Showing posts with label Siyaset. Show all posts
Showing posts with label Siyaset. Show all posts

Thursday, April 13, 2017

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (3)

"Dediler: 'İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?' Dedim: 'Düşmanların onlara şiddeti hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.'" Münazarat'tan.

Bediüzzaman'ın hayır ve şer bahsinde dikkatimizi çektiği birşeydir: Hayır vücudî/varlıksal olandır. Şer ise ademî/yokluksal olandır. Birşey yokluğa hizmet ediyorsa şerdir. Birşey varlığa hizmet ediyorsa hayırdır. Merhamet varlığa hizmet ettiği için hayırdır. Nefret yokluğa hizmet ettiği için şerdir. Parçalanmaya/tefrikaya hizmet eden dolayısıyla yokluğa hizmet eder. İttihada/bütünlüğe hizmet eden dolayısıyla varlığa hizmet eder. Yani; parçalamak yokluğa, birlik varlığa yakındır. Zehir, insanın, hayat birliğini dağıttığı ve bedenî varlığını parçaladığı için şerir birşeydir. İlaç, insanın, hayat birliğini koruduğu ve bedenî varlığını kolladığı için hayır birşeydir. Dolayısıyla en genel anlamda diyebiliriz ki: Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığına katkıda bulunuyor ve kolluyorsa o şey hayırdır. Birşey bizim ve parçası olduğumuz bütünlüklerin varlığını eksiltiyor ve zarar veriyorsa şerdir.

Ancak, şaşırmayalım, imtihan dünyasında herşey bu kadar 'şaşırtmasız' işlemez. Yine mürşidimin dikkatimizi çektiği üzere varlık âleminde 'ademî görünür vücudîlikler' ve 'vücudî görünür ademîlikler' de vardır. Yani; birşey, zâhirde size ve başkalarına yokluksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına varlıksal olabilir. Yine; birşey, zâhirde size ve başkalarına varlıksal görünür de, aslında siz ve dahil olduğunuz bütünlükler adına yokluksal olabilir. Mesela: Zekat vermek, zâhirde varlıksallığınızın eksilmesi gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda varlığın korunmasına hizmet etmektedir. Ve yine faiz, zâhirde varlıksallığınızın artması gibi görünürken, aslında sosyolojik ve uhrevî anlamda yokluğun artmasına hizmet etmektedir.

İşte vahiy ve şeriat, sünnet ve Kur'an boyutlarıyla, bize, bu 'zâhiren ademî görünen vücudîlikleri' ve 'zâhiren vücudî görünen ademîlikleri' görmeyi öğretir. Çünkü yokluksal görünenin aslında varlıksal olduğu veya varlıksal görünenin aslında yokluksal olduğu ancak 'büyük resme' bakınca anlaşılır. Küllî bakışlarla elde edilir. Ezel de bu resimlerin en büyüğünü gören nazar-ı âlâdır.

Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğiyle izah etmem gerekirse: Birkaç insanın birisini bıçakla kestiklerini görmek size o an yaşananın şer olduğunu düşündürebilir. Fakat biraz başınızı kaldırıp daha büyük bir resme baktığınızda, mesela, kapının üzerinde yazan 'Ameliyathane' yazısını görecek kadar başınızı kaldırdığınızda, hadiseyi değerlendirişiniz değişir. Yokluksal görüneni aslında varlığa hizmet ettiğini, o kesişin aslında bir parçalama değil, bütünlüğü koruma çabası olduğunu anlarsınız. Ezel, yine bu perspektiften, resimlerin en büyüğünü de anlatır bize. Tevhid o resmin bütünlüğünün en özet tarifidir.

Ben, Bediüzzaman'ın, meşrutiyete ve İttihat ve Terakki'ye bakışını da bu nazarla anlarım. Bediüzzaman, meşrutiyetten de, başlangıçta İttihat ve Terakki'den de, hayra hizmet etmesini beklemiş ve hayır murad ederek taraftarları olmuştur. Ne zaman ki, İttihat Terakki'nin muradının meşrutiyet değil başka bir tür istibdat olduğunu anlamış, o zaman İttihat ve Terakki'den desteğini çekmiştir. Sonra yine varlığa hizmet ettiklerini düşündüğünde destek çıkmıştır. Kendisine bu durum sorulduğunda verdiği cevapta da vardır bu. O, bir âlim olarak, meşrutiyete bakışında ve duruşunda bir değişiklik yapmamıştır. Aksine, ona göre, meşrutiyete bakışı ve duruşu değişenler ondan ayrılmıştır.

Yani; Bediüzzaman'ın muradı hayırdır, varlıksaldır, vücudîdir. Sureten vücudî görünen şu ademîlik aslını sonradan ortaya koymuşsa bundan Bediüzzaman'ın bir mesuliyeti yoktur. Onun niyeti halistir. Kaldı ki: O dönemde şöyle veya böyle uygulanmış bir meşrutiyettir ki, bugün, demokrasi denilen şeyi konuşulabilir/uygulanabilir kılmıştır. Yani; o dönem için bu seçimler ademî/yokluksal sonuçlar verse de, geçen zaman bu hayırlı/varlıksal seçimlerin gerçek suretini görmemizi sağlamıştır. Tıpkı, başlarda, Hudeybiye sulhünün bizzat sahabe tarafından üzüntüyle karşılanılacak kadar yokluksal görünmesine rağmen, ilerleyen dönemde varlıksal neticelerini göstermesi gibi.

Bugüne geleyim. Önümüzde bir referandum var. Biz bu referandumla başkanlık sistemi üzerinden hayırlı bir netice murad ediyoruz. Bu sistemi, büyük güçlüklerle elde ettiğimiz meşvereti yitirmenin değil, onun işleyişini arızalardan kurtarmanın bir parçası olarak görüyoruz. Muradımız hayırdır. Murad ettiklerimiz 15 yıldır hayırlarını gördüğümüz insanlardır. Onların dillerinden de işittiklerimiz hayırdır. Hadi şu vehme bir suret verelim: Velev ki, başkanlık sistemi sinesinde bir sıkıntı barındırıyor olsun, şu sıkıntı geçicidir. Türkiye toplumu meşveretin ihyası yolunda geri döndürülmeyecek bir mesafe almıştır. Yüzyıllık bir tecrübe kazanmıştır. Şu gidişin dönüşü muhaldir.

15 Temmuz bunu gösterdi bize. Tereddüt etmeyelim. Artık sosyolojimize güvenelim. Meşrutiyetle murad olunan hayır, ondan sonra gelen istibdatla ziyan olmadığı gibi; başkanlık sistemiyle murad olunan güzellik de, ondan sonra ne gelirse gelsin, ziyan olmayacaktır. Değişim risk almaktır. Biz de Bediüzzaman ve emsali gibi bir risk alıyoruz. Ama hayrı murad ederek alıyoruz.

Bediüzzaman meşrutiyet istedi. Gelen istibdat oldu. Biz de başkanlık istiyoruz. Velev başımıza bir arıza gelsin. Muradımızla yargılanırız. Fakat Bediüzzaman, Münazarat'ta olduğu gibi, "Ya şeriata zarar gelirse?" diyenler arasında yeralıp tereddüt etseydi bugün 'demokrasiyi' konuşabilir miydik? Gelecek imkanattır. İmkanat sonsuzdur. Delilden neşet etmeyen şüpheyle hüküm verilmez. Biz birşeyi bir niyet ve murad ile istiyoruz. O da belli. Neden vehmin ürettiği her ihtimalle korkup ürkelim? Gelecek, bugünde şekillenen, fakat gelecekte müdahale edilemeyecek birşey midir? İTF meşrutiyetten ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. AK Parti demokrasiden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız. Ancak şimdi 'dövülmeden ağlamak' niye? Ülke yaşanmaz hale gelince anlaşılmaz mı bu? Neden kendimizi bu hamleyi yapamayacak kadar zayıf buluyoruz?

Tuesday, April 11, 2017

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (2)

Bunu da bir evvelki yazıya tetimme olarak anmadan geçemeyeceğim: 'Mustafa Kemal olmasaydı baban kim bilmezdin'cilerle 'Ya başkanlık sisteminde istemediğin birisi seçilirse'cileri aynı çizgide görüyorum. İki cümle de aynı şekilde bizi, irademizi, aklımızı, hamiyetimizi, muhakememizi, cesaretimizi ve en özünde insanlığımızı görmezden geliyor. Nasıl? Bize, ninelerimize veya dedelerimize, Mustafa Kemal olmasa namusunu bile koruyamayacak reziller olarak bakılmasıyla; bir kere seçtikten sonra, başkan kimse onun dediğini yapacak, hiç karşı çıkamayacak, hiç kendi aklıyla ve vicdanıyla tartamayacak, itiraz edemeyecek, ne denilse hemen boyun eğecek reziller diye bakılması aynı. Aynı derecede tahkir edici. Aynı derecede koyunlaştırıcı. Aynı derecede aptal yerine koyucu... İkisi de aynı şekilde bireysel varlığımızı/insanlığımızı görmezden geliyor, unutuyor veya hiçe sayıyor ve inkar ediyor. 

Bu dayatmaya insanlığımız ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetimiz adına karşı koymalıyız. Biz cenneti bir siyasal sistemin sonucu olarak kazanmıyoruz. Biz cenneti, inşaallah, ona layık bireyler olmakla kazanacağız. Hak ile bâtılı ayırmasını öğreten Kitabullah ve sünnet-i seniyye ile kazanacağız. Bütün bunlar da, siyasal sistemlerden veya kişilere atfettiğimiz önemlerden bağımsız olarak, insanlık sınavını geçmemize bakıyor. Ben şahsen ümmet-i Muhammed'i böyle olmaktan tenzih ederim. Bu ümmet seçtiği 'halife' dahi olsa, şeriatı ve vicdanı havsalasından çıkarıp, iradesinin direksiyonunu onlara bırakmamıştır. İmamlarına masumiyet atfeden ehl-i sünnet ve'l-cemaat değildir şiadır.

Bu konudaki rüştünü bindörtyüz yılı aşkın kemaliyle de ispatlamıştır. Zalime karşı duruşuyla da ispatlamıştır. Fazıla verdiği destekle de ispatlamıştır. Kim bunu diyorsa milletine, en başta da bizzat kendi dedelerine ve ninelerine, güvenmiyordur. O dedelerin ve ninelerin ahlakını şekillendiren dinine de güvenmiyordur. O kendi ceddine namuslarını koruyamama konusunda güvenmeyebilir, ama biz ceddimize güveniyoruz, elhamdülillah. Yunan işgaline kadar bu ümmet, başta moğolların istilası ve haçlı saldırıları olmak üzere, birçok taarruz gördü. Bütün bu krizleri atlatırken, bir parlamenter sistem veya bir Mustafa Kemal aramadığı gibi, hamiyetini birilerinin omuzlarına da bırakmadı.

Peki neden şimdi bütün bunlar yokmuş gibi davranılıyor? Biz başkanlık sistemini isterken omuzumuzdan yük atalım diye mi istiyoruz? 15 Temmuz'da ölümü pahasına "Bana ne?" dememiş bir millete bu tahkir ağır değil mi? Tanklar üzerine gelirken "Bana ne?" dememişlere bu itham ağır sayılmaz mı? Diyenleri hayâ etmez mi? Hayır! Biz, yükümüzü başkasına bırakmak için değil, gayretimizin önündeki duvarlar yıkılsın diye istiyoruz. "Tevhidde kolaylık var!" diye bildiğimiz için istiyoruz. Bizi başıbozukluğa iten dağınıklığımız kalksın; kalplerimiz, kuvvetimiz ve sistemimiz ittihada yatkın olsun diye istiyoruz.

Ve evet, biz doğruyu/yanlışı parlamenter sistem sayesinde öğrenmiş bireyler değiliz ki, onun elimizden gitmesiyle din gitmiş gibi ağlayalım. Başkanlık sisteminde yanlış uygulamalar yaşanırsa, daha ölmedik abiler-ablalar, bunu eleştirmeye ve değiştirmeye de kâdiriz. Herşeye gücü yeten Allah'a dayanırız. Bunu yaparız. Tek parti diktasına karşı yaptığımız gibi yaparız. Yine yaparız.

Eğer bir mü'min doğruyu-yanlışı ayırma yetisini parlamenter sistemin gitmesiyle kaybediyorsa, o çok dizlerine vursun, zaten imtihanını kaybetmiştir. Fakat biz Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya irtihalinde Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) konuştuğu yerdeyiz. Allah'ı ve bize indirdiğini baki biliriz. Onunla tahlil eder, amel eder ve karar veririz. Kişileri 'olmazsa olmaz' kılmadığımız gibi, sistemleri de 'olmazsa olmaz' kılmayız. Başkanlık sistemi sorunsuz mu olacak? Elbette hayır. Arızaları hiç mi çıkmayacak? Elbette hayır. Beşerî her sistem gibi onun da sorunlarına şahit olacak ve süreç içinde telafisine çalışacağız. Fakat, Allah aşkına, bir sistem değişiyor diye insandan koyuna dönüşüyormuşuz gibi davranmayın. Kendi insanlığınıza/vicdanınıza biraz saygı gösterin.

Friday, March 24, 2017

Garp husumeti baki mi kalmalı (2): İslamofobiyi hayra yormak

Mehtap Kayaoğlu'nun Öfke Kontrolü isimli eserinde okuduğumu hatırlıyorum. Öfkenin aslında başka duyguların bozulmuş hali olduğundan bahsediliyordu. Mesela: Birisinin ilgisini kendinize çekmeye çalıştınız. Ancak o size ilgi göstermedi. Bu arzunuz son kullanma tarihi geçtiğinde öfkeye dönüşüyor. Aşk ve nefret arasındaki ilişki de bize bunu anlatıyor. Karşılıksız kalan ilan-ı aşkların hemen arkası ex-maşuka duyulan nefrettir. Bediüzzaman bunu ahiretin fıtrattaki delillerinden birisi olarak anar.

"Cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır." Öyle ya! Kendisini sevmesi için bu dünyada insanı şu kadar nimetle tanıştıran bir Allah, onları sonsuza dek elinden çekip alarak, büsbütün düşmanı eder mi? Demek ki: Âşıkların küsmesini engelleyecek bir ahiret olacaktır.

Mürşidimin, Hulusi ağabeye yazdığı bir mektup var, Mektubat isimli eserinde yeralıyor. Haşir Risalesi hakkında tenkid edici ifadeler kullanan birisine Abdülmecid ağabeyin yaptığı savunmayı tashih ediyor. Daha doğrusu: Abdülmecid ağabeyin yaşadığı hadise üzerinden aynı sorulara Bediüzzaman da bir cevap veriyor. Bu cevabı bir mektupla ikisine birden göndermiş oluyor. O mektubun sonunda, sanki biraz da sevinçle, diyor ki mürşidim: "O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek." Fakat durun! Ben acele ettim. İki başka sevinci daha var Bediüzzaman'ın orada:

"O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum: Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden bazı ibarelerine ilişebilir. İkincisi: İnşaallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid'i gayrete getirdi. Hulûsi'ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu. Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek. Bu nüktenin bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz."

Külliyatın tamamını bu gözle temaşa ettiğinizde, Bediüzzaman'ın, İslam'a yapılan her taarruzu "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrınca, bir açıdan hayra yorduğunu görürsünüz. Örneğin: Talebelerinin, yurdun değişik yerlerinden toplanarak bir cezaevine konmasını, 'haberleşmelerine' vesile olması açısından hayra yorar. Eserlerinin müsadere edilip makam sahibi kişilerce incelenmesini 'hakikatin etki alanının genişleteceği için' olumlar. Yine nümayişli yargılanma süreçlerinin muhtaç halkın kendilerine ilgisini arttırdığını söyler. Hakikaten de geçen zaman onu haklı çıkarmıştır. Risale-i Nur'a ve talebelerine yapılan her taarruz, hakikat dersinin tesir alanını genişletmiş, halkı ondan korkutmaktan çok, ziyade teveccühüne vesile olmuştur.

Şu durumun bugüne de çok şeyler söylediği kanaatindeyim. Nasıl? Geçmiş zaman Avrupa'sının, yani Roma'nın, İsevilikle yaşadıkları malumdur. Önceleri putperestlik adına İsevilerle mücadele eden Roma, ettiği zulmün, havarilerin ders halkasının daralmasına değil genişlemesine vesile olduğunu görünce teslim-i silah etmiş, ancak bu teslim-i silah içinde İseviliği de hakiki yolundan çevirerek hristiyanlığa dönüştürmüştür. Yani, yine mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Hakikaten ve açıkça mücadele ettiğinde, o varlıktan bir yokluk, bir başarısızlık, bir tersi durum ortaya çıkarken; musalaha yolu aradığında ise müslüman sineleri tahrip, izzetleri mağlup, imanları bid'akâr kılmaktadır. Bediüzzaman'ı 'Garp husumeti baki kalmalı!' demeye iten veya 17. Lem'a'da şöyle feryat etmeye zorlayan işte bu 'adem görünen vücut'un tesiridir:

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Bizim için, bizi teyakkuza ve gayrete sevkeden bir cihad, içimizdeki hamiyet-i diniyeyi ve vataniyeyi öldüren bir sulhten hayırlıdır. Cihad-ı manevi denilen şey zaten mü'min kalplerde şu teyakkuzun ve gayretin diri tutulması değil midir? Avrupa'nın birşeylere hamile olduğu malum. Fakat bize bu doğumun sancısız olacağını kim garanti etti? Belki de sancısızlık doğumu teşvik etmiyor, geciktiriyor, sancının artması ise doğumun habercisi. Bugün Batı'da yükselen İslamofobia, yeni Roma'nın, eski Roma'yı takliden yürüttüğü 'vücudunda adem olan' bir zulmet olamaz mı? Dün İsevileri çarmıha gererek başarılı olacağını Batı, bugün de İslam'ı gererek bunu başarabileceğini sanıyor olamaz mı?

Halbuki bu ilişmeler, mürşidimin de dediği gibi, hep bir müşterilikten haber veriyor. Korkuları bile aslında bir ilginin habercisi. İlgisizlikleri, adem görünen bir vücutken, korkuları vücut görünen bir adem. İnsan, birşey hakkında hangi duygulanımı yaşıyor olursa olsun, duygulanım bizzat ilginin işaretidir. Batı İslam'la ilgileniyor. Korkusu delilidir. Endişesi delilidir. Öfkesi delilidir. Mücadelesi delilidir. Belki de, ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselamın Mehdi'nin (r.a.) ardında namaz kılacağını haber veren hadislerin işaret ettiği hakikat boy gösteriyor. Bu ilişmek bir yerde müşteriliğe dönüşecek. Allahu'l-alem. Bize düşense, âli zeka sahiplerimizin, tıpkı Abdülmecid ağabey gibi, gayrete gelmesi.

Tuesday, March 21, 2017

Garp husumeti baki mi kalmalı?

Yıllar önce, Düşünce Okulu'nun bir etkinliğinde, Şükrü Nişancı Hoca'yı dinlerken (ne kadar seminerde anlatılanlarla ilgili olduğunu şimdi hatırlayamadığım) şöyle bir kanaate sahip olmuştum: Bediüzzaman'ın "Garp husumeti baki kalmalı!" gibi sözleri o zaman Avrupası için söylenmiş sözlerdir. Dönemseldir. Bugün Avrupa daha başka bir Avrupa'dır. Daha insancıl bir Avrupa'dır. Daha medenî bir Avrupa'dır. Bu Avrupa'ya husumet edilmeyebilir.

Bugün 'akıllara zarar bir saçmalık' gibi görünen şu tesbiti seminerin sonunda seyirci katkısı olarak dillendirdiğimi hatırlıyorum. (Ne cür'et ama!) Şundan daha tuhafı: Benim bu herzeme o güzel topluluktan itiraz eden de olmamıştı. Halbuki herbiri Bediüzzaman hakkında konuşmaya/yazmaya benden daha yetkin gençlerdi. Acaba kale alıp itiraz etmeyi mi gereksiz gördüler? Yoksa onlar da az-çok böyle mi düşünüyorlardı? Hatırladıklarım net bir kanaat ifade etmemi sağlamıyor. Ancak, bugün geldiğim noktada, Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra eleştirilerinin dönemsel değil esasî olduğundan eminim.

Geçen yıllar en çok şunu öğretti bana: Bediüzzaman'ın söz ve tavırlarını, üzerinde yükseldiği ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasından kopardığınız an, o sözleri veya tavırları nereye koyacağınızı şaşırıyorsunuz. Hatta bir adım ötesi: Bediüzzaman'dan duruş almayı bırakıyor ve onu/metinlerini konjonktürel şekilde kullanmaya başlıyorsunuz. Mesela: Avrupa'yla aranız iyi olduğunda 'Avrupa ikidir'e coşkuyla koşarken, aranız kötü olduğunda da 'Garp husumeti baki kalmalı'ya sarılıyorsunuz. Bu, bir aşamadan sonra, "Yahu bu metinlerden sabit bir duruş çıkmaz mı?" sualini sordurmaya başlıyor.

Bediüzzaman'ın bunda bir kabahati var mı? Hâşâ! Hiç yok. O, metinlerinde, ehl-i sünnet aidiyeti ve bu aidiyetten gelen yakîni kuvvetli bir sosyolojiyle konuşuyordu. Fakat ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına bakmadan salt Risale-i Nur ile duruş çıkabileceğini düşünenlerin bunda suçu var. Ve zaten böyle işleyen süreç de sizi 'sizden önce Risale okumuş abiler'in elinde topa çeviriyor. Onların okuması (hesabı hakkıyla verilmediği halde) Risale-i Nur'un kanaati oluyor.

Bu abilerin hükümetle (veya Avrupa'yla) araları iyi iken veya o sabah keyifleri yerinde olduğu için yaptıkları yorumlarla, bütün bunlar tam tersi durumdayken yaptıkları yorumlar, iki farklı duruş ortaya koyuyor. İlkesellik, eğer ayakları bir mirasla bağlanmazsa, herkesin istediğini alabildiği bir 'bir milyoncu'dur. Konjonktüre göre değiştirilebilen bir sürü ilke var. Dün ne söylediğinizi hatırda tutamayanlar için ilkeler üzerinden kolaylıkla cerbeze yapabilirsiniz. Çünkü ilke üzerine birşey giymeyen soyut hakikattir.

Süreç, bir noktadan sonra, abinin "Hadi hükümete yükleniyoruz!" işareti vermesiyle hep beraber hükümete yüklendiğiniz, "Hadi hükümeti korumaya çalışıyoruz!" demesiyle silahlarınızı indirdiğiniz, "Hadi Avrupa'yla aramızı iyi tutuyoruz!" demesiyle Avrupa'ya sıcak baktığınız, "Hadi Avrupa'yla aramızı bozuyoruz!" demesiyle öfkeyle dolduğunuz, ama hiçbir zaman emin ve sağlam bir duruşa sahip olamadığınız bir cendereye savruluyor. Çıkamıyorsunuz. Çünkü tutunabileceğiniz 'zamanları ve sınanmaları aşmış sağlam bir miras' yok.

Peki, derdi söyledik, devası var mı? Var: Bediüzzaman'ı sadece bugünle ve kendi metinleriyle değil, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıyla ve duruşuyla beraber okumak. Yani; Risale-i Nur'u da 'mana-i ismî' ile değil 'mana-i harfî' ile okumak, onu 'dava değil dava içinde burhan' kılmak, o gözle bakmak.

Örneğin: 'Garp husumeti baki kalmalı' meselesinde Bediüzzaman'ın nasıl sınırlar içinde durduğunu/konuştuğunu da yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bin yılı aşkın mirası eşliğinde okuyunca idrak edebiliyorsunuz. Risale-i Nur'un bize söylediği, ne DAİŞ olup canavarlaşmak, ne de FETÖ olup Batı'ya köpekleşmek. Müslümanların, ta Asr-ı Saadet'ten beri, ehl-i küfre karşı gösterdiği temkini ve teyakkuzu korumaya çalışmak bu aslında. Ki, bu ifadeyi kullandığı dönem itibariyle, müslümanların en çok yitirdiği şey şu mübarek temkin ve teyakkuz.

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Hem bakınız, Ebubekir Sifil Hoca, mezkûr meseleyle de ilgili sayılabilecek bir yazısında neler söylüyor:

"Görebildiğim kadarıyla müfessirler arasında bu meseleyi detaylara inerek en güzel tafsil edenlerden birisi İbn Âşûr’dur. Mü’minler’le kâfirler arasındaki 'muvâlât' ilişkisini, intaç ettiği ahkâm bakımından sekiz madde halinde ele alan İbn Âşûr özetle şöyle der:

1) Müslüman’ın, kâfirleri veya kâfir bir grubu, gönlünden küfürlerine meylederek veli edinmesi. Bu küfürdür. Sahibi de münafıktır.

2) Mü’minler’e düşmanlıklarını açığa vurduğu bir zamanda kâfirlere (aralarındaki dostluk ve sevgiye bağlı olarak) müzaheret etmek, yardımcı olmak, destek vermek. Bunu yapan müslümanın içinde kâfirlerin dinine karşı bir meyil söz konusu değilse, bu fiil küfür olmaz; ancak büyük günahtır.

3) Bir önceki maddede zikredilen yaklaşımın, Müslümanlar’a karşı kin ve düşmanlık izhar etmeyen, fiilî saldırı ve ezada bulunmayan kâfirler hakkında söz konusu olması. Bu yaklaşım, sahibinin küfrünü gerektirmez; ancak sakındırılmış/nehyedilmiş bir tavırdır. Zira burada onların durumunu güzel bulma söz konusudur. İbn Âşûr burada, İslam’ın zuhuru esnasında mevcut Arap Hristiyanları’nın durumu ile Habeşistan Hristiyanları’nı örnek gösterir ki, son derece ilginçtir.

4) Müslümanlar’dan bir gruba zarar vermek için kâfirlerden bir grupla muvalat ilişkisine girmek (birbirini veli edinmek). Burada niyete itibar edilir.

5) Müslümanlar’ın, zafer ve galibiyet için Müslümanlar’a karşı sevgi besleyen kâfirlerden bir grubu veli edinmesi. Bunun hükmünde ihtilaf eden ulema arasında Ehl-i Kitap ile diğerlerini ayıranlar bulunduğu gibi, ihtiyaç duyulması yahut kâfirlerin kendiliklerinden yardıma gelmesi haliyle onlardan talepte bulunmayı birbirinden ayıran ve herbiri için farklı hükümler verenler de vardır.

6) Müslümanlar’dan birisinin, kâfirlerden birisini veli edinmesi. Aralarındaki özel bir yakınlık sebebiyle ve Müslümanlar’a zarar verecek bir duruma yol açmamak kaydıyla böyle bir ilişki yasaklanmamıştır.

7) Müslümanlar’la kâfirler arasında ticaret, akitler, musalaha vb. gibi dünyevî ilişkiler bulunmasının hükmü, farklı durumlara göre değişiklik gösterir.

8) Kâfirlerden gelebilecek bir zararın önlenmesi için onlarla muvalat ilişkisine girmek. Ayette geçen '… kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden korunmanız hali müstesna' ifadesinde işaret edilen durum budur.
"

İşte, Bediüzzaman'ın 'Garp husumeti baki kalmalı' derken 'baki kalmasını' istediği şey, ilişkilerin şu istikametli kıstaslar içerisinde yürütülmesidir. Şu maddeler boyunca anlatılan hassasiyetlerin korunmasıdır. Bu ne ilişkisizliktir, ne DAİŞ olmaktır, ne de küresel güçlerin yalakası olmaktır. Bu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin ehl-i kitap ve sair küfür mensuplarıyla ilişkilerinde gözettiği, naslardan beslenen ve bin yılı aşkın zamandır tecrübe edilen bir duruştur. Konjonktürün ve konjonktür üzerinden konuşanların elinde her yere atılan top haline gelmemenin yolu da burada saklıdır. Bu sekiz maddeyi kuşatamayanlar için daha kısa ve öz bir ifadeyi yine Ebubekir Sifil Hoca'dan naklederek yazıyı bitirelim:

"Burada önemli olan nokta, bir müslümanın, gerek birey olarak kendisine, gerekse daha geniş anlamda müslümanlara zarar verebilecek ilişkilerden uzak durmasıdır. Eğer bir kimsenin Ehl-i Kitab’a mensup hanımı, İslam’a ve Müslümanlar’a zarar verecek davranışlarda bulunuyorsa, (ne kadar seviyor olursa olsun) onu bu ayetteki nehyin dışında tutmak mümkün değildir. Şu halde burada belirleyici olan, Yahudi ve Hristiyanlar’la ilişkilerde İslam’ın ve Müslümanlar’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi, izzetinin zedelenmesi anlamına gelen bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Vallahu a’lem."

Wednesday, March 8, 2017

Sultan Abdülhamid 'masum imam' mıydı?

Mesele giderek daha tatsız bir hal alıyor. Ben de hakkında yazmak mecburiyetinde kalıyorum. Öncelikle şunu aklımızda/kalbimizde tutmamız lazım: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadında, ki bizim imanımız istikametin o olduğu üzerinedir, nebilerden başka kimsenin ismeti yoktur. Bir insanın kalbinin güzelliği, ahlakının temizliği, hamiyetinin yüceliği, zekasının parlaklığı, nesebinin paklığı gibi şeyler bir tarafa; biz, nebilerden başka her beşerin şaşar/şaşabilir olduğuna inanırız. Bu nedenle de birisi "Falanca hata yapmış!" dediğinde "Neeee?" diye bağırarak şok yaşamayız. Muhatabımızı hemen 'yalancılıkla' da suçlamayız. Ne yaparız peki? Tahkik ederiz. "Dediği doğru mudur?" diye bir sağlama yaparız. Bunu yaparken de, sorguladığımız, suçlanan kişinin 'hata yapabilir' oluşu değildir. 'Bize nakledilen hatayı hakikaten yapıp yapmadığı'dır. Böylece o kişi hakkında adaletle hükmederiz. Yani; ne tahkik etmeden hataya inanırız, ne de masumiyeti tahkik etmemek gerektiğine.

Bu, bizde böyledir, ama şiada böyle değildir. Şia, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra, pâk nesebinden gelen oniki imamın da masumiyetine inanır. Bu yüzden onlara muhalif olmak (veya onlara atfedilerek nakledilen şia inancına aykırı olmak) kişiyi küfre götürecek kadar büyük bir suçtur şiada. 'Masum imam' kavramlaştırmasıyla bilinen bu meseleyi tafsil etmeyeceğim. Fakat bu sapkınlığından ötürü şianın; sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin büyüklerine nasıl çirkin suçlamalar yaptığı malumdur. Masum imamlara, değil muhalif olmak, destek vermeyen veya istedikleri şekilde katılmayan sahabe efendilerimiz bile şianın gözünde merduddur. Allah onları ıslah eylesin.

Gariptir, bugünlerde de, merhum Sultan Abdülhamid Han'ın mağduriyeti zemininde birçok âlime böyle bir saldırı yapılıyor. 31 Mart Vakası ve sonrasında yaşananlar üzerinden, öncesinde Sultan Abdülhamid'e eleştiride bulunmuş herkes aynı darağacına asılıyor ve 'ya hain, ya ahmak, yahut da kafir' ilan ediliyor. Evet, şaşırmayın, hakikaten oluyor bu. Sultan Abdülhamid merhumun da insanlar içinde sadece bir insan olduğu (ve hatta siyasiler içinde sadece bir siyasi olduğu) unutularak 'masum imam' gibi savunusu yapılıyor.

Hasbelkader istibdadını eleştirmiş kim varsa, dediği isabet etsin veya etmesin, doğru olsun veya olmasın, tarihsel gerçeklerle uyuşsun veya uyuşmasın, hainler zümresine ilhak olunuyorlar. Üstelik bu insanlar öyle sen-ben gibi sıradan kişiler de değiller. Çoğu bugün kıratında adam yetiştirilemeyen âlimler.

Ama kime laf anlatacaksınız? Şu tarz Abdülhamidciliğin meselenin bu tarafına baktığı yok ki. Bu âlimlerin sayısı ne kadar çok veya kıratları ne kadar yüksek ayarda olursa olsun, hatta Abdülhamid eleştirilerinde o dönem ulemasının icmaı hasıl olsun, hepsini bir hamlede kapı dışarı ederler de Abdülhamid'i sevenlerden (o seven velev fâsık olsun) başkasını almazlar. Mehmet Akif merhum olsun, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum olsun veya Bediüzzaman olsun, umurlarında değildir. DAİŞ'inki gibi keskin bir tekfir veya tahkir bıçağı ellerindedir. Çalıverirler önlerine gelenin boğazına.

Hani denilir ya: "İslamın şartı beştir. Altıncısı haddini bilmektir." İşte, bu altıncıda ayarını tutturamayınca, bir tane 'hata yapması gayet mümkün' ve 'eleştirilmesi gayet doğal' siyasetçi üzerinden bin tane 'ümmetin gözbebeği' ve 'hayatları hamiyetlerinin şahidi' olan âlim kesilir-biçilir hale gelir.

Fakat bu noktada şu ihtimali dışarda bırakmayalım: Bu insanlar içinde muhalefetinde ifrat etmiş isimler olabilir. Yaptıkları eleştirinin üslûbunda hata bulunanlar olabilir. Bunlar mümkündür. Çünkü bu insanlar da, en az Sultan Abdülhamid kadar, beşerdir ve şaşabilirler. Ancak meselenin bu yanına dair hiçbir kollamada/sağlamada/araştırmada bulunmadan, eleştiride bulunmuş kim varsa kolundan tutup hamiyet ve hatta İslamiyet kapısının dışına koymak, bu kesinlikle modern zamanların elim bir had bilmezliğidir.

Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra yaşananlar üzerinden öncesinde yapılan eleştirilerin haksızlığına hükmetmek ise tam bir anakronizmdir. Meseleyi zihinlerinize yaklaştırmak için şöyle bir örnek vereceğim: Bugün de bir kısım âlimimiz/aydınımız Erdoğan'ı kimi icraatlarından dolayı eleştirmiyor mu? Elcevap: Evet, eleştiriyor. 15 Temmuz'dan önce de bunu yapmıyorlar mıydı? Elcevap: Evet, yapıyorlardı. Nitekim; Erdoğan'ın "Ne sünniyim ne şiiyim!" sözü üzerine ehl-i sünnet ulema tarafından getirilen bir dizi (bence de haklı) eleştiri oldu. Yine İsrail'le yapılan anlaşma ve Mavi Marmara davasında gelinen nokta üzerinden Erdoğan'a İslamcı camia tarafından birçok eleştiri yapıldı. Hatta bu eleştiriler bizzat Erdoğan'ın rahatsız olacağı seviyeye kadar vardı da sert bir açıklama yaptı. Şimdi, bütün bu eleştirilerin ardından, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı ve Erdoğan (Allah korusun) baştan indirilseydi, öncesinde yapılan bu eleştirilere hainlik, ahmaklık veya kafirlik damgası vurulabilir miydi? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!

Bununla yüzleşelim. Çünkü sonraya bakıp önceye hükümler çıkarmak doğru ise pekala denilebilir ki: Nasıl ki bu âlimler/aydınlar Sultan Abdülhamid'i eleştirerek 31 Mart'ın yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular; 15 Temmuz'dan önce Erdoğan'ı eleştirenler de 15 Temmuz'un yaşanmasına zemin hazırladılar ve sebep oldular. Bu rahatlıkla söylenebilir. Aynı mantıkla aynı suçlama bugün de birilerine yapılabilir. O zaman da 'hık-mık' etmeden "Evet!" diyebilecek miyiz? Ben, ilk kısımda cüretkâr olan yaftalamacıların, şu ikinci kısımda mütereddit olacaklarına kaniyim. Çünkü bu sefer listede kendi isimleri de olacak. Hem de yukarılarda bir yerlerde...

Hasılı: Arkadaşlar, böylesi meselelerde en istikametli duruş olarak, mürşidimin de Risale-i Nur'da andığı, Hz. Ömer b. Abdülaziz'e (r.a.) atfedilen şu sözü salık veririm: "Allah, onların kanlarına ellerimizi bulaştırmadı, biz de dillerimizi bulaştırmayalım." Ömer b. Abdülaziz (r.a.) bu sözü sahabe arasında gerçekleşen savaşlar ve fitneler hakkında söylemiştir. Şu sese kulak verelim. Selefimiz bizi hayra çağırıyor. Altından kalkamayacağımız meseleler hakkında çene çalmamayı tavsiye ediyor. Şu tavsiyeyi dinleyelim. Zira yarın Mehmet Akif merhum ile Abdülhamid merhum, dünyadaki kavgaları dünyada bırakmış olarak, kolkola cennete girer de, biz, dilimizde onların etleriyle kanları, arkalarından öylece bakakalırız. Allah bizi istikametten ayırmasın.

Tuesday, March 7, 2017

Erdoğan'ı nereye koyacağız?

Bu soruyla da yüzleşmek lazım: Yaşanan onca şeyden sonra Erdoğan'ı nereye koyacağız? Yönetimde olduğu dönem boyunca başımıza gelenler, onun kararlılığına sahip birisinin, krizlerin aşılmasında çok önemli bir konuma sahip olduğunu gösterdi. Görmezden gelenlerin nasıl başarabildiğini bilmiyorum ama ben yapamıyorum. Fıtratla/hakikatle savaşmak gibi geliyor. Gezi'den tutun 15 Temmuz'a kadar, yaşanan her toplumsal veya siyasi krizde, çıkıp ekrana birşeyler söylemesini bekledim/bekliyorum. Bir meselede sebatla direndiğini görmek o meseleye dair derdimin/stresimin yüzde yetmişini alıp götürüyor.

Şu da var: Ondan başka kim konuşsa tırı-vırı geliyor. Konuşmalarını/susmalarını bir sayıyorum. Bir sıkıntı olduğunda sözlerinin arkasında durmazlar gibi hissediyorum. (O kişi hemtarafım da olsa düşüncem değişmiyor.) Yüzlerinde aynı gücü görmüyorum. Herkeste bir esneme payı var gibi. Biraz üzerlerine gidilse 'acaba' diyecekler gibi. Sarsılacaklar/karıştıracaklar gibi. Ancak Erdoğan, belki biraz da tecrübe ettiklerimize binaen, öyle gelmiyor.

Hayat sözün delilidir. Kişinin kelamı karakteriyle tartılır. Karakterini ise hayatı gösterir. Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Etyen Mahçupyan Bediüzzaman hakkında şunları söyler: "Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."

Bediüzzaman da belagata dair izahlarında şöyle birşeye dikkat çeker: "Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."

Bir çocuğun oyuncak tabancayla size "Dur, yoksa ateş ederim!" demesiyle; kamuflajlı bir askerin "Dur, yoksa ateş ederim!" demesi arasında fark vardır. Yine cephe hattında "Yere yatın!" diye bağrılmasıyla bir kumsalda "Yere yatın!" diye bağırılması arasında fark vardır. Yine yabancı birisinin size "Sen bana karışamazsın!" demesiyle evladınızın demesi arasında büyükçe bir fark vardır. Bunlar, sözün kendisinde bir değişiklik olmadan, söyleyen-söylenen-makam üzerinde meydana gelen değişimlerdir. Ve bu değişiklikler sözün tesirini/anlamını etkiler.

Erdoğan'a dair söylediğim şeylerin bu pencereden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Kabul edin veya etmeyin. Sevin veya sevmeyin. Allah, ona, sözüne (en azından sevenleri açısından) delil olabilecek bir hayat yaşattı. Büyük badireler atlattık ve bu badireler atlatılırken belanın defedilmesine katkısı büyük oldu. Bütün bunlar görmezden gelinemez gibi geliyor bana... O zaman sorumuzu yineleyelim: Erdoğan nereye konulacak? Nereden nereye kadar 'vazgeçilir' ve nereden nereye kadar 'vazgeçilmez' olacak? 'Onu önemsemek' ve 'onu tabulaştırmamak' arasındaki çizgi ne şekilde çekilecek?

Sorularımız cebimizde kalsın. Ben şimdi sizi Bediüzzaman'ın başka bir metnine götürmek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye'de 'reis' ile 'mürşid' arasında bir ilgi kuruyor mürşidim. Daha doğrusu: Reis, üstad ve mürşid örneklemeleri üzerinden sebeplere bakışta, özellikle böylesi irade sahibi sebeplere bakışta, bir incelik öğretiyor. Diyor ki mesela mürşid hakkında:

"Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır."

Mezkûr meseleyi anlamaya bir kapı görüyorum burada. "Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır..." Aynayı güneşe eş koşmamak lazım, tamam, ama güneş adına aynayı kırmakta da bir hüner yok. Aynalık yapanın, aynalık yaptığı şey adına kırılması değil, muhafazası lazımdır. Ancak yansıttığına perde olmasından korkulmalı ve kollanmalıdır. Ki, ilgili metnin hemen öncesindeki 'üstad' ve 'reis' örneklemeleri de bize bunu öğretiyor:

"Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir şirk-i hafîye yol açar. Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir."

Demek istikametli duruş böyle olmalı. Daire-i itikat ile daire-i esbap birbirinden ayrılmalı. Peki bunu başarmak için ne yapalım? Ne onu hepten görmezden gelelim ne de herşeyi ona verelim. Aynalık yaptığı şeyler adına kıymetli bulalım ve bu niyetle/bunu yaptıkça muhafazasına çalışalım. Çünkü onun muhafazası aynasında yansıyanların da muhafazasıdır. Oradan elimize geçen nimetlerin de muhafazasıdır. Ama, sakın sakın, bunu yaparken onu ışığın kaynağı olarak da görmeyelim. Çünkü ışığın sahibi o değildir. Bediüzzaman'ın 'iradeli sebeplere' bakışta gösterdiği şu istikamet, sanıyorum, bugün de en az dün olduğu kadar gerekli ve öğretici. Hem ifratları ve tefritleri önleyici.

Mürşid, üstad veya reis... Her biri üzerinden yansıyıp gelenlerle değerlenir. Değerleri bizzat değildir. Ama değersiz de değillerdir. Esbaba müracaatın da hikmette yeri var. Aynaya edilen nasihatler de ışık içindir. Aynaya edilen iltifatlar da ışık içindir. Aynaya edilen dualar da ışık içindir. Ve, evet, aynaya ihtiyacımız var. Çünkü ayna da, tıpkı yansıttığı ışık gibi, Allah'ın hediyesidir. Toprak da, tıpkı üzerinde bitenler gibi, Allah'ın hediyesidir. Koyun da, tıpkı ondan sağılan süt gibi, Allah'ın bir hediyesidir. Öyle ya, meyveyi ağaçtan bilmemek tevhid, ama ağacın bakımını yapmak bir dua. Allah onu da istiyor şunu da. Belki buradan Bediüzzaman'ın şu cümlesini de anlamaya bir kapı buluyoruz: "Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz."

Monday, March 6, 2017

Din siyasetten büyüktür

Referandum yaklaşıyor. Kimsenin kimseyi dinleyesi yok. Fakat yine de, öyle olduğuna inandığım birşeye, öyle olmasını önemsediğim için dikkatinizi çekmek istiyorum. Şuradan başlayayım: Bediüzzaman'ın mektuplarında hatırlattığı birşey var. "Mesâil-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir." Yani dinî meseleleri 'kavga ederek' konuşmak helal değildir. Müzakere edebilirsiniz. İstişare edebilirsiniz. Sual-cevap yapabilirsiniz. Hatta, insaflı bir şekilde, itiraz da edebilirsiniz. Ancak, tarafların bulunduğu yeri, hakikati karşı tarafta görse bile, korumaya kararlı olduğu bir düzlemde imanî/İslamî meseleleri konuşamazsınız.

Hem konuşmamalısınız. Çünkü böyle bir hak savunusu, velev sizin savunduğunuz taraf haklı olsun, karşınızdakini yanınıza çekmez. Amacı 'galip gelmek' olabilir fakat 'hakkı galip getirmek' olmaz. (Hakkın insandaki asıl galibiyeti olan muhatabın kalbini/aklını hakka kazandırmaz.) Muhatabınızın yanlıştaki ısrarını arttırır. Aklî olan bir meseleye duygu da bindirir. Muarızınız, kendi haline bırakılsa belki döneceği bir yanlıştan, sizin yüzünüzden dönmez olur. Yanlışının bağnazı ve bağımlısı olur. Muteriz iken hasım olur.

İşte, biraz da bu nedenle, siyasi meselelerin, kendileriyle doğrudan ilgili olmayan dinî argümanlarla tartışılması tehlikelidir. Tartışmayı dine ve dini tartışmaya çeker. Tuttuğu safı siyasi bağnazlığından dolayı terkedemeyen kişi, dinî olanı o tarafa meyleder görse bile, durumu olgunlukla kabullenmeyebilir. Çıkamadığı çukur nedeniyle çukuruna inmeyen dine de düşman olabilir.

Bu tıpkı, hasmının evinde annesini gören çocuğun, hasmıyla birlikte annesine de düşman olması gibidir. Anne bu düşmanlığı elbette haketmez. Hakedecek suçu yoktur. Ancak hasma duyulan öfke bu apaçık masumiyeti bastırır. "Senin onun yanında ne işin vardı?" isyanı ortaya çıkarır. Suçlamaların bini bir para olur. Annenin kalbi, belki bir daha eski halini alamayacak şekilde, kırılır. Evladın kini, belki bir daha sönmeyecek şekilde, alevlenir. Şu da var: Bu bir ailede olsa yalnız aileyi yıkar. Ama ya annenin yerinde İslam varsa? O zaman ne olur şu evlada? Bu nedenle 'münakaşa sûretinde bahis' hastalığına müptela siyasî meselelere dinî argümanların meze yapılması doğru olmaz.

Peki, bir mü'min, sünnet-i seniyyenin ve Kur'an'ın bütün hayatına oluşturduğu rehberliğe (ve buna duyduğu sarsılmaz inanca) rağmen, hayatından herhangi bir parçayı dinin anlam dünyasının dışında nasıl tutabilir? Nasıl ona bakarken dinî delilleri görmezden gelebilir? Nasıl Asr-ı Saaddet'ten veya selef-i salihîn döneminden ışık tutacak referans nakiller aramaz? Nasıl onları aklına getirmez veya kullanmaz? Ben, bu yazıda, şu konuya değinmek istiyorum.

Bu meselede istikameti şöyle bir duruşta gördüm: Bir insan, kanaatini oluştururken, dilediği kadar böyle referanslardan istifade eder ve etmelidir de. Kendi dünyasında bunu böyle anlamlandırabilir ve anlamlandırmalıdır da. Ancak kendisinden muhatabına geçişte meseleye bakışı değişmelidir. Kendi kanaatini isbat için kullandığı bu tür referansları, o kişi kendisinden nasihat istemediği sürece, başkasının kanaatini/itirazını boğmak için kullanmamalıdır.

Muhatabı mütehayyir ise, ikna için böyle şeyleri (onları menfaatinin aracı kılmaktan Allah'a sığınarak) kullanabilir. Bunu, hakkı bulmasına yardımcı olmak veya en azından kendi haklılığını ona anlatmak (değil münakaşa ile savunmak) için yapabilir. Fakat muarızını dinin dışında kalmaya mahkûm için şunu yapamaz. Yani: Kanaatlerinin dayanağını belirtmek için kullanabilir. Fakat muhatabını esir almak için yapmaz. Tutmak için yapabilir. Fakat dışlamak için yapmaz. Merhamet ile yapabilir. Fakat nefret ile yapmaz.

Bediüzzaman'ın Demokrat Parti hükümeti hakkında kullandığı "(...) madem o Demokrat Partisi, meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir fâidesi dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz'î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz..." gibi ifadeleri de böyle bir düzlemde anlaşılır.

Sen, kendi adına, hayrın falanca partide veya filanca kanaatte olacağına kanaat getirebilirsin. Allah mübarek etsin. Senden nasihat isteyenlere de böyle anlatabilirsin. Allah mübarek etsin. Fakat muarızının sesini boğmak için "Eğer benden değilsen Kur'an'ın menfaatini istemiyorsun!" diyemezsin. Hak namına 'umutla' istenebilirsin ama 'itikatla' hakkı inhisarın altına alamazsın. Yalnız kendi malın yapamazsın. Din siyasetten büyüktür. Onun gaga ve kursağına sığmaz. Onun malı olamaz. İslam, kervanımızdaki hazinenin tamamıdır. Kervandaki her deve taşınmasına yardım eder de bir deve bütün hazineyi kaldıramaz. "Bu benim sayemde taşınıyor!" diyemez. Allah bizi istikametten ayırmasın.

Friday, February 24, 2017

Bediüzzaman devletin devamını istemez miydi?

"İmamlarımıza, işlerimizi yönetenlere, zulmetseler bile isyan etmeyi caiz görmeyiz. Onlara beddua etmeyiz. Onlara itaat etmekten el kadar ayrılmayız. Bize ma'siyet emretmedikleri sürece, onlara itaat etmeyi, Allah'a itaatin bir parçası olarak farz biliriz. Salah ve afiyet üzere olmaları için onlara dua ederiz." İmam Ebu Cafer et-Tahavî, Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi'nden...

Şu sözü Churchill'e atfen okumuştum: "İnsan, otuz yaşının altındaysa ve liberal değilse, kalpsizdir. Lakin, otuz yaşını geçmişse ve muhafazakâr değilse, beyinsizdir." Bu sözün bende bir hakikati var. Zira otuz yaş eşiğimi Gezi'yle atladım. Bu hem kronolojik olarak böyleydi hem de sözün haber verdiği hakikat açısından böyleydi.

Gezi'ye kadar liberalizmin pek de karşısında sayılmazdım. Tamam, onların özgürlük dediği herşeye özgürlük demiyordum, benim bireysel hürriyet tanımımı İslam belirliyordu. Fakat 'farklılıklarla birlikte yaşama' ekseninde epeyce liberalleşmiştim. Kalbimde olmasa da kafamın arka tarafında işler böyle bir hal almıştı. İslam'ı, bireysel anlamda bağlayıcı bulsam da, onun şu günün toplumsallığını yönetebileceğine inanamıyordum. Daha yumuşak nasıl ifade edilir bu? Hakikaten bu konuda (hâşâ) din bir tarafa doğru bir tarafaydı sanki benim için. İşin bu tarafının da naslarla bağlanması veya meşruiyet aranması gerektiğine inanmıyordum. Veya, hüsnüzan ederseniz, yeterince inanmıyordum.

Gezi beni kendime getirdi. Bir 'o' ve bir de 'ben' olduğuna ve bunların su ile zeytinyağı gibi asla barışmayabileceğine uyandırdı. (Karışacağına inanmak hayalcilikti.) Başka uyanışlarım da oldu. Örneğin: Barış sürecinde yaşananlar bu tip ümitlerimin yüzünü güzelce tokatladı. 'Tokatlamak' ifadesini özellikle kullandım. Çünkü yaşadıklarımın 'aptalca iyimserliğimin' yemesi gereken tokatlar olduğunu düşünüyorum. Kobanî Olayları'ndan bir gün sonra Esenyurt'taydım. Enkazı gördüm. Kürt olduğum halde, dindarlığımdan dolayı, başıma birşey gelmesinden korktum.

Hiç gocunmadan itiraf ederim: Bunlar beni kesinlikle ve kesinlikle 'devletçi'leştirdi. Bugün, üzerine kurulduğu sistemden/kişilerden bağımsız olarak, devlet denilen şeyin varlığını önemsiyorum. Selameti, salabeti ve istikameti için dua ediyorum. Çünkü biliyorum: İyimser için kaos bir çukurdur. Fakat karamsar için merdiven gibi görünür. Süreç, iktidarı elde edemeyen karamsarlıkların, yeri geldiğinde kaosu nasıl 'merdivenleştirdiğini' veya 'merdivenleştirebileceğini' anlamamı sağladı. İşte, devleti de, kaosun önündeki duvar olarak beğeniyorum.

Bunu sadece dış dünya için söylemiyorum. İçimizde de aynı hesaplaşmayı yaşadım. Gezi'yi savunan liberal nurcularla da tartıştım, Kürdistan isteyen nurcularla da... Her ikisinde de şunu müşahade ettim: Risale metinlerinde kendilerine bir cevaz bulabiliyorlar. Mübarek ifadeler bu insanlar elinde her yöne çekilebiliyor. Hatta bazı eserlere/cümlelere yapılan vurguyla azlıklar çokluklara galip kılınıyor. Özellikle müellifin Eski Said döneminde telif ettiği Münazarat havaya kaldırılarak ondan çıkarılan yorumlarla Yeni Said'in diğer bütün metinlerinin sesleri bastırılabiliyor.

Daha başka kaymalar da var. Kimisi Bediüzzaman'ın Osmanlı'ya yaptığı sistem eleştirisini birebir devlet eleştirisi noktasına kaydırıp neredeyse anarşizme yaklaşıyor, kimisi de 'asayişi muhafaza' tavsiyelerinin 'devlet ne yaparsa doğrudur'a indirgenebileceğini düşünüyor. Bu 'domates biber herkese gider' durum karşısında Bediüzzaman'ın duruşunu/sözlerini spesifiklikten kurtarmanın çaresini ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına yüzümü dönmekte buldum. Şimdilerde meseleyi şöyle kavrıyorum:

Bediüzzaman dinin varlığının devamı için devletin/iktidarın (veya bir çeşidinin) 'olmazsa olmaz' görülmesinin daire-i itikad açısından sıkıntılarına dikkat çekiyor. Bunun böyle olmadığını veya olamayacağını hakça ifade ediyor. Hakikaten de geçmişte devlet ve din arasında böyle bir zaruriyat ilişkisi kuranlar devrimcilikle büyük kargaşalara sebep olmuşlar. (Bugün DAİŞ'in de, tıpkı kendinden öncekiler gibi, Maide sûresindeki bazı ayetleri bu amaçla kullandığını biliyoruz.) Ancak şu var: Devleti istemekle bir devletin varlığının devamını istemek birbirinden farklı şeyler.

Bediüzzaman, yaşadığı dönemde, Osmanlı devlet sisteminin veya idarecilerinin din adına 'olmazsa olmaz'laştırılmasına karşı, ama hayatının hangi döneminde Osmanlı'ya karşı? Bilakis, gerek adem-i merkeziyetçilik eleştirisi, gerek bağımsız Kürdistan için kendisine yapılan tekliflere verdiği olumsuz yanıtlar, gerek 31 Mart Olayı'nda takındığı tutum ve gerekse I. Dünya Savaşı'ndaki cihadı, bize Osmanlı'yı bir devlet olarak varlığını sürdürmesi gereken birşey olarak gördüğünü gösteriyor. Ancak bir kayıt olarak şunu söyleyebiliriz:

Bu devletin tasavvur edilen veya uygulamada olan bir şeklinin, yani bir sisteminin veya idarecilerinin mutlaklaştırılmasına karşı olduğu belli. Burada, sisteme karşıtlığın devlete karşıtlık olarak algılanması da, devletin muhafazasının sistemin muhafazası olarak algılanması da, ikisi de problemli. Çünkü 'asayişin muhafazası' başlığı içinde doğal olarak Bediüzzaman devletin düzen ortamının devamını da sağlamaya çalışmış oluyor. Ancak bunu, mevcut sistemin yanlışlarına teslim olarak değil, devletin varlığını tehlikeye sokmayacak usûllerle hataların tedavisine çalışarak yapıyor. Otoriteye büsbütün karşıt olsa bunu neden yapsın?

Bence Bediüzzaman'ın duruşunu kavramada iki ayrımı anlamak çok önemli. 1) Daire-i itikad ve daire-i muamelat/esbap ayrımı. 2) Devletin varlığının devamı ile bir tür sisteminin (veya onun yöneticilerinin) devamının ayrımı. Bu noktada artık 'devlet-i ebed-müddet' veya 'devletin bekası' denilerek ifade edilen şeyi analiz etmek de mümkün oluyor. Eğer bu ifadelerle kastedilen bir müslümanın İslam'a yakışır hürriyetle dinini yaşamasına müsait bir düzenin varlığının sürmesi ise, evet, kasettikleri bizim de muradımızdır. Yok, eğer kastettikleri, devletin sistemi ve kişileriyle, olduğu gibi hep böyle kalması/kutsanması ise, biz bunu istemiyoruz.

Ve yine kastettikleri, daire-i esbapta hürriyetin/güvenliğin sağlanabilmesi için bir devletin varlığının gerekliliği ise, evet, bu bizim de muradımızdır. Yok, eğer, kastettikleri daire-i itikatta dini (hâşâ) devlete muhtaç etmek ise, hayır, biz buna iman etmiyoruz. "Dinin sahibi Allah'tır!" diyoruz. Sözüm biterken yine mürşidimin sözüne kavuşuyor: "Daire-i esbabın iktizasıyla daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli."

Özetlersem: Yalnız Allah'ın bakî olduğuna iman ettikten sonra, toplumsal hayatın düzeni için, devletin bekasını istemekte bir beis göremiyorum ben. Zira bu ancak asayişin muhafazasını dilemenin bir şekli olur. Bir itikat değil murad olur. Bir iman değil dua olur. (Lafzın mecaza mecali vardır.) Esas sorun; bunu sistemsel, kişisel veya itikadî bir meseleye dönüştürmektir. Çünkü, devletin bir varoluş şekli (sistemi) veya bir lideri (yöneticileri) itikadın parçası haline gelirse, zamanla değişmesi gerekenler de değiştirilemez olur. Yanlışlar masaya yatırılamaz ve hatta dile getirilemez olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi, ölmüş gitmiş adamların hataları, "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" olur. Biz bunun tekrar olmasını istemiyoruz.

Tuesday, January 31, 2017

Trump'a karşı bu sessizlik neden?

"Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı." Rüyada Bir Hitabe'den...

Bu yazıya çok yakışacak bir hikayem var. Onunla başlayalım: Bir zaman krallardan birisi halkına ağır vergiler koymuş. Sonra yardımcısını halkı teftişe yollamış. Yardımcısı teftişini yapmış ve dönmüş. "Kralım söyleniyorlar!" demiş. Kral gülmüş. "İyi!" demiş. Biraz daha arttırmış vergileri. Tekrar teftişe göndermiş. Yardımcısı teftişini yapmış. "Kralım bağırıp çağırıyorlar!" demiş. Kral yine gülmüş. "İyi!" demiş. Biraz daha arttırmış vergileri. Yardımcısı tekrar teftişe çıkmış. Halk içinde tebdil-i kıyafet dolaşmış. Şaşkınlık içinde geri dönmüş: "Kralım" demiş, "çok acayip, ama gülüyorlar." Kral endişeyle emir vermiş: "Başka vergi yok!"

Trump'ın başkanlığı İslam âleminde neden 'yoğun bir endişe kaynağı' olarak değil de, aksine, 'olursa o kız olsun' üslûbunda karşılanıyor? Bencileyin verebileceğim cevap: İslam âleminin Batı'dan çıkacak bir mehdiye artık inanmadığıdır. Evet, ben, Sovyet tehditine karşı ABD ile beraber hareket edilen dönemde, belki biraz da liberalizmin yumuşak dili nedeniyle, Batı'nın kurtarıcılığının müslümanların dünyasına bir inanç olarak yerleştiğini düşünüyorum. Hatta, bu iş, kıyametten önce güneşin batıdan doğacağı ile ilgili rivayetlerin 'buhranlardan kurtuluşun yine Batı eliyle olacağı' şeklinde tevil edilmesine kadar vardı kimilerinde. Hayır, FETÖ konusuna girmeyeceğim, fakat zaten yalnızca onunla da ilgili değil bu mesele. Bu arıza, merhum Muhammed İkbal gibi kimi isimlerin, İslam dünyasının İngilizlerce işgalini olumlanmasıyla başlıyor.

Müslümanların Batı karşısındaki (daha önce benzerini hiç yaşamadıkları) mağlubiyet(!) durumu, bir noktadan sonra, mazlum ve mağdur olanı 'kusuru kendisine alıp işgalciyi tenzih etme' hastalığına itti. İçinde bulunduğu güç duruma rağmen yaşamaya devam edebilmek için yaptı bunu. Aynalara tekrar bakabilmek için yaptı. Mağlubiyet içinde sahte bir zafer sağlıyordu bu yaptığı ona. Boğazınıza basılmış zalim ayağını, bir hakaret olarak değil de, bir iltifat olarak anlamlandırmak üzerindeki baskıyı da azaltıyordu.

Psikolojik arkaplanı da olan birşeydir şu söylediğim. Vazgeçemeyeceğiniz/karşı koyamayacağınız bir insanın kaldıramayacağınız bir tavrıyla karşılaşırsanız, onu, bazen görmezden gelerek, bazen de (elinizden geldiğince) yanlış anlayarak rahatsızlığınızı azaltmaya çalışırsınız. Yanından geçerken size laf atan hasmın sözünü duymazdan gelmeniz bundandır. Sevdiğiniz birisinin hakkınızdaki ağır sözünü tevil edip yutmaya çalışmanız bundandır. Ve yine, mürşidimin, İstanbul'un işgali sırasında İngilizlere karşı şu sözleri sarfetmesi de müslümanlarda böyle bir halet-i ruhiyenin oluşmasından korkmasındandır:

"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyenin âzâsı idim. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!' demiştim."

"Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir: Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez. Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz."

Katılır mısınız bilmem, ama ben bu umudun son balonunun (çok şükür) Arap Baharı ve Obama sayesinde patladığını düşünüyorum. İslam coğrafyasında kendi menfaatine ters olacağını düşündüğü her demokratik dirilişi örseleyen, gelişimine taş koyan ve hatta binlerce kişiyi katleden Sisi gibi diktatörlerin ellerini sıkmaktan utanmayan Batı; kurtarıcılığına dair müslümanlarda varolan yıkılası umuda sağlam bir darbe vurdu. Trump'a karşı sessizliğimiz de biraz bundan. Yani umutsuzluk ve şaşkınlığımızdan..

Ülkemizde 15 Temmuz üzerinden tecrübe ettiğimiz bu ayılma, ABD'de artık başa kimin geçtiğini umursamaz bir hale getirdi bizi. Bence bu çok kıymetli birşey. Trump'ın İslam coğrafyasına yapacağı en büyük iyilik de, selefleri gibi 'yarım elma gönül alma' oyunlarına girmeyerek, ona karşı uyanıklığımızı diri tutmaktır. Belki de şu yanlış mehdiye duyulan ümittir hakiki mehdilerin içimizde yeşermesine engel olan. Şuna alıcı gözüyle bakışımızdır bunu üretmekte elimizi zayıflatan. Şimdi ondan soğusak fena mı olur? En nihayet, Bediüzzaman'ın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dediği yerdeyim:

"Şu millet-i İslâmın felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet istikbalde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbale tebdil eder zîhimmet. Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâmı harikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet, tesri-i ihtizazı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet."

Monday, December 12, 2016

Müslüman intikam almaz mı?

Mürşidim bir yerde diyor: "İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler; 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani 'Fıtratını değiştir' gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki; 'Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz!' Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur."

Erdoğan'ın, ciğerlerimizi dağlayan terör saldırılarının ardından kullandığı 'intikam' vurgulu ifadelerini okuduğumda ve sosyalmedyada bu ifadeler ekseninde yaşanan tartışmalara şahit olduğumda, aklım ister istemez yine bu hikmetli cümlelere gitti. Farkettiğim kadarıyla ıskalanan buydu. Erdoğan'ın böylesi ifadeler kullanmasının yanlış olduğunu söyleyenler de, velev hassasiyetleri doğru bir noktaya isabet ediyor olsun, yine aynı derdi ıskalıyorlardı. Muhtemelen, yine aynı nedenle, nasihatleri tesir etmeyecekti. Peki, tesirli olabilecek nasihat neydi?

Öncelikle şunu belirtmeliyim: Böyle şeyleri bir 'kavram' olarak tartışmakla 'fıtratın bir arzusu' olarak tartışmak arasında fark vardır. Birincisine dair yapılan tartışmalar ikincisini görmezden geliyorsa, ikincisine dair bir duyuşa sahip olanlar da mezkûr tartışmaları (ve tartışanları) görmezden gelirler. Duygulanışlar, varoldukları andan itibaren, körkütük kendi haklılığını savunurlar. Bir yanı hissiyata taalluk eden meselelerde duygulara yokmuşlar gibi davranmak; o hisse sahip olan kişiyi, inkârcısına karşı öfkeli ve epey de karşı-inkârcı kılar.

Bu noktada, eğer nasihat eden konumundaysanız, muhatabınıza tesir etmenizin en önemli şartı, 'hislerini anladığınızı' belirtmektir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kendisinden zina etmek için izin isteyen gençle yaşadığı diyalog, "Böyle şey olmaz!" diyenin diyaloğu değildir, onun derdini anlayıp 'ama neden karşı koyması gerektiğini' anlatanın diyaloğudur. İşte, Allah tekrarını yaşatmasın, şöylesi toplu bir şehadet hadisesinde de "Böyle şey olmaz!" demenin hissiyat-ı umumiye anlamında bir karşılığı yoktur. Karşılığı olan tavır ise; psikolojiyi/hissiyatı anlayıp onun 'varlığını' değil 'sınırlarını' tartışmaktır.

İntikam hakikati, değil bir ifrat olarak, adaletin tastamam bir parçası olarak Kur'an'da Cenab-ı Hakka izafe ile kullanılır. Bunlardan bir tanesi İbrahim sûresi 47. ayetteki; "O halde sakın Allah'ı Peygamberlerine olan va'dine hulf eder sanma, şüphesiz Allah azîzdir, intikamı vardır!" fermanıdır. Bir ikincisi Âl-i İmran sûresinin 4. ayetinde geçer: "Bir de ayırt eden Furkan indirdi. Allah'ın ayetlerini tanımayanlara şüphesiz şiddetli bir azap vardır. Öyle ya, Allah'ın izzeti var, intikamı var!" Yani Allah'ın Azîzü'n-Züntikam oluşu bizzat vahiyle ifade buyrulan birşeydir. Hakikatinin inkârı vahyin inkârı gibi olur. "İslam'da intikam yoktur!" denilmez. Ya?

Belki şu denilebilir: "Beşerin aklınca/hissince haklı bulduğu her intikam İslam'da yoktur!" Allah, şanına göre, şe'n-i Rububiyetine göre intikam alır; beşer, ancak Allah'ın şeriatına ve orada öğrettiği sınırlar dairesinde intikam alabilir. Yani "İntikam alınmaz!" denilmez. Belki "İntikam ancak Allah'ın şeriatının sınırları dairesinde alınabilir!" denilebilir. Ki, bunu doğrulayan bir hadis-i şerif de Hz. Aişe (r.anha) annemizden nakille Kütüb-i Sitte'de geçer:

"Resulullah aleyhissalatuvesselam iki iş arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka en kolayını tercih ederdi. Yeter ki bu günah olmasın. Eğer bir iş günah idiyse, günaha karşı insanın en uzak duranı idi. Aleyhissalatuvesselam kendisi için hiç intikam aramadı. Ama Allah'ın bir haramı ihlal edilince, Allah için intikam alırdı." (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5551)

Peki, biz, bu noktada artık Erdoğan'ı ve hissiyatına tercüman olduğu milyonları ne ile uyarmalıyız veya uyarabiliriz? Belki ancak şunun ile: Salt bir öfke ve garazla, Allah'ın ve masum kullarının hukuklarını hiçe sayarak, suçluyu ve suçsuzu ayırmaksızın yapılacak uygulamalarla intikam alınmaz. Böylesi ayrımları Allah'ın şanı, sünnet-i seniyyenin tatbiki ve şeriat-ı İslam'ın istikameti gereğince gözeten tarzlarla ve yollarla intikam alınır. Yani mazlumun zalimden hakkını almak adına, şeriat dairesinde ve şartlarıyla bağlı olarak, hikmetlice intikam alınır.

Bu açıdan da, tıpkı mürşidimin başka bir sadedde dediği gibi; "Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur." Allah'ın izin verdiği helal dairesi içinde, zalimi ve mazlumu birbirinden ayırarak, zalimden elbette bihakkın intikamımızı alabiliriz. Yalnız şuna dikkat edelim tıpkı İmam Ali'nin (r.a.) bize öğrettiği gibi: "Kafiri, yüzümüze tükürdüğü için mi, yoksa mü'minlere kılıç çektiği için mi öldürüyoruz?" Yüzümüze tükürdüğü için yapmaktan sakınalım. Niyetimizi ve fiilimizi marazdan arındıralım. Mezkûr hadiste öğretildiği gibi kendimiz/kinimiz için intikam aramaktan kaçınalım. Mazlumun hakkını zalimden almada elbette intikamın hakk-ı hayatı var. Buna kim/ne diyebilir? Erdoğan da bu sözü etmekle, belki, olayın dehşetinden duyulan bireysel intikam arzularına set çekti, işi devletin uhdesini aldı, aynı zamanda bir derece hukukun sınırları içine de aldı. Allahu'l-alem.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...