Showing posts with label Risale-i Nur. Show all posts
Showing posts with label Risale-i Nur. Show all posts

Sunday, June 27, 2021

Modernistler ahirzaman hadislerinden neden hoşlanmaz?

Arkadaşım, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'ni okurken dikkatimi çeken birşey şu, vaktin varsa seninle de paylaşmak isterim. Özeti şöyle: Mürşidim, eserinin bidayetinde, 'Nükteli İşaret'lerin "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mu'cizâtı çok mütenevvidir!" diye başladığı 'Üçüncü'sünde çeşitleri tasnif ettikten sonra diyor ki: "İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hâdiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır. İşte biz de şu âhirki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz..." Sonra da 'Dördüncü'de 'haber verildiği gibi çıkan' gaybî hadislerden zikrediyor.

Allah ondan razı olsun. Benim kafamı kurcalayansa şu arkadaşım: Neden derse böyle bir sıralamayla başlanıyor? Neden başkası değil de onlar 'ilk' seçiliyor? Öyle ya: Mürşidim ism-i azâmını 'el-Hakîm' olarak haber veriyor. Elbette böyle bir ismin mazharının her işine hikmet tefekkürüyle bakmak gerekir. Yani ki 'İnce görmek' gerekir. Ben de hep buna muvaffak olmaya çalışıyorum. Fakat ondan önce: Haşir Risalesi'ne de bir misafir etmem gerekir seni. Evet. İlla uğramamız gerek. Yağma yok. Malumun: 10. Söz olan Haşir Risalesi Rûm sûresinin 50. ayetiyle başlar. Onun gölgesinde seyahat eder. İşte orada kısa bir mealiyle buyruluyor ki arkadaşım: "Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ki O ölüleri elbette dirilticidir. Çünkü O herşeye hakkıyla gücü yetendir." Amenna.

Peki bu ayetin bize öğrettiği tefekkür açısı nedir? Haşir Risalesi neden bu ayetle başlamıştır? Ondan ne almıştır? Bu soruların cevabının da şurada saklı olduğunu düşünüyorum arkadaşım:

Doğrudur. Haşir gaybî bir hâdisedir. Burada değildir. Bugünde değildir. Fakat gaybî hadiselerin tamamı da 'gıyabımızda' değildir. Böyle düşünmek yanlıştır. Evet. Bediüzzaman'ın da Haşir Risalesi'nde talebelerini uyandırdığı sır budur: Haşir 'olay' değil 'kanun'dur. Her anda olmaktadır. Her mekanda olmaktadır. Her zamanda olmaktadır. Her baharda olmaktadır. Her bedende olmaktadır. Kıyametten sonraki haşir bu kanunun en ahirki ucudur sadece. Nasıl ki insan âlemin en sonuncu meyvesidir. Onun dirilişi de âlemin en ucundaki diriliştir. Lakin ne tek yaratılan odur ne de tek diriltilen onun neslidir. Kur'an'ın gözlüğüyle bakarsak âlemin her yerinde haşirler zaten hep olagelmektedir. Hayy ismi böyle de tecelli etmektedir. Bize düşen kendi haşrimizin de bu kanunun parçası olduğunu kavramaktır. Haricine çıkamayacağımızı anlamaktır. Bu boyuttaki şahitliğimizi diğer boyuttakinin vücuduna delil kılmaktır.

Tıpkı yerçekimi kanunu gibi. Nasıl? Bilim tarihçileri derler ki: Galileo yerçekimi kanununu öyle-böyle keşfettiğinde bunun bütün uzaya da uygulanabileceğini kavrayamamıştı. Newton ise aynı kanunun 'kütle sahibi olan herşey için geçerli olduğunu' keşfetti. Yani bu dünyadaki şahitliğini en uzaktakı yıldızları anlamak için de kullandı. Ve... Ve söyledikleri doğru çıktı. Dünyada havaya atılan şeyler yere düştüğü gibi Venüs'te de, Mars'ta da, hatta en uzaktaki bir yıldızda da yere düşüyordu. Elbette kendi yerine düşüyordu. Kendi kütlesine göre düşüyordu. Ama bu oluyordu. Süreç tekrarlanıyordu. Böylece Newton yerçekiminden 'kütle çekim yasasını' çıkardı. Belki birgün bir başkası da kütle çekim yasasından daha aşkın bir genişlik farkedecek? Ancak bu yazının konusu fizik değil. Fizik bizim için bir şahitlik. Bir örneklik. Newton'un dünyadaki şahitliğini daha geniş bir düzeye taşıması gibi biz de fizikteki şahitliğimizi daha aşkın bir yere götürmeye çalışıyoruz. Rûm sûresinin 50. ayeti de bize bunu öğütlüyor: Bahardaki şahitliğinizi daha üst bir düzeye taşıyın. 'Ölülerin dirilmesi kanununu' görün. Bu kanunun sadece kendi dünyanızda geçerli olmadığını anlayın. İşte o zaman haşre iman etmek hiç de güç gelmeyecek. Güç görenleriniz varsa tabii.

Haşir Risalesi'nin usûlü de bunun üzerinedir arkadaşım. İçindeki herbir bahiste ayetin öğrettiği şablon esas alınıp isimler değiştirilir. Hakikatler kısmının "Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir..." türünden her girişi ayetteki 'rahmet' ve 'kudret'in yerine konulacakları söyler bize. Sonra da yerleştirilecekleri öğretir. Mesela: Artık gölgesinde gezilen 'Rahman' ve 'Kadîr' isimleri değil 'Hakîm' ve 'Âdil' adlarıdır. Hatta denilebilir ki: Yapabilecekler için ayetteki formülde "Lehü'l-esmaü'l-hüsna..." sırrı vardır. Esma değiştirildikçe yeni hakikatler açılır. Cenab-ı Hak bize de bu sırdan bahşeylesin. Âmin.

Fakat nerelere gittim? Asıl mevzudan uzaklaştım. 'Mucizat-ı Ahmediye' diyordum. "Neden öyle başlamış?" diye soruyordum. Koşarak geri döneyim. Çünkü zamanı geldi: Arkadaşım, Allahu'l-a'lem kaydıyla diyeyim, bana öyle geliyor ki: Aleyhissalatuvesselamın haber verdiği gibi çıkan hâdiseleri öğrenmek de mucizelere iman hususunda 'bizim şahitlik alanımıza giren' kısımdır. Ne yazık. Biz onun mübarek parmaklarından suların çağıldadığını görmedik-göremiyoruz. Kamer'in yarıldığına şahit olamadık-olamıyoruz. Duasıyla iyileşenleri bilemedik-bilemiyoruz. Zira, Ebubekir Sifil Hoca'nın da tabiriyle, 'yetim nesillerdeniz.' Yalnız varlığıyla bile kalplere hidayet olan vücudundan uzağız. Zamansal olarak uzağız. Mekansal olarak uzağız. Fakat gayba dair verdiği haberler o kadar da uzağımızda değil. Onların şahitliği dipdiri. Yaşıyoruz. Tarihsel süreçleri takibimizde bu mucizelerin varlığını daha yakınımızda hissediyoruz.

Sözgelimi: Eserde ilk nakledilen, Hasan radyallahu anhın 'iki orduyu barıştıracağını' haberini hatırladığımızda, bunun Muaviye radyallahu anh ile sulhlerinde gerçekleştiğini biliyoruz. Yani bir nevi, Rûm sûresinde bize öğretilen o formülde olduğu gibi, şahitliğimizdeki ucuyla şahit olamadıklarımızın da gerekliliğine/imkanına hükmediyoruz. Baharı gerektiren rahmetin haşri de gerektirmesi gibi. Baharı mümkün kılan kudretin haşri de mümkün kılması gibi. Onu yaratan kudretin/rahmetin bunu da yaratabileceğini anlıyoruz. Bir Newton da biz oluyoruz yani. Yasanın ucunu yakalamakla kilimin ilmeklerini çözebiliyoruz. Her yerde nakışının izlerini okuyabiliyoruz. Elhamdülillah. İlmeklerin sayısınca elhamdülillah.

Tam bu eşikte şuna da dokunmadan yazıyı bitirmeyeyim arkadaşım: Cemaleddin-i Afganî'den bu yana bütün modernistlerin 'ihbar-ı gayb' türünden hadislerle takık olmaları, hatta onlar içinde ahirzaman hâdiseleri hakkındakilerle ayrıca kavgalı bulunmaları, boşuna değil. Mesleklerinin muktezasını yapıyorlar. Neden böyle söyledim? Çünkü ahirzaman hadisleri ümmet-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam için bir koruma kalkanı işlevi görüyor. Bir 'koruyucu hekimlik' vazifesi yapıyor. Herşeyi peşinden sürükleyen o sel zamanı geldiğinde, ki biz o selin içinde yaşamaktayız, bir yerlere tutunup kapılmamayı nasihat ediyor. Elbette bu hakikatli uyarılar da müslümanların topyekün modernleşmelerini(!) engelliyor.

Aksini arzulayanların da çanına ot tıkıyor. Onlar da kem arzuları gereğince rahatsız oluyorlar duyduklarından. Peygamber 'gelecekten haberdar edilemesin' istiyorlar. "Hem mucizeleri de olmasın! Mucizeleri olursa bu gaybî haberlerin yanlışlığına kimseyi inandıramayız. Kalkanlarını indirtemeyiz. Adaptasyonlarını sağlayamayız. Dinde reform falan yaptırmazlar. Zinhar inkâr edilmeli bunlar!" diyorlar. Peki biz ne diyoruz? Elbette ciğerlerimiz yettiğince haykırıyoruz ki: "Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin bir gereğidir ahirzaman hadisleri. Evet. Elhamdülillah. Beşiğinde 'Ümmetim!' diyen, vefatı hengamında ümmeti için endişelenen, elbette gidişiyle de bizi terketmez. Fırtınada pusulasız bırakmaz. Karanlıkta fenersiz komaz. Yani bunlar onun şefkatinin de bir isbatıdır bize. İlgisinin delilidir. Eh, arkadaşım, mutlaka öyle: Aleyhissalatuvesselamın şefkatini bilen ahirzaman hadislerini yadırgamaz. Hem şunu da diyeyim mi sana: Rahmet kanununu bilen hiçbir mucizeyi "Nasıl olabilir ki?" deyip uzağında tutmaz. Çünkü hiçlikten varlığa çağrılmamız dahi o rahmetin muktezasıyladır. Hiçten gelen daha neyi/nasıl yadırgar?

Saturday, May 8, 2021

Güneş nasıl secde ediyor?

Arkadaşım, itiraf ederim ki, bu yazı bir fotoğraftan çıktı. Evet. Bir fotoğraftan. Kibrit çöpleriyle çocukluğu-gençliği-ihtiyarlığı anlatan bir çalışmaydı. İnternette gezerken rastladım. Sonra cümle detayların Sahibi celle celaluhu dikkatime namazın hareketlerini de verdi. Baktım. Aşağı-yukarı aynı şeyleri gördüm. Kıyamım gençliğim. Rükûm ihtiyarlığım. Emeklemem secdeye gidişim-kalkışım. Secdem doğumum-ölümüm. Bir bütünlük içinde gözüktü bana hepsi. Yani 'aynı döngünün parçalarını temsil ediyorlar' gibi geldi. Üstelik bir de yaşanılanı dalgaya benzettim. Aynen. Dalgaya. Zeminden yükseliyor. Ahirinde yine zeminle buluşuyor. Namazın şekli dalgaya benzediği gibi insanın hayatı da benziyor. Hatta güneşin doğup batışı da. Arkadaşım sanki sadece denizler dalgalanmıyor. Günde güneşle dalgalanıyor.

Bu durum elbette hatırıma hemen 9. Söz'ü getirdi. Hani 'namazın beş vakte hikmet-i tahsisini' anlatan o latif metni. Sahi. Mürşidim de orada böylesi bir döngüselliğe dikkat çekmiyor muydu? Yani zaman içiçe sarılı evreler içinde yaşanmıyor muydu? Öyle ki, büyük dairede olan tasarrufları, küçük dairemizde beş vakitle müşahede ediyorduk. İzdüşümlerini âlemimizde böyle görüyorduk. Ah. Sözü neden kendimde oyalıyorum ki arkadaşım? Yerinden alıntılayayım: 

"Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar."

İki misalini hemen ilave edelim ki tamam olsun: "Meselâ, fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder. Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyuzât-ı nimeti hatırlatır." 

Yani 'sabah/fecir' ve 'öğle/zuhr' vakitlerinde en geniş daireden en has daireye paralellikler vardır. Bu paralelliklerin işaretlediği izdüşümler vardır. Bu izdişümlerin tetiklediği çağrışımlar vardır. Bu çağrışımlar şuurla ilkmeklenmelidir. Hakları verilmelidir. İnsanın görevi budur. Çünkü, "Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur'ân-ı Azîmüşşânın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir."

Demek en küçük âlemler/döngüler en büyük âlemlerle/döngülerle namazından buluşur-kavuşur. Zira namaz hâzâ anlamdır. Üzerine yaratıldığımız hikmetin konsantre ifadesidir. İdrakidir. Tahatturudur. Evet. Namaz cümle varlığın anlamının fihristidir. Madem ki herşey ibadet için yaratılmıştır. Öyleyse onların kolları da birbirine ibadetle dolanır. Dilleri  tesbih, tahmid ve tekbirlerle anlaşır. İnsan böylece evren döngüsüne dahil olur. Sırrını irade eder. 

Sonra dikkatimi mezkûr eserin 5. Nükte'sindeki 'secde' vurguları çekti arkadaşım. Evet. Mürşidim orada yatsı/işâ namazını bir tür 'secdeye' benzetiyordu. İzdüşümlerini de 'secdenin izinde' arıyordu. Fakat nasıl bir secdede? Orada Bediüzzaman hem ölümü hem dirimi secdeye yaklaştırıyordu. Yani nasıl ki baştaki fotoğrafta hem doğum hem ölüm secde haline benziyordu. Her ikisinde de insan yataydaydı. Toprağa yakındı. Aynen öyle de: Yatsı vakti de hatırlattığı gidiş ve müjdelediği doğuşla böyle bir çağrışıma denk düşüyordu. Fanilik secdeyle çağrışıyordu:

"Hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti' nefer gibi vazife-i ubûdiyet-i dünyeviyesinden emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir' ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevâlde gurub seccadesinde 'Allahu ekber' deyip secde ettikleri, hem emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir'den gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi, şu insancık, onlara iktidaen, o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, bekà-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde 'Allahu ekber' deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın." 

Ne kadar anladım? Doğrusu cevaplamaya çekiniyorum. Ama hissesiz de kalmadım elbette. Elhamdülillah. Hem şunu da anladım ki: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın Ebu Zer radyallahu anha "Ey Ebu Zer, güneş nereye gidiyor, biliyor musun?" diye sorması ve yine kendisinin "Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve müsaade ediliyor. Birgün ona ‘Buradan doğ!’ denilecek o da battığı yerden doğacaktır..." buyurması çok büyük hikmetler barındırıyor. Çünkü döngülerin tamamının sonunda secde var. Bir nevi 'son' secde yani. 'Secde' de son. Sırları özbir kardeş.

Evet. Secde dalganın başı-sonu. Hem başı. Hem sonu. Hem fena. Hem miraç. Hem fenaya değecek kadar yaklaşma. Hem de kendi arşına yükseliş. Hem ölüm. Hem diriliş. Hem başlangıç. Hem bitiş. Aleyhissalatuvesselam 'güneşin secdesine' dikkatimizi çekerken 'insan-âlem-zaman' benzerliklerini vurguluyor olabilir mi? Belki de. Elbette görebilene. Ben bizzat göremedim. Mürşidim bir parça gösterdi. Elhak: "Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır." Bizim gibilerse o burak misallerden dökülen kırıntılardan nemalanır. Karınca hali böyledir. Burağın haliyse öyle.

Monday, February 15, 2021

Yalan zinayı nasıl geçebilir ki?

Arkadaşım, bunu da "Allahu'l-a'lem!" tereddüdüyle sar-sarmala, çünkü cidden muhtaç bir tefekkürdür. Kaynağını bilmemekle birlikte Aleyhissalatuvesselam Efendimizin şöyle bir hadisini hep işitirim: Birisi sorar: "Müslüman içki içebilir mi, hırsızlık yapabilir mi, zina edebilir mi?" Herhalde muradı mezkûr günahların 'kişiyi imandan edip-etmeyeceğini' öğrenmektir. Veya kişinin müslümanlığını sevdiği halde 'böyle hatalara düşüp-düşmeyeceğini' sorgulamaktır. Veyahut böylesi günahların 'münafıklığa yorulup-yorulamayacağını' anlamaktır. (En doğrusunu Allah bilir.) Aleyhissalatuvesselam Efendimizin cevapları da sualin böyle anlaşıldığını imâ eder sanki. Çünkü her defasında yanıt olarak "Evet!" der. Yani: Evet. Müslüman, müslüman kaldığı halde, böyle hatalara düşebilir. Nitekim Ehl-i Sünnet olarak biz de, Mutezile'nin rağmına, böyle iman ederiz: "Büyük günahları işlemek kişiyi dinden çıkarmaz!" An şart ki: Günahını helal görmeye. Yanlışının yanlışlığını bile. Yüzü tevbeye baka. Dinin hakikatini incitmeye.

Cevapların 'Evet'liği devam eder ta ki 'yalan'dan soruluncaya kadar. Evet. Ne zaman ki, "Peki yalan söyleyebilir mi?" şekline bürünür sualin sûreti, Aleyhissalatuvesselamın cevabı da değişir o vakit: "Hayır!" der. "Müslüman yalan söylemez." Doğrusu, arkadaşım, bu Asr-ı Saadet sahnesi beni hep düşündürmüştür. Zira ilk sorular içinde 'yedi büyük günah'tan sayılan şeyler de vardır. Onların da dahil olduğu bir ortamda en büyük tepkiyi yalanın alması enteresandır. Hikmetlidir. Düşünülesidir. Çünkü ahirzaman müslümanı olan bizlerin yalansız geçirdiğimiz gün yoktur. (Olanları tenzih ederim. Nefsime baktım. Kendimi yazdım.) Üstelik, yalanın dereceleri bulunmakla birlikte, ilmihalden öğrendiğimiz: Yalan öncekiler kadar büyük bir günah değildir. En azından her yalan değildir. Onun günah olduğunu bilmekle birlikte böyle iman ederiz.

Peki Aleyhissalatuvesselam Efendimiz ona en büyük tepkiyi neden vermiştir? Mevzuu kafamda çevirirken kendimce bulabildiğim bazı cevaplar var. İşte bu yazıda, eğer becerebilirsem, onları aktarmaya çalışacağım arkadaşım. Sen de baştaki tereddüdü unutmadan hisseni al. Yoksa bırak. Bismillah. Başlıyoruz: 

1) Hani bir tabir vardır: Neyin ölçüsü kaçsa çaresi vardır. Fakat ölçünün ölçüsü kaçarsa çaresi yoktur. Yani hizası bozulmuş şeyleri cetvelle doğrultabilirsin. Ağırlığı karışmış şeyleri tartıyla düzeltebilirsin. Fakat cetvelin-tartın bozulmuşsa hiçbirşeyi düzeltemezsin. Hatta, bırak düzeltmeyi, düzgünü bile dağıtırsın. Bozarsın. Aynen öyle de: Doğruluğu insanın sair günahlarını düzeltebilmesinin yegane aracıdır. Zira insan ancak Rabbine, dinine, nefsine karşı dürüst olursa günahının günahlığını tayin eder. Hatasına hata der. Aksi takdirde avukat gibi nefsini savunur. Günahını unutur. Hatta hatasını da sevap sayar. İşte bu nedenle diyorum ki arkadaşım: Belki de Aleyhissalatuvesselam yalana "Hayır!" derken ölçünün bozulacağı sınırı çizmiştir. Bize mihengi bozmamayı ders vermiştir. Yani burada taviz verildi mi işin ayarı kaçar. Ayarsızlık ayar olur. Daha da insan hiçbir amelini düzeltemez. Zira tevbe edemez. Tevbe, hatasını hakikat gibi savunan İblis'in değil, kabullenen Âdem'in işidir. Bediüzzaman bu sadedde der: "Sıdk, İslâmiyet'in üssü'l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz."

2) Belki de arkadaşım cevap biraz da Asr-ı Saadet'in berraklığıyla ilgilidir. Şöyle ki: Mürşidim yine der: "Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzab'ın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür." Barekallah onlara. Yalanın-doğruluğun arası bu kadar açılmışken, sosyoloji bu kadar berraklaşmışken, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bu berraklığın üstüne tekrar 'yalanın normalleşemeyeceğine' dikkat çekmiş olabilir. Üstelik sahabe İslam'ın tedrisi için referans nesildir. 

Din onların mübarek dillerinden/amellerinden bizim hayatımıza taşınmıştır. (Allah ecriyle mükafatlandırsın.) Öyle bir eşikte Aleyhissalatuvesselamın yalan hususunda büyük günahlardan daha hassas bir tavır sergilemesi, önemsemesi, uyarması şu hikmetten uzak görülmez. Hatta mürşidim de metnin ahirinde der: "Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz." Bu izahın içtihad bahsinde geçtiğini hatırlamak da tefekkürümüze ayrıca yardımcı olabilir arkadaşım. Yani ağzımızdan çıkanlar sahabeninki gibi referans alınmazlar. Referans alınacakların hassasiyetleri de elbette bizimkiyle bir olmaz. Başka yüce olur.

3) Bu da yine mürşidimin metinlerinde dikkat çektiği birşey. Kizb ile küfür arasındaki ilişki. O diyor: "Sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış." Yani, nasıl ki insanoğlu küfrüyle Cenab-ı Hakkın uluhiyyetine-rububiyyetine iftira ediyor, yalancılıkla da kudretine iftira ediyor. Öyle yaratmadığı birşey için 'öyle' diyor. Böyle yaratmadığı birşey için 'böyle' diyor. Halbuki hadise konu olan diğer günahlarda böyle bir mahiyet yok. Yine an şart ki: Haramlıkları helal bilinmeye. Savunulmaya. Eğer savunulur duruma gelirlerse elbette onların da beşerin kemalatına kem tesirleri olur. Eğriyle doğru karışır. Yalanda ise zaten bizzat kastedilen varlık algımızdır. Yalancı hem kendisinin hem çevresinin algısını bozar.

4) Bir de 2. Lem'a'dan beslenen bir tefekkürüm var ki şöyle: Bir günahta yalan o günahın akaide tesir ettiği eşiğe de işaret ediyor gibi. Yine mürşidimin cümlelerine dokunalım: "Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor." Yani bir insan günahın günahlığı noktasında dürüstlüğünü koruduğu sürece günahın akaide tesir etmesi zor. Fakat işin içine bir de yalan girdi mi, artık son eşik de aşılmış oluyor, kalenin bendi yıkılıyor. Zarar amelden itikada taşınıyor. Aleyhissalatuvesselam, mezkûr hadis-i şerifte, bu eşiğe de işaret etmiş olabilir. Yalanın geçilmemesi gereken bir hudut olduğuna vurgu yapmış olabilir. Allahu'l-a'lem.

Arkadaşım bunlar benim aklıma gelenlerdi. Elbette hakikat benim gördüğüme de münhasır değildir. Belki de daha nice nice hikmetler bu bahiste saklanmaktadır. Zaten sen Aleyhissalatuvesselamın yüce dersanesinden kalkıp bir psikoloğun tedrisine de otursan aynı nasihati işitirsin: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Dürüstlük olmadan hiçbir yara şifa bulmuyor. Çünkü yaranın yaralığını kabul etmek de, şifa istemek de, hatta canının acıdığını anlamak da hep bir dürüstlük istiyor. Hepsinin çaresi var da yalancılığın çaresi yok. Yönünü kaybetsen pusulayla tekrar bulursun. Pusulayı kaybedince yönünü neyle bulursun? Ne diyelim: Cenab-ı Hak sırat-ı müstakimini kaybettirmesin. Âmin.

Wednesday, January 13, 2021

İkiyüzlülüğün de bir hikmeti var mı?

Bakalım kağıda dökmeyi becerebilecek miyim? Tevfik Allah'tan. Özetle neyi deneyeceğimi söyleyebilirim arkadaşım: es-Settâr ism-i şerifinin gölgesinde bir seyahat edeceğim. Mürşidimin 'verilen her kabiliyetin bir varlık hikmeti bulunduğuna' dair beyanlarına dokunarak oradan 'ikiyüzlülüğe' varacağım. Ah, evet, şaşırdın değil mi? Beni de meselenin en çok bu tarafı düşündürüyor. "İkiyüzlülüğün de hikmeti olabilir mi canım?" diye soruyorsun belki de. Eh, şey, hımmm. Bunu da anlamaya çalışacağız şu yazıda diyebilirim. Fakat adımlarımız karışmamalı. Konuşacaklarımızın bidayetini Bediüzzaman'ın şu metni oluşturacak. "Bismillah!" deyip kapısından girelim bakalım:

"İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani, 'Fıtratını değiştir!' gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: 'Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz. Mecrâlarını değiştiriniz!' Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur." Ama bir saniye! Ne acele ettik de hemen sonuna vardık. Başında da biraz oyalanmalıydık. Bu paragrafı anlamak için, arkadaşım, azıcık evveline de uzanmalısın:

"İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur." Ah, ama, yine olmadı! Bu defa da üç misalin ne olduğunu merak edeceksin. O zaman şöyle birşey yapalım: Üçünü birden alamayız da bir tanesiyle yetinelim. 'İnat' diyelim. Aşkolsun:

"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."

 Yani burada öğretiliyor ki arkadaşım: Cenab-ı Hakkın inat gibi 'sûreti sıcak görünmeyen' hilkatlerinde dahi hayırlar-hikmetler var. Fıtratta yerleri var. İnsanda gerekleri var. An şart ki: Kullanılacak yerleri var. Kullanılmayacak yerleri var. Zararlandığımız durumlar bizzat kendileriyle ilgili değiller. Ya? İstimal ettiğimiz alanla ilişkililer. İyinin ardında inat edersek 'hakta şiddetli sebata' dönüşürken, kötünün arkasında inat etmek 'zararlı bir ısrara' dönüşüyor, kötülendiriyor. Belki hatta zehirlendiriyor. Çünkü küçücük bir inat, bazen, sahibinin bütün bir hayatını kaşığında boğabiliyor.

İşte ben de tam bu eşikten 'ikiyüzlülüğe' bakıyorum arkadaşım. Tamam. Şu aşamada mevzuyu buraya çekmemi biraz tuhaf bulduğunu tahmin ediyorum. Çünkü 'ikiyüzlülük' inat gibi değil. Yani sırf bir yetenek değil. Onun hali biraz daha bed duruyor. Taraf tutuyor. Hatta anıldığı anda kem ahlakın kötü kokusu burun direğimizi sızlatıyor. Ama bir saniye! Böyle olduğunu ne biliyoruz? Hiç sınadık mı? Biraz kapağını kaldırırsak bu tencereden de güzel kokular gelebileceğini ümit ediyorum. Fakirin ekmeği ümit. Açalım bakalım. Eğer dediğim gibi çıkmazsa tencereyi kafama atmak elbette ki hakkındır. Atarsın.

Öncelikle: "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesine dair konuşacağım senle. Nereden mi çıktı? Bilim felsefesinden. Evet. Bu alanla ilgilenenlerin bazısı diyorlar ki bize: Gözlemcinin gözlemde elde ettiği bulgular, hatta müşahadeleri, aradığı şeyden etkilenir. Tarafsız bir gözlemci yoktur. Bu nedenle tastamam nesnel bir bilgi de yoktur. Bu tıpkı şüphelendiğin komşunun her hareketini hırsızlara benzetmen gibidir. Gün gelip masumiyeti ortaya çıktığında, daha önce suizan ettiğin her davranışın, pek de o kadar 'hırsızca' durmadığını derkedersin. Peki bu sapma nasıl yaşanmıştır? Bu ışık nasıl bükülmüştür? Beklentin gözlemini yönetmiştir çünkü. Arzun aradığını cezbetmiştir. İraden bilgiyi eğmiştir. İşte "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesi de bize bunu anlatır. Malumun: Kuantum fiziğiyle artık böyle şeyler rahat konuşulur oldu. Yoksa bilim davulcuları nesnelliklerine asla laf ettirmezlerdi.

Kuantum fiziği ise bunu bize 'gözlemcinin gözleneni etkilediğini gösteren' çift yarık deneyi ile gösterdi. Aslında daha doğru bir ifadeyle şöyle demeliyiz: Âdemoğlu bunu başından beri biliyordu-yaşıyordu da 'bilimsel tahakküm'den paçasını ancak kurtardı. Kuantum fiziği kartezyen-mekanikçi bilimin ayarlarıyla oynamasa bu mevzuda parmak sallamak hiçbirimize nasip olmazdı. Kur'an'da defalarca 'aynı ayetlerin' mü'minlerin 'imanını' kâfirlerinse 'dalaletlerini' arttırdığı söylense de bunu kevnî ayetlere kadar taşıyıp "Sizin dalaletiniz de kâfirliğinizden. Küfrünüzün beklentisinden. Küfrî bakışınızdan. Küfür arzunuzdan. Yoksa kainat bu sapkınlığı zorunlu kılmıyor. A cahiller!" diyemezdik. Şimdi biraz fısıldıyabiliyoruz. Çok şükür. Elbet zaman gelecek gürleyerek de söyleyeceğiz. İnşaallah.

İkiyüzlülüğe geri dönelim. Gözlemcinin bakışının gözleneni bu kadar etkilediği bir dünyada elbette es-Settâr ism-i şerifi büyük bir hikmetin kapısını aralıyor. Belki de biz üzerini örttüklerimizin varlığına da kastediyoruz. En azından etkilerini azaltabiliyoruz. Hatta yokedebiliyoruz. Sözgelimi: Geceleyin korkumuzu tetikleyen bir nesnenin üzerini örttüğümüzde tesirinden de kurtulabiliyoruz. Acı bir sahneyle karşılaştığımızda yüzümüzü çevirerek ondan korunabiliyoruz. Hatta kötü bir olaydan bahsedildiğinde konuyu değiştirerek varlığından doğan baskıyı azaltabiliyoruz. Kısmen, küçükçe, nümune nevinden bu muvaffakiyetlerimiz, bizim, bu meseleyi aslında çok daha önceden, kalben, fıtraten, yaratılışımızdan bildiğimizi gösteriyor. Yani içimiz dünyaya kuantum okumuş olarak geliyor.

İkiyüzlülük de belki işte bu yeteneğin suistimali. İnsan neden ikiyüzlülük eder? Laçka olmuş insanımsıları çıkarırsak, 'korkusundan yorulduğu' veya 'menfaatini arzuladığı' yerlerde insanoğlunun, ikiyüzlülük sayılabilecek davranışlar sergilediğini görürüz. Mesela: Annesinden korkan çocuk ikiyüzlülük edebilir. Veya işyerinde yükselmek isteyen eleman ikiyüzlülüğe meyledebilir. Birisinde etken korkudur. Diğerinde etken menfaattir. Üçüncü bir ikiyüzlülük zeminiyse cerbezedir. Birisini kandırmak istediğinde de insan yanlışlığını bildiği şeyleri doğruymuş gibi savunabilir. Demek, hem 'kuvve-i gadabiye/korunma güdüsü' hem 'kuvve-i şeheviye/menfaat güdüsü' hem de 'kuvve-i akliye/doğruyu-yanlıştan ayırma güdüsü' insanı kendisinde ikiyüzlülük etmeye götürebilir.

Fakat, işte, bütün bunlar mezkûr yeteneğin suistimali de sayılabilir. Belki de aslında bu yeteneğin insana veriliş amacı 'kendisindeki kötülükleri azaltması'dır. Sözgelimi: Morali bozuk olduğunda dahi çevresine tebessüm eden kederine doğru ateş eder. Mürşidimin "Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül..." derken de dikkatimizi çektiği birşeydir bu. Tebessüm kederin şiddetini azaltır. Hatta kişisel gelişim kitaplarında dahi böyle zamanlarda 'aynaya bakıp gülümsemek' tavsiye edilir. Demek bu noktada ikiyüzlülük caizdir. Hem de lazımdır. Faydalıdır. Çünkü kederine baktıkça insan kederini büyütür. Meşguliyet kötülüğü besler. Veya Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Merak musibeti ikileştirir." 

Sagopa'nın Avutsun Bahaneler'de söylediği güzel bir mısra var: "Kafan seni dağıtmadan sen onu dağıt!" Küçük bir kelime oyunundan ibaret görmeyelim. Sahiden de bu 'kafa dağıtma' mevzuu dilimize-kültürümüze yerlermiş bir bilgelik içeriyor. Bir kaçış öğütlüyor. Vesvese ile ilgili sıkıntılarda dahi mürşidlerimizden öğrendiğimiz 'onlarla meşgul olmamak' noktasında temerküz. Yani, nasıl oluyorsa oluyor, endişemiz zararımızı çoğaltıyor. Tıpkı 21. Söz'ün 2. Makamı olan Vesvese bahsinde anlatıldığı gibi: "Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır." Yani böylesi durumlarda da günahsız bir gaflet, bir yüz çeviriş, bir ikiyüzlülük caiz olabilir. An şart ki: Gafletin arandığı yer haramla meşguliyet olmasın.

Üçüncü bir husus: Nefsimize karşı ikiyüzlülük. Evet. Eğer nefs-i emmare sahibiysek, ki herhalde çoğumuz öyleyiz, o kem nefse karşı ikiyüzlülük etmekten çekinmemeliyiz. Kur'an-ı Hakîmimiz bize Yusuf aleyhisselamın dilinden şu hakikati öğretiyor: "Nefis her zaman kötülüğe emreder..." Bu noktada biz nefsimize karşı ikiyüzlü olmakta tereddüt etmemeliyiz. Nasıl olacak bu? Belki şöyle: Yani bizden bir parça olması herşeyini sahiplendiğimiz-benimsediğimiz manasına gelmemelidir. Biz içimizdeki kötülüğe karşı ikiyüzlü olarak ancak dışımızda daha iyi birisi olabiliriz. İçimizde hırsızlık arzusu olabilir. Hased olabilir. Kin olabilir. Kıskançlık olabilir. Her çeşit deniyete arzu bulunabilir. Lakin biz bu arzuyu 'imtihan' bilerek karanlık yüzümüze atarız. Kaçarız. Şerrinin teşhisinde bulunarak aydınlık yüzümüzle Rabbimize sığınırız. Nefsimizi temize çıkarmayız. Kötülüklerine meşruiyet aramayız. Yüzümüzün tamamını yıkamayız. Benimsemeyiz. Sahiplenmeyiz. Savunmayız. "Bu da insaniyettendir!" demeyiz. Böylelikle kötülüğümüzü zayıflata zayıflata giderek aydınlık yanımızı besleriz. Onu büyütür-yaşatırız. İnşaallah. İşte bana bu noktada da ikiyüzlülük caizdir gibi gelir. Elbette en doğrusu her zaman Allah bilir.

es-Settâr ism-i şerifinin bir hikmetinin de bu aynada parıldadığından bahsetmiştim. Bitirmeden biraz daha arzedeyim. Bu isim bize, gölgesinde kalırsak, azaltabileceğimiz kötülüklerden bahsediyor. Tesettür bir kadını-erkeği nasıl kötülüklerden koruyorsa muhataplarını da öyle kötülüklerden koruyor. Günahlarından utanma-sıkılma bireyi şerrinin büyümesinden-genişlemesinden nasıl koruyorsa meşruiyet kazanmasından-normalleşmesinden de öyle toplumu koruyor. Dinimizde buna mümasil birçok emir-tavsiye bulunmakta. Bunlarla bir tür koruyucu hekimlik yapılmakta. Elhamdülillah. Sayılarınca elhamdülillah. Demek doğru bir şekilde örtülen şeylerde azalma gerçekleşiyor. Yanlış bir şekilde açılan şeylerde kötülük büyüyor. Cenab-ı Hakkın hayâ emrettiği her noktada bu azaltışın sırrı az-çok görünüyor. Rahman u Rahim cümlemize sırlarını görüp yaşayabilmeyi nasip eylesin. Âmin.

Wednesday, October 28, 2020

Ya Muhakemat geleneği savunuyorsa?

"Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. (...) Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler." Şualar'dan.

Birkaç satırcık da olsa şu meseleye değineyim: Bir kısım neo-nurcular Muhakemat'ın 'gelenek eleştirisi' olduğunu söylüyorlar. Bunu söylerken de sapla samanı birbirinden ayıramama arızası yaşıyorlar. Yani, neredeyse reformist/modernist taife kadar bir aymazlıkla, Ehl-i Sünnet'te asıldan-fürûa varolagelen(!) sorunların Bediüzzamanca dillendirildiğini ifade ediyorlar. Hâşâ. Hiç. Hiç böyle değil. Tamam. Muhakemat hakikaten 'tefsir mukaddimesi' olarak müellifinin ilmî yaklaşımını içerir. Mukaddimeler zaten böyle bir geleneğin parçasıdırlar. Onları yazmakla müfessirler, yapacakları tefsirde nasıl bir yol izleyeceklerini, hangi hassasiyetleri gözeteceklerini belirtmiş olurlar. Yani bir nevi hesap verirler. Elbette metinde bir parça tenkid de vardır. Fakat, işte hata da burada başlıyor, bu tenkid nereye yapılmaktadır?

Cevaptan önce hata sahiplerini iki zümreye ayırdığımın altını çizeyim: 1) Bediüzzaman'a sevgilerinden dolayı sapanlar. Evet. Müellifin de bir yerde dediği gibi: "Mübalağa ihtilalcidir!" Muhabbetlerindeki ifrattan dolayı onu yere-göğe sığdıramayanlar, gün geliyor ki, Ehl-i Sünnet'in içine de sığdıramıyorlar. Her tanımı dar buluyorlar. Aidiyetleri zûl sanıyorlar. Sanki daha yukarısını bulabileceklermiş gibi havaya kaldırıyorlar. Elbette Bediüzzaman onların keyfine göre oraya-buraya gidecek değildir. Eserlerinde Ehl-i Sünnet kimliğini gayet açık bir şekilde, hem de mükerreren, belirtmiştir. Lakin, ne yaparsınız ki, muhabbetin de gözü kördür.

Bu kısma bir parça şefkatle bakabiliriz. Nihayetinde niyetleri kötü değil. Hem mevzuyu açıkladığınızda uyanmaları da kolaydır. Zira saptıkları ifratın özünde Ehl-i Sünnet'in bu ümmet için neyi ifade ettiğini bilmemek vardır. Anlayınca aşırılıklarından vazgeçmeleri, yine mürşidlerine duydukları muhabbet hakkı-hatırı için, umulur. İnşaallah. Âmin. Ancak şu ikincilerin arızası daha büyük sıkıntılar içeriyor. Çünkü onlar esasında nurcu değiller. Yok. Böyle söyleyince olmadı. Onlar aslında hem nurcular hem değiller. Nurcular, çünkü eserleri çok okuyorlar, hem de üzerine tefekkür ediyorlar. Değiller, çünkü eserleri müellifin yürüdüğü yol üzere değil, Umberto Eco'nun tabiriyle 'aşırı yorum'lar için istimal ediyorlar. Yani denilebilir ki: Düpedüz metinleri kullanıyorlar. Çoğu zaman zaten vardıkları kanaatleri onda arıyorlar.

Bediüzzaman'ı ait olduğu Ehl-i Sünnet çizgisinden bir kere kopardıkları için metinlerin, özellikle de bir derece muğlak metinlerin, ne anlama gelebileceğinde büyük bir karmaşaya kavuşuyorlar. Kavuşuyorlar çünkü arzuluyorlar. Çünkü karmaşa onlara 'yorumlama' açısından büyük bir özgürlük alanı sağlıyor. (Müteşabih ayetler hakkında düşülen hatanın bir benzerini Risale metinlerine taşımalarına elveriyor.) Hassaten Eski Said dönemi teliflerinin içinden acayip çıkarımlara varılıyor. Muhakemat ise sürecin en mağdurlarından birisi oluyor. Çünkü bu zümre ondaki tenkidi de doğru okuyamıyor. İşine yarayacağını düşündüğü her noktaya teşmil ediyor. Mesela, yazımıza başlarken andığımız gibi, "Bütün bir Ehl-i Sünnet eleştirisidir!" diyor.

Bu zümreden rastladıklarımla ettiğim müzakerelerde-münazaralarda şunu gördüm: Bunların birçoğunun 'metne bizzat kendileri giderek' oluşturdukları bir görüş yok. Ya? Bir abileri var. Nasıl desem? Bir okuma önderleri var. Kanaat önderi gibi birşey. Bu abinin/önderin eşliğinde yaptıkları okumalarda 'metinlerin nasıl anlaşılması gerektiğini' de ders almışlar. Bizatihi metne "Bunu ne kadar söylüyorsun?" diye sormamışlar. Sınamamışlar. Çoğunun böyle bir merakı da yok zaten. Abur-cubur tefekkürü seviyorlar. Bu abilerin okuma şekli 'siyasî' veya 'itikadî' veyahut 'amelî' temayülleri doğruladığı için onunla yeterli tatmini yaşıyorlar. Hatta başkalarının hiç anlamadığı şekillerde anladıkları için elitik bir kibr u sekr hali de hasıl oluyor. 

Örnekle açmaya çalışayım. Sözgelimi: Muhakemat'ın Ehl-i Sünnet eleştirisi olduğunu söyleyenlerden birisine soruyorum: Bana Bediüzzaman'ın "Sünnî usûlünde bu şöyledir. Fakat aslında böyle olması gerekir. Ben böyle düşünüyorum..." tarzı hüküm belirttiği bir yeri/metni nakledebilir misin? Elbette buna cevapları yok. Varsa da işin ucu hep kendi yorumlarına çıkıyor. Metnin aslı böyle anlaşılmayı zaruri kılmıyor. Hatta birkaçına Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet'e muhalefet ettiğini sandıkları yerlerin esasında usûlün savunusu olduğunu gösterdiğimde afalladılar. Zaten öyledir. Muhakemat Bediüzzaman'ın Ehl-i Sünnet usûlünü savunusudur. Hakikate yaklaşımında, belagata yaklaşımında, akideye yaklaşımında Ehl-i Sünnet mizanlarını parlatarak ulema içinde bu mizanların hakkını veremeyenlere yaptığı ikazâttır.

Yani Bediüzzaman orada "Aman Ehl-i Sünnet usûlünden sapmayalım!" derken bunlar "Bak, gördün mü, nasıl da Ehl-i Sünnet'in sapmalarını söylüyor!" diye anlamaktadırlar. Onu neredeyse reformistler-modernistler sınıfına sokmaktadırlar. Hâşâ. Hiç. Hiç böyle değil. Bunların bu sözleri cahilliklerinden ileri gelmektedir. Ancak cahilliklerini kabullenmeyen cahiller olduklarından tehlikelidirler. Fanuslarından hiç çıkmayanlar için Risale-i Nur'la yanlış bir muhatabiyetin müsebbibi olmaktadırlar. Arızalı insanlar doğurmaktadırlar. Misaller aktararak uzatmak istemiyorum. Birazcık araştırmayla söyleyeceğimden fazlası bulunabilir.

Risale-i Nur adına değil, çünkü onların kemali kendilerindendir, fakat nurcular adına en büyük endişem budur: Metinlerle talipler arasına Ehl-i Sünnet kodları sağlam olmayan bazı abilerin/önderlerin yorumlarının girmesidir. Ve bu yorumların metne muhatabiyetleri köreltmesidir. Kardeşlerime tavsiyem: Risale-i Nur'u Ehl-i Sünnet'ten ötede anlamlandırmak isteyenlerden kaçsınlar. Ve böyle aşırı yorumlar işittiklerinde istimal edilen metni karşılarına alıp kendileri berrak bir zihinle sınasınlar: "Sen gerçekten bunu söylüyor musun?" Ben çok defa sordum. Neredeyse tamamında taşımayı hiç arzu etmedikleri anlamlar yüklenildiğini farkettim. Ne diyelim: Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

Monday, October 19, 2020

Kalbinin de bir kuantumu var

"Cenab-ı Hakkın bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî nev'inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne gizli bereketi izhar etmek kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum." Mektubat'tan... 

Kuantum fiziği ileride yanlışlanır-yanlışlanmaz, birşey diyemem, fakat bize bir bakış açısı öğretti: Madde latifleştikçe üzerindeki etkimiz artıyor. Çift yarık deneyini hatırlayalım. Gözlemcinin şahitliğiyle taneciklerin davranışı nasıl da değişiyordu. Bu durumun bir açıdan tasavvufun varlık hikmetine de ışık tuttuğunu düşünüyorum. 

Evet. Maddeden manaya doğru gidildikçe varlığın yasaları da değişiyor. İçimizin düsturları dışımızla bir değil. Fıkh-ı bâtına yönelik ihtiyaçlar da buradan doğuyor. Ne demek bu? Açalım: Fıkh-ı zâhirde yerine getirilmiş bir namazın fıkh-ı bâtındaki şartları tamamlanmamış olabiliyor. Mesela: "Görsünler!" diye yapılan ibadetlerin zâhirdeki isabeti içindeki yaraları onaramıyor. İhlassız herşey isabetsiz. Kalbin pusulası rıza-i ilahîden kaydı mı, saat doğruyu gösterse de, kendisi istifade edemez. Bizim bu nedenle içimizin yasasını öğrenmeye ihtiyacımız var. Çoğu tecrübeyle ilgili bu yolda mürşidlere muhtaçlığımız var. Dergâhın kapısı tam buradan açılıyor. Yani dışımızdan içimize.

'Fıkh-ı ekber' denilen akidemiz/imanımız ancak zâhir-bâtın dengesinin korunmasıyla hakkı verilen bir kemal. Allah 'bir' dedin, elhamdülillah ve de maşaallah, iman ettin. Muştu olsun. Peki bu 'bir'in sıddıkiyetine nasıl ulaşacaksın? 1) Bir'se zâhirini o bir'den gelen vahye göre şekillendireceksin. Kur'an'a ve sünnete emredilen-nehyedilen şeylere uyacaksın. Yani dışın itibariyle ikiliklerden/şirkten boşanacaksın. 

2) İçini de vahye göre boyayacaksın. Amellerin şekil itibariyle ikincilerin/şirklerin etkisinden kurtarıldığı gibi beğenisinden de kurtarılacak. Onlar sebep olamadıkları gibi sonuç da olamayacak. Tohum onlardan alınmadığı gibi meyve de onlara verilmeyecek. Ne 'başkasının dediği şekilde' ne de 'başkası için' olacak. Ne demek bu? Yani şu demek: 'Başkasının dediği şekilde' olmadı, fakat 'başkası için' oldu, zarardasın. 'Başkası için' olmadı, ama 'başkasının dediği şekilde' oldu, yine zarardasın. Tasavvufla fıkhın ilişkisi tam bu noktada kemalin vesilesidir. Tasavvuf 'başkası için' olmasını engeller. Fıkıh 'başkasının dediği şekilde' olmasını... İmam-ı Malik rahimehullaha atfedilen "Kim ki fakih olur da mutasavvıf olmazsa fasık olur. Kim ki mutasavvıf olur da fakih olmazsa zındık olur. Kim de her ikisini birleştirirse muhakkik olur..." hakikati buradan anlaşılır.

Risale-i Nur'u okurken içimin yasasına dair birçok şeye gözüm açılıyor. Mesela: İhlas Risaleleri kalbimi tartmakta çok yardımcı oluyor. Gerçi dökülüyorum. Ama olsun. Buranın padişahlığı dilenciliktedir. Dışarıda 'Var!' denildikçe varoluyorsa bazı şeyler, burada 'Yok!' denildikçe varolması ümit edilir. Kerametler bu nedenle gizlenilir. Hatta onlardan sıkılınır. Çünkü 'Var!' demektedirler. Allah dostları bu yüzden harikalarından sıkılırlar. Ya içleri 'kendilerine' atfederse? Ya cahiller o fiileri 'kendilerinden' bilirlerse? Eyvah. Bu iddia fenafillah arzulayanlar için ne korkutucudur! Fakat 'tahdis-i nimet' aynı endişeye dahil değildir. Çünkü 'tahdis-i nimet'te failin Allah olduğu teşhisi daha açıktır. Bediüzzaman bu nedenle 'kerametlerini' anmaktan şiddetle sakınırken 'ikram' dediği güzellikleri aktarmayı beğenir. Zira bu ikramların yapısı kendisine atfedilmekten aşkın şeylerdir. Çoğunlukla da yaşanan hâdiseye zatından başka birçok kişi dahildir.

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et..." gibi bahislerin söylediği de yine bu eşikten girilince açılır arkadaşım. Niyet ettiğinde, tıpkı çift yarın deneyinde anlatıldığı gibi, içindeki harikanın şahidi olmaya niyetleniyorsun. Şahit olmaya kastettiğin anda harika ölüyor. Tanecik dalga hareketini terkediyor. Âdeta gözlemcinin dikkatine küsüyor. "Bereketim bakmamandadır!" diyor. Çünkü sen şahitliğinde hâlâ arızalısın. Hamsın. Şahit olduklarını sahiplenmeyi seversin.

Bunu hep kötü de görme. Yukarıda mürşidim menfaatine olacak dikkatleri de anlattı. Salihlerin yolundan giderek kusurlarına dikkatini çoğaltabilirsin. Onların dalga dalga çoğalan tesirlerini dikkat-i nazarınla taneciğe çevirebilirsin. Azaltabilirsin. Nitekim İslamî metinlerde bize öğütlenen itiraf/istiğfar ikilisi de ancak böyle bir dikkatle varolabilirler. Demek sivrisinekleri öldürmeden önce bataklığı iyice kurutmak gerek. İnsanın ham yanlarına dikkat-i nazarı da böylesi bir faydaya müncer oluyor. Gördükçe ölüyor bazı şeyler. Ki, hatırlarsın, yine mürşidim bir yerde diyor: "Şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir." Yine diyor: "Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi, şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak; ve mevtte ve hizmette düşünmek." Ve yine diyor: "Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir." Ve yine ekliyor: 

"Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." 

Hepsini alıntılayarak yazıyı uzatmayayım arkadaşım. Bütün bunlar bana hep aynı hakikati nasihat ediyor gibi geliyor: Dikkatimiz de bir tür dua yerine geçiyor. Şikayetçi olarak baktığımızda kemliklerimizi kontrol altında tutmayı başarabiliyoruz. Gözümüzden kaçırdığımızda işler nereye vardı içimizde kestiremez oluyoruz. Yine fazilete dair övünülecek şeyleri görmezden geldikçe azalmaları tehlikesinden korunuyoruz. Sahiplenmiyoruz. Bakmamızla tanecik hareketi yapacakları tekrar el-Hâdî'nin bahşıyla dalgalanmaya bırakıyoruz. Yani, kusurumuza dikkat ede ede "Subhanallah!" dedikçe, hüsnümüzden göz kaçıra kaçıra "Elhamdülillah!" diye hakiki sahibine verdikçe, birincinin 'azalmasını' ikincinin 'çoğalmasını' ümit edebiliyoruz. Fıkh-ı ekberin "Allahu ekber!" bereketine kavuşuyoruz. Elhamdülillah! 

Evet, arkadaşım, "Şükür nimeti ziyadeleştirir!" hâdis-i şerifi de belki bu sırrı kulağımıza fısıldıyor. Nimetin sahipliğini terkedince taneciği dalgaya dönüşüyor. Çünkü taneciğin sahibi artık 'Allah' oluyor. Yani ki biz artık gölge etmeyi bırakıyoruz. Arızamızı (arızî varlığımızı) aradan çıkarıyoruz. Demek bereket en çok şu cürmümüzden sıkılıyor.

Friday, September 4, 2020

Evrim neden mutsuzluğumuzu arttırıyor?

Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın arkadaşım. Bugünlerde 'acz' ve 'fakr' nüansı üzerine şöyle birşey kalbime geldi: 'Acz' eşiğinden bakınca taş insandan daha ileride duruyor. Neden? Çünkü nihayetinde beşerin 'e-bilmek' anlamında zâhirî bir iktidarı var. Duyuyor. Görüyor. Anlıyor. Yürüyor. Ediyor. Taş bunlardan hiçbirisini yapamıyor. Uğrayacağı zararlardan da sakınamıyor. Veya bizim gibi menfaatini kovalayamıyor. Fakat iş 'fakr' tezgâhına düştüğünde biz ondan daha ileriye geçiyoruz. Çünkü ihtiyacı yok gibi birşey. Bizimse birdolu. Neticede acz zemininde kaybetmemizi sağlayan herşey fakr dergâhında dizlerimizin kırılmasına neden oluyor. Taşı acizlikte ileri götüren her kemliği fakr kulvarında onu bizden zengin kılıyor. Bu acayibin acayibi işten benim kafama takılan bazı sorular var.

Lakin onlara gelmeden önce yine mürşidimin metinlerine uğrasak iyi olacak. Çünkü yukarıdaki durumun bazı göstergelerine o da eserlerinde işaret ediyor. Mesela nelerine? 1) Beslenme noktasında insanın pek de sandığı kadar 'ileride' olmadığına... Alıntılayalım: 

"Evet, en parlak bir mucize-i san'at-ı Samedâniye ve bir harika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de Odur. Ondan başkası olmaz. Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). Hem en âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer (çocuklar ve yavrular gibi). Evet, vasıta-i rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için, balıklarla tilkileri, yavrularla canavarları, ağaçlarla hayvanları muvazene etmek kâfidir."

Yani insan bütün iktidar/ihtiyar iddiaları içinde aslında rızık konusunda geri düşmüştür. Herhalde dünya üzerinde başka hiçbir canlı türünün bu kadar çok miktarda ferdi açlık çekmemektedir. Açlık çekmeyenlerin de bu rızkı yukarıda misal verilen canlılara göre ne güçlüklerle elde ettikleri ortadadır. Hayvanları misal vermeyi terkedip yüzümüzü bitkilere dönsek zaten hepten çuvalladığımız bir kulvara gireriz. Onların rızıkları sanki ayaklarına gelir. Aslanın belki günlerce kolladığı avının bin fazlasına ağaç kılını bile kıpırdatmadan ulaşır.

Peki Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği göstergeler sadece bu kadar mıdır? Hayır. Değil. Cık. 2) Bir de herşeyin özünü oluşturan 'mutluluk' meselesi var. Yine alıntılayalım: 

"Eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

Burada da, farkettiğiniz gibi, dikkatimiz 'hayvanlardan üstün olmamızı sağlayan bazı yeteneklerimize' çekiliyor. Mesela: Biz zamanı daha geniş olarak algılayabiliyoruz. Yarını düşünebiliyoruz. Geçmişi tefekkür edebiliyoruz. Bunlar bir açıdan bakarsanız zenginliğimiz. Ancak diğer açıdan baktığınızda bunlarla havyanlardan geri kalıyoruz. Nasıl? Mesela: Mutsuz oluyoruz. Evet. Çok mutsuz oluyoruz. Evladımızı kucağımıza aldığımız andan itibaren, hatta bazen daha da öncesinden, geleceği endişemiz oluyor. Dertleniyoruz. Pişman oluyoruz. Hayatımızın tezadı buradan başlıyor. İrademizle ancak bulunduğumuz âna, o da eğer şuurundaysak veya imkanımız varsa, müdahale edebilirken tasavvurumuzla geniş zamanı kuşatabiliyoruz. Bu çelişkiden dolayı büyük sancılar çekiyoruz. Geriliyoruz. Stresleniyoruz.

Bence, tam da bu eşikte, evrimcilere bazı sorular sormak şart oluyor. Çünkü bu arkadaşlar mevzuyu sadece tek yönden ele alıyorlar. Başlarken ifade etmeye çalıştığım gibi, 'e-bilmek' noktasından bakarak, resmin sadece bir tarafını okuyorlar. Sözde gidişatın hep daha yukarıya olduğunu 'seçici algıyla' bize aktarıyorlar. Halbuki resmin tamamı böyle değil. Bizim hayvanlardan geriye doğru gittiğimiz yönlerimiz de var. İşte yukarıda bahsettik. Bir kere bizden başka hiçbir canlı böylesine bir stresi yaşamıyor. Bu kadar yoksunluk tatmıyor. Ne bileyim: Kutuplar eriyor diye telaş etmiyor. Yiyor. İçiyor. Yatıyor. Keyfine bakıyor. Bizse eylemlerimizle hem etrafımızdaki duvarları yükseltiyoruz hem de bu yükseltiyi solukluyoruz. Sözgelimi: "Yarınki düğünde ne giysem?" diye düşünen hiçbir maymuna rastlanmazken insanda böylesine abidik-gubidik tefekkürlere sıklıkla rastlanıyor. 

İnsanlığın son bir-iki yüzyılını düşünelim. Birçok yeni şeye ulaştık öyle değil mi? Elektrik yaptık. Telefon ürettik. Televizyon seyrettik. Uçak uçurduk. Ancak bütün bu süreçler bizde sadece 'e-bilmek' yönünde artış sağlamadı. Ya? Aynı zamanda ihtiyaçlarımızı da arttırdı. Yani fakrımız da arttı. Artık daha önce olmayan birçok 'keşke'miz var. Rızkından haberdar olmakla edindiğimiz bir dolu yeni açlık var. Ve yine dikkatinizi çekerim: İnsan bu noktada ileriye gittikçe dünyasına da daha fazla zarar veriyor. Hep virüslerle insanları benzetiriz. Matrix filminin de meşhur repliğidir. Fakat virüs dahi kainata bizim kadar külliyetli bir zarar veremez. Sistemi büsbütün bozamaz. Biz buna kadar varabiliyoruz. Yıkım noktasında bu kadar ileriye gitmişken, evrimin iddiasına göre başlangıcımız olan virüsten, daha ileriye gittiğimizi kim söylüyor? Sakın bu bakış resmin sadece bir yanını 'seçtiriyor' olmasın? Yahut da daha geriden soralım: Sakın bu evrim mevzuu bir göz aldanmasından ibaret kalmasın?

Monday, August 31, 2020

İmanın da bir geometrisi var

"Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu." Mahrem Bir Suale Cevap'tan... 

Bugün, eğer becerebilirsem, Bediüzzaman'ın bize çaktırmadan kazandırdığı bir yetenek hakkında konuşmak istiyorum sizlerle. Ama öncesinde bir parça liseye döneceğiz. Yok, güzel anılara değil, geometri derslerine. Sevenlerini ayrı tutuyorum. Herhalde çoğunuzun geometri dersleri şen hatıralarla dolu değildir. Benimse arkadaşlığım fena sayılmazdı. Özellikle benzerlikler konusunda. Hani; Açı-Kenar-Açı, Kenar-Açı-Kenar, Kenar-Kenar-Kenar, Açı-Açı-Açı gibi şekillerde olabilen; iki şeklin arasındaki uyumu yakaladığınız anda 'Hoop!' diye birincideki verilerle ikincide de sonuca ulaşabildiğiniz o sihirli âlem; ben o konuda iyiydim işte. Övünmek gibi olmasın.

Hocalarımız bu tarz problemler hakkında şöyle söylerlerdi: "Şekli doğru açıdan görebilmek çözümün yarısıdır." Hakikaten de onların yanıtlarını ararken sıkça bakış açısı değiştirmenin epey faydasını görürdük. Bazen şeklin çizili olduğu kağıdı ters çevirirdik. Bazen de başımızı yana eğip bakardık. Bütün mevzu saklanmakta olan benzerliğin nazarımıza inkişaf etmesiydi. O inkişaf ettiği anda cevap akmaya başlardı. Gerisi sadece dört işleme kalırdı. Allah vergisi özel bir yetenek dışında bu farkındalığı arttırabilmenin tek yoluysa daha çok soru çözmekti. Çözdüğünüz soru sayısı arttıkça farkındalığınız da açılırdı. Benzerlikler daha hızlı/çok görünürdü.

Buradan şuraya geçeyim: Bazen nur talebesi olmayan arkadaşlarımdan şöyle sualler işitiyorum: "Nur talebeleri neden bu kadar işarî manalarla meşgul oluyor?" Veya sözgelimi, Mehdi ile ilgili şüpheleri cevaplarken, neden önce konuyu 'her zamanda gelen mehdi-misal mürşidlere' kadar götürüp sonra itirazlarla yüzleşiliyor? Neden böylesi dolambaçlı yollar takip ediliyor? Âlem-i Misal'i anlatırken rüyalara, Levh-i Mahfuz'u anlatırken hafızaya, kaderi anlatırken tohumlarda saklı olan kimliğe kadar gitmeye ne gerek var? Bu haberlerin sahihiyeti ortaya konduktan sonra imanları zaten lazım olmuyor mu? Ayrıca dallandırma-budaklandırma niye?

Bu sorunun doğru bir teşhis içerdiğini düşünüyorum. Evet. Bizde böyle bir temayül var. Ama bu özellikle geliştirdiğimiz bir temayül. 'Özellikle' dememe bakmayın. Kasıt bize ait olmayabilir. Belki farkında bile olmadan geliştiriyoruz bu temayülü. Risale-i Nur'u okurken yeşeriyor bu güzel huy. Ha, elbette Kur'an ve sünnet mizanlarına uymayan çıkarımlara cevaz veriyor değilim, onların ifratı kendilerini bağlar. Ancak mürşidimiz bize metinlerinde böyle bir 'görme yeteneği' kazandırmaya çalışıyor. Kesinlikle yapıyor bunu. Hatta sıkça denk geldiğimiz temsillerde bile var böylesi bir bakış açısı eğitimi. Uzun süre Nurlarla meşgul olan birisi bu nedenle işarî manalar konusunda yatkınlık da kazanıyor. Bu yatkınlığın hikmeti ne peki?

Bence birinci hikmeti kainatta varolan geometri. Nesnelerin, olayların veya duyguların birbirleri hakkında öğrettikleri 'olabilirlik' yolları. Hatırlayınız: Başlarken zikrettiğim misalde küçük şekille büyük şekil arasındaki benzerliği farkettiğinizde, o noktadan hareketle, aralarında orantısal denklemler kurabiliyordunuz. Birisinde verilen kenar veya açı değerleri üzerinden ötekinde de sonuca ulaşabiliyordunuz. İşte böylesi benzerlikler kainatın her tarafına serpiştirilmiş olarak var. Edebiyatta 'benzetme' dediğimiz şey bu farkındalıktan besleniyor. Empati de bunun insandaki karşılığı gibi. Ve yine bu yüzden Kur'an-ı Hakîm baharı haşre misal olarak öğretiyor: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O herşeye hakkıyla kadirdir." Yani gayba iman asla meçhule iman değil İslam'da. Hayır. Öyle değildir. Bizim gayba imanımız nümunelerini dünyada gördüğümüz şeylerden çıkarımlarımızdır. Bin parmağın gösterdiği güneştir.

Bediüzzaman'ın eserlerinde bu yönteme sıklıkla başvurmasının ve talebelerine de bu gözle bakma yeteneği kazandırmasının ikinci bir hikmetinin de ahirzamanın tabiatında gizli olduğunu düşünüyorum. Bu zamanın fitnesi insanların 'tek gözlü'leşmesinden çıkıyor. O kadar dünyaya hasr-ı nazar etmekteler ki gaybdan bahsettiğiniz zaman masal işitmiş gibi tepki veriyorlar. Hal böyle olunca, iman hakikatlerini anlatabilmek de, bir ölçüde soyutu somutta göstermekle mümkün olabiliyor. İşte, işarî manalara temayülümüz, enfüsten-âfaka veya dışımızdan-içimize birçok bağı görebilmemizi-kurabilmemizi, gaybî şeylere somutluk âleminde misaller gösterebilmemizi, 'olabilirlikleri' farkettirmemizi; böylece daha mukni olabilmemizi netice veriyor. Yani bu düşkünlük biraz da ihtiyaçtan doğuyor. Sırr-ı temsil dürbünü bu işe yarıyor.

Bir üçüncü hikmetin de 'huzur-u daimî' diye tabir edilen makamda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman'ın hem Vahdetü'l-Vücud hem de Vahdetü'ş-Şuhud meslekleri ile kendi mesleği arasına koyduğu nüans bu tezimi bir parça destekliyor. Yani, ilgili metinleri okuyanlar bilirler, Risale-i Nur mesleği varlığı unutmayı amaçlamıyor. Eşyanın her detayıyla Onu gösterdiği bir marifetullah zeminini hedefliyor. Bunun da ister istemez herşeyin Allah'a işaret eder hale gelmesiyle irtibatı olacaktır. İşarî manalara dönük bir refleks sahibi olmazsanız herşey Ona işaret ediyor hale gelemez. Yaş ve kuru herşeyi barındıran Furkan'ın ayetlerinin her yerde kendisini okutturması yine böyle bir göğüs genişliğine sahip olmakla ilgili gibi. Allahu'l-a'lem kaydıyla diyelim.

Metinler alıntılayarak yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum. Eğer arzedebilmişsem zaten sizler nümunelerini kendi okumalarınızda/hayatınızda bulacaksınız. Becerememişsem misaller vererek de bu düğümü çözemem. Yalnız şu kadarını alıntılayayım da, Bediüzzaman'ın, küçücük bir kalpten nasıl ta cennete-cehenneme benzerlikler kurabildiğini hayretle seyredelim: "İman mânevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi mânevî bir cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür Cehennemin bir çekirdeğidir. Öyle de, Cehennem, onun bir meyvesidir."

Thursday, April 30, 2020

Ayna güneşi incitmesin

"Melikin atiyyelerini ancak matıyyeleri taşır." İmam-ı Rabbanî (r.a.), Mektubat'tan.

Size de böyle olmuş mudur bilmem: Namaza başladığım ilk dönemlerde kendimle şu 'al-ver'i çok yaşardım: "Şu hayatına bak, amellerine bak, arkadaşlıklarına bak. Şu boş sohbetlerine, kemliklerine, serseriliklerine bak. Şu, şu, şu... Bak, bak, bak..." En nihayet bu 'al-ver'ler sonunda kendimi 'namaz kılmaya layık olmaktan' öyle uzak görürdüm ki seccadeyi bırakırdım. Derdim: "Namaz kılmak için onu kılmaya layık bir hayat yaşamak lazım. Sende böyle bir hayat yok. Kusurun bini bir para. O halde beynamazlığa devam."

Elbette bugünden bakınca yaşadığımın bir 'şeytan hilesi' olduğunu farkediyorum. (Elhamdülillah.) Çünkü buna ayılabiliyorum: Allah'a ibadet etmek, benim ibadet etmeye layık olmamla değil, Onun ibadet edilmeye layık olmasıyla ilgilidir. Allah Allah'tır. Ve dahi Rahman'dır, Rahim'dir, Kerim'dir, Rabbü'l-Âlemîn'dir. Tabii ki koşulsuz ibadete layık olandır. Şükrüm Rabliğinin hakkıdır. Hukukullahtır. Ben ister öyle olayım, ister böyle, ister daha başka bir şekilde, bu beni ibadet etme ihtiyacımdan/borcumdan kurtarmaz. Çünkü Allah'ın Allahlığı değişmez. İltifatın sahibi ister bülbül olsun, ister karga, ister çekirge, gülün iltifatı haketmesi önemlidir. Gülün güzelliği gül yüzünde durdukça iltifatı da sesten sese bürünüp ona ulaşır. Ulaşmalıdır. Sesin çirkinliği gülün haketmişliğine zarar vermez. Kıbleyi göstermek parmağı kıble etmez.

Buradan şuraya geçeyim: Bediüzzaman'ın kendisini 'üç şahsiyete' bölmesi hakkında daha evvel de yazmıştım. (Tekrara düşersem affedin.) Bu defa şu dersin başka bir yanını (daha kendime bakar bir yanını) yazmayı deneyeceğim: Efendim, şöyle-böyle İslamî konularda konuşmayı-yazmayı bir vazife olarak edinen herkesin, eğer haddini bilen birisiyse, şöyle bir vesveseye düştüğü olur: Bir yanına kirli hayatını koyar. Diğer yanına hakkında kelam edeceği hakikatlerin pir u pâklığını yerleştirir. Ve kara kara düşünmeye başlar: "Benim haddim mi bunlar hakkında söz söylemek? Ben kim? Bunları öğütlemek kim?" Bu elbetteki güzel bir tereddüttür. İçeride herdaim de muhafazası lazımdır. Maşaallah. Zaten bu endişe diri kalırsa ancak 'ihlas' diye birşeyin daha derinlerde varolduğu ümit edilebilir. Eğer bir insan kendisine kaldığında böyle ızdıraplar yaşamıyorsa, hem metinlerinde hem gündelik yaşamında, istikametten sapmaya daha yatkın olur. Böyle düşünürüm. Tecrübelerimi de hep bunu doğrular gördüm doğrusu.

Fakat bu endişenin ölçüsünü kaçırması da bir tür vartadır. Evet. Vartadır. Çünkü zaman ahirzamandır. Ahirzamanda herkesin eteğindeki hakikat taşını, elbette Ehl-i Sünnet cadde-i kübrası içinde kalmaya özen göstererek, ortaya dökmesi gerekmektedir. Bu devir gayret devridir. Eğer mezkûr endişeler gibi şeylerle cümle istidat sahipleri geri dururlarsa bayrak yere düşer. Şerr-i cüzîden kaçılırken şerr-i kesir işlenilir. İşte mürşidimin 'üç şahsiyeti' bu noktada bana çok kurtarıcı gelmiştir. Hem 'tahdis-i nimet' dengesini bu alana taşımanın bir yolu gibi görünmüştür. Fakat önce üzerine konuştuğumuz metinden bir parça alıntı yapalım:

"Bir insanın müteaddit şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. (...) İşte bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur'ân'a ait, bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor."

İşte bence mezkûr vesveseden kurtulmanın yolu Bediüzzaman'ın yukarıdaki 'üç şahsiyet' formülasyonunda var. Biz, hasbelkader (hesabü'l-kader) bu görevin omuzumuza kalmasıyla, bir yerde/zamanda Kur'an hakikatlerini anlatmak zorunda kalabiliriz. Ve, evet, hayatımızın bize bakan tarafı böyle mübarek emanetleri taşıyabilecek gibi durmayabilir. Hadsizlik yapmak cidden gözümüzü korkutabilir. Lakin eğer kendimizi şahsiyetlere bölersek, yani Kur'an hizmetindeki mesaimizle ferdî hayatımızı birbirinden ayırabilirsek, şöyle bir umut ışığı ortaya çıkar:

Bizim kusurlarımız, onları sahiplenip pişmanlığını yüreğimizde taşıdığımız müddetçe, dilimizden dökülenleri kirletmez. Çünkü üzerimizden ifade edilen hakikatleri sahiplenmeyiz. Tenzih ederiz. Kusur bizde kemal Onda kalır. Aynanın çatlağı yansıttığının yüzeyini de çatlatmaz. Ayna, sadece bir ayna olduğunu itiraf ettiği sürece, yansıttığına zarar vermez. Ona zarar vermediği gibi kendisi de zarar görmez. Haddinden fazla iddialarla şımarıklık etmez. Güneşi yansıtan çizikli ayna "Ben güneşim!" dese de hadsizliktir, "Çizik onundur!" dese de.

Şunu unutmayalım: Allah anılmaya layık olandır. İslam öğretilmeye en yakışan şeydir. Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi dünya hayatının şeker u balıdır. Tırnağımızın kirine bakıp gül dağıtmayı bırakmamalıyız. Hem kimbilir? Belki o gülün hürmetine sahibi bize de rayihasından sürer. Bize de pâklığını edindirir. İnşaallah. Yalnız şuna pek dikkat etmeliyiz: O gülü taşımak gül olmak anlamına gelmez. Oradan ne sahiplensek hata ederiz. Farkı korumalıyız.

Hitabetiniz çok iyi olabilir. Kaleminiz pekçe tesir edebilir. Fakat ne biliyorsunuz? Bunlar istidraç da sayılabilir. Karun'un ilmi ona cehennemin derinliğinden daha fazla ne kazandırdı? O halde taşıdıklarımızın zararlarından korunmanın yolu onlardan kendimize kemal gömleği biçmemekte. Biçersek şahsiyetler karışmaya başlar. Gülü taşıyan merkep kokuyu kendinden bilmeye başlar. Halbuki merkep merkeptir. Semerinde gül her gören herkes de bunu bilir. Eşek kokuyu sahiplenmekle ancak nefsine muğalata eder. Başka hiçkimseyi de aldatamaz. Bediüzzaman'ın 'üç şahsiyeti' bu anlamda da bize bir yol gösteriyor. Aynayı-yansıttığını birbirinden ayırmamızı öğütlüyor. Eh, evet, hitama geldik. Yine ayrılıyoruz. Son olarak şunu da hatırlatayım sana: Yazdıklarımı "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla hatırında tut arkadaşım.

Friday, April 10, 2020

Bitlisli Said Nursî'den Bitlisli Fuat Sezgin'e: İslam bilimin neresinde?

"İnsafsızca, aldatıcı cerbeze ile muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir." İlk Dönem Eserleri'nden.

Mürşidim, ta Lemeat'ını telif ettiği Eski Said döneminden beri, şöyle bir iddianın sahibidir: "Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesire. Lâkin onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez." Yeni Said döneminde ise bu görüşünün 'medeniyette vardır mehasin-i kesire' kısmında değişiklik yapar: "Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semâvî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi." Kastamonu Lahikası'nda yeralan bu cevabın sorusu da tam bir ayraç gibidir: "Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan mim'siz diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?"

Ancak tesbitin diğer kısmında hiçbir değişiklik yoktur. Yani, Bediüzzaman, Batı 'deniyeti' (me'siz) dediğimiz şeyin 'mehasin/güzellikler' kısmında, bütün insanlık tarihi, özelde de İslam tarihi adına hak iddia etmektedir. Ondaki gelişmelerin 'umumun malı' olduğunu düşünmektedir. İşte, geçtiğimiz aylarda okuduğum bir kitap vesilesiyle, bir güzel insanın daha bütün hayatını 'bu cümlenin altını doldurmakla' geçirdiğini öğrenmiş oldum. Evet. Sanki onun hayatı/çalışmaları tastamam şu tesbitin bir şerhi idi. Ürettiği eserler/müzelerle insanlığa tastamam bunu anlatmaya çalışıyordu. Elhamdülillah. Bu kadar medihten sonra ismini verelim artık. O kişi merhum Fuat Sezgin Hoca'dır. O eser de Sefer Turan'la söyleşilerinden oluşan Bilim Tarihi Sohbetleri'dir.

Kitabın girişinde mezkûr 'bakış açısı değişikliği'nin müslümanları nasıl bir vartadan kurtaracağını şöyle izah ediyor Turan: "Fuat Sezgin Hoca, çalışmalarını sürdürürken, İslam âlemindeki okullarda 'İslam bilim tarihi' hakkında olumsuz ve önyargılı bilgilerin kaldırılmasının ve yerine doğru bilgilerin konulmasının gerekli olduğunu vurguladı. Böylelikle dünyaya bakış açımızın değişeceğinin farkındaydı aslında. Zira her türlü tecrübe zorlu olarak perspektifle ilgilidir."

Kitabın ilerleyen kısımlarında bunu bizzat Sezgin Hoca'nın dilinden de okuyoruz: "İlk önce hocalara seslenmek istiyorum. Talebelerini aşağılık duygusundan kurtarmaya çalışsınlar. Türk milletini aşağılık duygusu bir kanser gibi kemiriyor. (...) Müze kurmaya çalışıyoruz. Bu kanserin tedavisine oradan başlayacağız inşaallah." Sefer Bey'in izah istemesi üzerine de şunları ekliyor hoca: "17. yüzyılın başlarından itibaren müslümanlar bakıyorlar ki Avrupalılar teknolojide bizden ileri. Mesela: Avrupalıların ellerindeki topu görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Pusulayı görüyorlar ama bizden aldıklarını bilmiyorlar. Bunları gördükçe aşağılık duygusu gelişiyor."

Kendi okullarımızda bilim tarihimize dair aktarılan yanlış bilgilere de şöyle misal veriyor: "Süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O derste bize diyordu ki: 'Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar!' Bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Hellmut Ritter'in sayesinde etütlere girdim. Gerçekleri gördüm. Frankfurt'taki çalışmalarımdan sonra baktım ki: Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler. Yine Birûnî dört mevsimin süresini tutuyor. Diferansiyel matematikle çözüyor. Bu bilgilerle hoca hanımın söylediği laf arasındaki farkı daima düşünüyorum."

Peki tarihte aslında yaşanan nedir? Bilim tarihine bakıldığında 'doğru görüş' nasıl şekillenmelidir? Buna dair düşüncelerini de şöyle aktarıyor hoca: "Alman bir âlim arkadaşım vardı. Matthias Schramm diye bir dâhi. İbnü'l-Heysem'in Fiziğe Götüren Yolu diye bir kitap yazdı. (Bende olduğu gibi) onda da bu fikir vardı: 'Bilimler Tarihi insanların müşterek mirasıdır' diye. Ben buna inanıyorum. Bilimler sıçramalar yapmıyor. Esasında yavaş yavaş tekamül ediyor. Bir Fransız âlimi de söylüyor: 'İnsanlar keşfetmiyor, insanlar geliştiriyor.' Bugün biz, 21. yüzyılın başında bütün insanlığın geliştirdiği bu bilimler manzumesinde, maalesef Müslümanların 800 yıllık sıradışı keşiflerinin Bilimler Tarihi'ndeki yerini bulamıyoruz. İşte Almanya'da Bilimler Tarihi profesörü olma mesuliyetini üzerime aldığım günden itibaren, bende bir hasret, bir yanılgı hissi olarak, bu sorumluluk duygusu gelişti. 'Bunu nasıl değiştirebiliriz?' Ona gayret ediyorum."

"Ben şu neticeye vardım: Müslümanlar M.S. 7. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan, Hintlilerden aldılar. Müslümanların bir meziyeti vardı. Bilimi alırken Hıristiyan olsun, Yahudi olsun, ne olursa olsun insanları hoca olarak kabul ettiler. Müslümanlar onlardan süratli bir şekilde öğrendi. İki yüzyıl sonra müslümanlar bu ilk merhaleyi, yani başkalarından almayı geride bırakarak sıradışı eser ortaya koymaya başladı. Hatta Müslümanlar onlardan bilgiyi alırken, hocalarının faziletlerini hiçbir zaman unutmadılar, onu söyleyeyim. Müslümanlar evvela orijinal eserler ortaya koymaya başladılar. Bu süreç 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren, 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar, ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri geliştirdiler ve ilerde kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar. Ondan sonra İlimler Tarihinde önderliklerini yavaş yavaş kaybettiler. 'Bugün Avrupa'daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir' diye tanımlıyorum."

Kitapta hayretten damağınızı şaklatacak buna benzer birçok bilgi var. Birkaç cümlecikle hızlı geçişler yapayım: "Meteoroloji tarihini yazarken gördüm ki: Avrupa'nın 18.-19. yüzyılda vardıkları neticelere müslümanlar 9. yüzyılda varmışlar. Mesela: 'Rüzgar nasıl ortaya çıkar? Med ve cezir nasıl olur? Dolu nasıl oluşur?' gibi meteorolojik meseleleri müslümanlar 9. yüzyılda biliyorlardı." Yine başka bir bölümde: "Birûnî 27 yaşındayken 18 yaşındaki İbn-i Sina'yla yazılı bir münakaşaya giriyor. Konu nedir biliyor musunuz? 'Işığın sürati ölçüsüz müdür, yani namütenahi midir, yoksa ölçülebilir mi? Yani zamanla ölçülebilir mi?' Ne müthiş birşey değil mi!" Ve yine başka bir bölümde: "Mesela: Galen'in kendi adıyla göze dair bir kitabı vardı Avrupa'da. 1928 senesine kadar bu kitap onun zannedilirdi. Julius Hirschberg adlı yahudi kökenli bir alman bilgini bunun Huneny b. İshak'ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirschberg, İslam'daki göz tıbbının, daha 10. yüzyılda Avrupa'daki 18. yüzyıl düzeyinde olduğunu göstermişti."

Yazıyı uzatmak istemediğim için daha fazla alıntı yapmıyorum. En güzeli kitabı edinip bizzat okumanız. Belki o zaman, Bitlisli Fuat Sezgin'in, yine Bitlisli Said Nursî'nin 1900'lerin başında beyan ettiği şeyin altını nasıl bir ömürle, birçok eserle, müze çalışmasıyla, makaleyle doldurduğunu şaşkınlıkla/takdirle göreceksiniz. Ve Bediüzzaman'ın böyle bir noktada durmasının hikmetini de anlayacaksınız. Evet, güzel insanlar, kafayla-kalple-fikirle tastamam bu toprakların evlatları olarak, dayatılan yalanlara/ezberlere direndiler. Gelecek nesillerin 'algı-gayret yönetici illüzyonlar' karşısında özgüvenlerini yitirmemesi için bunları yaptılar. Şimdi bize düşen de aynı izzeti kuşanıp tekrar ayağa kalmak. Tıpkı Münazarat'ın bağırdığı gibi dünyanın yüzüne bağırmak: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"

Wednesday, April 1, 2020

Hz. Muaviye'ye 'radyallahu anh' denilmez mi? (5)

Elhamdülillah. Serinin ilk yazısına gelen yorumlara cevap vermeye devam ediyoruz. Rabbimizin izn u inayetiyle bir süre daha bunu yapmaya devam edeceğiz. Salihlerin anıldığı yere nur iner. Biz de nurcu olduğumuzdan nurun her türlüsünü severiz. Belki bu yazılar o 'peygamber yıldızlarının' gönlünü bize karşı hoşnut eder de umulmadık ikramlara nail oluruz. Âmin. Önceki birkaç yazı boyunca Halil Bey'in paylaştığı metni/itirazı etüt etmiştik. Mezkûr metnin anlattığı şeyin 'nasıl anlaşılması gerektiğine' dair analizlerde bulunmuştuk. Evet. Orası 'aşk-ı demokrasiyi' veya 'Ehl-i Beyt muhabbetini' Muaviye radyallahu anh düşmanlığına çevirenler açısından kritik bir öneme sahip olduğundan üzerinde fazlaca eğleştik. Şimdi diğer suallere daha hızlı cevap vermeye çalışacağız. Tevfik Allah'tandır.

'Mehmet Mehmet' rumuzuyla yazan (herhalde) Mehmet Bey soruyor: "ahmet bey saltanat, yani güç ve iktidarı bırakmamak, hz alinin sırf lillah için olan davası gibi değil, hem ustat başka yerde sanırım fetih suresini tefsir ederken 'sahabelerde mühim kusur olacağını... bu yüzden mağfiret geçiyor...' yani sahabelerde kusur varda nurcularda olamazmı??? yani kişileri kusursuz sorgusuz sualsiz itaat doğru değildir, akıl, muhakeme, ve irademizi herhalukarda kullanmak zorundayız, yoksa uysal bir koyundan farkımız kalmaz, ve kullanılmaya müsait kişi ve kitleleer oluruz, iyiniyet masumluk bizi kurtarmaz, Cenabu Allah akıl, irade.... vs. verdiği maddi manevi duyguların hakkını vermemizi istiyor, uyanık olmamızı istiyor, çok iyi niyetli karıncaya zarar vermez ama kandırılıyoruz, e cezamızı cekeceğiz, sen neden uyanık olmadın, aklını iradeni cesaretini neden kullanmadın diye bizden hesap sorulur, hiristiyanlar yapamayız."

Parça parça cevap vermeye çalışalım: Serinin daha evvelki yazılarında da dikkat çektiğim üzere, Muaviye radyallahu anhın Hz. Ali radyallahu anha karşı çıkışı bidayette tıpkı Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir radyallahu anhüm ecmain isyanları gibi 'Hz. Osman radyallahu anhın katillerinin açığa çıkarılması' meselesiyle ilgilidir. Sıffin Savaşı'nın nihayetine kadar Hz. Muaviye'nin 'hilafet' iddiası yoktur. Eylemini yanlış bulmakla birlikte, Ehl-i Sünnet uleması, bunun 'güç tutkusuyla' değil 'hakkı arayan farklı bir içtihadla' olduğunda müttefiktirler. Bediüzzaman da Muaviye radyallahu anhın bu seçimini 'ruhsatla amel' çerçevesinde ele almaktadır. (Önceki yazılarımızda konuşmuştuk.) Bize bu savaşın 'güç tutkusuyla' olduğunu söyleyen herhalde yalnız şia kaynaklarıdır. Onların sahabe yaklaşımını zaten kabullenebilmemiz mümkün değildir. Zira onlar Hz. Ali'nin yanında yeralmamış veya daha sonraları ayrılmış herkese 'hain/münafık' nazarıyla bakıyorlar. (Hatta o çatal dillerini ümmetin en ulularına kadar uzatıyorlar.) Hâşâ! Biz 'iyi niyetli farklılıklar' diyoruz. Döneme dair kaynaklarda tarafların da birbirlerine böyle baktıkları anlaşılıyor. Allah hepsinden razı olsun.

'Sahabeye sorgusuz itaat' meselesine gelince. Biz kesinlikle böyle birşey yapmıyoruz. Sahabenin umumen âdil olduğu, yine Bediüzzaman'ın da katıldığını ifade ettiği, bir Ehl-i Sünnet ittifakıdır. Onlar, haklarında ayet-hadis bulunan, ilk olmanın sorumluluğunu bihakkın yüklenmiş, 'referans nesil'dirler. Eğer sahabeyi bu şartlar içinde kabul etmezsek, Kur'an da dahil, onlardan gelen hiçbirşeyi güvenilir bulmamamız gerekir. Halbuki hadis/şeriat ilminin dakik muhafızları, bütün dikkatlerine rağmen, böyle birşeye rastlamamışlardır. Yani sahabeden birisinin Allah'a, Resulüne veya dinine dair yalan uydurmadığı tabiinin ve tebe-i tabiinin zeki talebelerinin onlarda ayna gibi gördüğüdür. Allah hepsine ecrini versin. Hemen arkalarından gelen zeki neslin tüm dikkatlerine/tetkiklerine rağmen göremediği şeyi, 14 asır arkadan bakıp gördüğünü iddia eden varsa, herhalde gidip güzelce bir yüzünü yıkamalıdır. Çünkü bu durum genelde 'yanlış empati' sonucu oluşmaktadır. Biz kendi ahlakımıza bakarak "Sahabe de bizim gibi insandır canım!" diyemeyiz. Bizim yalancılığımız onlara delil olmaz vesselam. 'Mühim kusurlar'dan kasıt ise işte yukarıdaki gibi meselelerde yapılan yanlış içtihadlarıdır. Dahilî harpleridir. İçtihad eden, yetkinlik sahibi ve aradığı rıza-i ilahî olduktan sonra, hata da etse sevap alır. Bu böyledir.

Mehmet Bey'e bu noktada hadis/şeriat ilminin içeriğine/usûlüne dair okumalar yapmasını tavsiye ederiz. Onlara ümmetin ittibaının 'delilsiz ruhbanı taklit' gibi olmadığını, bilakis, 'epeyce birikmiş bir delile istinat ettiğini' görecektir. Eğer göremezse ya kalp kasavetinden veyahut inadının günahındandır. Zira, bırakın dini bütün müslümanları, oryantalistler bile sahabenin bu noktada açığını bulamamışlardır. Veya iddia etmişlerse de tastamam cevaplarını ulemamızdan çatır çatır almışlardır.

Bu yazıyı daha fazla uzatmayarak Hutbe-i Şâmiye'den sahabeye dair bir bahse bağlamak istiyorum. Galiba mezkûr sualin en güzel cevabını orası veriyor: "(...) sahabeler, elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzâb'a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar metâ ve hakikatlerin anahtarı, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan, 'Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtü vesselâm) rivayet ettikleri hadisler bütün sahihtir!' diye, ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat'î hüccet, bu mezkûr hakikattir."

Tuesday, March 24, 2020

Kur'an'da boşluk var mı?

Geçenlerde İbrahim sûresini okurken birşey dikkatimi çekti. Sizinle de paylaşmak istiyorum. Zira böyle şekerlere ne kadar çok dil değse o kadar tatlanırlar. Başka türlü paylaşmalar paylaştıkça paylaşılanı azaltırlar. Amma marifetullaha dair her neyi paylaşsak paylaştığımız sayısınca bereketlenir. İnşaallah. Şu da doğrudur: Zulmetli şeyler sahiplerinde kaldıkça birikirler. Amma nuranî şeyler öyle değildir. Onlar ışıldadıkça çoğalırlar. Evet. Elhamdülillah. Ancak aydınlatmasıyla güneşin hazinesi bilinir. Ben de o Rahman u Kerîm'den fehmime bağışladığı hediyeyi kardeşlerimle bereketlendirmesini dilerim. Âmin.

Fakat, bir saniye, önce sizi elinizden tutup bir parça Yunus sûresinin bahçesinde de dolaştırmalıyım. Çünkü orası da bu bala bir kaymak sürecek. Hazmına kolaylık sağlayacak. Evet. Yusuf sûresi, 'kıssaların en güzelini' aktardıktan sonra, son ayetinde âdeta bir 'sıçrama' yapıyor ve icmalî bir mealiyle buyuruyor: "Ey Rabbim! Mülkten (nasibimi) verdin ve (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat!"

Şu karşılaştırmamı hoşgörün lüften: Biz, küçük yaşlardan itibaren, dinlediğimiz/okuduğumuz masallardan ne öğrendik şimdiye kadar? Yani, herşey en nihayet tatlıya bağlandığında, entrikalar bitip mutlu sona ulaşıldığında, zorluklar aşıldığında ne der bize beşerin kurguları: "Sonsuza dek mutlu yaşadılar!" Bütün masallar bize böyle söyler. Çünkü onlar dahi devamsız mutluluğun 'mutluluk' olmadığını bilir. Aşk-ı beka her mutlu sonun ardından ağzı kulaklarında gülümser. Arsızca diklenir. Ve hayalimizi kendine heyecanlandırır: "Beni iste. Beni de düşle. Yoksa bu mutluluğun tadı damağında kalacak!" el-Hak. Haklıdırlar da bunu söylerken. Zira, Bediüzzaman'ın da kendi çocukluğundan misal verdiği gibi, en küçük yaşlarımızda dahi mutluluğun ancak sonsuzlukla olduğunu biliriz. Tıpkı onun gibi derinlerde bir yerde "Cehennem de olsa beka isterim!" deriz. Bunu fıtratımıza söyleten hiçliğin korkusudur.

Yusuf aleyhisselamsa kıssasında böyle yapmıyor. Kıssaların en güzeli, pek de güzel bir sonla bitmesine rağmen, dilimize bir hüzün dokunduruyor. Yok. Zulmetmeyelim. Hüzün değil bu aslında. Fakat masal dinlemeye alışmış seküler kulaklarımız bu tarz neşeye yabancı. Dünyada herşeyin olup bitmesini talim etmiş nefsimiz bu ümidi yadırgıyor. Zira Yusuf aleyhisselam gamlarının hasadını tam alacağı makamda tarladan yüzünü çeviriyor: "Beni müslüman olarak öldür!"

Mürşidim, öğrencisi Hulusi Yahyagil merhuma yazdığı bir mektupta, bu kıssaya dair kalbine gelen bir nükteyi "Kur'ân'a ve imana ait herşey kıymetlidir. Zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür..." diyerek paylaşıyor:

"Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zevâl ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemâl-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere eyvah dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusuf'un en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf'un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun."

Yani, arkadaşım, kıssa bize bir 'sıçrama' yaptırdı. Çünkü büyük uyanışlar ancak böyle olur. Büyük metinler böyle terbiye eder. Bunların söyleyişi öyle bir zirveye ulaşmıştır ki, bir hakikati, yüz cümlede boğmazlar bizim gibi. Haybeye gezdirmezler. Bir sıçramada yüz hakikati tek cümleye sığdırırlar. Hatta bir boşluğa sığdırırlar. Boşluklarıyla da konuşurlar. Buraya sığdırılan da binlerce yıldır dinlediğimiz masalların yıkıntısıdır. Dünyanın balı bal değildir. Düşü düş değildir. Saadet bu dünya şartlarında tastamam mümkün değildir. Akıllı olan yüzünü ötenin tarlalarına çevirerek oraların hasadına talip olur. Yani, tabir-i caizse, diyebiliriz ki: Şu iki ayet arası geçiş bütün ideolojilere karşı çekilmiş bir kılıçtır. 'Kıssaların en güzeli' seküler kafaların pek de alışık olmadığı türden bir 'en güzel sona' işaret ederek hitama erer. Küçükken dinlenilen masalları da titretir bu son, büyükken ardına düşülenleri de...

Lakin sizi çok dolaştırdım. "Bir bakıp çıkacağız!" gibi söyleyip bahçede eğleştirdim. Ne yapalım? Kaleme öyle geldi. O vakit yolun kalanını kısa tutmaya çalışalım: Bismillah. İbrahim sûresinde kıssa-i İbrahim aleyhisselam anlatılırken ilginç birşey yapılıyor. Nedir? Yusuf sûresindekine benzer birşey. Bir sıçrama. Keskin bir geçiş. Bir boşluk. Şöyle: 35. ayetten itibaren İbrahim aleyhisselamın mübarek duaları aktarılmaya başlıyor. Yine çok kısacık bir mealini paylaşalım:

"Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü, onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin. Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. İhtiyar halimde bana İsmail’i ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duayı işitendir. Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle, ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!"

Ve ardından sıçramanın olduğu 42. ayetin kısacık bir meali: "(Resûlüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor."

İşte, mürşidimin Yusuf aleyhisselam kıssası hakkında öğrettiği şeyi idrak edene kadar, ben, Kur'an'daki böyle geçişleri 'konudan konuya geçiş' gibi düşünürdüm. Yani, bir önceki konunun final ayetiyle tastamam bittiğini, yeni temayı çağrıştıran ilk ayetle de başka konuya geçildiğini kabul ederdim. Zannederdim. Artık böyle düşünmüyorum. Zira şunu farkediyorum: Boşluklar da tasarıma dahil. Sıçramalar da metnin parçası. Hakîm olan Rabbin kelamında abes birşey yok. Parçalı nüzul, peyderpey indiriliş, kitabın bütünlüğünü asla bozmuyor. Geçişler dahi metnin zenginleşmesine vesile oluyor. Âdeta bu geçişler vasıtasıyla hakikat 'olayların hakikati'den 'kanunların hakikati'ne dönüştürülüyor. Öncesinde İbrahim aleyhisselamın tecrübelerinden aldığımız marifet sonrasında zalimlerin başına inecek bir azabın deliline evriliyor. Bu 23 yıllık bir mucizedir. Bu kadar çok konudan bahseden bir kitabın böylesine bütün kalabilmesi onun beşer sözü olmadığına büyük bir delildir. İnsan bunu yapamaz.

Önceki ayetlerin mealine şöyle bir bakınız mesela. Ben onlarda İbrahim aleyhisselamın kabul olmuş dualarını görüyorum. Bunların bir kısmına kendisi bizzat şahit olmuş. Diğer bir kısmına Ahirzaman Nebisi aleyhissalatuvesselamın gelişiyle bizler şahit olmuşuz. Bu durum evvelemirde onun tecrübeleri üzerinden şunu izah ediyor: "Şüphesiz Rabbim duayı işitendir!" Evet. İbrahim aleyhisselamın kabul olmuş duaları bu durumun apaçık delilidir. Peki daha başka?

Böyle kıssaları dinlerken insan kendi hayatındaki izdüşümlerini de arayıp buluyor. Benzer şekilde kabul edilmiş dualarıyla karşılaştırıyor. Bazen de ilk kez bu kıssalar vesilesiyle karşılaşıyor. Daha önce hakkında düşünmemiş. Tefekkür etmemiş. Onları da birer şuhudî ayet olarak bu ayetlere bağlıyor. Yani sanki bu duaların ardında bizim tecrübelerimizin de zikri var. Peki daha daha başka?

Bu duaların kabulü hakikati içinde bize birçok ikram da görünüyor. Nasıl? Belki biraz şöyle: Duaları işiten Allah'ın bir delili de 'nimetler bağışlayan' olmasıdır. Bizim Rabbimiz yarattıklarına ilgili bir Rabdir. Sadece işitmekle yetinmez. Deistlerin bâtıl tasavvurları gibi değildir. İster istidadî, ister ızdırarî, ister fiilî, ister kavlî tüm duaların münasip karşılıklara erişmesi Rabbimizin ilgisizlikten münezzeh olduğunu da hatırlatır. Ve en nihayet sıçramayla verilen derse geldik: Yarattıklarına bu kadar ilgili olan Allah, zalimlerin yaptıklarından ne habersizdir, ne de onları karşılıksız bırakır. Sadece bir hikmetle bekletir. Tıpkı İbrahim aleyhisselama oğul vermeyi ilerleyen yaşına ertelediği gibi.

Arkadaşım, işte, kalbime gelen buydu. Tekrar altını çiziyorum: Değerini bilirsek Bediüzzaman'ın öğrettiği enfes birşeydir. Sadece ayetleri değil, aralarındaki boşlukları, sıçramaları dahi anlamın parçasına dönüştürür. Zaten grafikerler ne derler sen de bilirsin: Tasarım boşluk yönetimidir. Sadece doldurmak değildir yani. Düşünsene: Hiçbir yıldız gözümüze yersiz görünmüyor. Çünkü onları bir bütünün parçaları olarak izleyebiliyoruz. Kur'an'da da bunu yakalamalıyız. O zaman Bediüzzaman'ın 13. Söz'de işaret ettiği 'intizamsızlık içinde kemâl-i intizam'ı bir parça anlayabiliriz. İnşaallah. Allah'tan böyle olmayı dileyelim arkadaşım. Çünkü o zaman hangi ayete baksak, sadece bir ayet değil, bir galaksi göreceğiz. Yeter ki dilenci istemeyi bilsin. O Sultan duaları işiticidir.

Saturday, February 22, 2020

Diskolar kazanıyor çünkü tekkeler kapalı!

Diskolar neden giderek daha çok doluyor arkadaşım? Çünkü tekkeler kapalı. İnsanları melekî yanlarıyla tanıştıracak müesseselerimiz kalmadı. İçlerindeki meleğe dokunamayanlar beşerî yönlerine daha çok tutunuyorlar. Cennetlerine bakamayanlar cehennemlerine daha fazla iman ediyorlar. Zikirle tatmin edilemeyen kalpler gafletle teskin olmayı deniyorlar. Faniliğinin denizine düşen hayvanîliğinin yılanına daha sıkı sarılıyor senin anlayacağın. Hem şu da var:

Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.

Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.

Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.

Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.

Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."

Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."

İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."

Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...