Showing posts with label Psikoloji. Show all posts
Showing posts with label Psikoloji. Show all posts

Thursday, January 16, 2020

Göğün göğsünün aldığı kadardır

Dağa çıkmışlar bilirler. İnsan yükseklere vardıkça göğsü daralır. Aldığı nefes yetmiyormuş gibi gelir. Bunun en büyük sebebi hava basıncındaki düşmedir. Hava basıncı düştükçe ciğere dolan oksijen miktarı da düşer. Bu düşüşten dolayı kandaki oksijen miktarı azalır. Hassas bünyeli olanların böyle yüksekliklerde rahatsızlandığı çok olur. Fakat bugün mevzuun bu tarafından bahsetmeyeceğiz. Ben sizi asıl En'am sûresinin 125. ayetine çıkarmak istiyorum. Haydi kısa bir mealine tutunarak yamacında soluklanalım: "Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir."

Elbette göğsün daralması göğün daralması değildir. Hatta, aksine, insan yükseklere çıktıkça mekansal bir genişliğe kavuştuğunu zanneder. Tamam. Dünyada tuttuğu yer gıdım değişmez. Ama gözleri daha uzaklara kavuşur. Âdemoğlunun/kızının tabiatında bu kadim bir aldanıştır. Dünyası ancak elinin/ayağının yetiştiği yere kadarken o gözlerinin aldığı yeri de kendisinin sanrılar. Bu nedenle yükseklere çıkmak, sadece bir 'sanki' olarak, genişleme hissi uyandırır. Genişlik bizi mutlu eder. Şunu da biliyoruz ki: Varolan herşey varolmaya âşıktır.

Eksik söyledim: Varolan herşey 'varolmaya' âşıktır. Doğrudur. Fakat söz pür-şer beşere geldiğinde o 'daha çok varolmaya' da âşıktır. Belki de kavuştuğu genişliğin onda tetiklediği mutluluk da biraz bununla ilgilidir. Her ne ki gözüne girmiştir, manzarasına dahil olmuştur, bir şekilde ona sahip olduğunu 'sanki'ler. Bu sahiplik hissiyle gönlü ferahlar. Varlığı artmıştır. Birşey yukarıya doğru çıkıyorsa aşağıya iniyor olamaz. O halde, yani varlığı arttığına göre, o an yokluğa gidiyor olamaz. Belki de manzaralar bizi bu yüzden rahatlatıyor? Kimbilir. Bunu söylerken mevzuun başka zenginlikleri olabileceğini de reddetmiyorum elbette. O yüzden, yeri gelmişken, haddimizi bildirir o ifadeyi de konuştuklarımıza katık edelim: Allahu'l-a'lem.

Efendim, yine sözü uzatıyorum, 'Göğsün daralması göğün daralması değildir' demiştik. Oradan devam edelim: İsviçreli olan-olmayan bütün çeşit bilimadamları bize diyorlar ki: Yüksekte nefes alamama işi oksijenin suçu değil. Ya? Yukarıda da bir parça konuşmuştuk: Atmosfer kalınlığının suçu var. Yoksa Kösedağ'a çıkınca oradaki oksijen miktarı düşüyor değil. Lakin atmosfer inceldiği için ciğerlerden içeriye kendisini yeterince bastıramıyor. Akciğer kesecikleri yeterince açılmıyor. Oksijensiz kalma sıkıntısı da oradan doğuyor. Olanı içine alamıyorsun yani. Hani biraz idmanlı olsan belki de bu sorunu yaşamayacaktın. Alyuvarların da biraz serpilseydi. Zaten oranın insanları da bu sorunları şu şekil adaptasyonlarla aşıyorlar.

Herşeyin idmanı kendine göre. İslam'ın idmanı da kendine göre. Mesela: Ben şu an bunu yazarken bir idman yapıyorum. Sen bunu okurken bir idman yapıyorsun. Namaz kılarken bir idman yaşıyoruz. Oruç tutarken yine bir idmandayız. Hatta öyle ki: Aleyhissalatuvesselamla gelen mübarek sünnetinden her neye ittiba etsek bir çeşit idman oluyor. Böyle şeylerle meşgul olanların da, elbette takvaları miktarınca, göğüsleri açılıyor. Mürşidim de bu sadedde diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder." Yani sanki aynı şeyi söylüyor bize: Göğsün daralıyorsa kesinlikle idmansızlıktan. Yoksa kainat yine baştan sona Cenab-ı Hakkı anlatan ayetlerle dolu. Onlara ulaşamayışın varolan oksijeni ciğerlerine alamayışın gibi. Keselerindeki büzüşmeden dolayı giremiyorlar.

Burası aslında 'yanlışa nasıl talip olduğumuzu' da gösteriyor bize. Allah bizi dalalete mecbur etmiyor. Hâşâ. Biz gayretsizliğimizle dalaleti hakediyoruz. Kazanıyoruz. Eğer yüzümüz alyuvarlarımızı arttırmaya baksa idmanda da olacağız. Yok. Hayır. Hiç o taraklarda bezimiz yok. Hiç o kısımlarda takılmıyoruz. Bedeli olarak da 'idmanın zenginleştiriciliği' elimizden alınıyor. Eksilmiyoruz da aynı kalıyoruz. Azaltılmıyoruz da arttırılmıyoruz. Çalışmamız bir dua yerine geçtiği gibi tembelliğimiz de bir dua yerine geçiyor. Allah, göğsünü daralttığını, gayretsizliğinden dolayı daraltıyor. Göğsünü açtığını, gayretinden dolayı ödüllendiriyor, açıyor. Herkes duasının elverdiğini alıyor. Aramadığına körleşiyor.

Bu benim ayetten kendi hisseme birinci aldığım. Bir de ikinci bir inci var: İnsan İslam'a kapandıkça kainatla bir hırlaşma içine girer. Bunu sadece ekolojik dengeyi bozar falan manasında söylemiyorum. O kısmı açık zaten. Sonuçlarını giderek daha net görüyoruz. Fakat bir de kendi içinde hırlaşma yaşar. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ferman-ı Subhanîsi sırrınca başka herşeyin zikrinde bir yürek daralması vardır. Yeterli oksijen gitmez. Kişi dalalette ilerledikçe huzursuzluğu omuzlarında biriktirir. Zahirde, tıpkı dağlarda olduğu gibi, üzerindeki atmosfer incelmiş gibi görünür. Fakat alamadığı nefese sorsan en büyük ağırlık ondadır. Modern insanın yaşadığı psikolojik sorunların altında yatan başka nedir?

İslam'dan uzaklaşanın gönlü daralıyor. Çünkü asıl alması gereken şeyi alamıyor. Zikretmesi gereken şeyi zikretmiyor. Tatmin edecek şeyden azalıyor. Gözleri ne kadar kesif bir manzarayla dolarsa dolsun. Onların hiçbirisi aslında onun değil. Onun olmadığını en çok göğsü ona söylüyor. Yani göğsü gözünü yalanlıyor: "Aldıklarına bakma. Benim alamadığıma bak. Sen istediğini alamasan bu âdem ölmez. Fakat ben istediğimi alamazsam ölümümüz yakındır." Hülasa arkadaşım: Bu ayette daha çok sırlar var. Allah'ın hazinesi geniş. Biz garip. Daha yükseğe çıkmayalım. Ellerimizi daha yükseğe doğru açalım. Kibirlenmekte hayır yok. Haman'ın yaptığı kuleden Firavun'a bir hayır gelmedi. Musa'nın (a.s.) secdesi lazım bizlere.

Wednesday, January 8, 2020

Sibel Ünli'yi Aleyna Tilki mi öldürdü?

Geçenlerde Gençlik ve Spor Bakanlığı bir iş etti. Hepimizi işkillendirdi. Gerçi sonradan "Ödülü veren biz değiliz!" deyu açıklamalar yaptılar. Fakat twiti atan çoktan Üsküdar'ı geçmişti. Ne demiş atalarımız: "Forbes'ın koyunu sona çıkar oyunu." Herkesle iş tutmamak lazım. Popülizm itibar merdivenleri çabuk çıkarsa da kereveti kendisi belirler. Onun kayığına otostop çekenler Aleyna Tilki'nin sahiline inince "Ne oluyor lan?" dememeli. Zira bu sıralar magazin medyasında sıkça zikredilen bir deyiş var: "Bütün yollar Aleyna Tilki'ye çıkar."

Eh, evet, yeterli miktarda deyim-deyiş-atasözü naklettiğimize göre asıl konumuza geçebiliriz. Mürşidimin Lemeat isimli eserinde roman-tiyatro-sinema üçlüsü üzerine yaptığı bir analiz vardır ki tam şimdi zikredilmelidir: "Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." Bu eleştiri aslında Bediüzzaman'ın modern (me)deniyete de yaptığı eleştiridir.

Neden mi böyle söylüyorum? Çünkü bütün bir Batı medeniyetinin bu çelişki üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Hem zaten mürşidimin metinleri de beni bu noktaya götürüyor. Korkmayın. Daha fazla alıntı yaparak yormayacağım. Ancak şöyle bir soru hakkında bir parça düşünmenizi teklif edeceğim: "İnsanın imtihanı ne üzerine kuruludur?"

Cevaplarınızı avucunuzda tutun. İlk ben açıyorum: Bence insanın imtihanı da 'çelişkileri' üzerine kuruludur. Evet. İnsan bir koalisyondur. Ve bu koalisyonu oluşturan latifelerden herbirinin kendine has 'doğruları/yanlışları' vardır. Şeriat (korkmayın 'din' demek o) akidesiyle inanç dünyamızı 'bir'lerken aynı zamanda bu farklı algıların doğrularını/yanlışları da 'bir'ler. Mesela: Nefsimiz için 'hırsızlık' bazen 'iyi' bazen 'kötü'dür. (Yani: Bizden çalınıyorken 'kötü' bize çalınıyorken 'iyi'dir.) Çünkü o doğruları çabuk menfaati ekseninde tayin eder. Ancak vicdana taşındığınızda durum değişir. Orada hırsızlık her zaman kötüdür.

Yok. Öyle de demeyelim. Vicdanın bile hırsızlığı makul gördüğü yerler olabilir. Ancak o bu makuliyeti menfaati ekseninde değil de şefkati/adaleti ekseninde tayin eder. Zaten insandaki en temel çelişki de budur. Âdemoğlu/kızı 'nefsi' ve 'vicdanı' arasına bikarar bırakılmıştır. Nefis, kısavâdeli menfaatleri önceleyerek, bugüne tutunmamızı sağlarken; vicdan, uzunvâdeli menfaatleri kollayarak, yarını kollamamızı öğütler. Bu nedenle, vicdana danıştığımız amellerin yüzü genelde ahirete, nefse danıştıklarımızınsa dünyaya yatkındır.

Peki ben bu kadar laf kalabalığını neden yaptım? Hızlıca geleyim: Vahyin zarureti burada saklı aslında. Yani insanın şu mahiyeti vahyi gerekli kılıyor. Dinimiz bizi bu çelişkilerin vahiy ekseninde giderildiği bir medeniyete davet ediyor. En azından koalisyonumuzdaki bütün doğru algılarından daha üst doğru tayini latifelerimizi uzlaşıya zorluyor. Evet. Elhamdülilah. Mü'min için "Hırsızlık iyi midir kötü mü?" şeklinde bir soru kalmıyor. Çünkü Allah "Kötüdür!" hükmünü indirmiş oluyor. Bu hal artık sadece 'doğruya ittibayı' içimizin gayret mesaisi eyliyor. Yoksa "O mudur, bu mudur, şu mudur?" mevzuu sıfırlanıyor.

Müslümanlar dönüp dönüp tekrar iyi-kötü tayini tartışması yapmıyorlar. "Gıybet kötü müdür? Kibir iyi midir? Zina hüner midir? Zulüm maslahat mıdır?" gibi münazaralara girmiyorlar. Ya? "Gıybetin kötülüğünü nefsime nasıl kabul ettirebilirim? Kibirlenmemeyi nasıl başarabilirim? Zinadan korunmak için ne tedbirler almak lazım? Zulümden sakınmak için daha neleri gözetmem gerekir?" gibi amelî arayışların içine giriyorlar. Eğer, "Felsefî tartışmaları da büsbütün dışlamayalım canım!" dersek, azıcık şu kapıyı açabiliriz: Müslümanlar kem nefislerini doğruya ikna etmek için bazen bunu kullanırlar. Yoksa doğruyu/yanlışı silbaştan tayin etmek için değil. (İçtihad meselesi bahsimizden hariçtir.)

Kıymetini bilirsek bu büyük birşey. Çok değerli birşey. Zira insanı içindeki kavganın gelgitlerinden büyük ölçüde kurtarıyor. Bugün modern (me)deniyet bu kavgadan kurtulamadığı için hâkim olduğu toplumların psikolojileri dökülüyor. Ve biz de, itikadımızı yitirdikçe, yeniden bu kavgaya dönmüş oluyoruz. İyi-kötü tayinlerimizde kararsızlaşarak popülizmin hevâkâr rüzgârında yaprağa dönüyoruz. O nereye eserde oraya savruluyoruz.

Benedict Anderson'ın Hayali Cemaatler'de söylediği birşey vardı. Pek etkilemişti beni. Manaca nakledeyim. İdeolojilerden bahsettikten sonra diyor ki Anderson: Fakat doğuştan hasta/sakat bir insan "Ben neden böyleyim?" diye sorduğunda onlardan alabileceği cevap 'rahatsız edici bir sessizlik'tir. Evet. Aynen. Böyledir. Çünkü ideolojilerin tamamı seküler şeylerdir. Öteki dünyayla ilgilenmezler. Bahsetmezler. Hepsi sağlıklı/genç insanlar için kurgulanmışlardır. Modern (me)deniyetin düşünsel tesellisi mezara değil pazara kadardır.

Fakat, maşaallah, İslam böyle yapmaz. Abdullah b. Mes'ud radyallahu anh gibi engelli bir yıldız dahi parlamakta sağlığı yerinde kardeşlerini geçebilir. Zira İslam'ın ufuk olarak gördüğü insan-ı kamil böyle şeylere bağlı değildir. Üstünlük takvadadır. Hayır yapmaktadır. Faydalı ilimdedir. Salih ameldedir. Bütün bunların da arkasında ihlastadır. Bugünün bir milyoneri dağlar kadar altın da bağışlasa bir sahabenin dirhemine yetişemez. Bu yüzden kişi İslam olduktan sonra 'doğuştan kaybetmek' diye birşey kalmaz. Doğuştan kaybetmek yoktur.

Modern (me)deniyet böyle söylemiyor ama. O sezon sezon bir ideali, özellikle de fiziksel idealleri, besleyip büyütüyor. Bir dönem iskelet gibi kızları parlatıyor. Bir dönem balıkesirli olanları önplana çıkarıyor. Bir dönem sarışın olmayı methediyor. Bir dönem esmerlere iltimas geçiyor. Bir dönem erkeklerde maçoluk istiyor. Bir dönem erkekleri de erkek gibi beğenmiyor. Yani: Başta nefsimiz olmak üzere türlü latifemizin gururuyla oynuyor.

Sibel Ünli'nin intiharıyla ilgili ailesinin yaptığı açıklamalara dikkat ettiniz mi bilmem. En çok fiziksel durumuyla ilgili sosyalmedyadan maruz kaldığı saldırıları önplana çıkardılar. Evet. Hakikaten böyle şeyler modern (me)deniyetin bireylerini pek fena etkiliyor. Hangimizi etkilemez ki? Hangimiz böylesi bir manipülasyona maruz değiliz ki? Eskiden Batı kaynaklı dizilerde lisekızları arasında dönen entrikalara şaşar kalırdım. Özellikle okullarında popüler olmak için yaptıkları abartılıyor gibi gelirdi. Şimdi bakıyorum. Türkiye'ye de geldi bunlar.

Kabul edelim: Sibel bir çelişkiyle yaşıyordu. Bedenini değiştiremezdi. Fakat dünyası ona bu fizikle olmayacak bir cenneti(!) dayatıyordu. Orada ancak Aleyna Tilkiler gezebilirdi. Eğer bilseydi ki, çoban Abdullah b. Mes'ud'un da gezdiği cennetler var, bu marifetle nefsine karşı koyabilirdi. Faruk Nafız Çamlıbel gibi "Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek!" diye haykırabilirdi. Yapamadı. Yenilgisini kabullendi. Çelişkisiyle savaşmaktan yoruldu. Allah'tan bir inayet erişmezse biz de direnemiyoruz. Gençlik ve Spor Bakanlığına, Allah biliyor ya, çok kızdım o zaman. Neden? En çok bundan. Çünkü aynı çelişkiyi o da mayalamış oluyordu.

Bâtılın yardıma ihtiyacı yok. Yardıma ihtiyaç duyan biziz. Bizim 'yalnız Aleynalara ayrılmamış' cennetlere ihtiyacımız var. Tilkilerin cenneti Adnan Oktar cemaati gibidir. Herkesi almaz. Bunlar da esasında görünüşte cennetler. Aslında cehennemler. Fakat içlerine girmeyenler hayretle damaklarını şaklatıyorlar. Tamam. Popülizmin albenili söylemini gözden düşürecek imkanlara sahip değiliz. Kabul. Başaramıyoruz. Kazanıyorlar. Ama bari onların değirmenine su taşıyan olmayalım. İdealleştiren biz olmayalım. Bu hükümetin en azından bunu gözetebiliyor olması lazım. Yoksa Aleynalar daha çok Sibeller öldürecek.

Saturday, October 26, 2019

Münafık neden kâfirden daha eşeddir?

Night Hunter filminde Dedektif Marshall'ı kişileştiren Henry Cavill'in 'kendisine neler olduğunu' anlattığı bir sahne var. Kızıyla konuştukları bir kesittir. (İzleyenleri hatırlamıştır.) Kısaca diyor ki orada: "Doğduğunda işler zorlaştı. Herşeyi denedim. Terapiyi bile. Seninle ilgili değil. Geceleri ışıklar kapandığında odayı görürsün değil mi? Peki ya ışığı sürekli açıp kapatırsam? Hiçbirşey göremezsin. Takip ettiklerim karanlıkta yaşıyorlar. Sen gelene kadar görmek çok kolaydı. Çünkü sen ışığımsın."

Mevzuun optiğe bakan yanını anlamak kolay. Karanlıkta kaldığınızda gözünüz, daha doğrusu gözbebeğiniz, genişleyerek ortama adapte olur. Nesneleri az-çok seçmeye başlar. Şekillerini kabaca algılar. Bu nedenle yeniden ortama ışık bastırdığında geçici bir körlük yaşarsınız. Gözbebekleriniz küçülerek maruz kalınan ışığın miktarını azaltır. Makule çeker. Körlüğünüz geçer. Ancak bu karanlık-ışık geçişlerini sıklaştırırsanız, hem körlüğünüz kalıcılaşır, hem de gözleriniz ağrımaya başlar. Çünkü göz böylesi hareketleri sık yapmaya yatkın bir organ değildir.

Mürşidim kısa bir mealiyle "Neredeyse şimşeğin ışığı onları kör edecekti!" buyrulan Bakara sûresinin 20. ayetini tefsirinde ilginç bir noktaya dikkatlerimizi çeker: "Gözün şuaı, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek, kemal-i sür'atle hücum ederek, gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuaından o şekilleri alıp götürüyor."

Bu izahı nereden hareketle söyler peki? İşaratü'l-İ'caz aşinaları cevabı bilirler ya fakat bilemeyenler için bir hatırlatma geçelim: Ayette geçen 'yahtafu' kelimesi üzerinden. Çünkü bu kelime 'kaptırmak' manasına gelmektedir. Ben, biraz da yukarıda konuştuklarımızdan hareketle, Bediüzzaman'ın bu tefsirini şöyle anlarım: Bir fırtınanın karanlığında, o karanlığa adapte olan gözler tam manzarayı az-buçuk seçmeye başlayacakken, birden bir şimşek çakar, ışık düzeyi değişir. Gözün adaptasyonu berbat olur. Yeniden kıvamını bulmaya çalışır. Aydınlık normalde 'gördürücü' birşeyken bu anlık hali, yani devamsızlığı, aksine 'körleştirici' olur.

Ancak burada daha başka birşey var. Bu iş göz işi değil. Göz sadece bir temsil. Bakara sûresinde geçen bu tasvirler bize aslında 'münafıkların psikolojisini' anlatıyor. Onların hakikate muhatabiyetlerindeki ikircikli halin onları düşürdüğü şaşkınlık ortaya konuluyor. Hatta Bediüzzaman aynı bahiste diyor: "Kâfirlerin kalbleri gibi münafıkların da kalbleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet. Bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz."

Arkadaşım şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan cesaret alarak 'içimizin yasasına' dair şöyle birşey söylesem şaşırır mısın: Mutluluk da bir ziyadır. Yani bir ışıktır. Kalbin gözü, yaşadığı ortamın durumuna göre, ondan bir parça alabilecek şekilde adapte olur. Az-çok birşeyler seçer. Hani Bediüzzaman'ın İslam'dan çıkanın saadet yönünden doğma-büyüme kâfire bile yetişemeyeceğini açıklarken söylediği birşeydir: Kâfirin açık kalmış bazı lâmbaları olabilir. Fakat mürtedin gönlünün bütün ışıkları sönmüştür. Ben onu, işte biraz da bu bahisten hareketle, şöyle anlarım:

İslam'ı kevserinden bir kere tatmış, diline bu bal bir kere dokunmuş, damağı bu lezzetle tanışmış, artık ne kadar ağzını kezzapla çalkalarsa çalkalasın bu tattan kurtulamaz. Hakikate aşina vicdanı ona 'olması gerekenin' sinyallerini verir. Bu sinyaller hiçbir zaman 'kâfircesine bir habersizlik içinde' susturulamayacağı için de, münafık, kâfirin dahi kavuştuğunu sandığı saadetten mahrum edilmiştir. Tıpkı, ertesi gün idam edileceğini bilen bir mahkûmun, bu kem akıbetten haberi olmayan sair mahkûmlar kadar yediklerinden lezzet alamaması gibi. Hatta 'yiyememesi' gibi.

Doğrunun şimşeği sürekli çakarken kalbinin gözü gafletin mutluluğunu görmeyi başaramaz. İsterse en kara şeytanları arıyor olsun. Anlık parlamalar bu kadarcık bir görmeyi dahi elinden almıştır. Gözünden önce kalbinin ellerinden kapmıştır. Evet. "Münafık kâfirden eşeddir." Çünkü gözünün ışığa tahammülü yoktur. Her parıltıyla savaşır. Her nurla kavgalıdır. Çünkü aydınlığa dair herşey onu 'ecnebi dinsizleri gibi' olmaktan alıkoyar. İslam'ın tezahürlerinden bu yüzden rahatsızdır. Yani dışına taşırdığı esasında içinin kavgasıdır. Gözünün ağrısıdır. Allahu'l-a'lem.

Wednesday, June 12, 2019

Bencillik büyücülüğün başlangıcıdır

Derslerinden daima çok kıymetli şeyler öğrendiğim Ebubekir Sifil Hoca'nın bir keresinde 'tevekkül' bahsi içinde yeralan 'büyü' temalı bir hadis-i şerifi 'tevekkülsüzlük ve büyü arasındaki ilişki' ile anlamlandırdığını dinlemiştim. (Hocanın internette Riyazü's-Salihîn ve Mişkatü'l-Mesabih'ten başka hadis dersini takip etmediğime göre bu ikisinden birisinde olmalı o bahis.) O zamanlar tastamam kavrayamadığım bu meseleye daha sonraları kendimce bir miktar daha kafa yordum. En nihayet şöyle bir neticeye vardım: İnsan âlemin uyumunu ıskalarsa, daha doğrusu 'takdir edilen herşeyin tevhid uyumunun bir parçası olduğunu' göremezse, kendi parçası merkezinde evreni yeniden dizayn etmeye çalışıyor.

Bencilin çevresine verdiği zarar da buradan doğuyor. Bencil insan olanları 'kaderde takdir edildiği şekliyle' kabullenemiyor. Kendi menfaatlerinin odakta olduğu, unutulmadığı, eksik bırakılmadığı, hatta özellikle gözetildiği bir düzende herşeyin yeniden şekillenmesini arzu ediyor. Hatta aksinin vukû bulmasını haksızlık addediyor. Bu da eşiti olan diğer parçalara karşı zalimleşmesine sebebiyet veriyor. (Günümüz teknolojisinin tabiata verdiği zarar da böyle değerlendirilebilir mi?)

Tevekkül, işte tam bu noktada, bir parça da 'kainatın tevhidî uyumuna karşı duyulan güveni' ifade ediyor. Yani mütevekkil insan herşeyin muradına göre gerçekleşmesi gerekmediğini kabulleniyor. Varlığın merkezinden isteklerini çekip Allah'ın takdirini oraya koyuyor. Diğer bir ifadeyle: Zaten orada olanı oraya koyuyor. Evrende değil kendi içinde yapıyor düzenlemeyi. Değişmesi gerekeni kendisi olarak görüyor. Bu nedenle arzusu hilafına gerçekleşirse bazı şeyler onlarla savaşmıyor. "Allah'ın takdiri buymuş!" deyip kaderiyle barışıyor. Uyumun parçası oluyor. Uyumla yaşamayı seçiyor. Uymayı seçiyor. Varlığa içinde tevekkül tevekkül yeşerttiği bir hudabinlikle bakıyor. Çabalıyor ama çabalarının sonuçsuzluğuyla da bahtına küsmüyor.

Büyüde ise tam tersi bir durum var: Büyü yapan bencilliğinden kurtulmuş değil. Arzusunun evrenle uyumunu arıyor değil. Tevhidî bütünlüğün parçası olmayı kabullenebiliyor değil. Ya? Menfaati ekseninde herşeyin şekillenmesi arzusunda. "(…) gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm ediyor." Nasıl? Sevdiği adama/kıza meşru yollardan kavuşamıyor mesela. Doğru olan takdir-i Huda'yı kabullenip kadere tevekkül etmekken o başaramıyor. Teslim olmak yerine teslim almayı deniyor. Kendisi günaha girdiği gibi sevdiğine de zarar veriyor. Büyülediği ne kendisine ne de başkasına gönül huzuruyla yâr olabiliyor.

Nazara karşı "Maşaallah!" dememizde de böyle bir mananın izleri var sanki. Maşaallah ne demek arkadaşım? Ben şöyle biliyorum: "Allah dilemiş!" veya "Allah ne güzel dilemiş!" demek. Yani orada kendine birşey hatırlatıyorsun. Onun öyle olmasının Allah'ın takdiri olduğunu anımsatıyorsun. "Dur!" diyorsun tabir-i caizse kendine. "Dur bakalım! Çok beğendin. Hatta kıskandın. Başkasında olmasına içinden hüzünlendin. Hased ettin. Tamam. Ancak hatırla! Bu güzelliğin şurada olmasını takdir edeni hatırla. Onun öyle olmasını Allah diledi. Allah'ın dilediği elbet de en uygun olandır. Onun hikmetinden, rahmetinden, ilminden ve takdirinden razı ol. Rızasını ara. Düşün. Düşün ki, o neyi dilemişse, nasıl dilemişse, en uygunu odur." Evet. Kendi nazarımıza karşı dahi böyle bir tedbir alıyoruz. Tevekkül çağrılıyoruz.

Asıl söylemek istediklerime geleyim hızlıca. Bugün Kur'an okurken iki ayet arasındaki ilgi dikkatimi çekti. Yunus sûresi 2. ve 3. ayetler. Kısa bir mealiyle bize şöyle buyururlar kendileri: (2): "İnsanları (eğri yolun sonundan) korkut, inananlara Rableri nezdindeki yüksek makamları müjdele, diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler: 'Hiç şüphesiz bu besbelli bir sihirbaz!' dediler." (3): "Rabbiniz o Allah’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. İzni olmaksızın hiçkimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ona ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?"

İşte burada da Ebubekir Sifil Hoca'nın öğrettiği 'tevekkülsüzlük-büyü' ilişkisinin izlerini gördüm ben kendimce. "Allahu'l-a'lem" kaydıyla diyelim. İzahına girişelim. Öncelikle şuradan başlayalım: 3. ayette kâfirlerin 2. ayetteki tuhaf buluşlarına Cenab-ı Hakkın eserlerinden isimlerine-sıfatlarına-şuunatına çıkan bir bakışla cevap var. Deniliyor ki âdeta 3. ayette: Gökleri ve yeri altı günde yaratan, arşı hükmü altına alan, bunca varlığın tedbirle işini gören, izni olmaksızın şefaat edilemeyen böyle bir Rab, böyle bir Allah, böyle bir Subhan, mümkün müdür ki sizin işlerinizi başıboş bıraksın. Nübüvvet eliyle onlara karşı da tedbirler söylemesin. Vahyiyle bizzat ikazlarda bulunmasın. Kainata böylesine anlarına/zerrelerine sirayet eder bir ilgi göstersin de sizin gibi pek kıymetli sanat eserlerini ilgisiz bıraksın. Bunu tuhaf bulmanız normal mi? Aslında sizin bunu tuhaf bulmanızı tuhaf bulmak lazım. Demek ki siz Rabbiniz olan Allah'ı hakkıyla tanıyamamışsınız. Marifetinizdeki eksikten dolayı böylesi herzeler yumurtluyorsunuz. Utanmadan 'büyü' diyorsunuz.

'Büyü' ne demek? Yani siz bu olanı, size içinizden peygamber gönderilmesini ve onun da size vahyi iletmesini, kainat algınızla uyumsuz gördünüz. Evrenin sizce devam edegelen düzenine bir arsız müdahale tevehhüm ettiniz. Arıza sandınız. Halbuki bu dediğiniz yalandır. Kainatın her neresine bakılsa nübüvveti ve vahyi gerekli kılacak, şahidi olacak, isbat edecek bir tedbir, bir düzen, bir ilgi görünür. Yani esasında bakış açınızdır tuhaf bulunması gereken. Çünkü âlemin her parçasını büyük bir uyumla idare eden, tedbirini gören, hükmü altına alan elbette insanı görmezden gelmez. Cenab-ı Hak böyle bir eksiklikten sonsuz derece yücedir.

Evet. Arkadaşım. Bu yazı da böylece hitama erdi. Umarım hisseni aldın. Alamadınsa bir de mürşidimin şu sözlerine kulak ver. Vaktiyle bana iyi gelmişlerdir. Sana da tesir ederler: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir."

Sunday, June 9, 2019

Boşluk insanın bereketidir

Bu bakış açısını, Ebu'l-Feth el-Beyanunî'nin Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilaflar kitabında okuduğumu hatırlıyorum, bilmana nakledeceğim: Cenab-ı Hak, Kur'an'da herşeye tafsilatıyla yer vermeyerek, sünnete bir alan bırakmıştır. Sünnet de herşeyin tafsilatını vermeyerek içtihada bir alan bırakmıştır. Yani dolayısıyla 'içtihad' Alîm-i Hakîm'in muradıdır. Hak Teala, bir hikmete, belki de sırr-ı imtihana binaen kullarının 'hakkı tesbitte iradelerini/gayretlerini sarfedecekleri' bir boşluk da ikram etmiştir. Tıpkı doğruyu-yanlışı diniyle bildirip fakat seçmekte serbest bıraktığı gibi. Mucizelerle akla kapı açıp ama ihtiyarı elimizden almadığı gibi. Mezhep imamları da bu boşlukları yine Kur'an'dan ve sünnetten aldıkları usûllerle doldurarak bize hayırlı bir miras emanet etmişlerdir.

İnsan büsbütün boşluğa terkedilemez ama boşluksuz da yapamaz. Pedagojiye/psikolojiye dair şöyle-böyle okuma yapan herkes insan iradesinin gelişiminde boşlukların ne büyük bir kıymete sahip olduğunu bilir. Hatta denilebilir ki: İnsanı insan eden ona bırakılan boşluklardır. Âdemoğlunu robottan boşlukları ayırır. Bildiği bütün doğruları çocuğunun üzerine yığan, hata yapma şansı tanımayan, arzulayabileceği herşeyi hemencecik önüne döken ebeveyn olmak hüner değildir aslında. Çünkü bu tavır hayata katılacak 'yeni insanı' en yalın ifadesiyle güdükleştirir. Hatta bir eşikten sonra iradesizleştirir. Seçme yeteneğini yeterince kullanamayan çocuğun bu eksiklikle ilişkili olarak diğer latifeleri de gelişemez. Yeterince akletmez, hissetmez, duygulanmaz, gayret göstermez. Mücadelesi bu yönüyle beşerin hazinesidir. İmtihan edildikçe kabiliyetleri açılır. Sorunlarla karşılaştıkça çözüm üretmekte güçlenir. Boşluklardan çabaya âşık bir bereket yaratılır.

Çocuk büyüdükçe meme ağzından alınmalıdır. Çocuk büyüdükçe lokmayı ağzına koymak bırakılmalıdır. Çocuk büyüdükçe rızkını kendisi kazanmalıdır. Ebeveyninin ona yaşı ile uyumlu olarak bıraktığı boşlukta çocuk kendi varlığını bulur. Eğer bu boşluk bırakılmazsa çocuk varlığını da arttıramaz. Dünyaya geldiği ilk günün dar alanında yaşamını sürdürmeye çalışır. Bu yönüyle diyebiliriz ki: Allah'ın kullarına bir ikramı da boşluklarıdır. Herşeyi hazır olarak önünde bulmamasıdır. İradesine pay bırakılmasıdır. Gayretine alan açılmasıdır. Belki, Cenab-ı Hak, imtihanı bu hikmetle de bizlere yaşatmaktadır.

Zaten, sanki biraz da bu yüzden, yani fıtrata nakşedilen bu hususiyete binaen, iradesine yeterince pay bırakılmadığını düşünen çocuklar sonraları ebeveynlerine isyan ederler. Özellikle ergenlik döneminde bu isyanların en şiddetlileri yaşanır. Çocuğun imtihanı başlamaktadır. Mesuliyet yaşı gelmiştir. İrade bu mesuliyeti taşımanın psikolojisiyle gerilir de gerilir. Herkese çatmaya başlar. Kendisinden başka her iradenin tahakkümüne, en şefkatli şekilleriyle dahi görse onları, taarruz eder. Kızar. Bağırır. Uzaklaşır. Kendine bir alan inşa etmeye çalışır.

Buradan hızlıca şuraya geçelim: Geçenlerde Melikşah Sezen Hoca'nın İmâm Mâturîdî'nin Tefsir Literatürüne Tesiri kitabını okurken ilginç bir bilgiye rastladım. Dirayet tefsirlerinin ortaya çıkış sürecine dair önemli bir hikmeti içeriyordu kanaatimce. Alıntılayayım:

"Tüm ayet-i kerimeler hakkında Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve's-sellemin izahatının bulunmaması, yine bütün ayet-i kerimelerin esbab-ı nüzûlüne dair rivayetin mevcut olmaması ve bu mevzularda elde olan rivayetlerin de bir kısmının (sıhhat şartları açısından) muteber olmaması gibi durumların, dirayet unsurlarının da ilahî kelamı anlamaya teksif edilmesine ortam hazırladığı söyenebilir. Bununla birlikte Nebiyyi Zîşan sallallahu aleyhi ve's-sellemden nakledilen bazı haberlerin ashabını bu gibi istidlal ve istimbata yönlendirdiğini göstermesi de bu uğraşın şerî cevazı olarak kabul edilmiştir."

Yani dirayet tefsirlerinin yazılması da bir murad-ı ilahîdir. Kur'an'ın ve sünnetin dirayet unsurlarına ayetleri anlamada bıraktığı boşluk, o boşluğu doldurmak için bu unsurların sevki, muhteşem ve muazzez bir eser külliyatıyla ümmetin buluşmasına vesile olmuştur. Bunlardan ilkinin müellifi İmam Maturîdî (r.a.) olduğu gibi ahirzamanda kıymetlilerinden birisinin müellifi de Bediüzzaman Said Nursî'dir. Evet. Elhamdülillah. Allah hepsinden razı olsun. Bizi de şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

Müsaadenle konuyu şuraya da getireceğim arkadaşım. Bazı platformlarda soruluyor: Bediüzzaman neden bütün Kur'an ayetlerini tefsir etmemiştir? Ben bunun cevabının da yukarıda konuştuğumuz boşluk sırrıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Hatta Rahman sûresinin tefsiri gibi hususlarda talebelerine bıraktığı 'şevklendirici açık kapı'nın da böyle bir hikmetin işareti olduğunu düşünüyorum. Yani mürşidimiz öylece durmamızı istemiyor. Bizim de öğrettiği usûlü kuşanarak ardından marifet üretmemizi arzu ediyor. Bu yüzden bizi kendi varlığımızı ortaya koyabileceğimiz boşluklarla muhatap ediyor. Bu zahirde 'yarım kalmışlık'lar aslında yarımlık değil. Bazen birtek yarımlık sayesinde o yarımlıkla muhatap olan herkes yeni bir parça üretiyor. Bu defa başta bütün ortaya konulsa 'az' kalacak olan yarım kalarak 'çok'lanıyor. Buna ilaveten şunu da söylemek isterim: Hayatta muhatap olduğumuz her yarımlığa böyle bir bereket perspektifinden bakabiliriz gibi geliyor bana. Yani onları 'çoğalmanın vesilesi' olarak görerek yoksunluklarıyla barışabiliriz. Allahu'l-a'lem. Bunu da bir düşün isterim arkadaşım.

Thursday, May 16, 2019

Nesli tükenen bir canlı türü olarak: 'Bilmiyorus diyebilus.'

Yazarken yaşadığım rahatlamayı anlatmak için doğru ifadeleri bulmam güç. Fakat en yalın şekliyle şunu söyleyebilirim: Yazmak içimdeki basıncı azaltıyor. Bir tencere için düdüğünden fışkıran buhar ne ise benim için de yazmak o. O, onu dışarıyla paylaşmasa patlar, ben de bunu. Konuşmakta aynı sükûnu bulamadığımı çok tecrübelerimle söyleyebilirim. Konuşmakla kendimi anlatamıyorum sanki. Yeterince kendim olamıyorum. Yahut da daha açık konuşmalı: Konuşmakla ortaya çıkan benden razı değilim. Onu bazen, hatta çoğu zaman, çok sığ buluyorum. Laf salatası yaptığını düşünüyorum. Demek istediklerim onlar değil. O çok basit ifade ediyor. Kuşatamıyor. Hiçbir şeyi benim görebileceğim kadar derin görmüyor. Üzerinde yeterince eğleşmiyor. Daha güzel söyleyebilmek için yeterince beklemiyor. Konuşmakla rahatlayamam ben. Çünkü konuşmak asl-ı Ahmed'i ifade etmiyor.

Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.

Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.

Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.

Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."

Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.

Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."

Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."

İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.

Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.

Tuesday, June 19, 2018

Ölüm korkusunu yenmenin bir yolu var mı?

"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır." Blind filminden.

Sen de hissetmişsindir arkadaşım. Beklentinin hayatla bir ilgisi var. Birşeyleri (özellikle güzel şeyleri) beklerken hayat daha 'yaşanılır' oluyor. Beklenecek kalmadığında ise insan bunalıyor. Sıkılıyor. Daralıyor. Duvarlar üzerine üzerine gelmeye başlıyor. Bugünlerde bu ilgiyi anlamaya çalışıyorum. Ve şöyle bir aydınlığa ulaştırılıyorum: Biz hayatın 'bir tür ilgi eseri olduğunu' seziyoruz aslında. Evet. Cenab-ı Hakkın bize bir 'alaka-i münezzehe' veya 'ilgi-i mukaddese' ile varlık lütfettiğini seziyoruz. (Varlığımızla ilgilenmeseydi bizi yaratmazdı.) Bu sezgi 'varlığımızı borçlu olduğumuz şeye' bir açlık doğuruyor. Bu açlık da 'ilginin devam ettiğini hissettirecek' tezahürlere tutkun dolaşıyor. Kalbimizde dolaşıyor. Zihnimizde dolaşıyor. Gözlerimizde dolaşıyor. Kulaklarımızda dolaşıyor. Bu dolaşmanın ayak izleri olarak 'beklentiyi' tanıyoruz. Evet. Beklenti 'bizimle ilgilenilsin' isteğimizdir. 

Pedagojinin kurucularından kabul edilen Françoise Dolto (1908-1988) 'Ölümü Nasıl Anlatmalı' kitabında asıl korkulanın 'ölüm' değil 'iletişimsizlik' olduğunu söyler. Yani, ona göre, insan 'bu hayatın son bulmasından' değil, 'etkileşimlerinin tekrar varolamamasından' korkmaktadır. Bu korkuyu aştığı zamanlarda ölüm korkusunu da aşar. Nitekim inançlı bireylerde ölüm 'ilgisizlik alanı' olarak görülmediğinden dolayı bu korku büyük ölçüde aşılmış olur. Hatta böylesi bireylere göre ölüm, hayatın ötesi değil, bir parçasıdır. Dolto, daha seküler bireylerde, bu tür bir tedaviyi 'söz' üzerinden uygulamayı dener. Sözler söylendikleri zamanlardan çok sonra bile varolmayı başarıyorlarsa ve hatta 'başka dillere tercüme edilmeleri' dahi onların manasını öldüremiyorsa, pekâlâ bedenin dağılması da hayatın varlığını etkilemeyebilir. Bu çeşit bir ölüm ancak manaya nisbeten lafzın değişmesi gibidir.

Dolto'nun bu noktada verdiği örneklerden birisi de kaybettiğimizin yakınlarımızın bizim için devam eden varlığıdır. Onun hatırasıyla kurduğumuz ilişkinin de, Dolton'a göre, ölümün 'iletişimsizlik' olmadığını gösterir bir işareti vardır: "Yaşayan kişi belki bunun farkında değil ama iletişim daima vardır. Geride kalan kişi sevdiği varlığın son günlerinde görevini layıkıyla yerine getirmişse, bu iletişim devam etmekle kalmaz, aynı zamanda yaşayan kişiye yaşama bağlanma gücü de verir. Bu güç, ölen kişinin nerede olduğunu bilmeden, ama bizim de bir gün gideceğimiz bir yere hareket ettiğinin farkında olarak yaşarken onu sevme mutluluğu ve sevgiyle onu düşünme keyfinin sonucudur."

Bu bahis bana mürşidimin metinlerinde sıklıkla kullandığı 'haps-i münferit' ifadesini hatırlattı. Bir buklecik alıntılamış olayım: "Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok. Birinci yol: O kabir ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek. Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek."

Söz Basım baskısında ise 'haps-i münferit' ifadesi bir dipnot yardımıyla şu hadis kaynaklarına dayandırılıyor: "bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya'lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392."

Buradan şuraya geçelim: Hapis nedir? Hapis, bence, sevdiklerinizden iletişiminizin kesildiği yerdir. Burada çekilen acı 'yokluksallığın' değil 'beklentisizliğin' acısıdır. İnsan, Allah korusun, müebbet bir hapis cezası aldığında ölüm korkusundan dolayı acı çekmez, fakat iletişimsizlik korkusuyla büyük bir acı yaşar. Ben, Bediüzzaman'ın, ölüm ile haps-i münferit ifadesi arasında kurduğu bağın tıpkı Dolto'nun kurduğu türden bir bağ olduğunu düşünüyorum. Hatta, bir adım ilerisinde, mürşidim de ölüm korkusunu 'iletişimin varlığıyla' tedavi ediyor:

"Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, yani Barla'da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul'a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, 'Oraya git'; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.

Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.
"

Dolto da mezkûr kitabında diyor: "Bir iletişim şeklinin eksikliği yenilerinin keşfiyle altedilir." Körler bu eksikliklerinin yarasını diğer duyularındaki inkişafla kapatırlar. Kollarını kaybedenler ayaklarını el gibi kullanmaya başlarlar. Bu aslında Allah'ın bize sunduğu bir şifa şeklidir. Yalnız bir saniye... Yeri gelmişken 'anlatmayı kolaylaştıracak' hatıralarımdan birisine uzanmak istiyorum.

Babasını 'ilişkileri gerilimliyken' kaybeden birisine taziye ziyaretinde bulunmuştum bir keresinde. Dönüp dolaşıp acılı bir şekilde bu durumu dilegetiriyordu. Oradan çıkamıyordu. Ben de en nihayet ona dedim ki: "Öyle şeyler söylüyorsun ki gören de babanla ilişkin sonsuza dek kesildi sanır. Sen şimdi bir Fatiha okusan, onun adına bir hayır işlesen, bir dua etsen, baban bundan haberdar olur. Allah onu haberdar eder. 'Küsken vefat etti. Tamam. İlelebed küs kalacaksınız!' diye birşey yok ki arkadaşım. Müslümanız. Ölüme 'mutlak iletişimsizlik' diye inanmayız. Kur'an ve sünnet bize bu türden bir haberleşmenin kesilmediğini söylüyor."

O arkadaşım, bu diyaloğun gerçekleşmesinden yıllar sonra, taziyeler içinde özellikle söylediklerimin kendisine çok yardımcı olduğunu söyledi. Dediğine göre bu sözlerim 'tam isabet'ti. Düğümünü çözmüştü. Acısını almıştı. Ben şimdi bütün bu tefekkürlerimi biraraya getirip şöyle düşünüyorum: Mezarlık ziyaretleri, ölüler adına işlenen hayırlar, indirilen hatimler, mevlidler... Aslında hepsi aynı yöne doğru çıkıyor.

Bunlar sadece yakınlarımıza değil bize de yapılmış iyilikler. Cenab-ı Hak bize 'ölülerimizle iletişimimizi kesmememizi' öğütlüyor. Çünkü onlarla iletişimi kestiğimizde ölüm tasavvurumuzu da 'haps-i münferit' şeklinde inşa etmiş oluyoruz. "Biz kimseyle ilgilenmiyoruz. O halde kimse de bizimle ilgilenmeyecek! Yokolacağız!" diyoruz. Fakat Kur'an'la ve sünnetle bize ulaşan duaların ölülerimize bakan yüzleri de var. Her tilavetimiz sevabını ölmüşlerimize de bağışlayarak son buluyor. Bize su ikram edene dahi "Ölmüşlerinin canına değsin!" diye dua ediyoruz. Mü'min bir şekilde her gün oraya bir/birçok mektup yolluyor. Belki maziyle böyle sıkı bir ilişki içinde bizi yaşatan dinimiz bizdeki 'iletişimsizlik' veya 'ilgilenilmeme' korkularını da tedavi ediyor. Bize de bu ağızdan bir şifa suyu içiriyor. Ne dersiniz? Olamaz mı? Ben artık bunu muhtemel bir hikmet olarak görüyorum.

Saturday, April 14, 2018

Kendimizde boğulmaktan bizi kim kurtarır?

Galiba Ömer Hayyam'ın hayatına dair bir kitaptaydı. Eski rasathaneler hakkında şöyle birşey okumuştum: Eskiden gökbilimciler semayı 'semaya bakarak' incelemezlermiş. Ya? Rasathanelerin zemininde (belki avlusunda) büyük havuzlar olurmuş. O havuzun suyunda oluşan yansımasına bakarak gökyüzü hakkında bilgi edinirlermiş. Neden? Çünkü insanın uzun süreler gökyüzüne bakması fiziksel olarak acı vericiyken önündeki havuza bakması öyle değilmiş. Bir saniye... Bunu neden 'miş'li geçmiş zamanla söyledim ki? Halen durum böyle. İnsan uzun süre yukarıya bakınca boynunun tutulduğu oluyor da önündeki aynaya bakınca böyle birşey yaşamıyor. Veya çok daha uzun bir süreçte yaşıyor.

Kur'an-ı Hakîm'de insanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: "O, insanı bir damla sudan yarattı." En'âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: "Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur." Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: "Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir." Bu 'su, çamur, toprak' ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim 'rasathane havuzlarını' hatırlatıyor. 'İnsan' ile 'birikintiler' arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor.

Nasıl? Belki biraz şöyle: Kırda yürürken bir su birikintisine rastladığınızı düşünün. Bir birikinti kaç bileşenden oluşur? Eğer toprak zemin üzerinde oluşmuşsa, ki doğada genelde böyle olur, bileşeni üçtür: Su, çamur ve toprak. En üstte su vardır. Toprakla temas ettiği yerde çamur oluşur. Daha alt kısımda ise kuru toprak vardır. Suyun ulaşamadığı yerlerde, belki de toprağın tutucu karakterinden ötürü, zemin kuru kalmıştır. Böylece nurtopu bir küçük su birikintisi oluşur. Daha büyüğünü düşlemeye niyet ederseniz bir havuz da hayal edebilirsiniz.

Modern havuzların yapım malzemeleri yokken bir havuz nasıl yapılırdı? Muhtemelen toprakta açılan çukurlardı bu havuzlar. Ve bu havuzların zeminlerindeki toprağın koyuluğu/karanlığı birşeyi daha sağlıyordu. Neyi? Elbette yansıtıcılığı. Evet. Aynanın arkası ne kadar koyu bir renkle sırlanırsa/ziftlenirse ön tarafının yansıtıcılığı o kadar artar. Dolunaylı bir gecede her su birikintisinde göktekinden geri kalmayan ay parçaları görünür. Göktekine bakmak boynumuzu ağrıtırsa da yerdekine bakmak canımızı yakmaz. Saatlerce bakabiliriz. İnceleyebiliriz. Tefekkür edebiliriz.

Bütün bu laf kalabalığını neden yapıyorum? Ona geleyim: Mürşidim, bir yerde, Allah'ın neden kafa gözüyle görülmediğini izah sadedinde der ki: "Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes!" Ben de Kur'an-ı Hakîm'in bu tarz beyanlarında (yani 'su, çamur, toprak' üçlemesinde) Bediüzzaman'ın tesbitine benzer bir işaretin olduğunu düşünüyorum.

Yani insanın varlığının (hatta tüm sebeplerin varlığının) hikmeti: Havuza havuz için bakmamak. Ne demek bu? Yani gökbilimciler gibi bir hassasiyet sahibi olmak. Nesneleri aynalaştırmak. Bizzat bakmaya çalışınca yükünü kaldıramadığımız manzaraları aynalar üzerinden kaldırmak. En başta insanın bizzat kendisini aynalaştırması. Varlığımızı aynalaştırmak. Detaylaştırmak. Kendi derinliğimizde (kendimizi incelerken) boğulmamak. Öyle ya! Bir havuzu bizzat kendisi olarak görüp incelemeye kalkarsanız size vereceği nedir? Su, çamur ve toprak. Peki aynı havuzu göklerin haberi için okursanız size neler söyler?

'Mana-i harfî' ile 'mana-i ismî' dediğimiz okuma şekillerinin arasındaki nüans da buna benziyor. Mana-i harfî ile bakanlar yerdeki su birikintilerinden göklerin haberini alabiliyor. Fakat mana-i ismî ile 'şeylere yalnız kendileri için' bakanlar ise baktıkları şeylerde boğuluyor. Su birikintileri, çukurlar, havuzlar, onlara sadece birkaç damlalık derinliklerden bahsediyorlar. Birkaç senelik ömürlerden. Birkaç günlük bilgilerden. Fakat onları aynalaştırmayı başaranlar için uzayın derinliklerine yollar açıyorlar.

Bence Allah'ın yarattığı her nesne böyle. "Şaşı bak şaşır!" misali ardını görmeye çalışarak bakmamızla şaşırtıyorlar. Bizzat kendilerine baktıkça da körleştiriyorlar. Hatta insanın kendi hayatı, yetenekleri, duyguları, hissedişleri, yaşadıkları, acıları, hüzünleri, neşeleri, özlemleri, kederleri, ayrılıkları, kavuşmaları, sevişleri, nefretleri vs... bizzat kendi adlarına incelenenler olduklarında insan onlardan çıkamıyor.

Boğuluyor. Fakat onları araçsallaştırıp daha üst olanın okumalarına yoğunlaştığında kendi hayatını 'zararlarına uğramadan' seyrediyor. Çünkü bazı yanlarımız var, bizzat onlara yoğunlaşmadıkça, bize zarar verici değiller. Çukurdaki suya taş düşse, zehir karışsa, yılan dalsa orada yüzenler için belki birşeyler değişir, ama Ayın haberini arayanlar için hiçbirşey değişmez ki. Ayın varlığı sudan etkilenmezdir. Marifetullah, yani Allah'ı herşeyden bilmenin/öğrenmenin güzelliği, bizzat kendimizi kendimizin gözünde detaylaştırarak bize en büyük iyiliği yapıyor. Bizi kendimizde boğulmaktan kurtarıyor.

Friday, April 13, 2018

İnsan kendisinden de Allah'a sığınır mı?

Hep bir yoksunluğa sancıyarak yazıyorum en güzel yazılarımı. Yokluğun en şiddetlisi varlığın en güzeline dönüşüyor. Muradı içinde bir dua bu. Yaralarımdan güller açıyor. Demek fakirlik her zenginliğin başlangıcıdır. Fakir olduğumda elde edebileceklerimi/edebilirliğimi de öğrenmiş oluyorum. Bir açıdan zenginlikten haberdar edilmektir bu. Onu koklamaktır. Ona dokunmaktır. Hem zenginlikten haberdar edilmek de bir tür zenginliktir. Zenginliktendir. Çünkü habersiz olanların zengin olduğu görülmemiştir. Demek 'marifet' ile 'ikram' bir yerde kardeşleşiyor. Kime 'bilmek' veriliyor ona 'hayır' veriliyor. Kime hikmet veriliyor ona pekçok hayır veriliyor. Zira varlığa ulaşmak önce varlığın bilinciyle oluyor.

Fakat tuzakları var. Nasıl? Mesela: Benim gibi cahiller başlarda 'yetenek' ile 'istikamet'i birbirine karıştırıyorlar. "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" ayetini "Kime yetenek verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" gibi anlıyorlar. 'Bilmek' ile 'elde etmek' arasındaki ilişkiyi imtihansız bir alan sanıyorlar. Halbuki onun da imtihanı var. Ta İblis'ten beri, Samiri'den beri, Karun'dan beri, cahiliye döneminde lakabı Ebu'l-Hikem olan Ebu Cehil'den beri, yetenek sahipleri de bir imtihan yaşıyorlar. Onların imtihanları 'ortaya çıkmak'la olmuyor. 'İstikamette kalmak'la sınanıyorlar.

İstikamet, bir açıdan, Allah'ın seni kendinden gelebilecek zararlardan da korumasıdır. Çünkü yetenekler, Bediüzzaman'ın 'had konulmayan kuvveler' bahsiyle birlikte düşünülürse, 'varolmanın her şeklini' doğru olarak algılarlar. Ellerindeki 'istemek-amel etmek-elde etmek' düzeneğini ve bu düzenekteki işlevliği, hâşâ, Allah'ı aradan çıkaracak kadar deterministçe okurlar. Madem ki başka insanların ellerinden çıkmayan şeyler onların elinden çıkmaktadır; ve madem ki bu durum tekrar tekrar talep etmeleriyle tekrar tekrar vukû bulmaktadır; "O halde" derler, "ancak sayemde olabilir." Seküler sanatlarda sıklıkla şahit olduğumuz 'sınır' tartışmaları yeteneğin bu yanından ileri gelir.

Ah, arkadaşım, şunu da bilmek lazım: Allah'ın her istediğimizi bize vermeyişi de onun bize nimetidir. Her istediğini elde eden insan sınırlarını karıştırmaya başlar. Kendi dilemesiyle varoluş arasındaki Allah'ın ilim, irade ve kudretini seçememeye başlar. Tekdüzelik körleştirir. Kimse güneşin her sabah doğduğuna şükretmez de, işleri biraz kötü gitsin, duaya başlar. Bunun misali karanlıkta yolunu şaşırmış bir adama fener yakıp-söndürerek işaret vermek gibidir. Allah'ın nimetlerini bir verip-bir alması da (istikamet arayanlar için) nimettir. Yanıp-sönmesi ardındaki asıl ilimden, iradeden, kudretten haber verir. Tekdüzelikte insan asıl failin farkındalığına kolayca ulaşamaz. Çünkü, insandır, kabı küçüktür, farkındalığı farklılıklarla kuşanır. Bir dolar bir boşalır.

Biz Allah'tan hep istikamet dilemeliyiz. Çünkü selametimiz orada. Yeteneklerimizle kendimize verebileceğimiz zararların ilacı orada. Dehamızla insanları kandırıp günahlarına girebiliriz. Sesimizle kulakları yanlış yerlere yönlendirebiliriz. Güzelliğimizle nice gözleri alıkoyabiliriz. Bizim kendimizden de Allah'a sığınmamız gerek. İşte, her Fatiha okumamızda, "İhdina's-sırata'l-mustakîm/Bizi doğru yola hidayet et!" demekle şunu yapıyoruz. Yalnız başkalarının şerlerinden değil kendimizden de Allah'a kaçıyoruz. Çünkü görüyoruz: Kendisinden Allah'a kaçmayanlar pekçok saçmalıyorlar. Hatta yansımasına âşık olup göle atlayan meczup gibiler. Kendilerinde boğuluyorlar.

Thursday, March 22, 2018

Öfke bir kaçıştır

İnsana öfke neden verilmiş? Sadece kendisini savunması için mi? Bu cevap bir noktaya kadar tatmin ediyor beni. Fakat ancak bir noktaya kadar. Çünkü insanın gerçekten öfkeyi hikmetli bulduğu çok az yer var. Dışımıza karşı kendimizi savunurken bile, öfke, çoğu zaman daha büyük yıkımların nedeni oluyor. Onu yutmak çözüme daha fazla yaklaştırıyor. Onu aşamamak güzel sonuçlardan uzaklaştırıyor. Hem aşırıya kaçmaya da yatkın birşey şu öfke. Dışarıya doğru ipleri koyverildiğinde nerede duracağı kestirilemez. Hem bizi dişler hem dışımızdakini. Hem bizi yaralar hem dışımızdakini. Saldırgandır ama sâdık değildir. Bir kere komut verilince sahibini dahi tanımayan bir köpektir.

Peki bu araba, ilk bakışta göründüğü gibi, frensiz mi yaratıldı? Hayır. Böyle olduğunu düşünmüyorum. İçimizdeki herşeyi dengelerle yaratan Allah öfkeyi de mutlaka bir denge içinde yarattı. Yani kafesiyle birlikte yarattı. Duvarıyla birlikte yarattı. Sınırlarıyla birlikte yarattı. Dengeleyicisiyle birlikte yarattı. Her hastalığın bir şifası olduğu gibi bu ifratın da içimize konulmuş bir devası vardı. Fakat bu deva onu ancak 'öncesinde kullanıldığı zamanlar' kontrol altına alabiliyordu. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Öfkenin şifası öncesindeki merhamettir. Merhamet ettiğiniz şeye öfkelendiğinizde ancak öfkenizi kontrol edebiliyorsunuz. Eğer öfkenin öncesinde, öfke duyulan şeye karşı bir şefkat yoksa, o zaman öfkenin etkileri ölümcül olabiliyor. Aksine, daha öncesinde o şeye karşı kalbinizi şefkatlendirmişseniz, o şefkat öfkenin gadrini eksiltiyor. Annenin evladına elini kaldırıp vuramadan indirmesine benziyor.

Yani demem o ki: Kalbimize herşeye karşı konulan şefkat aslında onların üzerine sürülen güneş kremine benziyor. Bu krem sayesinde ancak başkaca duygularımızdan gelecek zararlardan korunulabiliyor. Ebeveyne bu duygunun fazlaca verilmesi de koruması gereken canlıya karşı daha dikkatli olabilmesi için. Narinlik ne kadar ona sürülen güneş kremi o kadar. Yavrucukların korunmaya duyduğu ihtiyaç onların daha çok şefkat edilesi yaratılmalarının sebebi.

Bence, Kur'an'da ve sünnette bize hatırlatılan aramızdaki bağlar, aslında bu şefkati duyulması gereken herkese/herşeye karşı diri tutma ihtarıdır. Hatta, bu açıdan bakıldığında, 'tevhid' öyle büyük bir hatırlatmadır ki, bir insanın kalbine girdiği zaman kainatın tamamı nazarında güneş kremiyle kaplanır. Mü'min kâfire dahi merhamet eder. Nasıl? Mü'minin kâfire merhameti ona yaptığı tebliğidir. Muhatabını cennete götürmek isteyen elbette ona karşı şefkatlidir.

Buradan şuraya gelelim: Öfkenin bize veriliş hikmetlerinden birisinin 'kendimize değiştirmek' amaçlı olduğunu düşünüyorum. Evet. Öfke, doğru bir şekilde, belki biraz da olduğumuz kötü şeyden pişmanlığa dönüşerek, bize yöneldiğinde bizi 'bir başkası' kılmaya başlıyor. Çok konuşma huyuna karşı öfke duyan bir insan yavaş yavaş daha az konuşuyor. Yalancılığına öfkelen birisi giderek dürüstlüğe yaklaşıyor. Hatta, zararlı birçok alışkanlığın terki de, müptelalarının içten içe o alışkanlığa karşı biriktirdiği öfke vasıtasıyla oluyor. (Tasavvufta 'nefs-i levvamme/kınayan nefis' denilen makam da bu belki.) Yani öfke, insanın içinde, onu değiştirebilir bir sihirli değnek olarak kullanılabiliyor.

Hem bunu destekler şöyle bir kanıtım da var: İnsan kendisine karşı ister-istemez şefkatlidir. Yani dışına karşı güneş kremi sürünmüş insanın içine karşı da süründüğü bir krem vardır. Bu kendisine karşı korunmuşluk, önce ve bizzat kendisine sevme hissi, bir çeşit şefkat tezahürü olarak da görünür. Cebinde kalan son parasıyla canının çektiği şeyi alır. Âdeta içindeki çocuğu gözetir. Bu nedenle insanın kendisine karşı duyduğu öfkenin onda ifrata neden olması da zordur. "İmkansızdır!" demek yanlış olur. Kendisine karşı duyduğu öfkeyle nefsini mahvedenler de vardır. Fakat fıtrî şefkatimiz bu riskin oranını epey azaltır. Belki insanın nefsine bu denli prim vermesinin asıl sebebi de ona karşı doğuştan şefkatli yaratılmasıdır. Tıpkı annenin yavrusuna şefkatli yaratılması gibi.

Bir delilim daha var. O da şu izlenimim: İçinde değişmesi gereken şeyler olduğuna dair bir bilinç sahibi olanlar, dışarıya karşı bunu ne kadar gizlerlerse gizlesinler, öfkeleriyle rahatsızlıklarını belli ediyorlar. İçine öfkelenmeyi başaramayanlar dışarıya öfke duyuyorlar. Nefsini suçlayamayanlar dünyayı suçluyorlar. Yani bu öfke bir şekilde ortaya çıkıyor. Ancak muhatabın ahlakına uygun şekilde mümkün bir delikten fırlıyor. Bazen bir canavar, yoktan yere yüz kişinin katili de olsa, kendisini bu hale getirdiği için dünyaya saydırıyor.

En nihayet demem o ki: Öfkeli insanlara daha yakından bakın. Size gösterdikleri şeyin adresi muhtemelen başka bir yerdir. Dışarıya karşı öfkeleri içlerindeki pişmanlığa karşı bir duvardır. Korunmadır. İçerideki yüzleşmeden bir kaçıştır. Bu noktada İslam'ın insanı özeleştiri noktasında yüksek bir bilince çağırışı/çağırması, bir açıdan da, dışını (bizzat kendi dışını da) ondan gelecek zararlardan koruma çabasıdır.

Hadis-i şerifin haber verdiği şekilde 'en büyük pehlivan'lar olabilmenin sırrı burada yatıyor belki de. Hem ayet-i kerimenin “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir!” demesinin bir hikmeti de buradan anlaşılıyor. Biz öfkeyi yoketmiyoruz. Biz onu yutuyoruz. İçimizde layık olduğu yerde savaşını vermesi için yutuyoruz. Anlamlandırıp içimize yolluyoruz. Bu bir kendinle güreşmektir. Kendisini yenenden daha büyük pehlivan olabilir mi?

Şimdi, isterim ki, mürşidimin şu nasihatini, bir 'yutma egzersizi' olarak da oku arkadaşım: "Halbuki, mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek. Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun."

Tuesday, July 11, 2017

Çok öfke yoktur. Az yorgunluk vardır

Sonra insan yaşamındaki herşeyle barışmanın bir yolunu buluyor. Yaşlanmak barışmaktır. Omuz atacak gücün azaldıkça kapılarda daha sık anahtar arıyorsun. Unutmak yok ama. O yalanı söylemem. Dertlerinle uzlaşıyorsun. Huysuzluklarına alıştığın birer ihtiyarcık da onlar oluyor. Kavgası sevilen bir arkadaş. Verdiği rahatsızlık özlenen. Yoksunluklarla bile barışıyorsun. Onları anlamlandırarak var kılıyorsun. Nihayetinde anlam da bir varlıktır. Maddesi elimize geçmeyeni bir parça bizim kılar. Leyla'ya âşık olduktan sonra Mecnun, Mecnun'un olmasa da Leyla, Leyla bir parça Mecnun'undur. Leyla'nın düşmanlığı bile bunu Mecnun'un elinden alamaz.

İnsan, o kadar acizdir ki, kendi varlığını düşmanlarının elinden bile kurtaramaz. Sûretini sevmediği hafızalardan çekip alamaz. Bir şarkıya bile karşı koyamaz. Aldırdıklarımızın varlıkları karşıkonulmaz hale gelmiştir bizim için. Mecnun da bir parça Leyla'nındır. Çünkü düşmanın da sende varolur. Şahit olduğumuz herşeye bir parça ait oluruz. Duygularımız mülkiyet hukukunu aşkınlaştırır da aşkınlaştırır. Herşeyi birbirinden bir parça kılar. Neye dair duygulanırsak bir parça onun oluruz ve onun da bir parçası bizim. Sahip olduğun senin malındır. Şahit olduğun sana sahip olan.

Yorgunluk, bizi, kavgalı olduğumuz herşeyle uyuma zorlayan ve nihayetinde başaran bir zincir. Ben de şöyle söylerim: Çok öfke yoktur. Az yorgunluk vardır. Yeterince yumruk attıktan sonra, en büyük düşmanına bile, varlığıyla barışmış gözlerle bakarsın. En büyük hakaretleri bile duymazdan gelirsin. O zaman yendiğin kimdir? Kendi gücün mü? Üstündeki toprağı kazıdığın aczin mi?

Güçsüzlük güce göre daha çok uyumdur. Acizlik bizi uyuma zorlar. İnsana Allah'ı aratan da kuvveti değil acizliğidir. Pişmanlıklar da acizliğin dili geçmiş zamanı değil midir? O halde Aleyhissalatuvesselamın "Tevbe pişmanlıktır!" demesini hatırlanmış bir acizlik olarak da tefekkür et. Çünkü tevbe de geçmişe dönük bir acz öğretmenidir.

Kimliğimin büyük bir kısmını pişmanlıklar oluşturur. Kendimi 'keşke'lerimden tanırım. Ne kadar çok keşke o kadar çok iz. Yüzümü yüz yapan kırışıklık gibidir. Benzerlerimden ayrılmamı sağlayan bir kusur. Hem mutlu eden hem can sıkan bir çatlak. Ben Ahmed'im. Çünkü yalnız Ahmed'e yakışır yaralarım var. Mutluluk? Mutluluk sadece bir başlıktır. İçeriğine kimse bakmaz. Mutluluğun karizması yoktur. Sadece mutlu olsaydım Ahmed olmazdım. Herhangi biri olurdum.

Detaylardadır hayat denilen şeyin orijinal izleri. Onlar sayesinde karışmam. Unutamadıklarım sayesinde kendimi şaşırmam. Pişmanlıklarım beni fotoğraflarımdan, geçmiş bedenlerimden, evvelimin yüzlerinden ayırır. Neden yalan söyleyeyim? Memnun olduğum şeylere tekrar tekrar dönüp bakıyor değilim. İnsan güvendiklerine daha rahat arkasını dönüyor. O soruya cevap verildi. İlginçliği kalmadı. Yeni sorulara geçmeli. Hatta bazen memnun olduğum şeyleri değiştiririm. Eskiden şunu severdim. Bugün o kadar da peşinde değilim. Arkamda kaldı. Ben değiştim. Çünkü değişmemek ölüm gibi gelir bana. Aynılık bir tür esarettir insan için. Fakat pişmanlıklar neden öyle olmuyor?

Çünkü bıkkınlık bile bir varlık ister. Yoksunluklar kendilerinden bıkmadığımız aynılıklardır. Pişmanlık ise arkada bırakamamanın nükseden sızısı. Varolmadı ki yokolsun. Ancak nasıl varolacağı hayal edilen bir yoksunluk var. Yoku yok edemezsin ki. Ne demişti mürşidim: "Yok yok ise o vardır." Hayal bundan yorulur mu? Aradığı şey zaten. Her gün yeniden kurgulanacak bir masal. Hiç bitmeyen bir düş... Her sabah küllerinden yeniden doğacak anka. Bu da bir çeşit ölümsüzlük değil mi? Hem yine mürşidin sonsuzluk hakkında demez mi: "Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar."

İnsan bir kere pişman oldu mu artık her kere pişman oluyor. Dönüp dönüp aynı sokağa uğruyor ayakları. Yaşananları tekrar tekrar kurguluyor. Eskitemiyor. Eritemiyor. Kapatıp kaldıramıyor. Yoksunluk sonsuzluğa daha yakın. Yaşanabilir olup yaşanmamakla yaşananlar ölümsüzlük kazanıyor. En mutlu anlarında bile. Onun yanında bile. Hatta bazen mutluluk sanki zıttına sesleniyor:

"Neredesin keder? Hadi, pişmanlığı da bul, gel. Beraber oynayalım." Mutlulukla kederi bazen oyun arkadaşı olarak düşlüyorum. Benden önce birbirleriyle tanışmışlar. Birinin gözünde diğerinin yerini asla alamam. Keder bizimle oynarken mutluluğu özlüyor. Mutluluk bizimle oyalanırken kederi düşünüyor. Onlar sıkı dostlar. Biz mahalleye yeni gelen çocuğuz. İkisi de bize âşık değil. Biz ikisine de âşığız. Yeni gelen asla diğerleri kadar yerli olamaz. Birbirlerinin gözlerinde tuttukları yeri alamaz. Onlardan daha fazla buna ihtiyaç duyar. Ama olamaz. O fırsat, fırsat olduğu bilinmeden önce, kaçırılmıştır. Demem o ki arkadaşım: Bu yoksunluklar olmasaydı hiç yaramız olmayacaktı. Oysa yara dediğin gönlün varlığıdır. Yoksunluk nedir bilmesen yoksullardan da fakir bir zengin olmaz mıydın?

Thursday, June 29, 2017

'Ben' bir 'biraz ben'ler koalisyonudur

İnsanın 'kendini beğenmesi' bir açıdan 'kendisine bizzat yine kendisinin kefil olması' gibi. Ben böyle bir yükün altına giremem. Hem biraz da aptalca duruyor. Evet, evet, aptalca. Karşılığı yok. Birşey hem kendisinin delili hem de sonucu nasıl olabilir? (Ben doğru sözlüyüm! Nereden biliyoruz? Çünkü ben söylüyorum. Vay be!) Hem zaten kayda değer birşeyler söylüyorsam bunun ayrıca bir kefalete ihtiyacı yoktur. Çünkü doğrudur. Doğrunun ayakta kalmak için kendisinden başka birşeye ihtiyacı yoktur. Fakat söylediklerimde yanlışlar varsa kendimi beğenmem yalancı şahitlik yerine de geçer. Yani iki kere yanlış olurum. O nedenle kendimi beğenmiyorum. En azından aklım başıma geldiğinde...

"Aklım başıma geldiğinde..." kaydını şu yüzden kullandım: İnsan tek bir parçasından ibaret değil. Kendilik bir 'biraz ben'ler topluluğudur. Yahut da şöyle söylemeli: İnsanın karar verme yeteneği sanki mahiyetindeki bütün latifeler/hisler içinde gezebiliyor. İslamî metinlerde niyetin korunmasına yapılan vurgu sanıyorum biraz da bununla ilgili. Akışkan birşey şu irademiz. Cıvamsı.

Bizi oluşturan parçaların ellerinde yakan top gibi geziyor. Doğru ellerde kalmasına dikkat etmek gerekiyor. (Biraz da bilimkurgu: "Kaldığı yerin karakterine göre amel silaha veya şifaya dönüşüyor!" diyelim.) Bazen öfkenin eline geçiyor. Bazen aklın elinde kalıyor. Bazen hüznün girdabına kapılıyor. Bazen... Bazen... Bazen... Bütün bu kapışmalar içinde o kadar çok ayrı karar ve o kadar çok 'ben' dediğim benler var ki. Bu yüz başlı koalisyon hükümetinin aldığı her karara kefil olmakla kendimi tehlikeye atmam ben. Hepsinin birden niyetine kefil olmam. Kendini beğenmemek en özünde budur. Bütünün parçalarına karşı temkinidir. Ancak o koalisyonun bazı parçaları kendilerini şahane beğenirler.

Birisi bana "İyi çocuk!" dese bu benim hem canımı sıkar hem mutlu eder. Mutlu olan da benim canı sıkılan da... Nasıl olur? Mutlu olurum. Çünkü bunun doğru çıkmasını isterim. (Ellerinin tutulmasını isteyen yanlarım vardır.) Böylesi cümleler hayatta doğru bir yolda ilerlediğimi müjdeler gibi gelir. Bazı yanlarım varlığının ispatı için dışarıdan şahit ister. Bazı yanlarım buradan bir menfaat kokusu da alır. Bazı yanlarımın sevilme ihtiyacı karşılanır... vs.

Hem de rahatsız da olurum. Çünkü onun doğru olmadığını bilen yerlerim de vardır. (Ellerinin tutulmasını sevmeyen yerler. Kendi ayakları üzerinde durabilen yerler. Kendilerini yargılayabilen yerler.) Olması gerektiği yerin çok gerisinde kaldığını bilen yerler. Onlar idrak ettikleri kem hallerine rağmen sevilmelerini (Yeşilçam'ın sakat kalmış karakterleri gibi) alay ve hatta hakaret sayarlar. Nasıl anlatmalı şunu? Belki şöyle: İltifatla sırtı sıvazlanan çocuk mutlu olur. Zira kendi durumunu tartacak idrake sahip değildir. Müşevvik ona iyi gelir. Ancak kendi kem durumunu tastamam farkeden çaresiz bir kanser hastasına "Sen hepimizi gömersin!" derseniz bu ona alay edildiğini düşündürebilir.

İşte, bir iltifat duyduğumda, içimdeki kanserliğini bilen kanserler bağırıyor: "Bizle alay ediyorlar! Ne kadar geride olduğumuzun farkında değil miyiz biz kuzum? Görmüyor muyuz kendimizi? Ayıp değil mi şu yaptıkları?" Halinin ne olduğunu bilmeyen çocuksu yanlarımızsa gülümsüyor: "Teşekküy edeyim amca/teyze!" Ben ne tam birisiyim ne ötekisiyim. Ayakta kalmam ikisinin de varlığına muhtaç. Kendimi beğenmezlik eline bırakılırsam içime çökerim. Birşeyler üretmeye güç bulamam gibi gelir. Ama diğer ellerde "Kral çıplak!" öyküsünde olduğu gibi kendimi aldatırım. Kendimin mecnunu olurum.

Sonuç bölümü: İçimdeki bu zıtlaşmalar hiç bitmeyecek. Çünkü onlar sayesinde varlığımı sürdürüyorum. Klimanın soğutucusu da motorun harareti de yolumu güzelce alayım diye. Nefis beni dünyaya bağlıyor. Ânlara tutunmaya ihtiyacım var çünkü. Ânlara bağlanmayan onlarda birşey yapamaz.

Fakat ânlar beni aptal yerine de koyuyor ellerine kalırsam. Misal: Beş yaşındayken takla atsan ve büyüklerin "Maşaallah!" dese bunda bir sakınca yoktur. Ama kırkında aynı taklayı atmaya devam edersen ve sana hâlâ "Maşaallah!" deniyorsa bu deliliğine işaret eder. Demek: Kırk yaşımdayken beş yaşımdaki teselliyle yetinir kalmamalıyım. En nihayet kendime şunu diyeceğim: Parçalarını bil. Ama bütünün onların birinden/birkaçından ibaret olmadığını da bil. Bütününe güven. Ama herbir parçanın ayrı ayrı güvenilir olduğunu düşünme. Allah'ın yarattığı bir bütünlük olarak elbette güvenilecek kemale sahipsin. Ama parçalarının herbirinin ayrıca güvenilir olması bu garantinin içinde yok.

Thursday, May 11, 2017

Gecelerden korkmadan yürü!

Rahmetli babamdan miras kalan şöyle bir huyum var: Sinirlendiğim zaman ne diyeceğimi şaşırıyorum. Dilim sürçmeye başlıyor. Cümleler beynimde o kadar hızlanıyor ki, dilim, akışı yönetmekte zorlanıyor. Bu nedenle, öfkelendiğim zamanlarda bulunduğum mekanı terketmeyi, kendimle kalabilmeyi, kaçmayı seviyorum. Kimileri vardır, öfkelerini böyle değil de, sürekli bir söylenmeyle tüketirler. Öfkelendikleri insanları zehirleyerek tüketirler. Ben böyle olmak istemiyorum. Kendimi ve kimseyi zehirlemek arzu etmiyorum. Öfkelendiğimde beni öyle yıpratıyor ki, en faydalı şey, onu hemen ardımda bırakmak gibi geliyor. "Kalbimdeki izleri de hemen silinir..." demeyeceğim. Çünkü küsme huyum var. Ancak küsmekle ilgili şöyle birşeyi de keşfettim kendimde: Aynı davranışla canımı tekrar be tekrar yakanlara karşı küsüyorum ben. İlk seferde, tek kerede, bir kusurla küsücülerden değilim. Elhamdülillah.

Bir de yürümek... Küçükken, gündüz olsun-akşam olsun, çok sinirlendiğim zamanlarda kapıyı vurup çıkardım evden. (Babam bunu kapıyı vurmadan yapardı.) Normalde dışarı çıkmaya korkacağım saatler, ki küçük ilçelerin İstanbul gibi aydınlatmaları da yoktur, o öfkeyle dolaşabildiğim zamanlara dönüşürdü. Kimi zaman, maruz kaldığım düşünceler eşliğinde o kadar dalgınlaşırdım ki, ilçenin çıkışına yaklaştığımı farketmezdim. Bu, öfkem geçinceye, ruhum dinginleşinceye kadar sürerdi. Öfkem geçmeye başlayınca bu sefer korkular hücum ederdi. Başıboş köpeklerin sesleri daha çok dikkatimi çekerdi. Karanlıktaki şekiller vehmimle büyürdü. En nihayet kuzu kuzu eve dönerdim. Bazen evdekiler yokluğumun uzunluğundan dolayı endişelenip aramaya çıkarlardı. Bir keresinde de babamın beni bulduğunu hatırlıyorum.

Yürümenin tedavi ediciliğini ilk o zaman farkettim. Bugün de üzerimdeki etkileri çok değişmiş değil. Eskisi kadar öfkeye kapılmıyorum. Ona bile yoruldum. Fakat daraldığım zamanlarda kendimi sokağa atarım. Düz ve kesintisiz yolları tercih ederim. En az bir saat yürümem gerekir kafamdaki dumanın dağılması için. Yürüdükçe iyileşirim. Taşlar yerine oturur. Şifa bulurum.

Bazen de, öfkesiz-daralmasız, kafamdaki konuları/cümleleri düzenlemek için yürümeyi tercih ederim. Nasıl olduğunu bilemem, ama yürürken, hem yeni yazı konuları keşfederim, hem de hakkında yazmak istediğim herhangi bir konu hakkında takip edeceğim yol belirginleşir. Dışımda aldığım mesafe içimde de alınır. Böyle zamanlarda, takdir edeceğiniz üzere, arkadaşla yürümeyi sevmem. Yolda bir arkadaşıma rastlasam huzursuz olurum. Eğer o beni farketmemişse görmezden gelirim. Arkadaş huzurumu böler. Mümkünse kendimi bile unutmam gerekirken yanımda ilgilenilecek başka detaylar taşıyamam. Bu iş böyle yürür.

İsra ve Miraç mucizelerinin yaşanmasının evvelinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın birçok sıkıntı yaşadığı malumdur. Ambargo yılları, hüzün senesi, Taif'te taşlanması... Canımız ona kurban olsun. Böylesi bir dizi gönül kırıklığının ardından gelir İsra ve Miraç. Miracı hepimiz biliyoruz zaten. Peki 'İsra' nedir? İsra, ismini bir sûreye de veren, 'gece yürüyüşü'dür. Miracın öncesinde yaşanan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Mescid-i Aksa'ya yürütülmesidir. Ebubekir Sifil Hoca'nın konuyla ilgili yazılarında okuduklarım hatırımda doğru kaldıysa: Miracın inkârı bid'a'dır. İsra'nın inkârı ise küfürdür. Çünkü İsra hakkında Kur'an'da açık ayet yeralmaktadır: "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir."

'Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye...' Ayet-i kerimedeki bu ifade, yürümekle aramdaki hukuku düşününce, yüreğimi bir başka ısıtıyor. Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın Mirac-ı Ekber'i, bize, "Namaz mü'minin miracıdır!" hadisinin de haber verdiği gibi, küçüğünün küçüğü sûretlerde lütfediliyor; galiba İsra'sı da böyle lütfediliyor. Yürüdüğümüz zamanlarda biz de içimizdeki/dışımızdaki bazı ayetleri müşahade ediyoruz. Daha zengin farkındalıklara ulaşıyoruz. Resmin bütünü daha bir kendini gösteriyor. Görünenin artması insanı parçalarda boğulmaktan kurtarır. Cenneti fikre çağırmak ölümlerden sadır olan acılarımızı azaltır. Mükafatlarını düşünmek musibetlerden gelen elemi izale eder. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğinde olduğu gibi: Ameliyathane yazısını okuyan içeride kesilene üzülmez. Çünkü resmin bütünü ona söyler ki: Bu kesim 'öldürmek' için değil 'yaşatmak' içindir.

Hem yürümek bizi daralmalarımızdan da kurtarıyor. Tebdil-i mekanda varolan ferahlığı hızlı bir şekilde yaşamış oluyoruz. Her adımda değişen mekanlar. Her mekanda yeni bir ben. Bu değişimler içinde dargınlığımızı bize hatırlatan veya bir anlamda o daralmanın bizimle beraber şahidi olan 'şey'ler de gerimizde kalıyor. Hatırlatıcılar azalırsa hatırlananlar da azalır. Hisler ayakta kalabilmek için sürekli bir tahrike muhtaçtırlar. Yoksa sönerler. Hem de çabuk sönerler. Yürümek de içimizdeki kem hislerin ölmesini sağlıyor. Çünkü uzaklaşıyoruz. O gerilimi yaşadığımız mekandan uzaklaşıyoruz. O nefretin doğduğu şartlardan uzaklaşıyoruz. Ayaklarımızın nasihatiyle ruhumuz da böyle hissediyor. Arkada bıraktığımız hissi kem duygularımızın diriliğini öldürüyor.

Paul Auster Kış Günlüğü'nde diyor ki: "Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. Bir ayak ileriyle, sonra öbür ayak ileriye, kalbin çifte vuruşu. İki göz, iki kulak, iki kol, iki bacak, iki ayak. Bu, sonra şu. Şu, sonra bu. Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir..." Mustafa Ulusoy da Aynalar Koridorunda Aşk'ta Kierkegaard'ın bir mektubunda şöyle yazdığını aktarıyordu: "Herşey bir yana, yürüme arzusunu kaybetme; ben her gün sağlığıma yürüyor ve her türlü hastalıktan yürüyerek uzaklaşıyorum; kendimi en iyi düşüncelerime yürüyerek götürdüm ve şimdi insanın yürüyerek kurtulamayacağı hiçbir cansıkıcı düşünce bilmiyorum." Başka bir mektubunda ise şöyle diyordu Kierkegaard: "Hayat bir yoldur. O yüzden yürüyüşe çıkıyorum. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece, hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile. Çünkü yürüyebildiğim sürece, herşeyden yürüyerek uzaklaşabiliyorum." Nietzsche Ağladığında'da ise Irvin D. Yalom Nietzsche'nin dilinden şunları aktarır: "Yazı yazarım, düşünürüm ve arasıra, gözlerim izin verirse, azıcık kitap okurum. Kendimi iyi hissedersem bazen saatlerce yürürüm. Yürürken birşeyler karalarım. En iyi düşüncelerim, en verimli çalışmalarım, bu yürüyüşlerde ortaya çıkar."

Hangi düşünürün hayatına bakılsa 'yürümek'le ilgili bir özel hukuku göze çarpar. Bediüzzaman'ın hatıralarına aşina olan bizler için de onun yürüyüşleri meşhurdur. Tepelere tırmanışı, kırlara çıkışı, yürümekte zorlandığı yaşlarda bile bu âdetini başka şekillerde sürdürmeye devam edişi... Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman'da, daha küçük bir çocukken, abisiyle kavga ettikten sonra, gündüzleri dahi korkuyla yürünen bir yeri gece geçtiği anlatılır. Rusya'daki esaretinden kurtulup İstanbul'a dönüşü de çok uzun bir yürüyüşle olmuştur.

Sanıyorum, hiçbirimiz, Aleyhissalatuvesselamdan miras kalan bu 'İsra'dan kaçamıyoruz. Hepimizin hayatında onun kudsî yolculuğunun izdüşümleri var. Hem bu izdüşümleri irademizle aramalıyız belki de. Ayet-i kerime Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zımmında bizimle de konuşuyor. Dikkat kulağıyla dinleyince sanki diyor: Kendi 'hüzün yılları'ndan, ambargolarından, taşlanmalarından şifa bulmak istiyorsan, yürü. Allah'ın ayetlerinin daha fazlasını görmek ve daha büyük bir resme bakarak rahatlamak istiyorsan, yürü. Yürü ki, içinde de bir yerlere varasın, sen de kendi yaralarından şifa bulasın. İsra'sı olmayanın Mirac'ı da olmaz. Yürü. Gecelerden korkmadan yürü.

Wednesday, May 10, 2017

İman ergenlere de lazım

Pyromanen/Kundakçı filmiyle dikkatimi çeken birşey: İnsan bazı şeylerin sonsuza dek sürmeyeceğini kavrayamadığında veya 'fanilikle barışamadığında' diyelim, çevresi için yıkıcı bir hale gelebiliyor. Çocukken herkesin gözdesi olmuş bir kişi, eğer ergenlik sonrasında herşey aynı şekilde gitmemişse, öncenin özlemiyle bugünden intikam almaya çalışabiliyor. Tıpkı esas oğlan Dag'ın, itfaiye şefi babasına yardım ettiği mutlu çocukluğuna ve halkın kendisini takdir ettiği kahramanlıklarına dönmek için yangınlar çıkarması gibi. Sonra onları söndürmede en büyük gayreti kendisi gösterse de bu onu zararsız kılmıyordu.

Çocukların da bir aklı var. Bir 'doğru-yanlış' değerlendirmeleri var. Fakat bu onların teklifle mükellef olmalarına yetmiyor. Teklif, yani imtihan, onların bulûğa ermeleriyle başlayan birşey. Ondan evvel sorumlulukları yok. Bu geçiş dönemi halk arasında 'aklı ermek' olarak da isimlendiriliyor. Peki, bu yaştan sonra, kararlarını akıllıca mı veriyor gençler? Hayır. Aksine, en aptal, hatta çocukluğumuzdan çok daha aptal zamanlarımızı yaşadığımız oluyor bu yaşlarda. En feci hatalara düşme tehlikesini bu çağda atlatıyoruz. Demek: 'Aklı ermek'le kastedilen birkaç senede aptaldan dehaya dönüşmek veya gelecek için en doğru kararları verme yetisini kazanmak değil. Ya? Farklı kıstaslar olduğunu meselenin bu yanı bize hissettiriyor. Çünkü, yine aynı ebeveynler, 'aklı ermiş' bu gençlerden bahsederken, akıl yürütmelerindeki veya hareketlerindeki öngörüsüzlükten dolayı onlara 'cahil' demeyi de seviyorlar.

O halde nedir bu 'tekliften sorumlu tutulmamızı sağlayan' ama 'kararlarımızın yüzdeyüz doğru olmasını sağlamayan' akıl erişi? Kendi ergenlik dönemime de bakarak bu konuda şöyle bir kanaate vardım: Çocuğun sahip olamadığı ancak ergenin sahip olduğu 'eriş' ancak zamana dair bir kavrayış farklılığı. Nasıl söylesem? "Zamanın farkına varıyor gençler." Fizyolojilerinde meydana gelen değişimleri bir kenara ayırarak düşündüğümde aklıma başka birşey gelmiyor. Ergenlik, aynı zamanda, bizim birşeylerin gidiyor olduğunu net biçimde farketmeye başladığımız süreçtir. Bu açıdan atlanan bir eşiktir. Mürşidimin 6. Söz'deki hikaye-i temsiliyesi üzerinden konuşursam: Muharebe meydanının fırtınalı olduğunu ancak ergenlik döneminde farkediyoruz biz. Belki biraz da bu farkındalığın aşırı stresi o dönemde hayatlara yansıyan.

"Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın."

Fırtınayı farkettiğin zaman sorular önüne gelmeye başlıyor. Cevaplardan sorumlu tutuyorsun. Çünkü artık soruların sakınılmazlığını/önemini hisseder durumdasın. Hem de bu kaçınılmaz birşey. Zira, kendindeki değişim, seni eşyadaki değişime karşı uyanıklaştırıyor. Arkada bıraktığın çocukluk, o çocuk bedeni, o çocuk hissedişleri, o çocuk mutluluğu... vs. 'arkada bırakma' hakikatiyle yüzleşmeni mecburî kılıyor. Kendilik rasathanesinde değişimi tadıyorsun. 'Dönülmez akşamın ufku'nu görüyorsun. Geri döndürülemeyen süreçlere uyanıyorsun. Bu uyanış seni sevdiklerine karşı "Acaba onlar da mı?" endişesiyle dolduruyor. Geleceğe dair sorularını arttırıyor. Gerilmeye başlıyorsun. Çünkü tutman gereken çok şey var ve ellerin küçük.

Kanadalı yazar Fred Reed, Bir Zamanlar Biz Birdik'te, kendi çocukluğunu anlatırken diyor ki: "Dünyamız iyiliksever ve düzenli bir yerdi. Sofrada yemek beklenirdi. Masada yerlerimizi alır ve patlamaya hazır şekilde büyüyen ergenlik öncesi erkek çocuklarına has bir şekilde yemeğimizi alelacele yer, kesin bir şekilde şimdiki zamanın hiç bitmeyeceğine inanarak onu yoğun bir biçimde yaşardık." 'Zaman ve çocuk' ilişkisine dair buna benzer bir tesbiti de, İngiliz yazar Ian Mcewan, Zamanın İzlerinde'de yapıyor: "Çocuklar için çocukluk sonsuza dek sürer. Her zaman şimdiki zamanda yaşarlar. Etraflarındaki herşey şimdiki zamanda olup biter. Onların da anıları vardır elbette. Zaman elbette onlar için de biraz değişir. Ama zamanın geçip gittiğini hissetmezler. Hissettikleri tek şey bugündür. 'Ben büyüyünce...' diye başlayan cümleler kurduklarında, söylediklerine hiçbir zaman tam olarak inanmazlar."

Benim de en nihayet vardığım kanaat bu oldu: Bulûğa ermekle ulaşılan şey salt bir zeka değil. Bir farkındalık. Kendinin, başkalarının ve zamanın geri döndürülemez bir şekilde değiştiğinin farkındalığı. Bu farkındalık aynı zamanda kendisiyle ilgili soruların ve yanıtların da annesi. Bu halet-i ruhiye içinde tutmaya ve tutunmaya çalışmak kaçınılmaz. Peki nasıl tutmaya/tutunmaya çalışacaksın? Yanında başkalarını da denizin dibine çekecek misin? Ellerini dikenlere kestirecek misin? Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve kereminden, Yaver-i Ekrem aleyhissalatuvesselamı gönderiyor, doğru yerden tutmayı da öğretiyor.

"Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!"

Bazıları imanı 'edinilmesi âdetten' bilgiler seviyesine indirebilir. 'Öyle de güzel. Böyle de güzel...' sanabilir. Fakat iman, insanın 'eşyayı algılayış' ve 'onunla ilgili sorularla yüzleşme' şeklidir. Ve zamanla ilgili bu ilk çetin yüzleşmede de gerginliğin ilacı ondadır. Tutanamayanlar'dan olmamanın yolu, eşyayı tutmak yerine, kendisini Kur'an'da 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif edene tutunmaktır. Ona tutunduğunuz zaman, tutmak istedikleriniz de ona tutunur, sizinle kalır. Ergenlikle ilgili sorunları konuşurken neden itikadın eşya algımıza ve psikolojimize etkilerini görmezden geliyoruz ki? Sorunun kaynağı onlar zaten.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...