyinin tahlilinde değinilen Nagasaki’ye atılan bomba meselesiydi. Olayı hatırlayan her insanın (Japonlar da dahil) Amerika’yı suçladığını, fakat kimsenin pilot Charles Sweeney’i anımsamadığını söylüyordu Kaya. Belki Charles Sweeney de (70.000 masum ölümden sorumlu olmasına rağmen) kendisine sorulsa, yalnızca görevini yaptığını ve Japonlara kişisel bir husumetinin olmadığını belirtecekti.

İnsanın, görevini ‘düğmeye basmak’ olarak gördükçe yaşadığı robotlaşma, bana ister istemez 2010 yapımı Kutu (The Box) filmini anımsatıyor. Başrollerini; Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella’nın paylaştığı filmde, bir çifte, gizemli bir adam tarafından zor bir teklif götürülüyordu: Yanında getirdiği kutuyu evlerine bırakan adam, eğer o kutudaki butona basarlarsa kendilerine yüklü bir miktarda para vereceğini, ancak bastıkları anda dünyanın bambaşka bir yerinde bir masumun öleceğini söylüyordu. Günlerce gerilim yaşayan aile, en nihayetinde yapacakları şeyin ‘sadece bir düğmeye basmak’ olacağı yönünde kendilerini ikna ederek teklifi değerlendiriyorlardı. En başta Esayan’dan alıntıladığım cümleye dönersem: İnsan kendince bilimsel bir açıklama bularak veya sıfırdan üreterek bir şekilde vicdanının sesini bastırmayı başarıyordu.

Ben şimdi bütün bunları neden anlattım? Çünkü bu düğmeye basmak meselesinde bir memurlaşmanın/robotlaşmanın payı olduğunu düşünüyorum. İnsan, bir sisteme ‘memurlaşarak’ dahil olduğunda, etik sorgulamayı daha kolay kenara itebiliyor bence. Zira memurlaşmak, yaptığı şeyin sorumluluğunu kendisine değil, bağlı olduğu kuruma/devlete/cemaate ve onların asabiyetlerine yükleyerek vicdan sızısından kurtulmak kolaylığını da sağlıyor nefislere. İnsanlar, Ene Risalesi’nden yaptığımız alıntıda da okuduğumuz gibi, nevin enaniyeti ve asabiyeti içinde bireysel sorumlulukları unutup vicdan sızılarını oralardan devşirdikleri bilimsellikle(!) giderebiliyorlar. Bu sayede, hangi safa denk gelirlerse gelsinler zaman içinde, her birinde fanatik olabiliyorlar. Bütün kimlik değişikliklerini içselleştirebiliyorlar.

Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, Eski Said döneminden beri, memuriyetin kem yönlerine vurgu yapıyor ve insanları onun etkilerine karşı uyarıyor. Münazarat’ı yazdığı 1910’lu yıllarda bile:

“Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san’attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imârettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder...”

Hatta aynı eserin daha başka bir yerinde İslamların ‘neslen ve serveten tedennîsini’ memuriyetin revacına bağlayabiliyor:

“Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nevi hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük.”

Daha başka bir yerde de meşrutiyeti savunurken, milletin/dinin idaresini atanmışlara yüklemeyi şöyle eleştiriyor:

“Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”

Hem yine başka bir yerde Kürtlerin medreselerde ‘taharri ahlakı’nı geliştirmekle meşrutiyete adaptasyonda memurlardan daha ileri olduklarını, onların sistem olarak buna daha namüsait olduklarını şöyle belirtiyor:

“(...) Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor. (...) Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bâzı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür.”

Daha bunun gibi pek çok yerde Bediüzzaman, memuriyeti eleştiriyor ve İslamlar üzerinde menfi tesirinin çok olduğunun altını çiziyor. Hayatının daha sonraki döneminde de (yani Yeni Said kısmında da) memuriyete bakışı değişmiyor Bediüzzaman’ın. Hatta yıllar sonra büyük bir memuriyeti neden kabul etmediği sorulduğunda verdiği cevap aynı endişeleri bize hatırlatır nitelikte:

“Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun’ dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”

Tahminime göre yine aynı meseleyi bir başka eserinde de şöyle anlatır:

“Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on bîçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelîlane mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzetle dünyaya karışabilirdim. (...) Nasıl ki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip, takat-i beşerin fevkınde sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü hizmet-i kudsiyem beni menediyor.”

Memuriyetin, çoklarda nasıl bir ‘iradesizleşmeyi’ beraberinde getirdiğini ve nasıl çokların memuriyet giysisi ve asabiyeti altında kendi zulümlerini meşrulaştırdıklarını ise külliyatın çoğu yerinde, hassaten lahikalarda görebilmek mümkün. Dikkatle okursanız, Bediüzzaman, bu kısımlarda da memuriyeti daima ‘kullanılmaya müsait’ çok kimlikli bir alan olarak tesbit ediyor. Mezkur bahislerde geçen; ‘insafsız ve dikkatsiz memurlar,’ ‘müşevveş büyük bir memur,’ ‘bazı alçak memurlar,’ ‘insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları,’ ‘bazı iktidarsız memurlar...’ gibi ifadeler, Bediüzzaman’ın, seçilmişlerden ziyade ‘atanmışların ettiği zulümlerden’ çektiğini gösteriyor bizlere. Bazılarını yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum:

“Bunu da biliniz ki: Bazı iktidarsız memurların iktidarsızlıklarından veya evhamlarından veya keçi ve kurt bahanesi nevinden veya kendilerine paye vermek veya hükûmete yaranmak fikriyle, yeni serbestî kanunlarının tatbiklerine zemin hazırlamak entrikalarından, hakkımda—dürbün ile bakarak—habbeyi kubbe gösterdiler.”

“Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sûreten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. (...) Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında Said Kürdî ve Bu Kürd diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.”

“Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.”

“Efendiler! Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve imân hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.”

Sadece bu kadar değil. Daha başka yerlerde de Bediüzzaman, hizmet-i Kur’aniyeye çalışan insanların memurluk sahasına çekilerek nasıl Nurlardan soğutulduklarını anlatır ve şöyle der:

“Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasip olmayan çok esbaba binaen, her vesile ile, hoca kısımlarının Risale-i Nur dan çekilmeleri için çok vasıtaları istimal ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla biçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar.”

“Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.”

Fakat benim burada asıl dikkatini çekmek istediğim metinler, Bediüzzaman’ın memurluğun kullanılabilir yanına değil de zulmetmeye meyyal tarafına dikkat çektiği yerler. Lahikalar içinde iki yerde de Bediüzzaman, memurluk içindeki bir kem damara dikkat çekerek, hem Demokrat Partiyi, hem de ondan sonra gelecek dindar hürriyetperverleri ‘Halk fırkasının paralel devletine’ ve ‘memur vesayetine’ karşı şöyle uyarıyor:

“Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar.”

“(...) memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. (...) Şimdi, Adnan Menderes gibi, ‘İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz’ diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.”

Garip gelebilir, ama ben bugünlerde yaşadıklarımızla bu metinler arasında ilginç bağlantılar kuruyorum. Özellikle Gülen Hareketiyle...

Hakikaten de Gülen Hareketi, Risale mesleğinden bu noktada büyük bir ayrılık gösteriyor. Bediüzzaman’ın aksine, kadrolaşabildiği her yerde, devletin (bizzat Gülen’in ifadesiyle) ‘kılcal damarlarına kadar sızmaya’ gayret ediyor. Bediüzzaman, memuriyetin ‘alet olma ve iradesizleştirme’ yönünden ne kadar kaçıyorsa; Gülen, o kadar bunun peşinde koşuyor. Hatta bizzat devlet içinde görevlendiremediği elemanlarını bile, yine kendi kurumlarında memurlaştırarak (ve dışarıda çalışmalarını günah saçan ortamlara girmek olarak tasvir ederek) iradesini kontrol altına alıyor. Belki onları asgarî ücretle süründürüyor, belki emeklerini sömürüyor, ama bunu da ‘hizmet-i Kur’an’ başlığı içinde ibadet olarak sunarak dizginlerini bırakmıyor. Asabiyetten ayrılmalarına izin vermiyor.

Özel teşebbüste bulunacakların bile, hareketin bu dalda faaliyeti olsun veya olmasın, mutlaka onlara danışması gerekiyor. Diyelim, bir yayınevi kurmak istediniz ve cemaattensiniz, eğer onlarla istişare etmezseniz (ki istişare değil, izin almak bu) dağıtımcı firmalarında yayınevinizi banlayarak ve hakkınızda kötü bir şöhret yayarak sizin piyasada iş yapmanızı engelleyebiliyorlar. Kendi dışında rızk (ve dolayısıyla özgürlük) alanları oluşmasını pek sevmiyor cemaat. Tasavvur ettiği dünya daha çok memurlar cumhuriyeti gibi. Tıpkı Orwell’ın karaütopyası 1984’te olduğu gibi. Hatta biraz daha cüretle; tıpkı Komünizm’de olduğu gibi. Kişinin kimliğini ve ekmeğini borçlu olduğu yere asabiyetle bağlandığı bir ütopya!

En serbest ticarî teşebbüslerin bile cemaatin üst kademesiyle istişare edildiği, onayıyla ancak yola çıkıldığı; verilen bu onayların da karşılığında yapılması istenen bazı ‘iyiliklere’ bağlandığı enteresan bir zemin bu. Gülen’in ve cemaatin dünyasında kurumların ve kurumlara mecbur memurların büyük bir yeri/önemi var. Hatta bu son krizde de en büyük emeği yine onların kurumlarında çalışan hazır kıtalar veriyor. Çünkü kendi içlerinde oluşturdukları bir ‘endoktrinasyonel kapalı enformasyon’ ağları da var. Memuriyet içinde kaldıkları sürece bu insanlar sadece kendileri gibi düşünenleri okuyor ve deklare edilen bilgileri yayıyorlar. Başka fikir o kapılardan içeriye sokulmuyor. Böylece de körükörüne itaate odaklı, asabiyet-i cemaatiye ile kuşanmış ‘memur orduları’ kuruluyor orada. Her yanlış, nevin enaniyeti ve bilimselliği içinde vicdanı sızlatmaz hale getiriliyor.

Bir diğer menfi yönü de; 17 Aralık milli iradeye darbe operasyonları sırasında bazı savcı ve emniyet mensuplarının söyledikleri sözlerden, takındıkları tavırlardan da farkettiğimiz o ‘hâkimiyet rüşveti.’ Bulunduğu makamın, Bediüzzaman’ın ilgili yerlerde sıklıkla vurguladığı gibi, millete hizmet yeri olduğunu düşünmeyip; kendisinin hâkimiyeti için, nemrutçuluk yapması için verildiğini sanarak, atanmış bir sarhoşlukla milletin seçtiğine meydan okuma çılgınlığı.

Mesela; “Sizi başbakan bile kurtaramaz!” veya “Boşbakan!” tarzı söylemler üretilebiliyor artık o makamlardan: “Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor...” ve şahidi oluyorsunuz bunun. Bediüzzaman’ın dindar hürriyetperverler adına endişe ettiği paralel yapı, bu sefer şeytanın sağdan gelmesi gibi dinî bir hareket gılafı giyerek hürriyetinize saldırıyor.

Memuriyetin, iradesizleştirmesinden kendini kurtarabilmiş kardeşlerimi tenzih ederim. Fakat çoğunluk böyle ve bu halde. Bediüzzaman’ın uyarıları boş değil, boşuna değil. Görüyorsunuz ya, onun metinlerinden ışığını aldığını söyleyen koca bir cemaat, bir meyl-i memuriyet ve iktidara karışmak hevesiyle nasıl ülkeyi berbat ediyor, ortalığı fitne ile tutuşturuyor! Bu yapılanların, yaşananların Bediüzzaman’ın tavsip ettiği şeyler olduğu söylenebilir mi? ‘Hedef gösterip kelle istemeyi’ kulluğun zirvesi, hizmetin dibi sananlarla Risale mesleğinin ne alakası olabilir? Allah, bu çok kimlikli ‘adanmış robotlara’ karşı yardımcımız olsun. Paralel yapılara fırsat vermesin. Ve körükörüne itaatin yaptığı yıkımlardan ülkemizi, hürriyetimizi ve meşru hükümetimizi korusun. Âmin.

Tuesday, December 31, 2013

Siz hüsnüzanla 'aptallığı' karıştırıyorsunuz

"Bu hadisenin manevi esbabını ve neticelerini görmüyorlar, ta ki intibaha gelsinler." Bediüzzaman, 14. Söz'ün Zeyli'nden...

Nakledilir ki; Hz. Safiyye annemiz, bir itikafı sırasında Allah Resulü aleyhissalatu vesselamı ziyaret eder. Bir müddet sohbet ettikten sonra, hanesine dönmek için izin isteyince, Efendimiz de eşini uğurlamak için hareketlenir. Bu sırada, yolu oraya düşmüş birkaç sahabe, yanlarından hiç duraksamadan geçerler. Efendimiz, sahabilerine seslenir. Sonra eşinin yüzünü açarak onlara der: "Bu, eşim Safiyye'dir." Kendilerine bu açıklama yapılan sahabiler, hayretler içinde derler ki: "Ya Resulallah, senin hakkında nasıl kötü düşünülebilir?" Allah Resulünün onlara verdiği cevap manidardır: "Şeytan, insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır durur."

Ben bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, 'zanna' bakışımızdaki eksikleri düşünürüm. Yalnızca hüsnüzanna da değil üstelik; suizanna, gıybete ve daha nicelerine. Biz ne zaman böyle bir meseleyi ele alsak, sorumluluğu 'zannı yapana' yükler ve kaçarız fazlasını irdelemekten. Muhatabın da o zannın oluşmasında sorumluluğu olabileceğini düşünmeyiz. Efendimizin latif beyanını tekrar edersek; muhatabımızın da damarlarında şeytan dolaştığını ve onun fellik fellik malzeme aradığını aklımıza getirmeyiz. Bu yüzden belki de, Allah Resulü, mezkûr hadisenin arkasında ikinci bir ders verir bizlere:

"Zannın (suizan, gıybet, iftira beraber düşünülmeli burada) oluşabileceği durumlarda muhataplarınızla empati yapın ve mümkün mertebe şeffaf olarak, şeytanlarının kullanabileceği malzemeler vermekten kaçının." Safiyye'nin yüzünü açmak meselesi arkasında böylesi bir kanun-u umuminin ucu görünür bana: "Müminler arası şeffafiyet ve açıklık, nifak tohumlarının ekilmesinin engelidir."

Belki de bu yüzden, etrafında her türlü fitnenin ve cadı kazanının kaynatıldığı bir dönemde Bediüzzaman Hazretleri "En büyük hile hilesizliktir!" diyerek kendi talebelerine alabildiğine bir açıklığı tavsiye etmiştir. Elbette bu açıklık, her yaptığından herkesi haberdar etme anlamında değildir; ama muhatabın zaten haberdar olacağı veya olduğu, şeytanların buradan kötü bir enformasyon üretebilecekleri her zeminde böyledir.

Tarihçe-i Hayatı'nı inceleyenler de bilirler ki; Bediüzzaman, asla ve asla gizli saklı işlerin insanı olmamıştır. Onun toplum karşısındaki durumu; ne yaptığı, amaçladığı, (mahkemelerde kullandığı argümanlar ekseninde düşünülürse) ne söylediği ve düşündüğü gayet belli bir insan profilidir. Takıyyecilik, meslek ve meşrebinde kesinlikle olmamıştır. "Sonuçlar için süreç içinde fedakârlıklar, ikiyüzlülükler yapılabilir ve tavizler verilebilir!" cümlesi kesinlikle onun duruşunun ifadesi değildir. Bilakis, sonuç her ne olursa olsun, onu takdir-i ilahi bilip karışmayan; ama sürecin kendi uhdesinde olduğu bilen ve onu takva ile atlatmaya çalışan bir mümin görünümündedir. (Celaleddin-i Harzemşah örneğini anımsayalım.) Hadis-i şerifteki beyana gelirsek yine; "O, müminlerin elinden ve dilinden emin olduğu kişidir." Hayatı boyunca da bu emniyeti korumaya çalışmıştır.

Gönül ister ki; onun yolundan gittiğini söyleyen herkes de bu açıklığı koruyabilsin, bulanık sularda gezmekle müminleri endişeye sevk etmesin. Ama maalesef bugünlerde yaşadığımız karmaşa da göstermektedir ki; Bediüzzaman'ın süreç odaklı takva çizgisinden, sonuç odaklı makyavelist veya pragmatist bir çizgiye evrilenler de vardır. Ve bu evrilenler, süreç içinde sadece sırat-ı müstakim çizgisini değil; şeffafiyetlerini de kaybetmektedirler. Ve bu kayboluş, beraberinde, müminler mabeynindeki hüsnüzannı/güven ortamını da yıkarak, suizannı (ve onun devamında gelen gıybet ve iftira gibi günahları) uyandırmaktadır. Damarlarda dolaşan şeytanlara her türlü malzeme verilmektedir. Halbuki Risale-i Nur'un bu vatan toprakları için emniyet sübabı olmasının bir vechi de işte bu açıklığıdır, bu şeffafiyetidir ki; böyle bir mesleğe bakanlar yalnız nur görürler ve kaçmazlar. Topuz korkusu çekmezler.

Sohbetlerine katılanlar içinde bir kast sistemi bulunan ve her kast, kendi içinde ve kendine özel dersler yapan; derslerine gelenler cep telefonlarını kapıda bırakan; emniyet içindeki, yargı içindeki, daha bilmem nerelerdeki memur yapılanmaları bilinen ama kimlerdir ve ne amaçları vardır sis perdeki altında saklanan; bunun dışında, destek verdiği veya bizzat bünyesine kattığı gazeteci ve yazarların yazdıklarıyla ve bağlantılarıyla 'hedeflerinin korkutuculuğu' bütün ümmeti ürküten bir cemaat, bir camia, bir hareket, artık ne derseniz deyin, kesinlikle ve kesinlikle Bediüzzaman'ın yolunu takip ediyor olamaz. Bediüzzaman'ın yolunu takip edenler, emniyet-i umumiyeyi sağlarlar, böylesine ortalığı karıştıracak malzemeler üretmezler.

Üstelik, sonuç odaklı devam ettiği için, sonuca ulaşmasına kim yardımcı oluyorsa, onunla hemen kolkola giren; ama sonuca ulaşmasına engel olduğunu düşünüyorsa, en dindar hükümete bile şeytan gibi düşman olabilen bir camia, hiç kimse kusuruma bakmasın, kesinlikle ve kesinlikle Bediüzzaman'ın yolunda değildir. Ve ben bunu söylemeye Bediüzzaman'ın hukukunu müdafaa anlamında mecburum.

Üstadımdan beddua öğrenmediğim için etmem. Ancak "Allah lütfuyla ıslah etsin!" derim. İnşaallah, tez zamanda bu camiadaki ehl-i insaf kardeşler, bu yolun yol olmadığını farkederler. Bütün gazetelerini, medya organlarını, hatta kişisel sosyalmedya hesaplarını bir fitneyi harlandırmak, tutuşturmak için kullandıktan sonra; sağdan soldan, kendisiyle bağlı kurumlardan; "Bizim hükümetle bir düşmanlığımız yok!" tarzı, açık söyleyeceğim, ikiyüzlü beyanatları okumak, onların gözümüzdeki değerini daha bir düşürüyor.

Öfke ile haykırmak istiyoruz: Bütün bu olanlara rağmen bizden hâlâ hüsnüzan istemek ha! Efendiler, efendiler... Siz hüsnüzanla 'aptallığı' karıştırıyorsunuz. Müminleri bu kadar ahmak mı zannediyorsunuz? Her çirkinliği yapışınızı apaçık izlerken hepimiz, tekrar aynı muhabbeti size duyarız mı addediyorsunuz? Böyle bir ahmaklıktan kendim ve tüm ümmet adına Allah'a sığınırım. Müminin ferasetinden korkun, korkmalısınız! Fakat şu var: İçinizde lillah için çalışan çok masum da var. Onlara yazık olacak diye üzülüyoruz. Dilerim Allah'tan ki, o masumlar tez zamanda uyanırlar da 'Safiyye'nin yüzünü açmakla' bu fitnenin içinden sıyrılırlar. Yoksa, bu gidişin bir çukura doğru olduğu çok açık. Rabbim doğrunun ve doğruların yardımcısıdır.

Wednesday, August 21, 2013

Kardeşlerimle hasbihal

Nurcu kardeşlerim, bugün hasbıhalim sizinle. Önce sizinle; çünkü siz, benim dilimden anlamalısınız. Bize bugün bazıları, yaşananlar karşısında, korkaklık ve rahatlık öğütlüyorlar. Oturmamızı, susmamızı, kardeşlerimiz kurşuna kafa atarken karışmamamızı talep ediyorlar. Onların gözlerimizin önündeki şahadetlerine ‘dış siyaset’ diyorlar, ‘yalnızlaşıyoruz’ diyorlar, ‘müsbet hareket değil, müdahil olmamalıyız’ diyorlar.

Kardeşlerim, kendimi maaliftihar içinizden birisi sayarak söylüyorum: Biz, bu korkaklığa layık değiliz. Bizim Üstadımız da bu korkaklığa layık birisi değildi. Bizim Peygamberimiz de bu korkaklığa layık değil. Bizim Kitabımız da korkaklığı öğütlemez. Bizim dinimiz de bu korkaklığa müsait değildir. Hatta bunların ötesinde, insan olmak bile, böyle bir korkaklığı kaldırmaz. Peki, bize bunu öğütleyenlerin midesi nasıl kaldırıyor da rahat rahat böyle cümleler kurabiliyorlar? İslam bu kadar izzetsiz mi? Nurculuk bu kadar iffetsiz mi? Kardeşlik denilen, kanı akarken en masum damlalarla kardeşinin, karşısına oturup “Yanlış yapıyorlar!” demek mi? “Bizi dinleselerdi!” diye söylenmek mi? Dinimiz, ‘dış sıyaset’ mi? İtikadımız, ‘reel politik’ mi? Neye iman ediyoruz biz? Neye teslim olduk? Neyin müslümanıyız? İmanımız, menfaatimiz mi?

Kardeşlerim, “Bediüzzaman olsa, insanları böyle sokaklara dökmezdi” diyorlar. Halbuki Üstad Hazretleri, bizzat kendisi, Divan-ı Harbi Örfî’de yargılandıktan sonra yollarda “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağıran kişi değil miydi? “Bediüzzaman olsa, Suriye’de silahla mücadeleye izin vermezdi” diyorlar. Halbuki Birinci Dünya Savaşı’nda Rus ordularına karşı talebeleriyle silah kuşanan o değil miydi? Şam’a giderken yolda eşkıyalar etrafını kuşatılınca, eşkıyalar da müslüman olmasına rağmen, onlarla çatışmaya girdiği Tarihçe-i Hayat’ında yazmıyor mu? Zalime hakkı söylemek, ondan bize kalan miras değil mi? Peki, neden biz hakkı söylemeyi es geçiyor, sabrı tavsiyede bu kadar gayretli davranıyoruz?

Kardeşlerim, bunlar müsbet hareketi sadece susmak, susmak, susmak olarak görüyorlar. İtaat, itaat, itaat olarak algılıyorlar. Şiddetten mümkün mertebe sakınmayı, şiddete boyun eğme sanıyorlar. Siz Üstadın hayatını kaç kere okumuş insanlarsınız. Sizce Üstad, bu zalimlerin yaptığı katliamları sessizlikle değerlendirebilir miydi?

Bugün ümmetle kaynaşma veya küskünlükle hatırlanmanın eşiğindeyiz. Eğer bugün biz onlarla gamlarını paylaşmazsak, yarın onlar bizle hiçbir şeylerini paylaşmazlar. Bizi hayırla da anmazlar. Kardeşlerim, menfaatlerimiz zarar görür diye mi korkuyoruz? Siyasetimiz bu yüzden mi hatalı geliyor bize? Halbuki “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!” diyen bizim Üstadımız değil miydi? Ne ara bizim değer yargılarımız değişti? Ne ara biz bu kadar siyasetperest olduk?

Kardeşlerim, eğer size pasifliği öğütleyenler; kendi enaniyetleri hakikati görmelerine perde olmuş, siyasete dahlolmakla kardeşliklerini unutmuş kimselerse, onları itaatsizliğiniz caizdir. Akıllarınızı, ağalarınızın cebinden çıkarın! Kim olursa olsun, kimden olursa olsun; Mısır’da, Suriye’de kardeşlerine destek olanlara destek olun. Vallahi, zulüm hep geçicidir. Bugünler geçer. Allahın azap günleri sayılıdır. Ondan sonra ne yapacaksınız? Kardeşleriniz sizi nasıl hatırlayacak? Siz onların nasıl yüzüne bakacaksınız? Bu ikrara benzer sükût, bu dilsiz şeytanlık yakışmıyor bizlere.

Sunday, July 28, 2013

Cemaatten at beni. İn aşağı, tut beni.

Öncelikle şunu beyan etmeliyim: Nurcuların tamamı Hocaefendi cemaatinden değildir ve olmak zorunluluğu da yoktur. Yani Nurculuk, sadece Hocaefendi ekolü değildir. Onlardan olmayan birisi, onlarla bozuştu diye, Nurculuğun dışına atılmaz. Zaten bundan bir adım ötesinde, tüm müslümanların Nur cemaatinden olmak zorunluluğu diye de birşey yoktur. Bu da bir hak ve rahatlık verir: Her düşüncelerine veya eylemlerine katılmama, gerekirse eleştiride bulunabilme hakkı. Bir insanın kendi yolunu çizmesi ya kendi yolunun esaslarını beyan etmekle olur yahut da karışabileceği diğer ekolleri eleştirerek arasına mesafe koymakla olur. Eleştirilere insaf katık olduğu sürece de her eleştirinin varlık sahasına çıkma hakkı vardır. Hepimiz az çok tasavvufu bilen insanlarız. Emmâreden levvameye çıkış da ancak bu eleştiriler vasıtasıyla olur. Kişisel bazda da bu böyle, cemaat bazında da bu böyle.

Bir süredir, malumunuz, cemaatin siyasî alanda takındığı tavırlara karşı eleştiriler yapıyorum. Bazen bunları çok açıktan, bazen üstü kapalı bir şekilde yapıyorum. Bununla ilgili cemaatteki kardeşlerden çok da eleştiri alıyorum. Eleştiri benim mazotumdur, hiç gocunmam. Fakat bu eleştiriler beni, endişelerimi küçük küçük cümlelerle sosyal medyada paylaşmaktansa, daha uzun metinlerle bloguma taşımaya sevk etti. Zira herkese, her soru sorana tekrar tekrar aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorum. Bir kere yazayım, dileyen buradan okusun. Dilemeyen, sallamasın.

Başlarken şunu beyan edeyim: Ben, Hocaefendi cemaatinin yurtiçinde veya yurtdışında Allah rızası için yaptığı iyi işleri reddetmiyorum. "Yoktur, olmamıştır, bunların yaptığı hiçbir hizmet, hizmet değildir" tarzı birşeyi söylemem, hatta rüyamda bunu görmem mümkün değil. Ama parça parça meselelerde, hususan cemaatin siyasete müdahil olduğu ve ayrıca devletten pay istediği alanlarda ciddi bir rahatsızlığım var.

Peki, bu rahatsızlığı neden beyan ediyorum? Çünkü Risale eksenli bir hizmet yürütmek gayesiyle yola başlamış bir cemaatin ileride yaşadığı kırılmaların, bunu irdelemeyen tâbilerince fark edilmeyeceğini düşünüyorum. O yüzden uyarmak da bana, bize düşüyor. "Şuradan şurası doğrudur. Şuradan şuraya kadar ise, bakınız, böyle böyle endişelerimiz var" tarzında bir beyan, sanıyorum herkeste bulunması gereken o manevî otokontrol sisteminin akıllarda ve kalplerde kurulmasını sağlar.

Gerçi ileride maddeler halinde yazacağım, ama başlarken de söylemiş olayım: Cemaatin özellikle Risale-i Nur mesleğini Türk milliyetçiliğine müsait bir alan gibi göstermesini; hatta bu işi ileriye götürüp Kur'an'ın, sünnetin ve ikisinden beslenmiş Risalelerin hiç böyle bir amacı olmadığı, öğütlemediği halde Türkçeyi ve türevlerini bir misyon haline getirmesini yanlış buluyorum. Bunu yaparken sergilediği eylemler bir kenara... Onlar ayrıca caiziyet boyutuyla tartışılır.

Ama onun ötesinde Kur'an'ın, sünnetin ve Risale-i Nur mesleğinin hiçbir milliyetçi söyleme müsait olmayan alanında Türk milliyetçiliği adına böyle bir alan açmalarını yanlış buluyorum. Ki bu nedenle cemaatten tanıdığım çoğu insan, bugün barış sürecinde en çok ayak sürüyen ve hükümetin pozitif adımlarını eleştiren insanlar. Zira cemaat onlara Risale maskeli bir Türkçülüğü çok doğru, çok dinî, çok Allah'ın emri bir tarzda kutsiyet atfederek öğretiyor. (Meşhur bir abinin bir zamanlar dersanelerde Kürtçe konuşulmasından rahatsız olduklarını röportajda anlattığını hatırlayalım.) Fakat buna delil sorduğunuzda, bırakın cevap vermeyi, muhatap bile alınmıyorsunuz. Gayretullaha dokunmak diye birşey var, öcü gibi cemaati eleştiren herkese gösteriliyor. Onunla sindirilmeye çalışılıyorsunuz.

Kardeşim, ben seni yerin dibine batırmaya çalışmıyorum. Boynunda akrep var gibi geliyor bana. Boynundaki akrebi gösteriyorum. Sen bana teşekkür edip akreple meşgul olacağına "Gayretullaha dokunur" diyerek neden benim üzerime geliyorsun? Hepimizin ilham aldığı dönem asr-ı saadet ve selef-i salihin dönemi sonuçta. O zaman bile sahabiler birbirlerini eleştirebilirken ve bu eleştirinin sonucunda kimse kimseyi gayretullaha dokunur diye tehdit etmezken, siz nasıl bir yüksekliğe sahipsiniz ki, sizi eleştiren direk sanki (hâşâ) Allah'ı eleştiriyor? Sizde hiç kusur olmaz, siz esbap dairesinde perdelik yapmazmışsınız gibi herşey hemen gayretullaha gidiyor? Hz. Ömer'in bile sahabiler kendisine yönelttiğinde dinlediği, mantıklıysa benimsediği bir eleştiriyi; siz nasıl kendinize yakıştırmıyorsunuz? Garip değil mi bu?

Bir de hizmetlerinize borçlandırma meselesi var. Diyelim, oturdunuz cemaatten birileriyle; içinizde saklı kalan şeyleri riyakârlık olmasın, gıybet olmasın diye yüzlerine karşı söylediniz, paylaştınız. Alacağınız ilk tepkiyi tarif edeyim size: "Biz şu kadar hizmet yaptık. Bu kadar okulumuz var. Şu kadar yurdumuz var. Bu kadar cemaatiz. Bu ülkede şu an birşeyler iyi gidiyorsa, bunlar hep bizim sayemizde. Bizim kadar hizmet yapın, ondan sonra konuşun..." falan felan. Hoppala! Arkadaşım, benim senin hizmetlerinle bir derdim yok ki. Onları sorguladığım da yok. Hepsini Allah kabul etsin. Sen niye benim lokal eleştirimi alıp bütün cemaate yapmışım gibi yayıyorsun? Sonra da dönüp bana diyorsun ki: "Cemaat büyük bir topluluktur, bu sözlerinle hepsinin kul hakkına giriyorsun, hepsinden helallik isteyebilecek misin?"

Yahu niye böyle olsun? Cemaate yapılan eleştiri, neden bütün cemaate olsun? Karar alımında bütün cemaate sormuyorlar ki hiçbir şeyi. Gazeteniz, medyanız manşetini ayarlarken cemaate mi soruyor? Cemaat çapında yapılan referandum mu var? Yok öyle birşey. Yukarıda abiler var, en üstte Hocaefendi var, onlar alıyorlar kararların çoğunu. Bizim cemaat diye eleştirdiğimiz şey, birebir bütün cemaat üyelerinin amelleri değil ki. Eleştirdiğimiz şey, genelde lokal ve genelde abilerin kararıyla ortaya çıkan şeyler. Bazen de birebir sadece Hocaefendi'nin bir sözünü, eylemini eleştiriyoruz. Bunu alıp bütün cemaate teşmil etmekte suç benim mi, yoksa senin mi? Ben yapmıyorum ki, öyle birşey. Sen alıp bunu genişletiyorsun. Bunu yapmaktaki amacını da biliyorum. Çünkü bana verecek cevabın yok.

Bu borçlandırma mevzuu enteresandır. Bende çok ciddi alerji yapan birşeydir. Neden derseniz: Çünkü cemaat bu borçlandırma konusunda öyle bir dil kullanır ki, tıpkı vatandaşlık derslerindeki devlet dili gibidir. "Sizin ekmeğinizi devlet veriyor, suyumuzu devlet sağlıyor. Devletin havasını soluyorsunuz. O zaman devlete itaat edin" tarzı birşeydir bu. Cemaatin yaptığı iyilikler, sahip oldukları faziletler üzerinden bir ezme harekatıdır. Cemaat vaktiyle şunu şunu başarmıştır. O zaman bunları başaran bir kuruma, kesime kesinlikle hiçbir şey söylenemez. Cık, cık, cık. Bu iş, öyle bir hale geliyor ki en nihayet, ağzınızı açtırmıyorlar size. Ağzınızı açmak için en az yüz tane okulunuz olması lazım. Hakkınız yok yoksa.

İyi de arkadaşım, senin bu kafanla gidersek ne devleti, ne sistemi, ne de başka birşeyi sorgulayabilmeye hakkımız kalır. Devlet, birçok iyi işler yapan bir şahs-ı manevidir. Onu böyle faziletleriyle kutsarsak devlet kendini nasıl geliştirir? Yasalar nasıl modernleşir? Ordu hakeza. Ordu, sınırlarımızı bekleyendir. Ama onun sınırlarımızı bekliyor, bizi koruyor oluşu; zaman zaman içindeki zehirli bir damarın tahrikiyle özgürlüğümüzü (darbe yaparak, muhtıra vererek) elimizden almasına engel olmuyor. Hiçbir kurumun yaptığı iyi işler, kötü işlerini yok edemiyor. O halde siz nasıl bu kanundan hariç bir fert olabiliyorsunuz?

Yaptığınız bir hayır varsa, elbette karşılığını Allah verecektir. Daha dönüp bizden de bir karşılık beklemek niye? Sen o iyi işleri yapıyorsun diye ben susmaya mecbur muyum? Hz. Ömer'i minberdeyken eleştiren sahabi herhalde faziletçe ondan yüksek değildi. Ama eleştirmesine de engel olmamıştı. Hz. Ebû Zer de Hz. Osman'dan yüksek değildi. Ama yine de sisteme yönelik eleştiriler söylemekten geri kalmıyordu. Ne borçlandırılıyor ne de gayretullaha dokunmakla tehdit ediliyordu.

Kaldı ki, uygulamalarınızın çoğu fıkha dair meselelerdir. Fıkha dair meseleler selef-i salihin devrinden beri tartışılabilen şeylerken ne ara sizin döneminizdeki gibi eleştirilemez oldu. Mesela ben Türkçe Olimpiyatlarına desem ki: Bu Kur'anî bir hizmet metodu değildir. Kur'an'da hiçbir lisan (belki vahyin dili olması itibariyle Arapça hariç) böyle yüceltilmemiş, ille-i gaye olmamıştır. Siz bunu yapıyor ve bunun bu zamanda büyük bir hizmet olduğunu savunuyorsunuz. Bu fıkha dair bir meseledir. Bunu konuşalım. Tartışalım. Sizde konuşma yok, tartışmaya müsaade hiç yok. Konuşanların da ağzına hemen lafı tıkıyorsunuz: "Ama bizim yaptığımız hizmetler..." Allah kabul etsin onları, ne diyeyim yani? Derdim yok ki onlarla.

Bakınız, şunu da söyleyeyim: Herhangi bir kurumun, Türk kültürü adına (ama demeyecek din adına) böyle birşey yapmasını da yadırgamam. Amacı zaten böyle birşeyse, bununla yola çıkmışsa, yapabilir elbette. Ama başlarken Kur'an eksenli başlıyor, Risale ile yola çıkıyor ve sonra böyle bir evrilme yaşıyorsanız, kusura bakmayın, ona diyecek iki sözümüz var.

Bir de üstelik Türkçe Olimpiyatlarına bu sene (davet ettiğiniz ünlüler eleştirilerin önünü yeterince tıkamıyor belli ki) Peygamber Efendimizi aleyhissalâtu vesselam da getirdiniz. Oluşturmaya çalıştığınız kutsiyete bakar mısınız? Bu size sağlıklı geliyor mu? Bir kurumun, kesimin bir olimpiyat yapması başka, oraya Efendimizi misafir etmesi başka. Nasıl sağlıksız, rüya üzerine, ikinci bir fıkıh alanı oluşturduğunuz söylemeye gerek bile duymuyorum. Rüya fıkıhta delil sayılmaz halbuki. Üstelik tabir var, rüyayı tersine çevirir. Tabir var, hiç düşünmediğin anlamı çıkarır.

Şimdi de dalmışsınız siyasete. AK Parti üzerine, geliyor da geliyorsunuz. Gelmeyin demiyorum. Benim de AK Parti'de gördüğüm kusurlar var. Fakat arkadaşım, biraz dengeli olun ya. Mavi Marmara olayında gayet masum bir amaç için, Filistinli kardeşlerine yapılan boykotu kırmak için bir gemiye binmiş insanların yaşadığı katliamı, mağduriyeti Hocaefendi'nin bizzat kendi diliyle "Otoriteye itaat lazımdır" diye eleştirmeyi bildiniz. Onca insanın kalbini kırmayı bildiniz. O zaman bir hayli devletçiydiniz.

Peki neden Geziparkı olayları sırasında aynı damar tutmadı sizde? Halbuki Mavi Marmara, Gezi'den bin kere daha masumdu. Bu sefer, aynı dille "Eylemi yapanların anlaşılması gerektiğini, kendilerine yanlışlar yapılmış olabileceğini..." söylediniz. Ben açıkça soruyorum: Devletçi misiniz? Halkçı mısınız? Necisiniz? Yoksa ilk olayın içinde İsrail, ikinci olayın içinde zaten aranız kötü bir AK Parti olduğu için mi böyle bir tavır takındınız? Yapmayın yahu. Yapmayın böyle şeyler. Erbakan'ın meşru iktidarının arkasında duramadınız. O zaman darbecilerle bir olup iktidara çekilme çağrısı yaptınız. Bari bu sefer meşru iktidarın arkasından bu kadar çabuk çekilmeyin. Yapmayın böyle. Ümmet bunları görmüyor değil. Mısır olayları üzerinden 28 Şubat'taki halinizi bir değerlendirin. Ben, "Erdoğan hata yapmıştır" diyebiliyorum. Siz "Hocaefendi hata yapmıştır" diyebiliyor musunuz, onu bir değerlendirin.

Hem bazı şeyler oluyor, statükonun devam etmesini bizzat siz istiyorsunuz. Mesela dersaneler. Dersaneler kadar halkın belini büken birşey var mı toplumda? Okuldaki dersler yetmiyor diye tonlarca lira masrafla bir de çocuklar dersanelerde okutuluyorlar. Sabahları okulda, haftasonları en az bir yıl dersanede geçiyor. Yaşadıkları stres, kaybettikleri zaman cabası. Şimdi sanki bu dersaneler çok maslahatlı şeylermiş, öğrettikleri de sınavdan sonra bir işe yarıyormuş gibi ayak sürüyorsunuz. Halbuki hem sınavlar, hem de dersaneler kalkmalı. Öğrenciler, veliler bu çileden kurtulmalı. Biz böyle bir değişimin yanında yer alacak, millete faydası dokunacak birşeyi kollayacak yerde, oradan kesilen rızkınıza bakıyor ve direniyorsunuz. "Erdoğan olmasaydı... şeklinde şeyler yazan arkadaşlar şirke yaklaşıyorlar" demeyi biliyorsunuz. "Dersaneler olmasaydı... deyince böyle bir şirk olmuyor mu?"

Oyyh! İçimi döktüm. Ama rahatladım. Daha da dökeceğim. Bu yazı başıma bela bile açsa, bu belayı öper yine başıma koyarım. Çünkü riyakârlığı değil, açıkça söylemeyi seçtim. Gıybeti değil, doğruyu yüzünüze haykırmayı seçtim. Yazı boyunca da hakkınıza, hizmetinize zulmetmemeye çalıştım. Gerisi, artık geride kalır. Umurumda olmaz bile... Ha, bu arada: Bu yazı, twitter'dan bana "Müslümanlara rağmen hizmet etmeye çalışıyoruz" diye yazan cemaatten bir arkadaşa tepki olarak yazıldı. Müslümanlara rağmen bir hizmet... Çok enteresan.


Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...